8 Nisan 2017 Cumartesi

YEREL YÖNETİMLERDE KAYNAKLARIN ETKİN ve VERİMLİ KULLANIMI BÖLÜM 2


YEREL YÖNETİMLERDE KAYNAKLARIN ETKİN ve VERİMLİ KULLANIMI BÖLÜM 2


3. YEREL YÖNETİMLERDE FİNANS YÖNETİMİ

Yerel Yönetimlerin hizmetlerinin kalitesi, ürün ya da hizmete ilişkin yerel halkın istek ve beklentilerinin en uygun maliyetle, tam ve zamanında karşılanması, çevre açısından ve diğer yönlerden toplumsal sorumluluk anlayışına uygunluğu, yüksek güvenilirliğe sahip olması ve yeniliklere uyum sağlayabilme derecesidir.
Yerel yönetimlere özerk ayrı bütçe verilmesinin sebebi de yerel ihtiyaçların karşılanmasındaki önceliktir. Yerel yönetimlerin kendi bütçelerinin olması bir anlamda ödenek sendromundan büyük ölçüde kurtulmaları anlamına gelmektedir. Her ne kadar küçük belediyeler İller Bankası payına veya ödeneğine bağlı olsalar da büyük ve orta ölçekli belediyeler kendilerine yetecek gelirleri temin etmekte zorlanmamaktadırlar. Bu açıdan küçük yerel yönetim birimlerinin (küçük belediyeler ve belde belediyeleri) İller Bankası'ndan aldıkları paylar belli bir katsayıyla artırılma yoluna gidilmelidir.

Belediyelerin mali yapıları ve bütçeleri ve bu bütçelerin kullanılması yeterince rahattır. Belediyeler personel giderlerinde bütçelerinin % 30'unu aşmamaları kuralına bile uymamaktadırlar.

Yerel hizmetlerin ihale edilmesinde, hazırlanan şartnamelerde yapılan hizmete karşılık 'kabul' şartlarına yeterince riayet edilmeden paranın ödendiği görülmektedir. 
Bu konuda yerel yönetimler hassas davranmamaktadırlar. Çünkü bir yolunu ve yöntemini bulup ihaleyi yine istenilen kişilere verilmekte ve baştan anlaşmalı firma ile menfaat ilişkisine girilmektedir. Bu da yerel yönetimlerin finans kaynağının yanlış kullanılmasını açık ifade ile heba edilmesini doğurmaktadır.
Burada yerel yönetimlerin özellikle belediyelerin ihalelerindeki yoruma açık şartnamelerin belli bir bilir kişi veya kurul tarafından denetlenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. 

Ancak yine de yerel yönetimler merkezi yönetimdeki gibi ihaleleri istediği firmaya verebilmektedir. En azından kağıt üzerinde hizmetin teslim süresi kısa tutularak istenmeyen ihale taliplileri devreden çıkartılmakta, istenilen firma da hizmetin kabulünde zaman unsurunda müsamaha gösterilmektedir. Bu da, ihaleyi alan firmanın hizmeti 5 10 günlük bir geciktirmesiyle bile milyarlar kazanmasını sağlamaktadır.

Finans departmanında çalışan yöneticisinden memuruna kadar iyi bir ahlak eğitimi almaları bunlara karşılık diğer birimlere oranla ilave bir katsayıyla ücret/maaşlarında iyileştirmeler yapılmasıyla bir nebze olsun bu menfaat ilişkisi önlenebilir. Ama yine de bu konuda iş dönüp dolaşıp "vicdan" mevzuuna gelmektedir. Sadece bununla da kalmayarak yerel halkın bilinçlendirilerek vaad edilen hizmetlerin bitirilme süresi konusunda sorgulayıcı olmaları gerekmektedir.
Finans yönüyle sıkıntıda olan yerel yönetimlere 'BİT'ler kurma yolu açılmalıdır ancak bütçeleri de yeteri kadar denetime açılmalıdır. BİT'ler ile belediyeler kısa vadeli hizmetlerin icra edilmesinde ciddi oranda rahatlamaktadırlar. Kurulmasına müsade edilecek BİT'ler belli alanların dışına çıkmasına izin verilmmelidir.
Yerel yönetimlerin bütün alımlarında gerekli olacak finans kaynağı ve harcama kalemleri çeşitleri artırılıp miktarları düşürülmek suretiyle büyük miktardaki finans hesabı atıl kalması önlenebilir. Çünkü kamu kurumlarında nice harcama kalemlerinde milyarlarca liralık ödenekler karşılık gösterilemediği için atıl olarak kalmaktadır. 

Oysa ki buna karşılık nice harcama kalemleri de yeterli ödenek olmadığı için yerel ihtiyaçlar karşılanamamaktadır.

4.  YEREL YÖNETİMLERDE KAPİTAL DONANIM KULLANIMI

Yerel yönetimler sahip oldukları kapital donanımlarını veya demirbaşlarını hep hoyratça kullanmışlardır. Özellikle yıpranma ve amortisman giderlerinin yüksekliği bunun göstergesidir.

A belediyesinde halihazırda kullanılmayan bir araç B belediyesinde ihtiyaç varsa kiralamak suretiyle verimliliği sağlanabilir. Ya da birbirine yakın belediyeler araçlarını aralarında yapacakları protokolle ortak kullanma yoluna gidebilirler. Böylece A belediyesinde olmayan bir araç, B belediyesinden temin edilerek hizmetin sıfır zamana yakın bir ölçüde ifası sağlanabilir.

Bunlardan başka yerel yönetimler mal ve hizmet üretiminde her zaman ihtiyaç duymadığı demirbaşları özel sektörden veya diğer kamu kurumlarından temin edebilirler. 

Böylece büyük masraflarla alınan demirbaş yıllarca atıl kalıp teknolojik olarak demode hale gelmemiş olacaktır. Aynı şekilde A Belediyesinde atıl durumda olan veya tamiratına ihtiyaç duyulan demirbaşlar B belediyesi veya kurumundan parçalarla veya B belediyesi veya kurumundaki kalifiye personelle tamir edilmesi sağlanabilir. 

Bu da atıl durumdaki kapital stokun bir an önce aktif hale sokulmasına imkan verir. Dolayısıyla Kamu Kurumları kendi leasinglerini kendileri yapmak durumundadır.

Belediyeler sürekli ihtiyaç duydukları malzemeleri asfalt taşı, bordür, bahçe çiçekleri gibi malları kendisi üretme yoluna gitmelidir. Tabi ki bütün bunların 'olur' kararının verilmesinde fayda maliyet analizlerinin yapılması gerekmektedir.
Büyük ve orta ölçekli belediyeler ihale yöntemiyle şehrin belli başlı yerlerine bilbordlar asarak reklam alabilir bu reklam karşılığı olarak ta özel sektörün ürettiği mal veya hizmetlerden satın alma yöntemiyle yararlanabilir. Veya direkt para karşılığı olarak ta reklam alabilir.
Şehir köprülerinin, tretuarların, demir parmaklıkların, elektirik ve telefon direklerinin hatta ağaçların bakımı, onarımı veya  boyanmasını ek bir finans kaynağı ayırmadan karşılıklı protokolle veya ihaleyle yaptırılabilmesi mümkündür. Böylece hem şehir güzelleşmesi, imarı, temizliği bakımı sağlanmış hem de belediye önemli bir giderden kurtulmuş olur.

Bu konuda sadece yerel yönetimler değil bütün kamu kurumları aynı yöntemleri uygulayabilmesi mümkündür. Örneğin Balıkesir Belediyesi ve Balıkesir Valiliği bir ihale açarak köprülerin, direklerin alt ve üst geçitlerin, boyanması işini kent estetiğini bozmayacak hatta kent estetiğine katkıda bulunacak şekilde reklam karşılığı ihale edebilirler.

Yerel yönetim hizmetlerinin yapılmasında, kapital donanımın kullanılmasında 5 N (beş "N" Yöntemi) kullanılmalıdır. Bunda şu sorulara cevap vermek gerekmektedir.
— Ne,  Nerede, — Nezaman, — Nasıl — Niçin, bulundurulacak ve neler elde edilecek. Bunlar standartlaştırılmalıdır.

5.  YEREL YÖNETİMLERDE ZAMAN YÖNETİMİ

Yerel mal ve hizmet üretiminin en önemli konularının başında zaman yönetimi gelmektedir. Çünkü yerel halk açısından en önemli şey üretilen mal ve hizmetlerin zamanında yapılmasıdır.

Örneğin bir yol yapımının geciktirilmesi yöredeki bütün kaynakların ziyanına yol açmaktadır. O yoldan geçen araçların amortisman maliyetini artırmakta, bu da 
milli servetin ziyanına neden olmaktadır. Bununla da kalmayarak bozuk yoldan geçen araçların ve insanların en önemli kaynağını yani zamanını almaktadır.
Burada yerel hizmetlerin zamanında yapılmaması yine bir çarpan etkisiyle bütün kaynakların artan bir şekilde hebasına yol açmaktadır. Buna da "zaman çarpanı" 
diyebiliriz. Tersinden bakıldığında bir hizmetin zamanında veya zamanından önce bitirilmesi durumunda yine bir önceki cümledeki eksi maliyetler artıya dönecektir. 

Bu da bir hizmetin zamanında yapılmasıyla örneğin 5 birimlik bir zarara karşılık 5 birimlik bir fayda sağlanacak ve kümülatif olarak 10 birimlik bir fayda sağlanmış olacaktır.

Yerel hizmetlerin yapılmasında bir diğer önemli konu da mal veya hizmetler yapılırken eş zamanlı koordinasyon  unsurunun göz ardı edilmesidir. Yani bir hizmetin veya malın üretilmesi esnasında sadece bir alanda çalışmanın yapılmasıdır. İmkanların elverdiği ölçüde aynı işi aynı anda farklı parçalarının da  yapılması yolları aranmalıdır.
Örneğin bir yol çalışması sırasında personel ve araç parkı yeterli olduğu sürece hem kazı çalışmalarının hem de döşenecek malzemenin getirilmesinin hem de tek elden altyapı çalışmalarının ardarda yerine getirilmesi mümkündür. Aksi takdirde kazı yapılacak, alt yapı geçirilecek, bunların üstü kapatılacak ve teferruat düzenlemeleri de tamamlanacak. Bütün bunların bir yıla yayılması mümkün olabilmektedir. Oysa ki ard arda yapılmış olsa, kazı biterken alt yapı geçirilse, altyapıdan sonra dolgu ve düzeltme işlemleri ve bu da yapılırken döşeme işlemi yapılsa bütün bunlar her yüz metre için birkaç günde bitirilebilecektir.İyi bir zaman yöneticisi olan lider;

Astlarına fırsat verir,
Projeler başlatır,
Fiziki ve mali insan kaynaklarını bir araya getirir,
Kendisine ve ekibine hedef koyar,
Kurumunu bu hedefe dönük yöneltir,
Yeni fikirler geliştirip uygular.

Yerel yönetimlerin kaynaklarının kullanılmasında ortaya çıkacak 5 hatanın sıfırlanması yoluna gidilmesi de yerel yönetim kaynaklarının tümden iyi kullanılması sonucunu doğuracaktır.

Bunlara Beş Sıfır Hata Sistemi denmektedir.

Sıfır Süre : Yerel yönetimlerin özellikle belediyelerin amaçlarının özelde hizmetlerinin optimum zamanda, (tam zamanında)  gerçekleşmesi sistemidir.
Sıfır Kağıt : Yerel yönetimlerin özellikle hizmet üretiminde (kağıtsal ilişkilerin gereksiz olanlarını) en aza indirmektir. Minimize etmek ve bunlarla kaybolan zamanı ve işgücünü başka alanlarda kullanma çabasıdır.
Sıfır Arıza : Yerel yönetim faaliyetinde, hem kurum demirbaşlarında, hem kurumun ürettiği mal ve hizmetlerde arıza  kabul edilmemesi çabasıdır.
Sıfır Stok : Yerel yönetimlerin sermayesini tutuklayacak gereksiz stoklara meydan vermeme, stoka çalışmama amacıdır. Örneğin belediyenin bir aracı nispeten yeterli iken aynı araçtan diğeri daha gelişmiş olsa dahi farklı araçlar alarak araç parkını ihtiyaçlara göre çeşitlendirmek daha yeğ tutulmalıdır.
Sıfır İş Kazası : Yerel yönetim faaliyetlerinde iş kazalarına yer vermeme hiçbir kaza payı kabul etmeme amacı. Bunlara ek olarak da :
Sıfır Devamsızlık : Yerel yönetimlerde personelin işe olan devamlılığını arttırma, devamsızlığı 0 (sıfıra) indirme amacıdır.
Yerel yönetimlerdeki kaynaklar bu hata sıfırlama oranındaki yüzdelik değerlerle ölçülebilir.

6. ÖRGÜTSEL YAPININ FONKSİYONELLEŞTİRİLMESİ

İkibinli yıllarda yerel yönetimlerin örgütsel yapıları daha fonksiyonel ve daha prodüktif olacaktır. Belediye örgütünde görülen bu yapı belediye personeline de 
yansıyacaktır. Belediyenin örgütsel yapılarındaki fonksiyonellik, personelin kararlara katılımının yanında hemşehrilerin (beledî halkın da hizmet üretimine katılmalarını da gerektirir.

Yerel yönetimlerin örgütsel yapıları şimdiye kadar yerel yönetim başkanı, belediye başkanı, Vali, ve Muhtar'ın yanında düzenli olarak çalışan İl Daimi Encümeni, Belediye Encümeni, İhtiyar Heyeti gibi daimi organların yanında yılda belli takvimlerde toplanan İl Genel Meclisi, Belediye Meclisi ve Köy Genel meclisinden oluşmaktaydı. Bundan sonra ise, yani ikibinli yılların yerel yönetimlerinde yerel yönetimlerin örgütsel yapılarında meclisler daha öne çıkacak, bu meclislere katılım genişleyecek, halkın bu meclislere olan ilgisi daha da artacaktır.
Yerel yönetimlerde bürokrasi ve katı hiyerarşik örgütlenme çalışanlardan gelen öneri yollarını tıkamaktadır. Örneğin, Japon devi Toyota'da işçiler yılda 1.5 Milyon öneri getirmekte ve bunların % 95' i uygulamaya konmakta ve öneri sahipleri onurlandırılıp ödüllendirilmektedir. [6]

7. BALIKESİR BÖLGE VEYA YÖRESİNİN POTANSİYELİNİN BELİRLENMESİ

Bölge veya yöre potansiyelinin belirlenmesi veya ortaya çıkarılabilmesi için öncelikle yapılması gerekenler yapılmış mı?

Bunlar:

I - Yöre veya bölgenin Maddi Potansiyeli

1.   Yer altı potansiyeli
·      Madenler
·      Muhtelif menbaa suları
·      Gün yüzüne çıkmamış tarihi eser potansiyeli
2.   Yer üstü potansiyeli
·      Tabi güzellikleri
·      Bitki örtüsü ve toprak verimliliği
·      Tarım ve sanayi potansiyeli
·      Gün yüzüne çıkmamış tarihi eser potansiyeli
II - Yöre veya bölgenin Maddi Olmayan Potansiyeli
3.   Balıkesir ve yöresinin iklim yapısı
4.   Balıkesir ve yöresinin stratejik önemi
5.   Balıkesir ve yöresinin yönetim yapısı ve kurumlar arası uyumu



8. BALIKESİR VE YÖRESİNİN POTANSİYELİNİN KULLANILABİLMESİNİN ÖN ŞARTI

Bütün ülke genelinde olduğu gibi Balıkesir yöresinin kalkınmasının temin edilebilmesi için yapılması gereken taşra yönetimlerinin (merkezi yönetim uzantısı ve yerel yönetim birimlerinin) yöneticilerine öncelikle moral eğitim verilmesi gerekmektedir.
Bu eğitiminin ana teması yöneticilerin (merkezi olsun yerel olsun) her çözüme bir sorun üreten değil her soruna bir çözüm üreten beyin yapılarına sahip olmalarını sağlayacak içerikte olmalıdır.
Bürokrasi kademelerinde önemli sayılabilecek (alt ve orta düzey) yöneticilere de yine karşılarına gelecek sorunlara şikayet, bahane ve/veya mazeret üretmek yerine çözüm ile gelmelerini sağlayacak onların anlayacağı dilde davranış eğitimi verilmesi gerekmektedir.
Bu eğitimler verilmeden çıkarılan yöre potansiyeli yıllardır olduğu gibi çıkarıldığı haliyle kalacak veya modası geçtikten sonra atıl bırakılacaktır. Yani bu eğitimler yöre potansiyelinin sürekli olarak ve etkin ve verimli bir şekilde kullanılabilmesinin olmazsa olmazıdır.

9. BALIKESİR VE YÖRESİNİN KURUMSAL ENTEGRASYONU VE/VEYA EŞGÜDÜMÜ

Öncelikle Balıkesir ve yöresinin yöneticilerine ekip olma ve işbirliği inancının bir hizmetiçi eğitimle verilmesi gerekmektedir.
Bölge ve yöre potansiyelinin ortaya çıkarılması için en önemli konu yöneticilerin bu potansiyeli ancak işbirliği içinde en verimli bir şekilde kullanabileceklerini bilmeleridir. 
Aksi takdirde bütün girişimler veya çalışmalar yöneticilerin basiretsizliği ve kaprisleri nedeniyle yapılan yapılmakta olan ve yapılacak bütün girişimler kadük olarak kalmaktadır.
Genel bütçe havuzunda olduğu gibi kapital donanım kullanımında da koordineli, kaprissiz, iş birlikçi bir anlayışla bir havuz oluşturulmalı ve hangi ekipman ve personel acil olarak nerede olması gerekiyor veya daha verimli ise bürokratik sıkıntıları gerek takdir yetkisi ile gerek inisiyatif kullanarak biraz da kişisel gayrette bulunarak aşmak gerekmektedir.
Söz konusu bürokratik engeller bu tür verimli ve yöre kalkınmasını temin edecek sonuç doğurucu gelişmeleri sağlarsa zaten merkezi yönetim bu örneklere bakarak bürokrasiyi bu modele göre yenileyecektir. Zaten halihazırdaki hükümet bu konuda fevkalade istekli olduklarını muhtelif yerlerde ısrarla söylemektedirler.
Yöneticileri ussal davranmaya sevk etmek bilinçli bir eğitim faaliyetiyle olabilecektir.

SONUÇ

Palyatif tedbirler arayan, köhnemiş metotlarla ve kurallarla sıkı sıkıya bağlı kalan, bürokrasiye boğulmuş, küçük bir pencereden bakan klasik ve statik bir yerel yönetim anlayışı, ne hukukumuza ne de çağımız anlayışına uygun değildir. Esasında yerel halk yönetimi olan belediyeler, yüksek aktivite sorununa çabuk ve isabetli kararlar ve stratejilerle sahip olmalıdır.
Belediyeler yukarıda belirtilen akıbetlere uğramamak için ve örgütlere yön istikamet vermek için strateji belirlerler. Bu stratejiyi örgütün tepe yönetimi belirlemektedir. 
Hakikaten strateji örgütlere bir yön verir, gelecek karşısında manevra kaabiliyeti kazanır, örgütün alt birimlerini dağılmaktan kurtarır.
Yerel yönetimlerde özellikle belediyelerde kaynakların en verimli kullanılması bizi zorunlu olarak 'insan' unsuruna ve onun donatılmasına götürmektedir. Çünkü bütün kaynakları yönetenin öncelikle yerel yönetim personeli olduğunu yani insan olduğunu belirtmek isteriz. İnsanın iyi bir şekilde sevk ve idaresinin ondan 'optimum' faydanın sağlanmasının yolu da yine insan kaynakları yönetimidir. Çünkü yerel yönetimlerde üst ve orta düzey yöneticilerin hatta departmanlarda/müdürlüklerde çalışan personelin kalifikasyonu finans yönetiminin, kapital donanım yönetiminin ve zaman yönetiminin optimum şekilde kullanılmasını doğuracaktır. Yani kaynakların iyi kullanılmasının 
anahtarı insan kaynaklarının iyi kullanılmasıdır. Ancak burada bir açmazla karşı karşıyayız. Çünkü yerel yönetimler giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi işsizlik dağlarının eritilmesinde eşe dosta iş verilmesinde belki literatürde yeni kullandığımız 'istihdam yaratma potası' olarak görülmektedir. Bu anlayıştan vazgeçilmesi personel temininde bilimsel esasların, başarı ve liyakatin temel alınması söz konusu kara tablonun değişmesine yol açacaktır.

Bu açıdan ilkinde kısmi sorunlar çıksa da memur alımlarının merkezileştirilmesi (ÖSYM ce yapılması) iyiye doğru bir gelişmedir. Ne var ki yerel yönetimlerde çalışanlar sadece memurlardan oluşmadığı için işçi, sözleşmeli personel ve seçimle gelen personel olduğu için merkezi sınav sistemi kısmi bir iyileşmeyi getirebilecektir.

Balıkesirin kalkınmasında yöre potansiyelinin yeniden ortaya çıkarılması önceliklidir. Bu potansiyelin verimli olarak kullanılabilmesi için taşra üst, orta ve alt düzey yöneticilerine davranış, işbirliği ve moral eğitim verilmesi söz konusu potansiyelin işletilmesi açısından olmazsa olmaz bir durumdur.
Yöneticilerin kapital donanım kullanımı alternatif kaynak kullanımı konularında kaprissiz ve önyargısız bir şekilde EMPATİ ilkelerine uygun olarak görevlerini yapmaları gerekmektedir.

Unutulmamalıdır ki her bir yöneticinin bir birimlik katkısı bölgeye on birim olarak bölgenin on birimlik katkısı ülkeye büz birim olarak yansıyacaktır. 
Bu yansımalardaki katlamalı artış ta örnekleme çarpanıdır. Yani bir yerdeki bir birimlik iyileşme başka yerlerde  de örnek alındığından ve daha da geliştirildiğinden “iyileşme” veya kalkınma katlanarak artmaktadır.

Her birimizin temennisi birlikte yaşadığımız ülkemizin gelişmiş ülkelerin daha da ilerisinde yerini almasıdır. Bu ivmeyi tetikleyecek bir birimlik hareketi verebilirsek bu bile bizim için hiç bir şey yapmamış olmaktan daha iyidir.

Yapılması gereken bir işi hiç birinin yapmayıp her birinin birisini suçlaması hikayesinden acilen kurtulmamız dileğiyle….

KAYNAKÇA

FİDAN, Ahmet;
Belediyelerde İnsan Kaynakları Yönetimi Uygulamalar, Sorunlar ve Çözüm Yolları, İstanbul Üniversitesi, SBE, Personel Yönetimi Anabilim Dalı, 
Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1996.
FİDAN, Ahmet;
Halk Katılım Kartı,
http://www.basarmevzuat.com.tr/yayinbank / idarimali/ erişim tarihi: 10.10.2002.
FİDAN, Ahmet;
“Küçük Belediyelerin Merkezi Yönetimden Kaynak Teminindeki Sorunlar Ve Çözüm Önerileri”, TOBB III. Fatsa ve Çevre İlçeler Kalkınma Kurultayı bildirisi, 
13-14 Haziran 2002, Fatsa.

FİDAN, Ahmet;
“Yerel Yönetimlerde Kaynakların Verimli Kullanımını Engelleyen Faktörler ve Çözüm Önerileri”, Anahtar Dergisi, Milli Prodüktivite Merkezi Yayın Organı Mart 2000 yıl 
11 Sayı 135.

ÖZHAN, Hasan;

"Belediyelerde Personel İstihdamı, Sayısal Dağılımı, " Türk İdare Dergisi, Haziran 1994, s.403 s 37.
Milli Savunma Bakanlığı;
Milli Savunma Bakanlığı Asal Daire Başkanlığı Kalite Dergisi Özel Sayı.

[1] Bu çalışmanın temel iskeleti, Milli Prodüktivite Merkezi’nin  Anahtar Dergisi’nde yayınlanan ve kategorisinde Türkiye ikinciliği alan “Yerel Yönetimlerde Kaynakların 
Verimli Kullanımını Engelleyen Faktörler ve Çözüm Önerileri” , makaleden oluşturulmuştur.
[2]  Bu tanım kendi geliştirdiğim ve kullanmakta olduğum bir tanımdır. Kimi yerel yönetimcilerin tanımlarının sistematik ve kapsamlı olarak ifade edilmesidir.
[3]  Hasan ÖZHAN; "Belediyelerde Personel İstihdamı, Sayısal Dağılımı, " Türk İdare Dergisi, Haziran 1994, s.403 s 37.
[4] FİDAN, Ahmet; Belediyelerde İnsan Kaynakları Yönetimi Uygulamalar, Sorunlar ve Çözüm Yolları, İstanbul Üniversitesi, SBE, Personel Yönetimi Anabilim Dalı, 
Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1996.s. 191-192.
[5]  FİDAN, Ahmet; Halk Katılım Kartı, http://www.basarmevzuat.com.tr/yayinbank/idarimali/ erişim tarihi: 10.10.2002.
[6] Milli Savunma Bakanlığı Asal Daire Başkanlığı Kalite Dergisi Özel Sayı.


https://www.mevzuatdergisi.com/2004/01a/02.htm


****

YEREL YÖNETİMLERDE KAYNAKLARIN ETKİN ve VERİMLİ KULLANIMI BÖLÜM 1

YEREL YÖNETİMLERDE KAYNAKLARIN ETKİN ve VERİMLİ KULLANIMI, BÖLÜM 1


Öğr. Gör. Ahmet FİDAN

  YEREL YÖNETİMLERDE KAYNAKLARIN ETKİN ve VERİMLİ KULLANIMINI ENGELLEYEN FAKTÖRLER VE  BALIKESİR YÖRESİNDEKİ YEREL YÖNETİMLER İÇİN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

GİRİŞ

1. YEREL YÖNETİM KAVRAMI
2. YEREL YÖNETİMLERDE İNSAN KAYNAĞI YÖNETİMİ
3. YEREL YÖNETİMLERDE FİNANS YÖNETİMİ
4. YEREL YÖNETİMLERDE KAPİTAL DONANIM KULLANIMI
5. YEREL YÖNETİMLERDE ZAMAN YÖNETİMİ
6. YEREL YÖNETİM VE MERKEZİ YÖNETİM ÖRGÜTSEL YAPISININ FONKSİYONELLEŞTİRİLMESİ
7. BALIKESİR BÖLGE VEYA  YÖRESİNİN POTANSİYELİNİN BELİRLENMESİ
8. BALIKESİR VE YÖRESİNİN POTANSİYELİNİN KULLANILMASININ ÖN ŞARTI
9. BALIKESİR VE YÖRESİNİN KURUMSAL ENTEGRASYONU VE/VEYA EŞGÜDÜMÜ
SONUÇ


GİRİŞ:


İkibinli yılların iletişim bağlamında küçülen, bireysel özgürlük alanı bağlamında büyüyen dünyası, endüstri toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı ekonomiden yüksek teknoloji ağırlıklı ekonomiye, ulusal ağırlıklı ekonomiden dünya ekonomisine, merkezi ağırlıklı yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden daha katılımcı demokrasiye, planlı (merkezi) ekonomiden sosyal piyasa ekonomisine, devlet karşısında bireyin haklarının daha önemli hale gelmesine doğru bir yönelim yaşamaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında, kamu/devlet sektörü özel sektöre gerek organizasyon gerek iş akış yöntemi olarak öncülük etmiştir. Tabi ki genç cumhuriyetin kamu bürokrasisinin temeli de Selçuklu ve Osmanlı kamu bürokrasisinin derin izlerini taşımaktaydı. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyetinin kamu bürokrasisi yeni görülse de asırlarca süren devlet geleneğinin mirası üzerine kurulmuştu. Bu yapı özel sektör için de aslında ideal bir modeldi.
Ne var ki, kamu bürokrasisi geçen 80 yıl içinde ciddi bir şekilde kendini yenileyemediği gibi yenileşme adına mevcut düzeni de deforme etmiştir. Kamu bürokrasisindeki insan kaynakları 1960 lı yıllarda çıkan Devlet Memurları Kanunu ile idare edilmeye -ısrarla- devam edilmektedir. Oysa ki günümüzde ekonomik ve sosyal değişiklikler sebebi ile, örgüt yapıları, görev bölüşümleri, ödüllendirme sistemleri, motivasyon kaynakları tamamen değişmiştir.
Bu zaman zarfında özel sektör ise kamu bürokrasisinden aldığı temeli, gerek
güncelleştirerek, gerek yeni sistemler ihdas ederek teknoloji ile barıştırmakta ve 
21. yüzyıla hazırlanmaktadır. Birçok büyük işletme kaynak kullanımı açısından devrimler yapmışlardır.

Neyse ki yeni hükümet hantal kamu bürokrasisini iş yasası ve personel rejimini yenileme aşamasına girmiştir. Bu aşama biraz da olsa Avrupa Birliği sürecinin 
itelemesiyle olmuştur ancak bu da aslında bir şanstır. Aksi takdirde süreç epey gecikmeli olarak tamamlanacaktı.

Öncelikle konuya giriş yaparken yerel yönetimler denilince ağırlıklı olarak belediyelerin kastedildiğini vurgulamak ihtiyacını belirtmek gerekir. Çünkü İl Özel İdareleri günümüz Türkiyesinde Valinin kararlarının üyelerce "olumlu" olarak onanması makamıdır. Bir nevi merkezi yönetim teşkilatındaki 'bucak yönetimi' gibi bir konumu vardır. Günümüzün 'köy yönetimi ise, üzerinde büyük sistemler kurmayı ya da keşfetmeyi gerektirecek bir ağırlığı maalesef yoktur. Ancak köy yönetiminin kardeşi olan 'mahalle yönetimi'ne atfen modern veya nostaljik sistemler kurulabilir. Her halükarda yerel yönetim tartışmalarında her zaman odak, belediye ve belediyeler olmuştur, olacaktır da. Daha konunun başında bu odaklanmaya ister istemez biz de kapılmaktan kendimizi alamadık.
Yine 59. Cumhuriyet Hükümetinin önceki hükümetler gibi yerel yönetim reformu konusundaki girişimleri devam etmektedir. Hatta yeni hükümetin yerel yönetimler yasa tasarısı taslağını incelediğimde yasanın iskeletinin ciddi bozulmalara veya kırpılmalara uğramazsa fevkalade düzenli olarak hazırlandığını gördüm. Ancak içerikte ve kullanılan dilde biraz daha iyileşme sağlanmalıdır. Örneğin önceki hükümetler döneminde hazırlanan tasarılar başında Vali olan İl Özel İdarelerini güçlendirebilecek sözde yerelleşmeyi sağlama iddiasını taşımıştır. Bu konunun bilim çevresi olarak takipçisi olacağız Vali seçimle iş başına gelirse ve yeni bir yapılanma olursa buna diyeceğimiz yoktur.

YEREL YÖNETİM KAVRAMI VE YEREL YÖNETİMLERDE KAYNAK KULLANIMI[1]

Yerel yönetimlerde kaynakların kullanılması ile ilgili görüş ve düşünceleri irdelemeden önce bu kaynakların neler olduğunu maddelendirmek gerekecektir. 
Bunları şöyle sıralayabiliriz.

— YEREL YÖNETİMLERDE İNSAN KAYNAĞI YÖNETİMİ
— YEREL YÖNETİMLERDE FİNANS YÖNETİMİ
— YEREL YÖNETİMLERDE KAPİTAL DONANIM KULLANIMI
— YEREL YÖNETİMLERDE ZAMAN YÖNETİMİ/ KULLANIMI

Bunlar arasında insan kaynağı veya gücü'nün yönetiminin diğer kaynaklara rağmen hayli önem taşıdığını burada vurgulamak gerekir. Çünkü bütün kaynakları yönetenin öncelikle yerel yönetim personeli olduğunu yani insan olduğunu belirtmek isteriz. İnsanın iyi bir şekilde sevk ve idaresinin ondan 'optimum' faydanın sağlanmasının yolu da yine insan kaynakları yönetimidir. Çünkü yerel yönetimlerde üst ve orta düzey yöneticilerin hatta departman larda/müdürlüklerde çalışan personelin kalifikasyonu finans yönetiminin, kapital donanım yönetiminin ve zaman yönetiminin optimum şekilde kullanılmasını doğuracaktır. Yani kaynakların iyi kullanılmasının anahtarı insan kaynaklarının iyi kullanılmasıdır. Diğer bir deyişle insan kaynağı sadece yerel yönetimlerde değil bütün kamu sektörünün verimliliğinde ve ülke kalkınmasında çarpan etkisi bulunmaktadır.

İnsan Kaynakların iyi kullanılmasındaki bir birimlik iyileştirme diğer kaynakların kullanılması üzerinde çarpan etkisi yapacaktır. İnsan kaynağına yapılan bir birimlik yatırım dalga dalga diğer kaynakların kullanımını maksimize edecektir. Buna yine literatürde ilk defa kullandığımız 'insan gücünün çarpan etkisi”  adını vermek gerekir.

Kaynak Kullanma Nosyonu

•  Yerel halkın ihtiyaçlarının önceliği
•  Çalışanların birlikteliği,
•  Süreçlerin iyileştirilmesi,
•  Ekonomik etkinlik.

Kaynakları İyi Kullanacak Personelin;
İnisiyatif kullanabilen,
Verimliliği yaşam tarzı olarak benimsemiş,
Görevine yaratıcı fikirler katabilen,
Etkili yargılama yeteneğine sahip,
Güç durumların üstesinden gelme güven ve yeteneğine haiz personel olması gerekir.

1. YEREL YÖNETİM KAVRAMI

Yerinden yönetim diye bilinen yerel yönetim (Local self goverment) yerel halkın kendi eliyle seçtiği organlarca yönetilmesini anlatan bir sistemdir.
Yerel yönetim konusundaki kaynaklarda yerel yönetim iki türde ele alınır. Birincisi Siyasal Yerinden Yönetim (daha çok federal devletlerde milli kimliğe sahip olmayan yerel birimlere tanınmış bulunan yarı özerk ya da özerk statüye dayanan bir yönetim biçimi) ve İdari Yerinden Yönetim (hizmet ve yer yönünden yerel yönetim) dir.
Yerinden yönetim, yerel yönetim (mahallî idare), adem-i merkeziyet, decentralizasyon kavramları, aynı anlamın farklı versiyonları olarak kullanılır. John Struart Mill ve Alexis de Tocqueville gibi ünlü düşünürler eserlerinde, yerel yönetimlerden "demokrasinin okulu" olarak sözedilmektedir.

Yerel yönetimler, merkezi yönetimin bir tamamlayıcısı olarak İl özel idareleri, belediyeler, köy-mahalle  olarak üç kategoride ele alınmaktadır. Yerel yönetimleri biraz uzunca olsa da şu şekilde tanımlayabilirim. “Yerel yönetim belli bir coğrafi alanda yaşayan yerel topluluk üyelerinin ortak ihtiyaçlarını karşılamak, ekonomik sosyal kültürel zenginliğe ve refaha ilişkin yerel hizmetleri genel yetki ile kendi sorumluluğu altında ve yerel topluluğun yararları doğrultusunda yerine getiren, işleyişinde açıklığı, şeffaflığı insan haklarını, çoğulcu ve katılımcı demokrasi ilkelerini hayata geçiren, yetkilerin yerel topluluğa en yakın yönetim birimince kullanıldığı, karar organlarını yer yer yürütme organlarını kendilerince belirlendiği, ve bu organlarla kendi ihtiyaçlarını ve görevlerini yerine getirdiği, kamu tüzel kişiliğine sahip (merkezi yönetime karşı) özerk, demokratik bir yönetimdir. [2]

2.  YEREL YÖNETİMLERDE İNSAN KAYNAĞI YÖNETİMİ

Hızlı nüfus artışı ve sürekli yükselen işsizlik, (özellikle 80'li yıllardan sonra) belediyelerin bir istihdam deposu yada işsizlik dağlarını eritme potası olarak görülmesine yol açmıştır. Her gelen iktidar kendi kadrosunu oluşturma pahasına ilave personel alımına yönelmiş ve belediyelerde personel dağları oluşmuştur. Hatta durum o boyutlara varmıştır ki, artık ilave personel giderleri ödenen ücretle sınırlı kalmamış, emeğin marjinal etkinliği süratle aşağı doğru inmeye ve potansiyel bir verimsizlik kaynağı oluşturmaya başlamıştır. Bu gelişmeler neticesinde belediyelerde ciddi bir personel yığılması olmuştur. Kesin bir kural olmamakla birlikte gelişmiş ülkelerdeki standart, her 500 kişiye 1 belediye personelidir. Bu oran yukarıda da belirtildiği gibi ülkemizde 5 [3]tir. Buna karşılık Alman belediyeleri tüm kamu hizmetlerinin üçte ikisini Türk belediyeleri ise, tüm kamu hizmetlerinin yaklaşık onda birini üretmektedir.

 İş bununla da kalmamış bu yüklü personel giderlerini belediye bütçesi kaldıramadığından (belediye bütçesinin personel giderleri % 30 unu aştığından) personel maaşları ya aylarca hiç ödenememiş, ya da eksik ödenmiştir. Bunun sonucunda personelin yönetimden şikayetlerinde ciddi bir artış görülmüş, grevler (temizlik, ulaşım vb.) belediye hizmetlerini felç etmiştir.

Günümüzde artık  olay  örgüt içindeki personelin idare edilmesi olarak görülmemektedir. Artık olay tümden 'insan kaynaklarının yönlendirilmesi' sorunudur. Yani artık olay kurum içi personel istihdamı olarak görülmemekte, tümden makro planda insan kaynağının yönetilmesi bağlamında ele alınmak tadır.Yerel yönetimlerde hususiyetle belediyelerde personel temininde kayırmacılığın olması, personelin eğitimi ile ilgili sorunlar, personelin moral motivasyon ununun ihmali, ücret yetersizliği ve bunun sonucu rüşvet ve yolsuzlukların artması, örgütsel sorunlar, yerel yönetim örgütü içinde ekip ruhunun sağlanamaması, iktidar dönemlerinden kaynaklanan yönetim sorunları, yasal sorunlar, (devlet memurları kanununun ihtiyaca cevap veremez hale gelmesi gibi) İnsan Kaynakları ile ilgili araştırma ve geliştirmelerin olmaması, kadro standardizasyonunun yapılmaması ve bunun gibi artırılabilecek bir dizi sorunlarla karşılaşılmaktadır.

Bu sorunlara karşılık çözüm olarak ta şunları söyleyebiliriz:

1. Yerel yönetimlerin insan kaynakları bilimsel yöntemlerle planlanmalıdır Yani gerekli sayıda personeli yerel yönetimlerce istenilen zamanda, ihtiyaç duyulan yerde, kabiliyet ve eğilimlerine uygun olacak işlere yerleştirmek ve bu personelin güdüleri ve yetenekleri doğrultusunda söz konusu işi en iktisadi anlamda 
gerçekleştirilebilmesini sağlama sürecidir. Bu da öncelikli olarak gerçek personel ihtiyacının, sonra yedek personel ihtiyacının ve daha sonra ek personel 
ihtiyacının belirlenmesiyle olur. Bunların hepsinin ayrı bir matematiksel modellemesi vardır, bu konuda başkanlar ve ilgili personel birimleri eğitime tabi tutulmalıdır. Memur alımında merkezi sınav sisteminin getirilmesi belediyelerin bu konuda keyfi davranmasını engellemiştir. Bu iyi bir gelişmedir.

2. Başarı, ücretlendirme ve terfide bilimsel bir şekilde esas alınmalıdır. Ücretlendirme ve terfide kıdem unsuru tek belirleyici olmaktan çıkarılmalıdır. 
Öneri ve buluşlar kesinlikle teşvik edilmeli ve  ödüllendirilmelidir. Yine ücretlendirmede ücretin hakça olması için yatay ve dikey adalet unsurları dikkate alınmalı ve karma ücret sistemine geçilmelidir. Böylesi  uygulamalar çalışanlara motivasyon aşılamaktadır.

3. Çok boyutlu personel eğitiminin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İstihdam edilen personelin eğitim düzeyleri oldukça düşük ve yetersiz bulunmaktadır. 
Hatta çoğu kez yöneticiler farazi (sanal) kalifiye eleman tuzağı veya diplomalı vasıfsızlar ordusu tuzağına düşmektedir. Bu kadroya güvenen yönetici veya 
yöneticiler bu nitelikte insanlardan müteşekkil  kadrolarına güvenerek fazlaca beklentilerde bulunmaları hem kendilerini hem de hizmetten yararlanacak 
hemşehrilerini mağdur etmektedir.

4. Yerel yönetimler özellikle belediyeler personel alımlarında mahalli idareler önlisans ve lisans mezunlarına öncelik tanımalıdır. Böylece yeni alınan personelin hizmetiçi eğitimi konusunda fazlaca zaman kaybedilmemiş olacaktır.

5 Kendine ait bir bütçesi ile tüzel kişilik olan yerel yönetimler  ücretlendirmede de belli bir katsayı ile sınırlı olmak kaydıyla söz/yetki sahibi kılınabilir. 
Bu da İş Kanunununda olduğu gibi 1930 tarihli ve 1580  sayılı belediye kanununun, Büyükşehir Belediyeleri Kanununun, Devlet Memurları Kanununun 
BÜTÜNÜYLE değiştirilmesini gerektirmektedir. Bu değişiklikler zor olarak görülürse halihazırdaki tek partili hükümet ülkemiz için bir şans olarak görülmeli ve siyasal iktidar da bu sorumluluğu taşımalıdır.

6. Terfiler liyakat ilkesine göre, sırasıyla, başarı ve kıdeme göre bilimsel usüllerle yapılmalıdır.

7. Nitelik ve vasıf yönüyle gelişmiş personel diğer kurumlarla karşılıklı protokollerle çifte görevlendirme yöntemiyle kullanılmasına merkezi yönetim izin vererek personelin atıl kalması önlenmelidir. Böylece A belediyesinde gerekli nitelikteki personel B belediyesi veya kurumundan temin edilerek mal veya hizmetin sunulması sağlanmış olabilecektir.

8. Yetki devri,  hareket hürriyeti, güven ortamı, katılma, iş basitleştirmesi, rotasyon, eğitim ve seminerler, kararlara katılım yolları sonuna kadar açılmalıdır. Personelden sorunun yanında çözümünü de getirmesi istenmelidir. Bunlar aynı zamada motivasyonun yükseltilmesini de sağlayacaktır.

9. Yerel halkın da karar ve hizmetlere katılması sağlanmalıdır. Bazı kararların alınmasında yerel halka da başvurulmalıdır. Bir an önce yerel referandum yolu açılmalıdır. Yerel hizmetlerin üretilmesinde de yerel halk yerel yönetim personeli olarak görülerek tümden insan gücünün kullanılması yoluna gidilmelidir.[4]
Merkezi yönetim tarafından il veya belediye sınırları içinde yaşayan oy kullanma yeterliliğine sahip bütün vatandaşlara halk katılım kartı verilerek[5] digital ortamda yerel referandum yapabilmelerini sağlayacak teknolojilerin büyük belediyelerin öncülüğünde uygulamaya konulması gerekmektedir.

10. Yılda bir tümden İnsan Kaynakları Verimliliği Etüdü'nün yapılması gerekir. Bu etüd yasayla güvence altına alınmalı ve yılın belli dönemlerinde rutinleş tirilmelidir. Kol gücünü (ücret, gıda, mesken gibi fiziksel gereksinmesinin karşılanması), Beyin gücünü (genel kültür ve mesleki eğitim düzeyini) Gönül gücünü (çalışma aşkı şevki veya motivasyonunu) artırma yolunu aramalıdır.
İnsanın zamanı, kas ve beyin gücü satın alınabilir ama, hevesi, sadakati ve kalbi satın alınamaz.Unutulmamalıdır ki karlılık yerel yönetimlerin temel amacı değildir. Temel amaç hizmetlerin verimli bir şekilde kanalize edilmesidir.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR! BÖLÜM 2


 2023 SENESİNDE TÜRKİYE  MEVCUT OLMAYABİLİR! BÖLÜM 2





Dr. Durmuş HOCAOĞLU: 2023 SENESİNDE TÜRKİYE  MEVCUT OLMAYABİLİR! 


Demokrasi’nin büyük kriz dönemlerinde yetersiz kalmasının sebeplerinden birisi de, “kahramansızlık”tan neş’et etmektedir. Kahraman, bir milletin bütün varlığını, vatanını, hürriyetini, istiklâlini ve istikbâlini, hükümranlığını muhafaza etmek için sâdece “halkın sesi”ni (fox populis) dinleyen ve o ses ne diyorsa o istikâmette politika tayin eden sıradan bir politikacı değil, daha da fazlası olarak, kendi halkına bir “ilâhî ses” (fox dei) olan; büyük krizleri halletmek için gerekli olan büyük enerjiyi halkından alan değil, halkına veren, daha doğrusu, halktaki potansiyel gücü aktüel hâle tahvil ettiren, sıra-üstü bir beşer, bir tür mitolojik varlıktır. Çünkü halk, yâni sıradan insanlar - Gasset’nin tâbiriyle, “ kitle adamlar ”- Cemaatinde, sıraüstü işlere girişebilecek teşebbüs gücü, atom bombasının îmâl edildiği radyoaktif maddenin enerjisi gibi, ancak “potens” hâlde (bilkuvve) mevcuttur. 

O gücün “aktüel” (bilfiil) hâle dönüşüp bir atom bombası olarak patlayabilmesi için hariçten motive edilebilmesi gerekir ki, bu da sıradan politikacının 
kabiliyeti dışındadır. Esasen, belirli bir seviyede demokrasi teorisi bilenler, Sartori’nin belirttiği gibi, halk oylamasının, yâni seçimlerin, temel politika ları değil, temel politikaları belirleyecek olan politikacıları belirlediğini bilir. İmdi, buna göre, büyük kriz dönemlerinde sıradan politikacılara mahkûm olan kamuoyu, elektrik akımının en zayıf direnci tercih etmesi gibi, en kolay yolu tercih eder. Bundan dolayıdır ki, sıra dışı bir liderden mahrum olan “halk yığını”, içindeki potansiyel enerjisi açığa çıkarılamayan atom bombası gibidir ve bu sebeple de basit ve sıradan hedefleri vardır; hiçbir zaman azametli meselelerin üstesinden gelmeye kifayet etmeyecek, güç karşısında kolay eğilmesini sağlayacak olan hedefler. Filhakîka, biz 1919’da üstümüze çörek lenen büyük krizde, şayet, sıradan politikacılara mahkûm olarak halk oylamasına gitmiş olsaydık, büyük ihtimalle Amerikan ya da İngiliz mandacılığından birisi seçilecekti. 

Ama, tarihin bu fay hattında bir ekip çıktı ve “Hayır! Bu olmaz” dedi. Ve neticede, on seneye yakın süre buzlu dağlardan alev alev yanan çöllerde dövüşe 
dövüşe kırılmış, her şeyini bitirmiş, erkeklerinin soyuna kıran girmiş bir topluma, bu adamlar yeniden ruh verdiler; Îsâ Nebî gibi, cesetleri dirilttiler bu adamlar. 

Bu konuda, tam da yeri gelmişken, anlamlı bir misal vermek isterim: 1916’da Bayburt, benim memleketim işgal edildi, işgalin sonlarına doğru Ermeni çeteleri Bayburt’ta akıl almaz katliamlar yaptılar. İki sene sonra, 21 Şubat 1918’de Rus işgali sona erdi, Ermeniler de defoldu gitti. Bayburt’a giren Türk süvarilerinin atlarının ayaklarının altına kadınlar ehramlarını, çarşaflarını serdiler. 

O sırada cennet mekân babam, Bayburt medresesinde müderris olan dedemin onbir çocuğundan hayatta kalan tek evlâdı, sekiz yaşında, hâdiselerin canlı şâhidi; şunu anlatmıştır defaatle: İşgalin ve Ermenilerin yaptığı katliamların nihayete ermesinin sevincinin üzerinden bir yıl kadar sonra zehir gibi bir haber 
ulaşıyor Bayburt’a. Akşam dedem eve geliyor, yemek bile yiyemiyor; öylesine mükedder. Babaannem, “Hoca ne oldu, neden böyle huzursuzsun?” 
diyor. “Hele bir dur şimdilik, biraz sonra söylerim..., biraz sonra söylerim...”, diyor ve nihayetinde dayanamıyor Müderris Hacı Hasan Efendi ve sırrı ifşâ ediyor: “Maya Hanım”, diyor, “Haber şu ki, biz mağlup olmuşuz, ordularımız teslim olmuş, Padişah efendimiz de burayı Ermenilere vermiş!”. Böyle deyince, babaannem ellerini dizlerine vurarak, “Eyvah!” diye feryad ediyor; “Eyvah! Ermeniler yine geri mi gelecek?” Bunun üzerine, dedem, en sona sakladığı iyi bir haberi de vermiş: “O kadar da korkma hâtun; bir haber daha aldım, inşallah doğru çıkar” demiş ve eklemiş “Bir Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve ‘Olmaz öyle şey!; Biz bunu kabul etmeyiz.’demiş.” Bunun üzerine babaannem ellerini açıp, “Allah’ım! Sen Mustafa Kemal Paşa’nın kılıncını keskin et” diye, gözyaşları içinde, uzunuzun duâ etmiş. Babaannemin, son Osmanlı kadınlarından olan O mübârek insanın, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çarşafından dolayı çok zulüm gördüğünü biliyorum, ama, bir gün dahi Mustafa Kemal Paşa aleyhine kimseyi konuşturmadığını da biliyorum. 

Türkler “ Essah ” Bir Millet Olduklarına Eminseler Egemenliklerini Paylaşmazlar! 


İmdi o dönemin sıra-üstü liderleri yerine, birbiriyle çene yarışına girişen, içi cılk, kendi partisi içinde iktidarını koruduğunda bunu bir saltanata dönüştüren, bir asker darbesi veya Azrail darbesi olmadan genel başkanlığı devretmeyen, partisi iktidardan düşse bile iktidarını muhafaza eden partilerin, iktidarı şahsî servetleri için kullanan, ülkesinin sınırlarını ecnebî devletlere kiraya vermekten hayâ etmeyen siyasetçileri olsaydı, netice ne olurdu? Hepimiz biliyoruz ki, bir “açılım paketi” icadedilir ve İngiliz veya Amerikan mandasında birisinin tahakkuku istikâmetinde sonuç alınmaya çalışılır ve alınırdı da. 

İmdi; “kahramansızlık faktörü”nden mâadâ, bu şekilde kangrenleşmiş bir problemin bu şekilde bir hâl tarzına kavuşturulma cihetine gidilmesi, 
demokrasinin rûhuna da radikal olarak muhâliftir. Çünki, artık açıkça kendi kaderini tayin hakkını hâiz bir Kürt millî topluluğu, Türkiye’nin topraklarını ve Türklerin hükümranlığını paylaşmak üzere fiilî olarak “siyâsî temsilcileri” ile Türklerle masaya oturmaktadırlar. 

İmdi; 


1- Eğer Türkler bu memleketin her tarafını bir ‘bütün’ olarak vatan toprağı kabul ediyorlar ise -zaten aksi ihtimâl, üzerinde konuşulamayacak noktaya 
gelinmesi demektir- bilinmelidir ki, vatan toprağı, asla pazarlığa bahse mevzû edilemez; çünki, burası “mülk”tür. Ama kantiyen bir terimle söylersek 
bir “baba mülkü” (patrimonium) değildir; yâni bir metâ gibi pazarlıklara konu teşkîl edilemez ve “vatan”ın herhangi bir şekilde pazarlık konusu yapılması, 

Türk Demos’unun hakkı da değildir. Üstelik Türklerin böyle bir hakkı yoktur ve olamaz; olamaz, zîra, bir kere O, evvelen, bir patrimonium değildir dediydik; sâniyen, bu vatan ataların kanlarıyla bıraktığı mîrastır ve ölülerin de diriler üzerinde hakkı vardır, bu hakkın îfâsı emânete sadâkattir. Ve kezâ, aynı şekilde, sâlisen, doğacakların da yaşayanlar üzerinde hakkı vardır ve bu hak da, evlâtlarımız, için temiz, yâni hür, müstakil ve hükümran bir vatan bırakmaktır ve bu hakkın îfâsı da, kezâlik, vatanın hiçbir şekilde pazarlıklara bahse konu edilmemesidir. Binânenaleyh, Türk Demos’unun böyle bir pazarlığa muvâfakat vermesi O’nun iktidârı ve meşrûiyeti dâhilinde değildir; aksi, apa-açık ihânettir ve ecdâdın ve ahfâdın lânetine mâruz kalmaktır. 

2- Yine, eğer Türkler, kendilerinin “essah” bir millet olduğundan emîn iseler, “millet” olmaklığın, ancak ve yalnız, hürriyet, istiklâl ve hükümranlık 
(egemenlik) ile kaabil olacağını ve buna binâen, “millet” olmanın kaçınılmaz îcâbı olarak, tıpkı hürriyetleri, istiklâlleri ve vatanları gibi, hükümranlıklarının 
da bir metâ olmadığını ve binâenaleyh, kısmen veya tamâmen, vazgeçilebilir, devir ve temlik edilebilir, ferâgat ve fedâkarlıkta bulunulabilir  addedilemeyece ğini ve bunun kendi demoslarının meşrûiyet alanı dâhilinde bulunmadığını kabul etmeleri kat’î sûrette şarttır. Mükerreren, tabiî ki, kendilerinin “essah” bir millet olduğundan emîn iseler. 

Bu noktada karizmatik lider kadar mühim olan bir başka belirleyici husus da, hiç şüphesiz, entellektüel arkaplandır. Ve fakat ülkemizin gerek kapasite ve gerekse de omurga sağlamlığı noktai nazarından en zayıf noktası, diğer bir tâbirle “yumuşak karnı”, aydınlarıdır. Bu noktada, daha felsefî ve daha sıhhatli bir kavram olan “ Entellektüel ” kavramını, ‘Türk(iye) aydını”nın vasatî seviyesinin çok fevkinde olması hasebiyle bilkast istimal etmediğimi de mükerreren hâtırlatmak isterim. Bu aydın makulesi içinde mâlûm bir kesiminin zâten baş hüneri sürekli ihânet içinde olmak olduğundan onların lânet isimlerini bir hamlede geçiyorum ve omurga olarak değilse de kapasite olarak en zayıf kesimine, milliyetçi aydınlara geliyorum. Ne var ki işbu mâlûm sürecin, maalesef ve maatteessüf, onların da epeyce hâtırını sayılır bir kesiminin omurgasını ezdiğini görmekteyiz. Bunu da bir yerde anlaşılabilir -ama tasdîk ve tasvîb edilemez görmekteyim. Çünki, aydın kesimini en fazla ifsad eden şey “güç”tür ve bu da günümüzde sermayenin ve iktidarın gücü olarak teşahhus etmektedir 
ki, bunların herhangi birisine yanaşan bir aydından herhangi bir işe yarar bir şeyler umulamaz, nitekim, hakikî bir millî intelijansiyanın tam da zamanının olduğu şu sıralarda, milliyetçi daha doğrusu bugüne kadar öyle bilinen- aydınlarımızın bir kısmı çapsızlıkları dolayısıyla sade suya tirit ve çok defa da işleri daha da sarpa sardıracak şeyler yazarken bir kısmı da risk almak istemediği suskunluğa gömülmüş dururumdadır ve üçüncü bir kısmı ise 
yükselen trende uyum sağlamağa çalışan taktik manevralar takip etmektedir. 

Hâlbuki, essah bir millî intelijansiya, büyük kriz dönemlerinde, siyâsî kahramanların mütemmim cüzüdür ve şu anda Türkiye bunun kıtlığının sancılarını da çekmektedir. 
Çünkü, bir milletin çapı, esas olarak O’nun elitlerinin çapıyla orantılıdr ve bu elitlerin büyük kısmını da entellektüeller oluşturur. 
2023- Yeniden bir Kuvayımilliye ruhunun, milletin geleceğinin kurtarılması bağlamında, bu toplumun içinden neşet etme ihtimali yok mudur? 

D. Hocaoğlu- O ihtimali bilmiyorum, ama potansiyel fazlasıyla vardır. 

2023- Belki o potansiyeli konuşmak lâzım. 


D. Hocaoğlu- Evet; bu potansiyel fazlasıyla vardır. Şimdi, biraz yukarıda söylediğim bir hususu bir kere daha ele alalım, kısaca: Bir toplumun kalitesi 
sokaktaki insanın kalitesiyle değil, elitlerinin kalitesiyle ölçülür. Bir toplumun kalitesini hakkında bir şey sorduğunuz zaman, dikkat ediniz, yetiştirdikleri 
büyük insanlarla cevap verirler. Thomas Carlyle, meselâ kahramanları anlatırken altı başlık altına toplar onları: “Tanrı-kahraman” ile başlar, İskandinav ların Odin’ini örnek verir. İkinci başlıkta “kahramanpeygamber” olarak Peygamber imiz’i ele alır; o konuda uzman olmayan tipik bir Batılı gibi çok sığ ve yanlış şeyler de söyler, ama saygılı bir ifâde kullanır. 

Üçüncü olarak “ kahraman-edipler”den bahseder, örnek olarak da Shakespeare’i verir. Krallar gelir, krallar gider; bir kısmı tahtan indirilir, bir kısmı indirilmez, ama İngilizlerin ki Carlyle bir İskoç’tur  öyle bir kahramanı vardır ki hiçbir kimse onu tahttan indiremez... 

Bu kahramanın adı William Shakespeare’dir. O İngilizlerin gönlüne taht kurmuştur onun için tahtan indirilemez. Shakespeare, İngilizlere İngiliz 
olduğunu öğreten, kendilerine güven ve gurur duymalarını, başkalarınca da saygı gösterilmesini sağlayan insandır. İşte, İngiliz milletinin kalitesinin seviyesini belirleyen kişilerden birisi odur: William Shakespeare, sokaktaki adam değil. Bunun gibi, meselâ sorarlar adama, “bizim Kant’ımız var, sizin neyiniz 
var?” diye. Buna mukabil, “bizim de Fârâbîmiz var” diyebiliyor iseniz, mesele yok. “Bizim Michelangelo’muz var, sizin neyiniz var?” dendiğinde de 
“bizim de Sinan’ımız var” diyebiliyor iseniz, “bizim Napolyon’umuz var, ya sizin?” derlerse, “bizim birkaç tane Napolyon’umuz var, şimdi sayarsak sığmaz” diyebiliyorsanız, “bizim Mozart’ımız var, ya sizin?” dediklerinde de, meselâ, “bizim de Dede Efendi’miz var” diyebiliyor iseniz, mesele yok. İşte o zaman sizin de medeniyetiniz var, siz de bir milletsiniz denir, çünkü medeniyet sâhibi olmak, millet olmak sokaktaki adamlarla değil, elitlerle olur. Dikkat edelim lûtfen: 
Sıradan adam bir kıstas değildir ve sıradan insanları mukayese ettiğimizde, Türk’ün sıradan adamı ile İngiliz’in insanı arasında ciddî bir fark da yoktur. Hattâ bazı hususlarda bizim sıradan insanımız daha bile kalitelidir diyebiliriz; 
meselâ bir Türk kızıyla evlendikten sonra gurbete giderseniz, korkmayınız, karınız yatağına bir başka erkeği almaz; bir Türk evinden çıktığı zaman emindir ki, karısı onun namusunun bekçisidir, ayrıca bekçiye hacet yoktur. 
Bu bakımdan, Türkiye ve meselâ Almanya arasındaki fark, iki ülkenin sokaktaki adamlarının arasındaki farktan değil, elitlerinin arasındaki farktan kaynaklanır. 

Bu noktada, sıradan insanların rolünü bir misal ile açıklayalım. Ziya Gökalp, “Hars ve Medeniyet” isimli eserinde der ki, “Esnaf çarşısında her esnaf kendi menfaati şahsiyesi için sây ü gayret sarf eder. Ama onların bu menfaati şahsiyelerinin mecbu yekûnundan menfaati âmme hâsıl olur”. Evet, aynen böyledir: Tek tek insanlar kendi şahsî menfaatleri için, akşam evlerine rızık götürmek için çalışırken buradan toplumun menfaati çıkar, yâni sıradan insanların yekûnu sıra-üstü şeyler olur. Çünkü, millet, sıradan insanlardan oluşur ama bir “sıradan insanlar toplamı” değildir. Sıradan insan basittir ve Dickens’ın “sâdece siz basit bir insansanız, her şey size basit gözükür” aforizmasında ifâde edildiği gibi, dünyası da basittir; herşeyi basite indirger. Tarih bilgisi basittir, hattâ tarihsizdir, o, esas olarak yaşadığı ânı bilir, geçmiş ve geleceğe uzanan bir vizyonu yoktur, geçmiş ve gelecek arasındaki “şimdi”ye hapsolmuş olarak yaşar, hemen herşeyi sınırlıdır, derinliksizdir, siliktir; her şeyin merkezine kendisini, çocuklarını, ailesini kor ve ilââhir… Ama bu sıradan insanlar önlerine tarih çapında bir adam düştüğü zaman bir volkana, bir tsunamiye dönüşebilir. Napolyon için Victor Hugo’nun ne dediğinden bahsettik; Doğu’dan anlamlı bir örnek olarak Cengiz’e bakalım şimdi de: Cengiz’den önce, Moğollar birbirleriyle didişen kabilelerden oluşuyordu, Cengiz onları dünyanın efendisi yaptı. Neden başka zaman değil de, illâ ki o zaman ve neden Cengiz? Evet, Cengiz, çünkü, 
hiç kimsenin dikkatini çekmeyen süflî bir kavim olan Moğolların göğüslerindeki volkanı ancak O indifâ ettirebildi de ondan. Bu gibi insanlar, yâni kahramanlar, Allah’ın bir lûtfu, bir vediasıdır; onlar mektepten yetişmezler, oy sandığından da çıkmazlar, hocaları da yoktur; Cengiz, Cengiz olarak gelir, Napolyon Napolyon olarak, Fatih ise Fatih olarak, bir anlamda “peygamber” gibidirler: Onlar, aslında, gelmezler, “gönderilirler”… 

Eğer Cenab-ı Hak bir milleti bir yere çıkartmak istiyorsa O’na bir Cengiz gönderir, bir Napolyon gönderir, bir Yavuz gönderir, onlar da insanlarının önlerine düşerler, aşılamazları aşırtır, yenilmezleri yendirir, bellilerin bellerini kırar, başlıların başlarını eğdirirler ve şu sonucu alırlar, ki kahramanların belki 
de en birinci vasfı budur. Bir kahraman, dünyanın her yerinde, bütün insanlara, milletinden ve ülkesinden bahsederken, bilmecburiye, hürmetkâr bir lisan kullanmaları gereğini öğreten kişidir. 

İşte, Sıradan Politikacıların yapamayacakları, Çaplarının elvermeyeceği budur. 

Şimdi biz, şu ânda, sıradan bir kriz yaşamıyoruz; bu, şöyle ya da hâle yola konacak bir ekonomik kriz veya ona mümâsil birşey değil; çok sıra-üstü bir kriz. 
Şimdi bu noktada tekrar Gasset’ye avdet edelim: O, “Kitlelerin İsyânı” isimli muhalled eserinde, “Sıradan insan - yâni O’nun tedâvüle sürdüğü terimle “kitle-adam”- dediğimde kast ettiğim şey düpedüz alelâde insandır; ama bununla, sâdece, işçileri, çiftçileri kastetmiyorum, ufku dar olan herkesi kastediyorum” der ki işbu ufku dar olanların başında da ilim adamları gelir. Hattâ, O, ilim adamlarını, kitle-adamın prototipi sayar. 

İşte, günümüzde, kitle-adamın prototipi olan bu kişiler üniversiteleri tıka-basa dolduruyor, ama bir işe yaramıyorlar. Benim ülkem alev alev yanıyor, 
üniversitelerden ses yok ve meydan, üç kitap okumadan otuzüç kitap yazan, Necip Fazıl’ın tabiriyle, aslını gördüğü hiçbir şey, posasını görmediği hiçbir şey olan bu zevata kalıyor; Türkiye’ye bu boş adamlar gündem koyuyor, Başbakan onları “âkil adam” olarak kabul ediyor; yâni, zihniyet dünyamızın elitleri onlar! 

Öyle mi? 

Eliti bunlar, kendi dar uzmanlık alanının dışındaki fikirleri çocukça olan, uzmanlık alanı tam da bu konular olanların ise teknik bilgi dışında zihnî aktivitesi olmayan, olanların ise ya ard niyeti hayli kabarık, ya da yüreği yetmez olan, ortayerde filozof olarak endam arzedenleri ise gazeteci-yazar olan zavallı bir ülke! 

Bunlar elit değil. 


Elit olsalardı, “Türk’e ve Türkiye’ye bişeycikler olmaz” saçmalığını tekrar edip durmazlardı. Ne demek oluyor ki, “Türk’e ve Türkiye’ye bişeycikler olmaz”? 

Bir defa, zaten Türk’e olan olmuş da gören yok; saniyen, bu topraklarda yaşamış, saltanat sürmüş diğer kavimlere ne olduysa Türk’e de olur, 
Türk’ün herhangi bir imtiyazı yok ki; ve oluyor da nitekim. 

Anadolu toprağındaki evvelki kavimlere neler oldu; kim üzerinde tefekkür ederek ders çıkarıyor? Çok şey oldu onlara ve silindi gittiler. 

Tek bir örnek yeter mi acaba? Anadolu’daki en uzun siyasî varlık, Hititler’inkidir: 1400 yıl! Bizim yekûn varlığımızdan takrîben beşyüz yıl daha fazla: 

M.Ö. 2000 ilâ 600 arası. 


Muhteşem bir imparatorluk kurdular, saltanat sürdüler, sonra parçalandılar, sonra yıkılıp gittiler… Hitit ahalisi şuraya buraya dağıldı, mabetleri yıkıldı, eser
leri sağa sola saçıldı, sonra da unutuldular, hâfızalardan silindiler. Öyle ki, M.Ö. 500’lerde buraya Persler, yâni Dâra’nın orduları, geldiği zaman Hititlerden bahsedilmiyordu; artı toprağın altına çekilmişlerdi. Dâra’dan 200 sene sonra İskender geldiğinde de Hititler’den bahsedilmiyordu, Romalılar geldiğinde de; füc’eten gitmişlerdi sanki, yer yarılmış, yerin dibine uçmuşlardı adetâ. XIX. asır sonlarına doğru onlardan bahsedilmeye başlanıyor, ancak XX. asırla birlikte yeniden keşfediliyor. İşte Hititlerin macerası birkaç cümle ile bu; ders almaya yeter de artar bile. Türklerin mâcerasının böyle noktalanmayacağını kim hangi hakla söyleyebilir? Esasen bu gidiş de o gidiştir. 

Bu Coğrafya Büyük Güçlerin Son Maçına Çıktığı Yer 

2023- Anadolu coğrafyası medeniyetleri yutar yâni… 


D. Hocaoğlu- Ortadoğu coğrafyası dünyanın en kötü coğrafyası, aynı zamanda da en iyi coğrafyası. En iyi, zira, Osmanlı, Orta Asya’da olmaz, burada olur. Kötü Coğrafya, bilhassa Anadolu! Çünkü kavimlerin geçiş yeri; tam ana arter üzerinde, o sebeple de düşen bir daha kalkamaz. Ve bu coğrafya bütün büyük güçlerin son maçına çıktığı yerdir. Dünyanın lordu olmak istiyorsanız, son büyük maçınızı burada yapacaksınız. Amerika dünyanın lordu olma maçına burada çıktı ve saplandı kaldı. Ne ileri gidebiliyor, ne çıkabiliyor. Burayı ele geçirirseniz tam cihangir olursunuz. Buradan dönerseniz küçülmeye başlarsınız, ine ine dibe iner ve kaybolursunuz, burası öylesine netâmeli bir coğrafya; öyle ki, dilinizi konuşan bile kalmaz. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından yüz yıl sonra, bugün hâlâ entellektüel ve akademik hayatta yaşayan bir dil olan Latince’yi konuşan insanların, yâni Romalıların buharlaşmışçasına kaybolmuş olması da bir başka derstir. Benim söylediğim şu: Burada bir düşersek, yüz yıl sonra bu topraklarda 
da dilimizi konuşan insanlar kalmayabilir. 

2023- Irak’ın işgali bu toplum için yeterince uyarıcı olmadı mı? Türkiye’yi size göre bıçak sırtı bir duruma getiren en önemli saik nedir? Etnik milliyetçiliğin geldiği durum mu? AB’nin, ABD’nin dayatmaları mı? 

D. Hocaoğlu- Şöyle cevap vereyim, müsaade ederseniz. Bizim problemimiz, Cumhuriyet ile başlamadı tabiî ki; kökleri XVI. Asra kadar iner. 

XVI. Asırda dünyada bir şeyler oluyordu ve biz bu olup biteni okuyamadık. Olup biten şuydu: Dünyada bir entellektüel ve ilmî akım doğuyordu, bunun adına sonraları Rönesans dendi. Temelleri daha evveline inen Rönesans, Avrupa’nın bin yıllık uzun uykusundan uyanışı idi. Rönans’ın ardından XVI. asrın ortalarına doğru sahici bilim adamları nesilleri gelmeye başladı. Rönesans’ta filozof yoktur; Erasmus, Rabelais, filozof değil, “düşünür”dür, “deneme yazarı”dır ve bir de san’atkârlar vardı, onlar, birçok bilimin temellerini atmıştır. İslâm dünyasının muazzam te’sirleri olmuştur bu akıma; en basitinden, VI. asır başında Arap rakamları bilinmiyordu, Arap rakamları bilinmeyince de cebir gelişemiyor, yâni yüksek matematik ortaya çıkamıyordu. Ama asrın sonlarına doğru John Napier logaritmayı kuruyor; gerçi El Hârizmî, El Câbir logaritmanın, cebrin temellerini atmıştır, ama, ilerleten Batılılar olmuştur. Yine aynı asrın hitâmına doğru ve XVII. asrın başlarından îtibâren büyük âlimler ve filozoflar sökün ediyor; Galileo gibi, Kopernik gibi; artık felsefede Descartes vardır, Bacon vardır ve sonra diğerleri ve nihâyet, başı diğer devlerin omuzlarının üstünde yükselen Isaac Newton! Osmanlı’da ise duraksamalar başlamıştır; Takiyüddin’in Rasathânesi’nin yıkımı, “ Yıkım ”ın da mîlâdıdır,  bir anlamda ve çok geçmeden, Batı ilmine ilk önceleri “ Frenk Fodulluğu ” denir. Artık, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun dile getirişiyle, “Büyük Cihat’tan Frenk Fodulluğuna” geçiş başlamıştır ve bu da zamanla ölümcül tesir yaratmıştır. 

Batı’da ilmin yükselişinin sonucu, dişli çarkların dönmeye başlamasıdır, yâni sanâyi’ çağı! Bundan böyle de dünya, dişli çark döndürenler ve döndüremeyen ler olarak ikiye ayrılmış, dişli çark döndürenler, döndüremeyen lerin çanına ot tıkamış, medeniyetlerini yıkmış, kültürlerini tahrip etmiştir. 

Böylece,  ortaya bizim için bir “ Güç Problemi ” çıkmıştır; hâlâ çözülemeyen güç problemi. Biz anlamadık meselenin künhünü ve bundan dolayı da sanayi toplumu olamadık ve böylelikle, güç problemini çözemediğimiz için de sürekli kaybettik; toprak kaybettik, medeniyetimiz tahrip oldu ve en nihayetinde Anadolu’ya sığındık. 

Kaybedişimizin, küçülmemizin diğer bir sebebi de tarihin tabiî akışıdır. 

Milliyetçilikler uyanmaya başlayınca biz Türkler topraklarımız içinde bulunan ve hiçbir zaman asimile etmeyi düşünmediğimiz -asimile etmeyi düşünseydik edebilir miydik bahsi başka bir bahistir- tebaamızın milliyetçiliklerinin uyanması veya uyandırılması, Anadolu’ya sığınmamızı intâc etmiş oldu. 

İmparatorluğumuzu küçültmek zorundaydık, çünkü imparatorluklar çağı kapanıyordu. Ve bu kapanan imparatorluklar çağında aynı dinde olmak bile kurtarmayacaktı. 

Ayrışma Ayrılmaya Yol Açar 

2023- Araplar örneğinde olduğu gibi. 


D. Hocaoğlu- Evet, aynen buyurduğunuz üzre: “Araplar örneğinde olduğu gibi”. Aslında bu gerçeği, İbn-i Haldun altı asır evvel dile getirmiştir. 

Müşterek din sahibi olmak mutlaka çok kuvvetli bir ortak payda, bir dinî asabiye demektir; ancak, dinî asabiye tek başına kifâyetsiz kalmaktadır: 
Aynı dine inanmak, o dinin mü’minlerinin hepsinin aynı devletin aynı derecede sâdık üyeleri olmasını gerektirseydi, bütün Müslümanlar bir tek devlet, 
bütün Hıristiyanlar da bir tek devlet olurdu. Dinlerin böyle bir iddiası da yok, gücü de yok. Tabiatiyle, burada, din ile milliyetin hattâ ırkın idantikleştiği 
Yahûdiliğin ve monoteist ekümenik dinler öncesindeki, her milletin ayrı bir panteonunun bulundu­ğu kavmî/millî dinlerin, nevi şahsına münhasır hassaları 
sebebiyle istisnâ tutulmaları gerektiğini sanırım bilme­yen yoktur. Dinî asabiyenin tek başına kifâyetsiz kalışının sebebi, dinlerin - monoteist-ekümenik dinlerin 
yâni  aşırı derecede geniş totaliteler olması hasebiyle mü'minlerinin soylarından soplarından müstakillen hepsine aynı derecede istiklâl meşrûiyeti vermesidir. 
İmdi, Kadisiye muhârebesi önce­sinde İslâm ordularının, henüz Müs­lüman olmamış Araplara elçi göndererek, 

" Ey Arapların çocukları! Fârisîlere karşı bize yardım ediniz! " talebini iletmesi de göstermektedir ki, neseb asabiyesinin gücü ve önemi hemen ekseriyetle dinî 
asabiyenin gücünden ve öneminden daha büyüktür. İşte biz bu hakîkati, ne yazık ki, ancak çok acı tecrübelerle öğrendik; aksine, gerçeği kabul etseydik, artık Türkçe'nin konuşulmadığı toprakların Türkiye sayılamayacağı gerçeğinden hareketle, İmparatorluğumuzu kendimiz küçültür ve bir "Ottoman Commonwealth "  (Osmanlı Milletler Topluluğu) kurabilirdik ki bu da, idaremiz altında bulu­nan Müslüman milletlerle ve halklarla kansız ayrılmamıza sebebiyet verirdi ve üstelik onların üstünde bir otorite­miz de olurdu. Ama olmadı; neticeten ayrıldık, çünki ayrışmıştık; ayrışma, ayrılmayı bizzarûre intâc eder. Ayrıl­dık, ama bu kanlı ve husumetli, kırgınlıklar ve hayal kırıklıkları yaratan ve kanaması hâlâ dinmeyen derin bir ya­ra yaratan bir ayrılma oldu, arada hu­sumetler doğdu. Öteki türlü olsaydı, bir defa, bu kadar enerjimizi kaybet­mezdik, insan kaynaklarımızı ve nüfu­sumuzu bu kadar hırpalamazdık. Os­manlı, sâdece üç milyon civârında in­sanını 1. Dünya Harbi'nde kaybetti; işte bu kayıp da olmazdı. Şimdi Kürt­ler ile de aynı sıkıntıyı yaşıyoruz: Aynı dinden olmak çok mühim, ama yetmi­yor işte ve yetmez de. 

Aslında, Kürtler ile toprağımızı, İstiklâl Harbi'nden önce Biz, kendimiz ayırmalıydık; Olmadı ve Şimdi belâsını nasıl göğüsleyeceğimizi bilemez hâle geldik. 

Geçmiş zamana yolculuk yapmak imkânı bulsaydım, Gazi Paşa'ya gidip, "Pa­şam, Kürtler ile topraklarınızı ayırın" derdim. Vâkıa o vakitler, İngilizleri mi tercih edersiniz, Türkleri mi, denildiğinde, Kürtler, Türkler'i tercih etmişti ve muhtemelen Paşa'yı yanıltan da bu olmuştu. Ve tabiî, daha fazla top­rak kaybetmeye tahammül edememenin de, muhakkak ki, majör bir belirleyiciliği vardır ve bu da Biz'i onlar ile birlikte yaşamağa mahkûm etmiştir; bu, getirisi götürüsünü kurtarmayan bir mahkûmiyet ve çekilir gibi değil doğrusu. Uyanan etnik bilinç herşeyi mahvedi yor; işte bu, bambaşka bir şey! Gerçi bu da mühim bir mikyasta telâfi edilebilir di, yâni Kürtler entegre edilebilirdi, asimile edilmesinden bahsetmiyorum, ama en iyisi o olacaktı şüphesiz. Hiç olmadı da değil aslına bakarsanız; devlet tarafından başlatılan ve yine devlet tarafından durdurulan bir araştırmanın tam olarak açıklanmamış sonuçlarının özet yayını, PKK isyânına rağmen, 2,5 milyon kadar Kürdün, kendilerine Kürt denilmesini hakaret olarak kabul edecek kadar Türkleşmiş olduğunu göstermektedir, bu "asimilasyon"dur ve asimilatörler için iyi birşeydir şüphesiz bu­na mukabil bir hayli Türk'ün de Kürtleşmiş, yâni Kürtler tarafından asimile edilmiş olduğunu da unutmayalım . Bunun haricinde, evlilik, birlikte uzun müddet yaşama gibi saikler de muayyen bir miktar entegrasyonu sağlamıştır, ama bilumum entegrasyon denemeleri, işlerin kördüğüme dönüştüğü kritik noktada bekleneni vermiyor, vermez / veremez; dahası bâzı hâllerde bumerang tesiri yaratarak aksi sonuçlara yol açabilir. Söz gelimi, Anayasa'da yapılacak olan bir tâdilât ile Kürtçe'nin de Türkçe ile birlikte ikinci resmî dil olmasını öngören hüküm referanduma götürülecek olursa, işbu melez evliliklerden oluşan aile efradının ezici ekseriyetinin "evet" oyu ve­receğini söyleyebiliriz.

Türkiye Bükemediği Bileği Öpmeye Hazırlanıyor!

2023- Kısmen entegrasyon başarıldı yâni. Peki tam mânâsıyla bir başarı için ne yapmak lâzım?

D. Hocaoğlu- Bu çok önemli bir şeydir. Vâkıa "entegrasyon", bir cemi­yeti bir başka cemiyetin içinde erite­rek kendisine dönüştürmek olarak tanımlayabileceği miz, birçok yerde farklıklılar arasındaki sağlıklı münasebet­ler örgüsünü anlatan bir terim olarak kullanılırken bâzılarınca "konsensus"un müterâdifi olarak da anlaşılan, ve "kendisine benzetmek" anlamını taşıyan, bâzı yazarlar tarafından " benzeşmek" şeklinde Türkçeleştirilen "asimilasyon" kadar vuzuha kavuşmuş olmayan, tanım çerçevesi çok esnek ve bu sebeple neredeyse adetâ herkesin kendisine göre anlamlandırdığı bir kavram. Buna binâen, entegrasyonun, potens olarak düşük şiddette olsa da  burada "şiddet" kelimesini "violence" anlamında değil de "magnitude" anlamında kullandığımı vurgulamaya gerek görmekteyim  farklı etnik mensûbiyetlerden neş'et edecek gerginlik ve/ ya çatışmaları hâvî olduğunu bilerek yine de millî birlik ve bütünlük açısından çok faydalı olduğunu belitmeliyiz. Ama bunun tam olarak başarılabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti'nin entegrasyon araçlarının güçlü olması lâzımdı. Bu da sanayi toplumunun inşâı ve nüfus harmanlanması ile mümkün olabilirdi. Burada nüfus harmanlan­ması, apayrı bir ehemmiyet taşımak­tadır; ülkenin muayyen bir bölgesin­de muayyen bir etnisitenin yoğunluk kazanması, onlarda zamanla, kendine yeterlilik hissi kazandırır ki bunun gi­deceği nokta eninde-sonuda ayrılıkçılıktır. İmdi, yukarıda millet olmanın vasıflarını tadât ederken, "hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve hükümranlık" olmak üzere dört madde tesbit etmiştik; "kendine yeterlilik", bir baş­kasına yaslanmadan, kendi-kendisini yönetebilmek, kendi iktidârı ile ayakta durabilmek demektir ki, felsefî ola­rak tam ve hakikî anlamıyla Tanrı'ya mahsustur, O'nun tekelindedir; nite­kim, İslâm akaidinde Allah'ın yedi sıfatından birisi de budur: "Kıyam binefsihî", yâni, kendine yeterlilik. Bu­na göre, etnik bir nüfusun muayyen bir bölgede ekseriyet oluşturacak şekilde kümelen mesi kendine yeterlilik hissini doğurur ve besler; bu durumda endüstrileşmek de ayrılıkçılık taleple­rini azaltmaz, arttırır bile hattâ; çünki, bahse konu bölge sınâîleştiği takdirde bir etnik burjuva ve etnik işçi sınıfları da doğacaktır ve modern milli­yetçilik ise, sınâîleşmiş cemiyetlerde bir ortasınıf ve daha da fazlasıyla bur­juva ideolojisidir. Eğitim de aynı bumerang tesirini hâsıl eder, kezâ; mil­liyetçilik hareketlerinin dâimâ eğitim seviyeleri yüksek bir elit tabaka ara­sında başlayıp kitlevîleştiğini anlamak ve bu bumerang tesirinin gücünü test etmek için, sömürgelerdeki milliyetçilik hareketlerinin câhil avam tabakası eliyle değil, sömürgelerin açmış oldu­ğu mekteplerde okuyanlar tarafından başlatıldığına ve sonuç aldığına dikkat edilmesi yeterli olur sanırım.

İşbu nüfus harmanlanmasının en kötü ve şüphesiz gayri insânî şekli, el­bette sürgün ve benzeri metodlardır; bu metod nefret ve kin doğurmaktan ve bir de haklılık kazandırmaktan daha öteye bir netice hâsıl etmez. Binâenaleyh, etnik nüfus kümelenmesinin izâle edilmesi gerekirdi, yukarıda bahsettiğimiz hususlara dikkat ve riâyet ederek: Türkiye'nin sınâîleşmesi, iş aş imkânlarının oluşturulması, göçün, karşılıklı olacak şekilde  sâdece Kürtlerin Türkyoğun bölgelere değil Türk­lerin de Kürt-yoğun bölgelere göçünün câzibeli hâle getirilmesi, Türk-Kürt evliliklerinin devlet tarafından desteklenen sivil kuruluşlar vâsıtası ile  ama hakikî sivil, NGO ve benzeri câsus teşkilatları değil  daha da teşvik edilmesi, etnik nüfusun yurt sathına iyice dağılması, entegrasyonu daha da de­rinleştirip kökleştirecek, etnik ateşin hararetini mâkul, tolere edilebilir bir seviyeye düşürecek, zamanla da, aglebî ihtimâl ile, günümüzde, bütün gü­cünü kaybeden komünistliğin bir nos­taljiye dönüşmesine benzer bir âkıbete mâruz bırakacaktır.

Leslie Lipson, Demokratik Uygarlık'da, etnik nüfusun muayyen bir bölgede kesâfet kazanmasından bahse­derken, "...ulusal çapta azınlık olan bir grup, kendi bölgesi içinde bir ço­ğunluk oluşturabilir. Bu durumda, birbirlerine yakın olmaları ve belli bir alan üzerinde denetim kurmuş olmaları, ayrılıkçı duygularını ve güçleri­ni artırabilir." demektedir. Fakat Lipson'un bu analizinde, beklediğim de­rinliği bulamadım. Ben biraz daha detaylandırma ğa gayret ettim muhtelif yazılarımda; 

Özeti şöyle: 

Bir ülkedeki belirli bir etnik nüfusun oranı, genel kabule göre, eğer yüzde 35'i geçiyor­sa, o ülke genellikle mozaik ülke ola­rak adlandırılır. Kaldı ki, Türkiye'deki dil ölçümleri, nüfusun yüzde doksanının Türkçe'yi birinci dil olarak kabul ettiğini göstermektedir. Bu tartışma­ya devam etmek buranın konusu değil; o sebeple kısa geçerek asıl söylemek istediğime geleyim. Yapmış olduğum araştırmalar, şunu göstermektedir diyebilirim: Belirli bir etnik nüfus, şayet, toplam nüfusun yüzde onuna ki bu yüzde on (%10) değerini "eşik değer" olarak tanımlıyorum yaklaşmış ya da geçmişse, bu, ciddî bir etnik problemin en azından potansiyel olarak mevcudiyetinin göstergesidir; Türkiye'de Kürtlerin, Amerika'da İspaniklerin durumu gibi. İkinci ola­rak, bu nüfus ülkenin tamamına homojene yakın bir şekilde dağılmış ol­mayıp, belirli bir alanda konsantre olmuş ise risk bir kat daha artmış de­mektir; üçüncü olarak, bu konsantre olmuş bölge ülkenin daha rahat kontrol edilebilen iç bölgelerinde veya düz ovalık bölgelerde değil de uç bölgelerinde ve hele bir de dağlık bölgelerindeyse risk daha da büyümüştür; dör­düncü olarak, bu bölge tam da sınırda ise risk daha da büyümüştür, beşinci olarak, sınırın öte tarafında aynı etnitiseye dayanan bir devlet ya da bir devlet oluşumu var ise işler iyice çatallaşmıştır; altıncı olarak, bahse konu etnik grup, otantik ise hâkim unsura "işgalci" nazarıyla bakar ki bu da tarihî risk faktörüdür; yedinci olarak bundan aşağısı Amerika'da olmayan faktörlerdir  bahse mevzû ülke, küresel büyük aktörlerin menfaatleri icabı tâkatten düşürülmesi, ufalanması gereken bir bölge olarak görülüyorsa risk artık zirveye tırmanıyor demektir; buna ilâveten, sekizinci olarak, o ülke, kendisini ufalamayı planlayan güçlere karşı çıkacak güce sahip değil ve daha da kötüsü, onlarla lâubâlilik derecesine varan kontrolden çıkmış, tâbi'metbû münasebeti türünden içiçe geçmiş, siyasî, iktisadî bağlar ile bağ­lanmış ve binâenaleyh, siyâsî iktidarlar kadar askerlerin dahi O'ndan icâzet almadan kendi ülkelerinde politika geliştirmeleri muhâl mertebesine vâsıl olmuş ise, o ülkenin işi bitmiş demektir. Bu risk faktörleri daha da detaylı aslında, ama artık bitireyim: Nihâyet, dokuzuncu olarak, yüzbinlerce polisten, askerden, binlerce tanktan, toptan, uçaktan oluşan muazzam bir asker polis gücüne karşılık, çeyrek asırdır devam etnik bir isyân bastırılamıyor ise, o ülkeyi hiç kimse kurtaramaz kolaykolay; çünkü siyasette kuraldır: Kılıç çeken kılıç ile düşürülemez ise, o kılıcı çekenle ergeç, ama mutlaka masaya oturulur.

İşte vazıyet kısaca budur ve zannederim artık ne demek istediğim vu­zuha kavuşmuş olsa gerektir: Türki­ye, bükemediği bileği öpmeye hazırlanıyor!

* Sayın Durmuş Hocaoğlu ile gerçek­leştirdiğimiz bu söyleşi 100. sayımızda, düzeltmelerin yetişmemesinden dolayı yer alamamıştır. 
Zaman zaman sayfadan uzanan bir elin boğazınızı sıktığını hissederek okuduğunuzu düşündü­ğümüz bu uzun söyleşinin ne yapılması gerektiğine dair derinlikli analizlere olan ihtiyacı daha da belirginleştirdiğine inanıyoruz.

Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 1,09 MB ] 
http://www.durmushocaoglu.com/data/yazipdf/DHocaoglu_700_2023_Senesinde_Turkiye_Mevcut_Olmayabilir.pdf?rnd=1956282854   )


http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536


***