2 Nisan 2016 Cumartesi

Türkiye Ortadoğu’da “ Dengeleyici Güç ” Olabilir mi?




Türkiye Ortadoğu’da “ Dengeleyici Güç ” Olabilir mi?




Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
21 Kasım 2013 Perşembe
Bülent Şener 
tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   





Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında “ Neo-Osmanlıcılık”  ve “ Komşularla SIFIR  sorun ” gibi ilkelerin / politikaların yoğun olarak sergilendiği 
ve tartışıldığı bir dönemde, Arap Baharı’yla başlayan süreçle birlikte Türk dış politikasının son on yılda Ortadoğu’ya yönelik olarak kurmaya çalıştığı 
parametrelerinde büyük sarsıntılar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle “komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde AKP tarafından barış ve refah 
nitelendirmesiyle öne çıkarılmaya çalışılan bölge, bugün gelinen nokta itibariyle bir savaş alanına dönmüştür. Örneğin iki-üç yıl önce vizelerin 
kaldırıldığı, dostluk barajı temellerinin atıldığı, sınırlardaki mayınlı bölgelerin temizlendiği ve ortak bakanlar kurulunun yapıldığı Suriye sınırından, 
bir yıl sonra Suriye ordusu ile çatışma durumuna gelinmiştir.2010 yılında Suriye devlet başkanı Esad’ı birkaç kez ağırlayan Türkiye, şimdi Suriyeli muhaliflerin 
toplantı merkezi haline dönüşmüştür. Suriye’ye yönelik olası bir NATO harekâtı halinde İran NATO’nun Türkiye’deki üslerini vurma tehdidinde dahi 
bulunmuştur.[1]



Yukarıdaki tablo çerçevesinde Türkiye Ortadoğu’da gerek kendi tercihleri doğrultusunda yürüttüğü politikalar (özellikle “komşularla sıfır sorun” 
politikası), gerekse öngöremediği olaylar sonucunda giderek daha fazla göze batan bir ülke haline gelirken;  Ortadoğu’yu sanki egemenliğinin tam olduğu bir 
iç politika alanı gibi gören AKP iktidarı, giderek adeta iç politika refleksleriyle dış politika yapmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu aceleci, 
müdahaleci ve tarafgir tutumu, ortaya çıkması mukadder olan bazı krizlerin eşzamanlı ve çok yoğun yaşanmasına, dahası Türkiye’nin kapasitesinin çok 
ötesinde geniş bir cephede dış politika mücadelesi vermesine neden olmaktadır. 

Bu durum kısa vadede Türkiye’nin belki etkinliğini ve görünürlülüğünü artırsa da, orta ve uzun vadede tam tersine sonuç doğurması muhtemeldir.[2] Bu hareket 
tarzıyla birlikte, Türkiye Ortadoğu’da yaşanan her olaya veya krize her defasında bir şekilde taraf olmasıyla milli güvenlik siyaseti açısından da 
oldukça olumsuz sonuçlarla da yüz yüze kalmıştır. Bu bağlamda, AKP hükümetinin teşvik edici mülteci politikasıyla sayısı beşyüzbini geçen Suriyeli 
mültecilerden, bir Türk savaş uçağının Suriye’nin denetiminde düşürülmesine ve Reyhanlı’daki (Hatay) patlamalara varan olaylar dizgesi süresince Türkiye dış 
politikada ciddi bir proaktiflik ve caydırıcılık yitimine uğradığı gibi[3], Türkiye’nin ideolojik maluliyet içerisindeki Suriye politikası ve bütün bir 
Ortadoğu politikası da ulusal ve uluslararası kamuoyunda da sorgulanır hale gelmiştir ki bu hatalı dış politikanın ağır sonuçları “değerli yalnızlık”[4]  
kavramıyla da gizlenemeyecek kadar büyüktür.



Durum böyle olunca, Ortadoğu’da izlenen politikanın gerçekten Türkiye’nin bölgesel ve ulusal çıkarlarına, beklenti ve amaçlarına hizmet edip etmediği 
tartışmaya açık bir konu haline gelmektedir. Örneğin, “komşularla sıfır sorun” politikası gerçekten Türkiye’nin bölgedeki etkinliğine ve saygınlığına hizmet 
etmekte midir? Acaba Türkiye’nin adeta iç politika refleksleriyle hareket ediyormuş gibi olayların içine bu kadar girmesi, taraflı ve müdahil olması mı, 
yoksa daha dışarıdan ve tarafsız yaklaşarak dengeleyici bir rol üstlenmesi mi onu Ortadoğu’da daha etkin ve saygın kılmakta mıdır?



Bu tür soruların ortaya çıkardığı gerçek, bölgeye yönelik Türk dış politikası için yeni bir kavramsallaştırmaya/modellemeye ihtiyaç duyulduğudur. “Merkez 
ülke”, “oyun kurucu ülke”, “bölgesel başat güç” gibi kavramların/modellerin sıklıkla tartışıldığı ve pratiğe geçirilmeye tartışıldığı bu dönemde, hemen 
hemen hiç gündeme gelmeyen ve tartışılmayan “dengeleyici güç/dengenin dengeleyicisi” (holder of balance) kavramsallaştırması/ modellemesi Türk dış 
politikası için yeni bir açılım sağlayarak, ulusal ve bölgesel çıkarların gerçekleştirilmesinde rasyonel ve pragmatik bir kavramsallaştırma/modelleme olabilir.

Dengeleyici Güç / Dengenin Dengeleyicisi 

Dengeleyici güç / dengenin dengeleyicisi olgusu ve kavramı, klasik güç dengesi anlayışı içinde, statükonun sürmesinden yana olan devlet ya da devletlerin, 
zayıf olan devletin/devletlerin yanında yer alarak mevcut dengeyi dengelemelerini ifade etmektedir. En tipik örneğini 18. ve 19. yüzyıl Avrupası 
güç dengesi ilişkilerinde İngiltere’nin kıta Avrupası ülkeleri arasındaki saflaşmalara ilişkin takındığı tutumun oluşturduğu bu olguda, dengeleyici devlet 
açısından taraflardan hiçbirisiyle sürekli bir bağ oluşturmamak temel ilke olarak kabul edilmektedir. Sistem, bir terazinin iki kolu gibi düşünüldüğünde, 
dengeleyici devlet üçüncü bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Dengeleyicinin tek amacı, dengenin hizmet edeceği somut politikanın mahiyetine bakmaksızın, 
dengeyi sürdürmektir. Bu yüzden dengeleyici devlet kendi ağırlığını terazinin kâh bir yanına, kâh diğer yanına koyar ve sürekli tek bir düşünce taşır: 
Terazinin gözlerinin birbirleri karşısındaki nisbi ağırlıkları. Bu yüzden dengeleyici hep yukarıdaki (hafif) göze koyar ağırlığını. Dengeleyicinin devamlı 
dostu olmadığı gibi düşmanı da yoktur; sadece devamlı bir çıkarı vardır: Güç dengesinin sürdürülmesi.[5]

Dengenin dengeleyicisi güç dengesi sisteminde kilit durumdadır. Zira, güçmücadelesinin neticesini belirleyecek olan onun tutumudur. Bu bakımdan da 
sistemin “hakemi” gibidir, kimin kaybedeceğini, kimin kazanacağını o kararlaştırır. Herhangi bir devletin ya da devletler topluluğunun diğer devlet 
ya da devletler topluluğu üzerinde üstünlük kurmasını imkansızlaştırmaktadır. 

Dengeleyici devlet, güç dengesini sağlayan bir unsur olarak, olaylara aceleci bir biçimde hemen karışmak yerine dengeleri gözetip ona göre pozisyon alan, 
bunun için her ülkeyle güçlü ilişkileri olan, çıkar ve güvenliğini açıkça ihlal etmedikçe kimseyi karşısına almayan, ilişkileri kopartmada da acele etmeyen ve 
son ana kadar sorunların tarafı olmayan devlettir.[6] Dengeleyici devlet aynı zamanda “mükemmel bir yalnızlık” (splendid isolation) içindedir. Yalnızlığı 
isteyerek seçmiştir, zira, terazinin her iki gözündekiler başarı kazanmak amacıyla onu kendi saflarına almak için isteklilik gösterdikleri halde, 
dengeleyici her iki taraftakilerle de daimi bir bağ kurmayı reddetme durumundadır. Güç mücadelesinde neticeyi belirleyen dengeleyicinin kendi 
ağırlığı olduğu için, akıllıca davranırsa, destekleyeceği taraftan dış politikası için en yüksek bedeli koparması mümkündür. Fakat, fiyatı ne olursa 
olsun, bu destek her zaman için belirsiz ve dengenin hareketine göre bir taraftan diğerine kayabilir bir destek olduğu için, dengeleyicinin politikası 
hoşnutsuzluk yaratır; moral açıdan sert eleştirilere uğrar. Nitekim, modern zamanların en başarılı dengeleyicisi olan İngiltere de diğer ulusların 
birbirileriyle savaşmasından hoşnutluk duymak, kıtayı denetimi altında tutmak için Avrupa’yı bölmek ve dış politikasındaki kaypaklık yüzünden kendisiyle 
ittifak yapılmayacak bir devlet olmakla suçlanmıştır.[7]


Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesinin Sınırları

   İşte Türkiye’nin geldiği nokta itibariyle Ortadoğu’da aynen İngiltere’nin kıta Avrupası’nda oynadığı role benzer bir tutum takınarak, dengeleyici devlet 
pozisyonunda olması ulusal çıkar ve beklentilerine daha çok hizmet edebilir. Bu çerçevede, Türkiye Ortadoğu’daki sistem içerisindeki amacını yalnızca dengeleri 
korumakla sınırlandırırsa da, bu yolla aynı zamanda bölgesel etkinliğini ve ağırlığını da artırabilir. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki pozisyonunu “bölgesel 
başat güç”ten ziyade “dengeleyici güç”e dayandırması eldeki veriler ve sonuçlar ışığında daha rasyonel bir tercih gibi durmaktadır. Zira, Türkiye, Ortadoğu’yla 
güçlü sosyo-kültürel ve coğrafi bağları olmakla birlikte “ Araplar”ın lideri olamayacağı gibi, Arap “ Monarşileri ”ne model olacak bir ülke de değildir.[8] 
İkinci olarak, Türkiye’nin coğrafi, sosyo-kültürel, siyasi, ekonomik yapı ve özellikleri onu bölgesel başat güç olmaktan ziyade dengeleyici güç olmaya 
zorlamaktadır. Bu sonucu doğuran en önemli faktör Türkiye’nin ulusal güç parametrelerindeki olumsuzluklardır/yetersizliklerdir. 

    İlk olarak, Dışişleri Bakanlığı gerek bütçesi gerekse sahip olduğu personelin niteliği ve niceliğiyle dünya ölçeğinde hala çok gerilerde durmaktadır. 
Bu bağlamda Dışişleri Bakanlığı özellikle hem diplomat sayısındaki yetersizlik nedeniyle hem de dil (Arapça) eksikliği nedeniyle Ortadoğu coğrafyasını kapsayamamakta ve yerel bilgi kanallarına nüfuz edememektedir. (Örneğin, Türkiye’nin Arapça konuşulan ülkelerdeki temsilcilik sayısı 25 olmasına karşın, 135 çalışanın sadece 6’sı Arapça bilmektedir.) İkinci olarak Türkiye en büyük ekonomiye sahip Ortadoğu ülkesi olmakla birlikte, bu büyüklük iki nedenden dolayı bölgesel dış politika hedeflerine sürdürülebilir katkı sağlayamamaktadır: 

i) Türkiye’nin dış ticareti artmasına karşın Türk ekonomisinin kapsamlı bir sanayi stratejisiyle dönüşmemesi, 

ii) Türkiye’nin Ortadoğu pazarlarında sattığı malların kolaylıkla ikame edilebilir ürünlerden oluşması. 

iii) Üçüncü olarak, Türkiye’nin bölgede etkin kılmaya çalıştığı “ yumuşak gücü ”nde de sorunlar vardır. Örneğin, gündem belirleme gücü yumuşak gücün önemli unsurlarından biri olmasına rağmen, Türkiye bu alanda diğer bölge aktörlerine göre oldukça gerilerde yer almaktadır. Keza, Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük dış politikasında hangi değerleri öne çıkardığı ve nasıl bir rol tanımı içinde olduğu da net değildir. Üstelik bu politika, Türkiye’de iç siyasetin aşırı kutuplaştırıcı etkisiyle sistematik de olamamaktadır. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’nin Ortadoğu’da “bölgesel başat güç” olabilmesi kapasite artırımına gitmeden mümkün değildir ki kısa vadede bunun olabilmesi açıkçası imkansızdır.[9]


Türkiye Ortadoğu’da dengeleyici bir pozisyon elde ettiği taktirde bu pozisyon hem Ortadoğu sorunlarının içine çekilmekten ve bundan kaynaklanan maliyetlere katlanmaktan onu alıkoyabilecek, hem bölgesel sorunların çözümünde etkinliğini artırabilecek, hem de olası tepkileri ve rekabetleri engelleyerek Türkiye’ye saygınlık kazandırabilecektir. Ayrıca bu yolla Türkiye hem mevcut kapasitesine daha uygun, gerçekçi, gereğini yapabileceği ve başarılı olması daha muhtemel bir rol üstlenmiş olabileceği gibi hem de bölgesel sisteme yön verebilecek kilit aktörlerden biri olabilecektir. Dahası, bu pozisyon Türkiye’nin son dönem politikalarıyla kaybettiği imkan ve yeteneklerini (proaktiflik ve caydırıcılık) yeniden kazanmasını sağlayacak ve gerçek etkinlik aracı olan yumuşak güçle hareket etmesine yardımcı olabilecektir.


Sonuç

Son on yılda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Türkiye’nin sahip olduğu gücün sınırlarını ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti, 
belki de cumhuriyet tarihinde ilk defa bölgeyle bu kadar doğrudan ilgilenmiş ve seferber edebileceği tüm gücü harekete geçirmeye çalışmıştır. Ne var ki, 
Türkiye’nin bölgede izlediği dış politika ile sahip olduğu güç arasında bir ters orantı vardır. Diğer bir deyişle, özellikle son üç-dört yıldaki gelişmeler 
dikkate alındığında, Türkiye’nin dış politikada gücünün üzerinde politik hatta askeri manevralar yaptığı görülmektedir. Bu bağlamda, hem iç politikada hem de dış politikada açıkça bir “güç zehirlenmesi” yaşayan AKP iktidarı, Türkiye’yi dış politikada adeta “gardı düşmüş boksör “ ya da “gücünün üzerinde vurmaya 
çalışan boksör” durumuna düşürmüştür. Daha da önemlisi, AKP iktidarı tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne kimlik değişimi yaşatmak uğruna Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hevesleriyle Türk iç ve dış politikasının sokulduğu yeni mecra sonucunda yaşanan tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ve kırılmalar sonucu bugün artık Türk dış politikasında ne “ Ölçü ”, ne “ Denge ”, ne “ İhtiyat ”, ne “ Nüans ”, ne “ Meşruiyet ”, ne de “ Gerçekçilik ” kalmıştır. 

Türkiye’nin durumu toparlayabilmesi ve “ Dengeleyici Güç ” pozisyonunu kurgulayabilmesi için Türk dış politikasının mutlak surette derin bir özeleştiriye tabi tutularak, “ Ulusal ”, “ Realist ” ve “ Pragmatist ” konseptte güncellenmesi ihtiyacı artık kaçınılmaz bir gerekliliktir. Türkiye ulusal güç parametreleri açısından “ Orta Büyüklükte” bir devlet olarak, tarihsel ve jeo-politik misyonunu “dengeleyici güç” pozisyonunda ne kadar şekillendirebilirse Türk dış politikasının bugünkünden daha istikrarlı bir gelişme çizgisine oturması mümkün olabilecektir.

KAYNAK;

[1] Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, “ Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı? ”, Haziran 2011, s. 4, http://www.turksae.com/sql_file/384.pdf


[2] Erol Kurubaş, “Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
        http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[3] Bu konuda bkz. Bülent Şener, “ Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi ”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 Temmuz 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/07/30/7135/arap-bahari-surecinde-turk-dis-politikasinda-proaktiflik-yitimi


[4] Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Bülent Şener, “ Dış Politikada Değerli Yalnızlık ya da Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 24 Eylül 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/09/24/7226/dis-politikada-degerli-yalnizlik-ya-da-yanlis-hesabin-samdan-donmesi


[5] Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, Çev. Baskın Oran, Ünsal Oskay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970, s. 252.


[6] Erol Kurubaş, “ Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü ”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[7] Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, s. 253.


[8] Erol Kurubaş, “ Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü ”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[9] Daha geniş bilgi için bkz. Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutlay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi: Mümkünün Sınırları, Ampirik Bir İnceleme, USAK, Rapor no: 12-03, Ankara, Nisan 2012, s. 15-39.




Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi


Uzmanın Diğer Yazıları

  AB, Türkiye ve “Yalancı Bahar”: Yozlaşmış İlişkiler Perspektifinden Mülteci 
  Pazarlığı ve “Geri Kabul Anlaşması” 
  “Aşırılıklar Çağı”ndan “Küresel Terör Çağı”na: Paris Terör Saldırıları, 
  Medeniyetler Çatışması ve 21. Yüzyıl 
  “Çözü[l)m(e) Süreci”: Tek Taraflı ve Şiddete Bağımlı Bir Aşkın Anatomisi 
  Türkiye’nin Bir Ulusal Güvenlik Politikası Hala Var mı?: Suruç Saldırısı 
  Üzerine Düşünceler 
  Muaviye, Erdoğan ve Din İstismarı: İktidarın Yozlaşması ve Yozlaştırması 
  Üzerine 
  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “ Can Simidi ” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 




Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

Asker Neden Darbe Yapar?

  


Asker Neden Darbe Yapar? 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
15 Temmuz 2013 Pazartesi
Bülent Şener 
tarafından yazıldı.



Giriş

Asker neden darbe yapar? Ya da daha genel bir soruyla “ordu niçin siyasete karışır?” Bu sorunun yanıtını siyaset bilimci Samuel E. Finer başka bir soruyla 
veriyor bize:

“Ordu, toplumdaki tüm diğer sivil güçlerden yüz kez daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve  modern silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin 
bazen siyasal yaşama karıştıklarını sormak yerine, niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru  olmaz   mı?”[1]

Meseleye böyle bakınca, günümüz dünyasında çağdaş demokrasinin hüküm sürdüğü ülkeler (modern kapitalist ülkeler/Batılı ülkeler) dışında kalan ülkelerde 
ordunun siyasal yaşamdaki etkinliğinin nedenlerini sorgulamak, ‒Türkiye’nin siyaset çevrelerinde adet olduğu üzere‒ sadece “darbe” olgusuna yönelik 
suçlayıcı bir tavır ve anlayışla konuyu ele almaktan herhalde daha iyi ve daha doğru bir tavırdır. Dolayısıyla ordunun siyasete karışmasının en yüksek 
noktasını temsil eden “darbe” olgusunu her şeyden önce bir sonuç olarak görmek gerekir ve eğer bu sonuç üzerinden bir analiz yapılmak isteniyorsa bunun ötesine geçmek, yani “neden”ler, “nasıl”lar, “niçin”ler üzerinde durmak gerekir. Diğer bir deyişle, günümüz dünyasında çağdaş demokrasinin hüküm sürdüğü ülkeler dışında kalan ülkelerde ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığının nedenlerini, hangi durumlarda siyasal iktidara dolaylı ya da doğrudan müdahale ettiğini, ideolojisini belirleyen unsurlarını, askeri niteliğinin formasyonunu (profesyonel ya da yarı profesyonel), siyasal ve toplumsal köklerini ayrı ayrı 
incelemeden, sadece “darbe karşıtlığı” ya da “sandıklı otoriterlik” zemini üzerinden yürütülen kısır tartışmaların siyaset bilimi açısından hiçbir anlamı yoktur.Şüphesiz bu hususların her birini bu yazının içerisinde ayrıntılı bir şekilde ele almak mümkün olmasa da, okuyucuya bir fikir vermek açısından, günümüz 
dünyasında çağdaş demokrasinin hüküm sürdüğü ülkeler dışında kalan ülkelerde ordunun siyasal yaşamdaki etkinliğinin derecelerini ve nedenlerini anlamak 
üzerine bazı noktalara dikkat çekmenin önemli olduğunu düşüyorum.


Devlet Yapısını Sürekli Olarak Üreten Bir Kurum Olarak “ ORDU ”

Öncelikle Şunu söylemek gerekir ki, Tarihsel olarak “ Devlet ” in ortaya çıkışı  aynı zamanda “ ordu ” olgusunu / kurumunu da ortaya çıkarmıştır. ( DEVLET  İN VE  HALKININ GÜVELİĞİNİ SAĞLAYABİLMEK İÇİN ) Zira, toplumlarda sınıfların ortaya çıkışı ve bunların karşıtlıklarının bir ürünü olan devlet, bir kamu gücü olarak ordu kurumunu da beraberinde getirmiş, ordu kurumuna olan 
ihtiyacı doğurmuştur. Denilebilir ki, çağlar boyunca, devlet yapısına sahip olan tüm toplumlarda ordular iktidarı elinde tutan sınıfın/sınıfların boyundurukları 
altında tuttukları diğer sınıflar ve öteki ilan ettikleri diğer toplumlar karşısında bir güvence olagelmiştir.

Modern kapitalist devletin ortaya çıkışı ve gelişimiyle birlikte ordular toplumsal ve siyasal ilişkileri düzenlemede bir araç olmaktan çıkarak, ordunun kurumsal olarak merkezi bir rol oynadığı siyasal rejimler ve devlet biçimleri ortadan kalkmaya başlamış ve bunun doğal sonucu olarak da ordu sadece savaş ve savaşa hazırlık bağlamında devlet-içi bir kurum haline gelmiştir. Modern kapitalist toplumlarda yukarıdaki genel çerçeve geçerli olmakla birlikte, diğer 
yandan,  ister modern devlet öncesi dönemdeki devlet formlarında olsun, ister modern kapitalist devlet formunda olsun, bir toplumda yönetici sınıfın silahlı 
kuvvet yaratmasının aynı zamanda sürekli devlet yapısını ürettiğini ya da sürekli devlet yapısını üreten şeyin de yönetici sınıfın bir askeri kuvvet yaratma girişimi olduğunu ileri süren görüşler de vardır. Örneğin, Charles Tilly’e göre, bu şekilde hem ordu devlet içinde bir örgütlenmiş bir kurum haline gelirken, hem de ordunun kurulması ve işletilmesinin tamamlayıcı örgütlerinin ( Hazine, İaşe Hizmetleri, Askere alma düzenlemeleri, Vergi Daireleri vs.) gerekliliği ve buna bağlı siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri etkileri ortaya çıkmıştır.[2]

Gerçekten de, eğer “ Devlet” dediğimiz varlık “ meşru şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran ” bir yapıysa, bu bağlamda örgütlü şiddet başlığı altında bugün de geçerli olmak üzere devletin dört farklı işlev yürütmekte olduğu çok açık bir biçimde gözlemlenebilir: 

1) Savaş yapma (Bölgesi dışındaki rakiplerini elimine etme / nötralize etme), 

2) Devlet oluşturma ( Bölgesi içindeki rakiplerini devre dışı bırakma / etkisizleştirme), 

3) Koruma ( Tebaasının düşmanlarının eliminasyonu / etkisizleştirilmesi, )

4) Merkezi yoğunluk oluşturma ( İlk üç işlevin sürdürülmesini sağlayacak araçlara sahip olma).[3] 

Görüldüğü üzere, bu işlevlerden ilk 3’ü doğrudan, sonuncusu ise dolaylı olarak bir “ordu”nun varlığına ve gerekliliğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, meseleye hangi açıdan bakarsanız bakın, sivil‒asker ya da ordu‒devlet ilişkilerini objektif bir şekilde kavrayabilmek ve bu ilişkide ortaya çıkan bir sonuç olarak “ Darbe ” olgusunun nedenlerini anlayabilmek için “ Ordunun Devlet yapısını sürekli olarak Üreten bir kurum olduğu ” gerçeğini gözardı etmememiz gerekmektedir.

Ordunun Siyasal Yaşamdaki Ağırlığı ve Siyasete Müdahale Etme Nedenleri.,

Herhangi bir siyasal sistemde ordunun rolü, siyasal iktidara bağımlılıktan/siyasal iktidarın denetimi altında olmaktan, siyasal iktidarı doğrudan doğruya kullanmaya kadar değişebilen bir görüntü arz etmekle birlikte, sivil‒asker ilişkilerindeki temel sorunsal ordu üzerinde sivil denetimin sağlanması olarak belirginleşmektedir. Buradan hareketle, askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlıkları, rolleri ve siyasete müdahale etme nedenleri üzerine bugüne kadar pek çok görüş ortaya atılmıştır. Bu görüşler kabaca iki grupta toplanabilir:

a) Askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlıkları, rolleri ve siyasete müdahale etme nedenlerini askeri kurumların sosyal, örgütsel yapısına ve bazı spesifik 
özelliklerine ( Profesyonellik,  Ulusçuluk, Merkezi emir-komuta zinciri, Askeri hiyerarşi, Disiplin, Sadakat, Ordu içi klikler, Subayların Mizaçları, İdeoloji ve Psikolojik Faktörler vb.)dayanarak açıklamaya çalışan görüşler.

b) Askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlıkları, rolleri ve siyasete müdahale etme nedenlerini  toplumun siyasal ve kurumsal yapısına dayanarak açıklamaya çalışan görüşler.

Görüldüğü üzere, birinci gruptaki görüşler bağlamında askerleri siyasal yaşama müdahaleye iten çok sayıda objektif ve subjektif faktör vardır. Dolayısıyla, 
kurumsal ya da örgütsel hiçbir faktör tek başına ordunun siyasal tavrı konusunda açıklayıcı bir çerçeve çizmeye yeterli değildir. Kaldı ki ordular, tepkileri mekanik bir şekilde öngörülebilen örgütler de değillerdir. Diğer bir deyişle, bir ordu, askeri bir müdahale için gerekli psikolojik havaya girmiş olsa bile, askerlerdeki müdahale etme isteğinin realize edilebilmesi ve müdahalenin başarıya ulaşması bazı objektif koşulların varlığına bağlıdır. Örneğin, savaş 
dönemlerinde orduya olan sivil bağımlılığın artması, askerlerin siyasete müdahalesini kolaylaştıran objektif faktörlerden birisidir. Dolayısıyla, 
askerlerin siyasete müdahale etme nedenlerini anlamada ikinci gruptaki görüşler (toplumun siyasal ve kurumsal yapısı) sivil‒asker ilişkilerini anlamada görece 
olarak daha fazla öne çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, bir toplumdaki sivil‒asker ilişkilerini anlamaya çalışmak demek, aslında yeryüzündeki her devletin ortaya 
çıkış süreci, tarihsel gelişimi, toplumsal dinamikleri, siyasal kültürü vb. olarak sahip olduğu özgül toplumsal, siyasal, ekonomik koşulları göz önünde 
bulundurmak demektir.


Askeri Darbeler ile “ Siyasal Gelişmişlik ” Düzeyi Arasındaki Nedensellik İlişkisi

Bu bağlamda konuyu ikinci gruptaki görüşler çerçevesinde ele aldığımızda, bu görüşlerin odak noktalarını genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan 
ülkelerin siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarında modernleşme çabalarıyla ilintilendirdiğini görebiliriz. Örneğin, Samuel P. Huntington, askerlerin 
siyasete müdahale etme nedenlerinin, askeri olmaktan çok, siyasal olduğunu ve bu müdahalelerin askeri kurumların sosyal ve örgütsel yapılarından çok, toplumun siyasal ve kurumsal yapısını yansıttığını ileri sürmektedir. Huntington’a göre, askeri müdahaleler, az gelişmiş ülkelerde sosyal güç ve kurumların 
siyasallaşması sonucu meydana gelmektedir. Diğer bir deyişle, az gelişmiş toplumlarda siyaset özerk, uyumlu ve esnek değildir. Tüm sosyal sınıf ve güçler 
fonksiyonel olarak henüz ayrışmamıştır ve hepsi doğrudan siyasal sürece katılmaktadırlar. Dolayısıyla, az gelişmiş ülkelerde ordu da dahil olmak üzere 
toplumun tamamı siyasallaşmıştır. Yani bürokrasi, basın, üniversiteler, sendikalar, dinsel sınıflar vb. dahil olmak üzere toplumdaki tüm sosyal güç ve 
kurumlar siyasal bir nitelik taşımaktadır.[4] Bilhassa gelişmekte olan ülkelerde sıklıkla karşılaşılan askeri müdahaleler, ordu da dahil olmak üzere toplumdaki 
tüm kurumların siyasallaşması sonucu ortaya çıkmaktadır.

Konuya bu çerçeveden yaklaşan Huntington, ordunun siyasal sisteme müdahalesi ile toplumsal gelişmişlik seviyesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmaktadır. Buna göre; toplumsal gelişmişlik seviyesi düşük olan ülkelerde (az gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler) ordunun siyasal sisteme müdahalesi olağan karşılanmakta; buna karşılık, toplumsal gelişmişlik seviyesi yüksek olan ülkelerde ise (gelişmiş ülkeler/modern kapitalist ülkeler) bu müdahalenin 
gerçekleşmesi güçleşmektedir. Daha açık bir ifadeyle, toplumsal gelişmişlik seviyesi düşük olan ülkelerde askeri müdahaleler; toplumdaki siyasal kurumların güçsüz olması, toplum içinde sosyal sınıf, bölgesel, etnik veya dinsel gruplar arasındaki şiddetli çatışmaların askeri müdahaleyi teşvik etmesi ve anayasal uzlaşmanın sağlanamaması gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Benzer bir yaklaşımla Maurice Duverger de, bir ülkenin gelişme düzeyiyle ordunun siyasal sisteme müdahalesi arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır. Duverger’e göre, ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığı azalmakta; ancak, ordu yönetime el koyduğunda da bunun “tutucu” olma olasılığı artmaktadır. Geri kalmış ülkelerde ise, askerlerin ülke yönetimine karışmaları olasılığı yüksek olduğu gibi, bu karışmanın da “ilerici” olma olasılığının yüksektir. Diğer taraftan, orta gelişme düzeyindeki ülkelerde ise, askeri darbelerin gerçekleşme olasılığının yüksek, fakat bu ülkelerdeki askeri darbelerin “tutucu” ya da “ilerici” olma olasılığı eşit olarak görülmektedir Duverger tarafından.[5]

Charles Tilly’e göre ise üçüncü dünya ülkelerinde askeri güç çoğunlukla kendi ülkesine yönelmekte ve buna karşı ülke içinde önemsenebilir bir itiraz 
yükselmemektedir. Bu bakımdan üçüncü dünya ülkelerindeki sivil‒asker ilişkileri süreci, tarihsel olarak Batı’da gözlenen, ordunun iki işlevli (savaş ve iç 
baskı) halden, tek işlevli (savaş) hale dönüştürüldüğü ve askerleri sınıf mücadelesinin dışına çıkaran süreçten farklılık göstermektedir.[6] Michael 
Mann’a göre ise, üçüncü dünya ülkelerinin çoğunluğunda siyasi ve toplumsal vatandaşlığın elde edilememesi, buralarda askeri gücün ülke yönetimleri üzerinde etki sahibi olmasının nedenidir. Zira, Mann’a göre, siyasal ve toplumsal vatandaşlık haklarının elde edilmesi ile devletin otoriter gücü arasında kurulan 
bir dengenin gelişmesine paralel olarak askeri baskı düzeyi ve ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığı ve rolü azalmaktadır. [7] Ordunun siyasal yaşama karışmasının neredeyse alışkanlık haline geldiği bu tür ülkelerde, ordunun siyasal yaşama müdahale biçimleri “baskı yapma/nüfuz kullanma”, “şantaj”, “ Pretoryenizm ” (Ordunun toplumda fiili güç kullanımı veya tehdidi ile bağımsız bir güç haline gelmesi), “ Tutuculuk‒İlericilik ”, “ Reformistlik ”, “ Bekçilik ”, “ Hakemlik ”, “ Müdahale ”, “ Darbe ” vb. uzanan çok geniş bir skalada seyretmekte dir.


Sonuç Yerine

Yukarıdaki tespitlerden de görüldüğü üzere, askerlerin siyasal yaşama müdahaleleri ile az gelişmişlik[8], modernleşme[9] ve siyasal gelişmişlik[10] 
arasındaki bağlantı yadsınamayacak kadar açıktır. Gelişmekte olan ülkeler için de aynı bağlantı geçerlidir. Zira, değişim sürecine giren bu ülkelerde, bir 
yandan hızlı bir değişim süreci yaşanırken, diğer yandan da toplumun daha geleneksel kesimlerinde bu değişime karşı çok ciddi tepkiler de ortaya 
çıkmaktadır. Yine, bu değişim süreci, bazı gelişmekte olan ülkelerde ulusal bütünleşmeyi değil, tersine, etnik ve dinsel farklılıkları siyasal alana çıkarıp 
daha da keskinleştirerek ulusal bölünmelere neden olmaktadır. Yani, bu değişim her zaman daha “modern” bir toplum yaratmadığı gibi, siyasal olarak daha 
gelişmiş bir yapı da yaratmayabilmektedir. Demokratik bir toplum ve buna paralel bir siyasal yapı beklenirken, değişimin yarattığı gerilimlerin çözülmemesi 
halinde (Ortadoğu coğrafyasında yaşanan “Arap Baharı” sürecinde olduğu gibi), totaliter, otoriter veya pretoryen[11] rejimler ortaya çıkabilmektedir. Bu 
nedenle de, modernleşmenin ve özellikle de siyasal gelişmenin “geri çevrilemez” ve “tek yönlü” süreçler olarak değil, bazen de “geri çevrilebilir” ve “farklı 
yönlere gidebilir” süreçler olarak algılanması gerekir.[12]

Modernleşme ve siyasal gelişme bağlamında konuyu biraz daha açarsak, siyasal gelişme ve modernleşme kuramlarına göre, kitle-iletişim araçlarının 
yaygınlaşması, okur-yazar oranının artması, kentleşme düzeyinin yükselmesi, sanayileşme gibi modernleşme göstergeleri, toplumu hızla hareketlendirerek 
siyasal olarak katılımcı hale getirir. Bu da siyasal gelişmenin, yani rekabetçi, demokratik siyasal yapıların ortaya çıkışını kolaylaştırır. Acaba, gerçekte, bu 
doğru mudur? Yani modernleşme ile siyasal gelişme arasında bir bağımlılık ilişkisi söz konusu mudur? Huntington’a göre, bu her zaman doğru değildir. 
Çünkü, modernleşmenin yukarıda sayılan göstergeleri, yeni oluşan uluslarda, çoğu kez beklentileri arttırmasına karşılık bu beklentilerinin tatmininin düşük 
olması nedeniyle, “siyasal bozulma”ya neden olmaktadır. Örneğin, Latin Amerika ülkelerinden Küba’da okur-yazarlık oranı %75’e yaklaşmaktadır, ancak bu ülkede demokratik değil, komünist bir rejim vardır. Dolayısıyla, bir modernleşme göstergesi olarak kabul edilen okur-yazarlık, her zaman daha yenilikçi, daha 
modern, daha demokratik bir toplum yaratmaz, bazen de yeniliğe karşı bir tepki yaratarak, daha geleneksel güçleri harekete geçirebilir. Haberleşmenin 
yaygınlaşması, aynı zamanda, etnik grupların bilinç kazanmasına neden olarak, hem sosyal hem de siyasal oydaşmayı bozabilir. Ve yine haberleşme, siyasete uzun süredir ilgisiz toplumsal kesimleri, birden katılımcı bireyler haline getirerek, sistemin aşırı yüklenmesine sebep olabilir. Böylesine yoğun bir katılmaya hazır 
olmayan siyasal sistemin kurumları, siyasal olarak aktif hale gelmiş grupları ne yeterince özümseyebilir, ne de temsil edebilir. Ayrıca, hızlı sosyal ve ekonomik 
değişme, geleneksel değerler ile modern değerler arasında sıkışıp kalmış, soysuzlaşmış, anomik[13] bireyler yaratmaktadır. Bu soysuzlaşma, mevcut siyasal kurumların özerkliği ve tutarlılığı için ciddi bir tehlike teşkil etmektedir. Bu nedenle, modernleşmekte olan ülkelerin hemen hepsinde, kurumsal bozulma oldukça yaygındır. Sivil ve askeri darbelerin modern ülkelerde değil de, modernleşmekte olan ülkelerde sık görülmesinin nedeni de budur.[14]

Bugün, Batı demokrasilerinin büyük bir kısmının ulaşmış olduğu ve ordunun sivil siyasetin kesin ve etkili kontrolü altında sadece ulusal güvenlikle ilişkilendirilmiş olduğu bir sivil‒asker ilişkisi modeli, dünyanın geri kalanı için de ulaşılması gereken bir model olarak kabul edilmekte ve istenmektedir.[15] Ne var ki, burada gözden kaçırılan ya da yanılgıya düşülen nokta, söz konusu ideal modele ulaşılabilmek için toplumsal ve siyasal düzlemde “çoğunlukçuluk” ya da “sandıklı otoriterlik” anlayışıyla demokrasinin çeşitli özelliklerinin ve araçlarının adeta bir “toplum mühendisliği” bağlamında kullanılmasıyla istenilen sonucun elde edilebileceği kanaatidir. Oysa ki, bugün Batı demokrasilerinin ulaştığı ideal sivil‒asker ilişkisi ve modeli, Batı demokrasilerinin belirli bir toplumsal, siyasal ve ekonomik değişim süreci sonucunda ulaştıkları bir modeldir. Dolayısıyla, bugün Türkiye de dahil olmak üzere demokratikleşmeye dahil umutların beslendiği her ülkede, bireyler siyasal ve toplumsal vatandaşlıklarını elde etmedikleri ve bunun anlamını kavramadıkları sürece; siyasal seçkinler eliti de hem kendi aralarında hem de siyasal ve toplumsal güçler, gruplar ve sorunlar karşısında zora / baskıya / otoriteryenliğe dayalı yöntemleri kullanmalarına gerek bıraktırmayacak şekilde demokratik olgunluğa ulaşmadıkları ve uzlaşma kültürünü hakim kılmadıkları sürece; ve nihayet demokratik bir sistemin istikrarlı bir şekilde hüküm sürmesini sağlayacak olan sosyo-ekonomik bir altyapı ve kurumsallaşma gerçekleştirilmediği sürece, bu ülkelerde sivil‒asker ilişkilerinin ve demokrasinin geleceği konusunda iyimser olmak “suya yazı yazmak”la eşdeğer bir durum olacaktır.


[1]S. E. Finer, The Man on Horseback: The Role of the Military in Politics, 2nd 
ed., Boulder, Co., Westview Press, 1988, p. 4.


[2]Charles Tilly, Coercion, Capital and European States: 900‒1900, Cambridge 
University Press, Cambridge, 1990, p. 79.


[3]Bu konuda bkz. Charles Tilly, “War Making and State Making as Organized 
Crime”, Bringing the State Back, Ed. by Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer, 
Theda Skocpol Cambridge University Press, Cambridge, 1985, pp. 169-187.


[4]Samuel P. Huntington, Political Order in Changing Societies, Yale University 
Press, New Haven, 1969, p. 194.


[5]Maurice Duverger, Diktatörlük Üstüne, Çev. Bülent Tanör, Dönüm Yayınevi, 
İstanbul, 1965, s. 123.


[6]Charles Tilly, “Introduction to Part II: Invention, Diffusion, and 
Transformation of the Social Movement Repertoire”, European Review of History, 
Vol. 12, Issue 2 (2005), p. 310.


[7]Michael Mann, The Sources of Social Power, Vol. II, Cambridge University 
Press, Cambridge, 1993, pp. 406-412.


[8] “ Azgelişmişlik ” kavramı, ülkeler arasındaki siyasi ve iktisadi sömürü döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Bu terimin Birleşmiş Milletler tarafından 
“geri ülke” deyiminin ağır geleceği dolayısıyla seçilmiş olduğu söylenmektedir. Terim daha çok Afrika, Asya ve Güney Ameri­ka ülkeleri için kullanılmaktadır. 
Azgelişmiş durumda olan ülkelerin daha çok “ana mal” üretemeyen ülkeler olduğu kabul edilmekledir. Bir diğer yönüyle bunlar sanayileşememiş ülkelerdir. 
Buralarda daha çok tarıma dayalı bir iktisadi yapı hüküm sürmekle ve ilkel tarımsal üretim yöntemleri kullanılmakladır. Eğitim ve kültür seviyesi, iktisadi 
ve siyasal bağımlılık nedeniyle geri kalmıştır. Bu tür toplumlar, sanayileşmiş toplumların sömürü alanı içerisinde bulunmaktadır. Bu klasik yaklaşım, 
azgelişmişliğin sınırlarını çizerken, zamanla azgelişmiş ülke modelinin kapsamı biraz daha farklılaşmıştır. Yani azgelişmiş ülkenin diğer ülkelere bağımlılığı 
sürmektedir, örneğin, günümüz iktisadi seviyesi içerisinde azgelişmiş ülkeler sermaye, teknoloji ve sistem modeli itibariyle başka ülkelere bağlı bir yapı arz 
ederler. Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, C. I, Risale Yayınları, İstanbul, ss. 107-108, http://www.enfal.de/sosyalbilimler/ a/063.htm, (Erişim tarihi: 
12.07.2013)


[9] “ Modernleşme ” kavramı, okur-yazarlık, kentleşme, kitle-iletişim araçlarının yaygınlaşması gibi unsurların etkisiyle, toplumun tüm alanlarında meydana gelen 
değişim sürecini ifade etmektedir.


[10] “ Siyasal gelişme ”, siyasal kurum ve usüllerin farklılaşma, karmaşıklaşma, esneklik gibi özellikler kazanması ve ulusal bütünleşmenin sağlanmasıdır.


[11] Ordunun toplumda fiili güç kullanımı veya tehdidi ile bağımsız bir güç haline gelmesi durumu.


[12] H. Birsen Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, Masa Üstü Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 6.


[13] Süreklilik duygusunu kaybetmekte olan, kişisel ve toplumsal yükümlülüklerini ve bağlarını yitirme durumunda olan bireyin yaşadığı ruhsal bozgun durumu.


[14] Bkz. Samuel P. Huntington, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma”, (Çev. Ergun Özbudun), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 22-23, Sayı: 1-4 
(1965-1966), ss. 55-107.; Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, ss. 89-103.


[15] Modernleşmekte olan ülkelerde demokratik rejimlere geçiş konusunda şu ana kadar yaygın olan inancı fazla iyimser bulduğunu ifade eden Huntington’a göre, 19. yüzyıl ile bugün arasında, dünyada demokratikleşme konusunda çok önemli bir fark yoktur. Ona göre, modern demokratik rejimlerin ortaya çıkışı üç dalga halinde gerçekleşmiştir. Uzun olan birinci dalga, Amerikan ve Fransız devrimlerinden I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüş, özellikle 1920’li yıllar 
dünyada demokratik rejimlerin doruk noktasına ulaştığı yıl olmuştur. Ancak, bunu izleyen yirmi yıl boyunca, birçok Avrupa ülkesinde (Almanya, İtalya, Avusturya, Polonya, İspanya, Portekiz ve Baltık ülkeleri), bazı Latin Amerika ülkelerinde (Arjantin ve Brezilya) ve Japonya’da, demokrasi sona ererek, iki dünya savaşı arası dönemde komünist, faşist ve otoriter rejimlerden oluşan bir “ters dalga” gerçekleşmiştir. Kısa olan ikinci demokrasi dalgası II. Dünya Savaşı’nın sonundan 1960’ların ortalarına kadar sürmüş, bu dalgada demokrasiyi Batı Avrupa’nın çoğuna ilaveten bağımsızlıklarını elde etmiş pek çok Asya ve Afrika ülkesine de getirmiştir. Ancak, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın büyük bölümü çabucak otoriter ve faşist rejimlere ikinci bir “ters dalga”yla yeniden geri dönüş yapmıştır. Nihayet, üçüncü demokrasi dalgası 1970’lerin ortalarında demokrasinin Portekiz, İspanya ve Yunanistan ile oradan Latin Amerika ve Doğu Asya’ya geri dönüşü ile başlamıştır. 1989’da SSCB’nin dağılmasıyla başlayan komünist rejimlerin çökmesi sürecinde demokrasi yine Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne ve Rusya’ya egemen olmuştur. Neticede bu üçüncü dalga sonucunda kağıt üzerinde dünyanın pek çok ülkesi görece olarak zayıf ya da güçlü demokratik rejimlerle yönetilir hale gelmişlerdir. Ancak Huntington’a göre, bütün bu gelişmeler, çok da iyimser olmamızı gerektirecek bir tablo çizmemektedir ve bazı zayıf demokratik rejimlerin otoriteryenliğe geri dönmeleri durumunda [Rusya ve Türkiye için böylesi bir riskin olduğu kanaatindeyim] bir başka “ters dalga”ya dünyanın hazır olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Daha geniş bilgi için bkz. Samuel P. Huntington, Üçüncü Dalga: Geç Yirminci Yüzyılda Demokratikleşme, Çev. Ergun Özbudun, Kilit Yayınları, İstanbul, 2011.


Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi


Uzmanın Diğer Yazıları

  AB, Türkiye ve “Yalancı Bahar”: Yozlaşmış İlişkiler Perspektifinden Mülteci 
  Pazarlığı ve “Geri Kabul Anlaşması” 
  “Aşırılıklar Çağı”ndan “Küresel Terör Çağı”na: Paris Terör Saldırıları, 
  Medeniyetler Çatışması ve 21. Yüzyıl 
  “Çözü[l)m(e) Süreci”: Tek Taraflı ve Şiddete Bağımlı Bir Aşkın Anatomisi 
  Türkiye’nin Bir Ulusal Güvenlik Politikası Hala Var mı?: Suruç Saldırısı 
  Üzerine Düşünceler 
  Muaviye, Erdoğan ve Din İstismarı: İktidarın Yozlaşması ve Yozlaştırması 
  Üzerine 
  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki Pirus Zaferleri 


***


1 Nisan 2016 Cuma

PKK'nın Koruyucu Melekleri Özel Uçakları ile Diyarbakır'da- Açık İstihbarat

PKK'nın Koruyucu Melekleri Özel Uçakları ile Diyarbakır'da- Açık İstihbarat



Tarih:03/10/2015  
Türü:İstihbarat









Sürekli tekrarlıyoruz; artık terörle değil işgalle mücadele noktasındayız.

PKK bir terör örgütünün ötesinde ABD/NATO'nun öncü birliği olarak karşımızda.

Suriye'ye Rusya'nın konuşlanması ve ABD'nin sahne önünde bu konuşlanmaya karşı gibi görünürken arka planda iseUkrayna benzeri bir derin paylaşımın yapılmış olma ihtimali yüksek.

ABD için Pasifik mi daha değerli, Doğu Akdeniz mi sorusuna Pasifik cevabını veriyorsanız ; Rusya ile Doğru Akdeniz'e karşı Pasifik pazarlığı yapmadıklarının garantisini kimse verebilir mi?


PKK'nın Koruyucu Melekleri ve Özel Uçakları
www.acikistihbarat.com

04.10.2015



ABD'nin PKK'ya Destek İçin Diyarbakır'a Konuşlandırdığı Uçak

ABD'nin PKK'ya Destek İçin Diyarbakır'a Konuşlandırdığı Uçak

Yukarıdaki resme iyi bakın. ABD'nin AKP ile yaptığı son anlaşma ile Diyarbakır'daki üsse yerleştireceği uçaklardan biri.

ABD Özel Kuvvetlerinin kullandığı, Boeing'in ürettiği MC-130H model bu uçaklar; ABD Hava Kuvvetlerine bağlı "Guardian Angels" (Koruyucu Melekler) kod adlı birliğe bağlı olarak üsse
konuşlanacak.

"Milli AKP"'nin İncirlik ve Diyarbakır'a ek kuvvetlerle yerleşmesine izin verdiği ABD'nin bu uçakları sıradan uçaklar değil.

Burunlarındaki o büyük çıkıntıya dikkat.

O hazne bünyesinde en gelişmiş elektronik harp teçhizatı yatıyor. Bu uçakla her türlü iletişimi engelleme, yayma ve karıştırma becerisine sahipler.

Görünürde 300 kişilik "Guardian Angels" birliği , bölgede arama kurtarma operasyonları için bulunacak. Bizdeki MAK'ın karşılığı.

Bu birlik ABD Özel Kuvvetleri'nin de en elit tabakasını temsil ediyor ve bölgeye çok özel uçakları ile geliyorlar.

"Koruyucu Melek"lerin özel uçağı MC-130H 'nin derin özelliklerine geri dönelim...

Bünyesindeki son nesil elektronik harp teçhizatı dışında bu uçak, 75 metre yükseklikten her türlü hava şartında uçabiliyor.

Yani radar ufkunun altında uçabilecek yetenekte; hele ki bu ufuk bizim yetersiz radar sistemlerimizin ufku ise.

MC-130H kısa toprak pistlere inebiliyor ve ayrıca psikolojik harp materyalleri ve muhimmat/malzeme atabilmesine yarayacak teknolojiye sahip.

Özel Birlikleri nakletme kapasitesi bu uçağın en son ve en yavan özelliği.

Kitabın ortasından konuşalım...

"Guardian Angels" ve uçakları Diyarbakır'a kendi düşen pilotlarını kurtarma/koruma için değil PKK'ya destek operasyonlarına hız verme maksadı ile yerleşiyor.

300 kişilik birliğin farklı rotasyon teknikleri ile bölgeye sızdırabileceği özel kuvvet personelinden tutunda ; ister havadan, ister inebileceği kısa toprak pistler aracılığı ile karadan PKK'ya verebileceği lojistik ve elektronik harp desteği envai çeşit.

ABD NATO'nun Çıkartma Gücü olarak PKK(Dağlıca/Cizre Beachhead Saldırılarıdır)

başlıklı yazımızda PKK'nın ABD Özel Kuvvetleri tarafından  yeniden formatlanarak bölgeye yeniden konuşlandırıldığını yazmıştık.

ABD'nin İncirlik ve Diyarbakır'daki yeni konuşlanması ise işte bu yeni PKK'ya daha yakından destek verme girişimidir.

Bu girişim sonrası bölgedeki kritik referans noktalarında  istikrarsızlaştırma faaliyetleri hız kazanacaktır.

ABD'nin uzun erimli işgal operasyonunda, Diyarbakır konuşlanması çok önemli bir faz başlangıcına tekabül ettiğinden, NATO bağımsız TSK unsurlarının bu gelişmelere karşı teyakkuzda olması ülkenin bekaası açısından hayati önem taşımakta.

Sürekli tekrarlıyoruz; artık terörle değil işgalle mücadele noktasındayız.

PKK bir terör örgütünün ötesinde ABD/NATO'nun öncü birliği olarak karşımızda.

Suriye'ye Rusya'nın konuşlanması ve ABD'nin sahne önünde bu konuşlanmaya karşı gibi görünürken arka planda iseUkrayna benzeri bir derin paylaşımın yapılmış olma ihtimali yüksek.

ABD için Pasifik mi daha değerli, Doğu Akdeniz mi sorusuna Pasifik cevabını veriyorsanız ; Rusya ile Doğru Akdeniz'e karşı Pasifik pazarlığı yapmadıklarının garantisini kimse verebilir mi?

Devler birbirleri ile savaştıkları kadar da danseder ve gerekli taktik ve stratejik zekaya sahip olmayanlara ise, "Rusya'nın komşusu olmayan Suriye ile ne işi var?" şeklinde stratejik sığlık abideleri dikmek düşer. 

Bu tarz sığ akıllar ve ahlaklar , ABD-Rusya gibi devlerin ortak kullanımına ve zamanı geldiğinde ortak olarak harcanmasına adaydır.

Türkiye'de Devlet aklını mevcut güruhun elinden kurtarılıp , bizi bekleyen Metal Fırtına'yı karşılayabilecek düzeye taşınması için çok fazla vaktimiz yok.

Obama'nın demeçlerinde "Fırat'ın doğusu" terminolojisi kullanmaya başladığı noktada Devlet'in raflarından "ABD ile Savaş" senaryosunu indirip revize edip hazırlıklara başlama zamanı gelmiş demektir.

10 sene önce bugünleri uyardığımızda bizi "paranoyak komploculukla" suçlayanları tekrar uyarıyoruz.

Bu ülkenin bir 10 sene daha sizin gaflet ve dalaletinize tahammül edecek hali yok.

Açık İstihbarat


..