Süleyman ŞENSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleyman ŞENSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2020 Pazar

Kontrollü Bunalım Yönetimi, Suriye ve Doğu Akdeniz,

Kontrollü  Bunalım Yönetimi, Suriye ve Doğu Akdeniz,




Süleyman ŞENSOY .,

Süleyman ŞENSOY, Kontrollü Bunalım Yönetimi, Suriye ve Doğu Akdeniz, 
19 Ağustos 2019 

Röportaj 

Türkiye’nin bu konudaki kararlığı biliniyor ve son bir yıldır takip ettiğimiz kadarıyla Türkiye’nin güneyinde yani Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde 
Türkiye’nin ciddi bir askerî varlığı bulunuyor. Israrlı duyurulara rağmen bu askerî varlık bir harekâta dönüşemedi. Amerika ile yapılan müzakerelerde 
de bir aşama kaydedilememişti....
Program konuğu Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) Başkanı Sayın Süleyman Şensoy ile birlikte ülke, bölge ve küresel boyutta 
yaşanan gelişmeleri konuşacağız. Bölgesel ve küresel gelişmeler oldukça hareketli Sayın Şensoy, öncelikle bölgesel konulara ilişkin değerlendirme 
fırsatı bulalım. Türkiye, Millî Güvenlik Kurulu toplantısından hemen sonra bir Barış Koridoru kararını dünyaya ilan etmişti. Ardından, Türkiye’ye 
gelen ABD’li askerî heyetle Türk heyeti arasında Ankara’da yapılan temaslardan bir mutabakat çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da 
durum kamuoyuna açıklandı. Uzlaşmanın kapsamı ve buna sizin yorumunuz nedir? Barış Koridoru’nun kilometre olarak mesafesi konusunda 
Türkiye’nin mi ABD’nin mi dediği, yani 15 km mi, 35 km mi olacak, bu konuda hâlâ görüşmeler devam edecek gibi görünüyor. Ayrıca Türk-Amerikan 
ortak çalışma grubunca Bölge’nin kontrolü sağlanacak. Neler söylersiniz?

Türkiye’nin bu konudaki kararlığı biliniyor ve son bir yıldır takip ettiğimiz kadarıyla Türkiye’nin güneyinde yani Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde 
Türkiye’nin ciddi bir askerî varlığı bulunuyor. Israrlı duyurulara rağmen bu askerî varlık bir harekâta dönüşemedi. Amerika ile yapılan müzakerelerde 
de bir aşama kaydedilememişti. Çünkü zaten Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmayı bizzat ABD’nin kendisi destekliyor ve sürekli bir silah takviyesi var. 

Buna rağmen gelinen noktadaki durumu şu şekilde yorumluyorum; ABD Türkiye’ye bu konuda engel olamayacağına kanaat getirdi, “engel olamıyorsam içinde olayım” gibi bir perspektifle ortak bir harekât merkezi kurulması ve birlikte çalışılacağı için olası sürprizlerden ve kontrol edilemeyecek olaylardan kaçınılacağı öngörülüyor. Bu durum, yani bu “güvenli bölge” çalışması ve askerî seçenek Türkiye’nin istediği yönde ne kadar olacak? Bunu zaman gösterecek fakat en azından birlikte çalışıyor olmanın da karşı karşıya olmaktan iyi olacağını düşünüyorum.

Peki, bu “güvenli bölgenin” nihai amacı ne olacak Sayın Şensoy? 

Tabi ki bizim çok büyük bedeller ödediğimiz Kuzey Irak süreci var. En son bağımsızlık referandumuna kadar gitmişti. Türkiye ve İran’ın çabaları ile şimdilik vazgeçilmiş görünüyor.

2003’teki tezkereden mi bahsediyorsunuz?

Hayır, Körfez Savaşı’ndan itibaren Kuzey Irak’ta oluşturulan bağımsız Kürt devleti girişiminden bahsediyorum. Bu olayın benzerinin Suriye’de 
tekrarlanması ihtimal değil artık. Bu açık bir plan olarak görülüyor. Çünkü orada ciddi askerî gücü olan bir yapılanma kurulmaya çalışılıyor.

ABD bir orduya yetecek kadar silah sevkiyatı yaptı. 

Evet, burada Suriye’deki Şam merkezî yönetiminin etkisi de önemli. Onların da böyle bir duruma rıza göstermeyeceğini ve bu durum toprak 
bütünlüğü açısından göz önüne alınırsa önümüzdeki dönem sürpriz işbirlikleri ve yumuşamalar olabileceğini düşünüyorum.

Türkiye - ABD arasında bir yumuşamadan mı bahsediyorsunuz?

Türkiye ve Şam arasında. Bu durumun ihtimal dâhilinde olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü hiç kimse, Suriye bu noktaya gelsin istemedi. 
Çok bilinmeyenli denklem, vekâlet savaşları bilinen şeyler ama bugün Suriye’deki durum hiçbir şekilde Türkiye de dâhil hiçbir kimsenin istediği 
bir noktada değil. Belki çok az aktörün istediği noktada ama biz o aktörlerden değiliz.

İsrail gibi mi?

Evet ve ABD gibi. Çok büyük bir demografik felaket var. Çok büyük bir demografik vebal var.

Türkiye’nin “güvenli bölgedeki” nihai amacı Türkiye’de yaşayan dört milyon Suriyelinin rahat ve güvenli bir şekilde kendi ülkesinin toprağında 
yaşayacağı alana gönderilmesi olarak düşünülüyor. Bu değişim kalıcı mı sizce?

Bu durum teknik olarak pek mümkün değil. Sınırda otuz kilometrelik bir alan bile açsanız oraya kaç kişi gönderebilirsiniz? Orası ancak tampon bölge görevi görecektir veya bu alanda belli sayıda kamp vb. yaşam alanı kurabilirsiniz. Mültecilerin bizatihi ülkelerine dönmeleri için kendi kasabalarına köylerine şehirlerine dönmesi lâzım. Biraz kontrollü bunalım gibi düşünmek gerekir. Suriye’deki güvenlik risklerinin ve demografik risklerin Türkiye’ye yansımaması ve gelecekte herhangi bir defakto Kürt devleti gelişimine muhatap olmamak açılarından bir tedbir olarak düşünmek lâzım. Ayrıca bu durum nihai bir çözüm değil. Nihai çözüm; Suriye’de herkesin katıldığı bir yönetimin teşkil edilmesi, devlet otoritesinin tesisi ve güvenliğin sağlanması gibi sonuçların sağlanması gerekiyor.

Rusya, oluşacak olan ABD - Türkiye mutabakatının neresinde olacak sizce? Sınırda kurulacak olan bu “güvenli bölgede” Türk ve Amerikan askerlerinin ortak devriye yürütmesi durumunda Rusya - Türkiye arasında herhangi bir sorun çıkma ihtimali var mı?

Bu yönetilebiliyor. Daha içeride ve başka alanlarda da Türkiye ve Amerika birlikte devriye görevi yapmıştı. Dolayısıyla bunun yönetilebilir 
olduğunu düşünüyorum. Suriye ile daha radikal kırılmalar söz konusu olursa, o zaman Rusya’yı daha ciddi değerlendirmek lâzım. Mevcut 
durumun yönetilebilir olduğunu düşünüyorum. Çünkü orada İsrail dâhil Rusya da kendi açısından birçok dengeyi gözetmeye çalışsa da Türkiye’nin 
taleplerinin çok doğal ve makul talepler olduğunu söyleyebilirim.

Daha öncesinde bahsettiğiniz Körfez Savaşı’ndan sonra Bölge’de kurulan Kürt devlet yapısının aynısı Suriye’de yapılmak isteniyor. ABD’nin bu konudaki hedefleri 3-5 yıllık bir plan değil. Yapılan planlar, belli oluyor ki yirmi-otuz sene öncesine kadar dayanıyor. Peki, sonunda ulaşılmak istenen amaç ne olacak? 

ABD’nin bizatihi devlet politikası açısından çok anlamlı bir şey değil. Buna rağmen ABD de belli güç grupları tarafından etkileniyor, kontrol ediliyor. 

Dolayısıyla İsrail ve İsrail’i destekleyen unsurlar açısından önemli bir husus. Bu konuda hep bilindiği ve söylendiği üzere Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin ortak bir riski var. Bugüne kadar İran ve Türkiye kayıpları olmasına rağmen bu riski yönetebildi. Fakat Suriye ve Irak’ta durum kötüye gitti. Bu durum ne kadar eski bir plandır, o tartışmalı bir konu olarak görünüyor. Konu hakkında komplo teorileri de var. 
Yüz yıldan fazla geçmişe götürenler de var. İsrail’in kutsal devlet planı olduğunu söyleyenler de var. Biz daha somut ve güncel gelişmeler üzerine odaklanırsak burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hem toprak bütünlüğünün korunması hem de stratejik konumunun korunması Bölge’de devlet parçalanmasının olmaması gibi birçok uluslararası hukuka uygun talepleri savunmaya ve takip etmeye devam edeceğiz.

Bu yaşanan süreçte ABD Türkiye’yi tek taraflı bir operasyonu yürütmekten vazgeçirmeye çalışıyordu. Türkiye daha önce Fırat Kalkanı, Pençe 1-2 Harekâtı ile Bölge’yi terörden temizlemeye kararlı olduğunu bir şekilde kanıtladı. Şimdi ABD ile varılan mutabakat çerçevesinde Türkiye’nin Fırat’ın güneyine yönelik muhtemel operasyonu gündemde kalmaya devam eder mi?  

Elbette devam edecektir ama boyutunu kontrol edebilmek açısından ABD’nin ve Pentagon’un bu sürece “ortak harekât merkezi” ile dâhil olduğunu düşünüyorum. Fakat şu konuda da çok iyimser olmamak lâzım; bu ülkelerin kendi içlerinde bir yönetim tarzı kabul edilerek devlet otoritesi sağlanmadıkça, oralarda terörün tamamen bitirilmesi ve tamamen aşılması mümkün değil. Çünkü çok fazla bilinmeyenli denklem var, çok fazla - tabiri caizse - harekete geçebilecek “uyuyan hücre” var, çok fazla harekete geçebilecek yeni demografik alanlar var. Daha önce hiç teröre bulaşmamış olsa bile mevcut ortamdan, fakirlikten, yoksulluktan, haksızlıklardan ve hukuksuzluktan dolayı manipüle edilebilecek kitleler var. 

Dolayısıyla buralarda ancak bu merkezî yönetim biçimi kurumsal olarak oturana kadar kontrollü bunalım diyebileceğimiz palyatif tedbirler olabilir. 
Yapılması gerekiyorsa da bu yapılır. Çünkü hiçbir şey yapmadığınız zaman daha radikal sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Buna rağmen Türkiye’nin orada ciddi bir güç bulundurmaya devam etmesinin de ciddi bir maliyeti var.

Türkiye de uzun süre kalıcı olmak istemiyor gibi görünüyor, değil mi?

Asıl olan Suriye’nin kendi toprak bütünlüğü içerisinde olmasıdır. Birçok defa tekrarladığım gibi, bir devlet otoritesine ihtiyaç var. 
Bu olursa neden Türkiye orada kalmak istesin? Çünkü Türkiye de bütün şartlarını zorlayarak orada proaktif bir pozisyon almaya çalışıyor.

Türkiye’nin özellikle dört milyon Suriyeliyi kendi ülkesine gönderme işini konuşuyoruz. “İlerleyen zamanlarda Suriye ile biraz daha ılımlı bir ilişki kurulabilir” şeklinde bir cümle kurmuştunuz. Diğer taraftan Esad gibi Türkiye’nin kırmızı çizgisi olan bir konu var. 

Türkiye bu konudaki bakışını, tavrını değiştirecekmi, ne düşünüyorsunuz? 

Tekrar altını çizmek gerekirse bu konudaki takdir şüphesiz Ankara’nın. Fakat bu hususta geç kaldığımızı düşünüyorum. 
En azından ikinci kanallardan belli noktada bazı yumuşamalar sağlanabilirdi. Belki sağlanmıştır, onu biz bilmiyoruz. 

Sonuçta 2010’da başlayan olayların hedefi ile Türkiye’nin katkı sunmak istediği ortam arasında olağanüstü fark var. 
Ayrıca çok büyük bir demografik felaket var. Bu anlamda zaman içerisinde Ankara’nın da tavrını değiştireceğini ve daha yumuşayacağını düşünüyorum. Belki beklediği şartlar var. Biz birkaç yıldır bunun kademeli bir normalleşme olması gerektiğini ve sonuçta toprak bütünlüğünü korumanın Şam’ın kendi meselesi olduğunu düşünüyoruz. Ayrılıkçı Kürtler veya başka grupları kontrol etmek noktasında sorumluluğun Şam hükümetinde olması gerektiğini ve gerekirse buna uluslararası toplumun da Türkiye’nin de meşru sınırlar içerisinde yardım edebileceğini söylemiştik. Çünkü herhangi bir ülkenin sorununu dışarıdan çözmeye kalktığınızda işte bu noktaya geliyorsunuz.

Türkiye’deki Suriyelilerin ülkelerine gönderilmesi için ilave tedbirler alınacağı söyleniyor. Şimdi, hukukî olarak “geçici sığınma” statüsü içinde olan Suriyelilerin “güvenli bölge” kurulduğu zaman oraya gönderilme durumu var. Siz zaten “Bölge’nin dört milyon kişiyi kaldırabilecek bir potansiyeli olamayabilir” dediniz. Peki, Suriyeliler dönmek istemezlerse konuyla ilgili nasıl bir önlem alınacak? 

Zaten dönmek istemeyeceklerdir. Ancak kampta kalanlar nakledilebilir diye düşünüyorum.

Kampta da çok az kişinin kaldığı söyleniyor. 

Evet, dolayısıyla bir yerleşim yeri altyapısı olmayan yerlere götürebileceğiniz insan sayısı az olarak öngörülüyor. Bu durum hiç olmaz demiyorum ama bu sayı yüz bin olur, iki yüz bin olur. Belki yüzde 10’u kadar olur ama o bile çok ciddi bir rakam. O insanların geri dönebilmesi için hem güvenlik hem devlet alt yapısının çalışmaya başlaması lâzım ki bu konuda bir takım bölgeler temizlendikçe de dönüşler yaşandı. İnsanlar kendi evine, köyüne, şehrine dönüyor. Tabi bunun üzerinde ekonomik durumun da çok etkisi var. Hiçbir iş ve kazanç imkânı yoksa elbette insanlar gitmek istemeyecektir.

Bir de akrabalarının, ailesinin bu iç savaş süresinde ne kadarı orada kaldı?

Orada çok büyük demografik felaketler var. Bir kısmı vefat etmiş, bir kısmı farklı ülkelere dağılmış, bir kısmı ise kayıp…

Akrabaları ile Türkiye’ye gelenler var mesela. 

Tabii, fakat o akrabaların arasında da çok ciddi bölünmeler olabiliyor. Kimisi Avrupa’ya gitmiş, kimisi Körfez ülkelerine, kimisi Lübnan’a, Ürdün’e gitmiş durumda. Bu anlamda da ciddi bağlantısızlıklar var. Dolayısıyla onlar açısından bu durum hayatta kalma mücadelesi olarak düşünülüyor. Türkiye’deki Suriyelilerin - tamamı mümkün olmasa da - evine dönmesinin daha zaman alacağını düşünüyorum. 
Fakat her şartta belli bir kısmı, iyi uyum sağlayan ve Türkiye’de kendisine başarılı bir altyapı kurabilmiş olanların dönmeyeceğini de öngörmek gerekiyor. Bu sayının ne olacağını bugünden görmek mümkün değil. Zaten İçişleri Bakanımızın açıkladığına göre, 93 bin kişiye çocuklar dâhil vatandaşlık vermişiz ki bu sayı önümüzdeki dönemde biraz daha artacaktır. Belli sayıda Suriyelinin her şey düzelse de gitmeyeceğini bilmek ve bu durumu da normal kabul etmek gerekiyor. Mesela bizim Almanya’ya giden işçiler de gidiş şekli farklı olsa da bir ev, araba parası kazanmaya gitmişlerdi. Fakat dönmediler. Bunun da biraz hayat akışının ne getirdiğiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuçta gittiğiniz yere alışıyorsunuz, yıllar geçiyor. 

Çocuklarınız oluyor, iş kuruyorsunuz, iş buluyorsunuz geri döndüğünüz yerde daha iyi şartlar yoksa ve hukuken de bulunmanızda bir sorun 
yoksa kalma tercihinde bulunuyorsunuz. Dört milyon değil de beş yüz bin kişi kalsa Türkiye açısından çok daha yönetilebilir olur. 

Daha çok, iş gücü anlamında yetkin kişiler kalmış olur.

Bazı uzmanlar tarafından, özellikle ABD ile Türkiye’nin mutabakatı sonrasında ortak askerî birimlerin devriye göreviyle ABD doksanlardaki 
“çekiç güç” benzeri kalıcı olacak yorumları mevcut. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

ABD zaten Bölge’de var. Çok sayıda uçak indirebilecek 14-15 noktada üs kurdu. Orada on binlerce kişiyi eğitiyor ve donatıyor. 
Fiilen orada var zaten, olmaya da devam edecek görünüyor. Suriye’nin geleceği nasıl şekillenirse, ABD’nin ne pozisyonda olacağı ortaya çıkacakr. 
Bir federatif devlet mi olacak ki üniter devlet ihtimalinin gelinen noktada mümkün olduğunu görmüyorum. Bunu zaman gösterecek. ABD orada 
kalmaya devam edecek. Rusya da kalmaya devam edecek.

Peki, Türkiye?

Türkiye de kalmaya devam edecek bu şartlarda.

O zaman bu bölgedeki Suriye’nin toprak bütünlüğü yine merkezî otoritede mi kalacak? Bu yönetim meselesi ne olacak?

Konu, durumun neye evirileceği ile ilgili. Federatif bir devlet kurulur. Anayasaya göre devlet güvenliği sağlanır. 
Bu güçlerin rolü de o süreçte belirlenir. Üst düzeyde mi kalacak veya tamamen mi gidecekler ki Suriye’de yönetim ne olursa olsun Rusya’nın Lazkiye üssünü boşaltmak gibi bir niyeti olduğunu düşünmüyorum zaten. Dolayısıyla bu güçler orada var olmaya çalışacaklar ama daha farklı daha meşru bir zeminde orada kalacaklar.

Peki, S-400 savunma sistemlerinin teslimatı konusunda gerginleşen Türkiye - ABD ilişkilerinin bu anlaşma sonrasında normalleşme sürecine girdiği şeklinde bir yorum yapılabilir mi?

Bu konularda çok iyimser olmamak lâzım. S-400 konusunu ABD kendi içinde tartışmaya devam ediyor. Sistemin aktivasyonu da Sayın Cumhurbaşkanımızın açıklamasıyla Nisan 2020’ye uzayacak. Önümüzde 7-8 aylık bir zaman dilimi daha açıldığı görünüyor. 
İkinci bölüm sevkiyatın gelecek aylarda yapılacağı yine Rusya tarafından söyleniyor. Aktif hâle getirecek donanımların hepsi elimize geçmiş değil. 
S-400 konusunda ABD’nin tavrı; beklemede kalacağı yönünde. Ne yapacağı noktasında ise temkinli olmakta yarar olduğunu düşünüyorum. 
Suriye ile ilgili sürece de “karşı karşıya olmaktansa birlikte hareket etmek daha sağlıklıdır” perspektifinden bakmak gerekiyor. Çünkü ABD’nin buradaki duruma reaksiyonu; Türkiye’yi korumak değil, orada oluşturduğu gücü korumak ve herhangi bir olası çatışmaya izin vermemek noktasında olduğu görülüyor. 

Bu noktada temkinli olmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Her şeye rağmen tablonun bu şekilde seyretmesi de olumlu tabi.

Diğer bir konu da; Doğu Akdeniz’deki gelişmeler Türkiye’nin gündeminde yer alıyor. Sondaj gemimiz Yavuz faaliyetlerine başladı. 

Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, ABD ve İsrail Enerji Bakanlarının bir araya geldiğini görüyoruz. Türkiye’nin Bölge’deki sondaj ve arama faaliyetlerine karşı tavırları, ABD’nin yaptırım tehdidi vs. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki rolü, etkinliği ve adımları konusunda nasıl bir düşünceniz var?

Türkiye isteyerek ya da istemeyerek Doğu Akdeniz’de çok zemin kaybetti. Bu durumun sonucu olarak yeni bloklaşmalar ortaya çıktı. 
Sonrasında bu süreç Arap Baharı ve Mısır krizi ile Mısır’la olan ilişkilerimizin bozulmasıyla hızlandı. Türkiye açısından mevcut durumun çok sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Mevcut fiili durumda orada varlık göstermemiz, sondajların yapılması, deniz kuvvetlerimizin o gemileri koruması, Türkiye’nin uluslararası hukuk içerisinde hak iddiasında bulunması gibi kararları çok doğru ve yapılması gereken şeyler olarak görüyorum. Fakat Doğu Akdeniz’deki bölgesel politikamızın hem ikili ülkeler bazında hem de çok taraflı olarak yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Şu anda “münhasır ekonomik bölge” ilan edebilmek için Türkiye’nin elinde bir tek Libya’yla anlaşma ihtimali var. 
Fakat Libya’da da durumu biliyorsunuz. İki tane farklı hükümet var. Yüzlerce de milis güç var ve kimin kiminle savaştığı da çok net değil. 
Suriye gibi her an bir kırılma aşamasında. Bu anlamda bölgesel politikaya ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim. Bunun içerisine Mısır’la olan ilişkileri gözden geçirmek gerektiğini de eklemek gerekiyor.

İsrail ile ilişkilerimiz?

İsrail ile olan ilişkilerimizi de pragmatik bir şekilde gözden geçirmek gerekiyor. Çünkü bu bloklaşma bizim enerjimizi israf ettirir diye düşünüyorum.
 Çin ile Türkiye yeni anlaşmalar yapıyor. Olaya sonuç olarak biraz daha ekonomik temelli bakılıyor. Çin ile ilişkilerimizde olduğu gibi İsrail ile yine 
bu perspektiften yeniden ilişkiler kurulabilir mi?
 Reel-politik ilişkilerde diplomasi, savaştayken bile çalışır. Reel-politik ilişkilerin kurulabileceğini, daha da güçlendirilebileceğini düşünüyorum ki bu 
sadece İsrail için geçerli değil. Özellikle Mısır bu konuda önemli bir aktör. Ayrıca Batılı ülkelerden Mısır’a yönelik askerî kapasitesinin büyültülmesine 
yönelik bir takım yaklaşımlar da var.

Son zamanlarda Uygurlara yapılanlar konusunda haberleri çok sık görüyoruz. O yüzden İsrail ile olan ilişkiler, Çin ile olan ilişkiler kapsamında benzer 
bir şekilde mi olmalı?

Büyüklük, özellik ve etki alanları itibarıyla Çin ile İsrail farklı ülkeler. Gücünüz ölçüsünde bazı şeyleri etkileyebilir ya da değiştirebilirsiniz. 
Reel-politik sınırlar içerisinde kalmak bir psikolojik yenilgi değildir; ülkeleri daha doğru sonuca götüren bir düşünme ve bir davranış biçimidir. 
Doğu Akdeniz’de, Çin’le olan ilişkilerde veya herhangi bir aktörle olan ilişkilerde o reel-politik sınırlar içerisinde kalmanın her zaman yarar 
getireceğine inanıyorum.
( TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY, TRT Radyo “Haber Yorum” Röportajı | 08.08.2019 )

https://www.ozelburoistihbarat.com/analiz-arastirma-dosyalari/analiz-suleyman-sensoy-kontrollu-bunalim-yonetimi-suriye-ve-dogu-akdeniz-12806


***

20 Şubat 2019 Çarşamba

Kürt Koridoru İran ve Türkiye...

Kürt Koridoru İran ve Türkiye...



Süleyman ŞENSOY  
15 Ağustos 2015
Kürt Koridoru İran ve Türkiye
( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı 
24.07.2015 | TRT Türk  Küresel Bakış Programı )


Kürt Koridoru İran ve Türkiye, TUZAGI.,

Dışişleri Bakanlığı 2 Ekim 2014’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alınan yetki çerçevesinde Bakanlar Kurulu’nun DAİŞ terör örgütüne yönelik hava harekâtlarına katılan Amerika Birleşik Devletleri ve uygun görülecek bazı diğer Bölge ülkelerinin insanlı ve insansız hava araçlarının Türkiye’deki üslerde konuşlanmasına onay verdiğini, konuyla ilgili Türk Hava Kuvvetleri unsurlarının da görevlendirileceğini duyurdu. Bakanlık’tan yapılan açıklamada, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nin iki NATO üyesi müttefik olduğu belirtilerek, müşterek tehditlere karşı yine müşterek çabalarla cevap vermenin iki ülke bakımından bir öncelik olageldiği kaydedildi. 

Bu açıklamanın biraz öncesine gidelim, sabah saatlerine dönelim. Sabaha karşı Suriye sınırında hareketli saatler yaşandı. DAİŞ’in dün sınırdaki Türk Karakolu’na ateş ederek bir astsubayı şehit etmesi üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri angajman kuralları çerçevesinde karşılık verdi. Türk Savaş uçakları Suriye’deki DAİŞ hedeflerini vurdu. Hem sıcak gelişmeyi size aktardık hem de sabaha karşı düzenlenen bu hava harekatını değerlendirdik; ama elbette sıcak gelişmeyi Süleyman Hocam size sorarak başlayalım. Bu sıcak gelişmedeki Amerika Birleşik Devletleri ve hemen yanı başında hareket edecek olan ülkelerin hava sahasını kullanması ne anlam taşıyor?
Pandora’nın kutusunu açınca ne olduğunu yaşıyoruz. Arap Baharı ile birlikte, Libya’dan sonra Suriye’de Pandora’nın kutusundan çıkanlar geldiğimiz noktayı özetliyor. Bu yüzyılın üç temel rekabet unsuru var: mikro-milliyetçilik, entegrasyon ve öngörülemezlik. Bunların hepsini de bu olaylarda farklı veçhelerde görüyoruz; Suriye özelinde ve Orta Doğu bölgesi özelinde. Türkiye burada, öngörebildiği bütün sonuçlardan uzak kaldı; hatta tam tersi neticelerle karşılaştı. Bu birçok Bölge ülkesinin ya da daha büyük Batılı ülkelerin de sıklıkla başına gelen bir durum. Ama geldiğimiz nokta bir “kontrollü bunalım” noktası; çünkü geçmişte öngörmediğimiz birçok şeyle karşılaştık. Örneğin; Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumunun olabileceği, iki üç yıl önce sıklıkla söylendiği zaman bunun demografik ve coğrafi olarak mümkün olmadığı ifade ediliyordu. Fakat bugün gelinen noktada Kürt koridorunun tamamlanması için Hatay’a kadar olan yerde 100 -150 kilometrelik bir kısım kaldı. “öngörülemezlik” teyit edilmiş oldu.
Demografiyi değiştirecek bir takım olaylar ve hareketler, çatışmalar, göçler yaşandı.  Gelinen durum Bölge ülkeleri ve Türkiye açısından asla bir kazanç durumu değil. Burada merkezi sağlam tutarak, mümkünse nefsi müdafaa dışında bir bölgedeki unsurlarla ya da Suriye Şam yönetimiyle bir sıcak savaşa girmeden ya da herhangi başka bir güçle bir sıcak çatışmaya girmeden merkezi kuvvetlendirerek bu sürecin dışarısında kalmaya çalışmak ve oradaki riskleri de minimize etmeye çalışmak temel referans olarak gözüküyor. Çünkü şu anda DAİŞ’i tasfiye ettiğinizde yerine kimin geleceği konusu belirsiz, Türkiye açısından. Kürt unsurlar gelirse, Kürt koridoru tamamlanmış olacak, Türkiye’nin asla istemediği bir şey. Kürt unsurların dışında başka unsurlar gelirse bunu da uluslararası koalisyon güçleri isteyecek mi? İstemeyecekleri yönünde çok güçlü işaretler ve tecrübeler var. Dolayısıyla Türkiye’nin bu süreci bir “kontrollü kriz yönetimi” olarak götürmesi gerektiği kanaatindeyim. Gelinen noktada İncirlik dâhil Türkiye’deki üslerin - ki çoğul ifade Dışişleri Bakanlığı’mızın açıklaması - koalisyon kuvvetlerinin kullanımına açılmış olması da önemli bir zihinsel eşik. Bu anlamda IŞİD’in Türkiye içindeki olası harekete geçirebileceği unsurlar açısından da büyük riskler barındırıyor. Önümüzdeki ayları, belki bir iki yılı çok dikkatli bir güvenlik çerçevesi içerisinde geçirmemiz gerektiği gözüküyor.
    Süleyman Hocam, teşekkür ediyoruz bu değerlendirme için. Peki sınırda güvenlik sıkıntısı hep dile getiriliyordu. Ama bu sınırdaki güvenlik sıkıntısı, acaba gerçekten bir sıkıntı mı yoksa atılan adımlar, önemli olarak değerlendirilmesi gereken bir durum mu? Yani; nasıl biz bunun tam anlamıyla önlemini alabiliriz ki! 910 kilometrelik bir alandan bahsediliyor; yani el ele tutuşmuş insanlar ancak bir baraj kurarak buradan geçişi engelleyebilir. Orda nasıl bir güvenlikten bahsedebiliriz? Bununla ilgili nasıl bir çalışma yapılması gerekir? 
    910 kilometrelik sınırı yüzde yüz garantiyle korumak diye bir şey söz konusu değil. Ama tabi Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok büyük imkân kabiliyeti ve idealizmi var. Siyasi talimat aldıkları sürece başarılı olacaklarına inanıyorum; ama bunun yüzde yüz bir kontrol ve yüzde yüz sızmaları önleyecek bir garanti olduğu kanaatinde değilim. Çünkü oraya bir milyon kişilik bir ordu da indirseniz o coğrafi şartlar içerisinde onu sağlayamazlar. Özellikle geçmişteki sınır sorunlarının, sınırdan kaynaklanan sızıntıların çok fazla olmasının biriktirdiği riskler var. Mülteciler başta olmak üzere… Onlar üzerinde de tekrar durmak gerekiyor; olası bir güvenlik riski içeriyorlar mı içermiyorlar mı diye.
Şu ana kadar verilen tepkinin de biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Belki bu sembolik olarak gerekliydi; dünyaya bir mesaj vermek için; Türk Devleti’ne, toplumuna, halkımıza bir mesaj vermek için. Ama DAİŞ gibi örgütler birer kaldıraç, ölmüyorlar da dirilmiyorlar da. Bunun uzun soluklu bir süreç olduğunu, DAİŞ gibi örgütlerin Bölge’nin şekillenmesi için kullanıldığını da görerek, yakın vadede bir çözüm olmadığını bilerek, bir miktar adrenalini düşürerek devam edeceğini değerlendiriyorum. Çünkü ekonomimiz ve turizmimiz bundan olumsuz etkilenecek, adrenalin yani heyecan, tansiyon uzun süre yüksek devam ederse, bu volümü düşürmek gerektiği kanaatindeyim. Bunun uzun soluklu bir bunalım yönetimi olacağı gözüküyor. Bu açıdan belki bu ilk birkaç günün tepkilerinin böyle büyük olması gerekmiş olabilir. Ama bundan sonrası için buradaki süreci rutin hala getirmek gerektiği kanaatindeyim; çünkü hep keskin ve hemen çok hızlı bir şekilde netice alacağız şeklindeki agresif çıkışlar hep tam tersi sonuçlarla karşılaşmamızı getirdi. Dolayısıyla zaman yönetimi açısından da bu sürecin ve artan tansiyonun biraz düşürülmesi gerektiği kanaatindeyim.

Şunu da sorayım: Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen kınama mesajları, gerek Suruç’taki saldırıyla ilgili olsun 20 Temmuz’da, gerekse dün yaşanan bu olayla ilgili olsun. Sonrasında, Avrupa Birliği’nden gelen, NATO üyelerinin yapmış olduğu açıklamalar, pek çok açıklama var ve Türkiye’nin yanındayız diyorlar. Barack Obama’nın özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak yaptığı telefon konuşmasıyla ilgili detaylar gündeme geldi ve bu detaylarda şu dikkat çekici: “Biz sizin yanınızda her zaman varız; ama sanki birazcık sizi yalnız bıraktık bu dönemde.” Bu itirafı da yaptılar. Şimdi, böylesine itiraflar da varken acaba bu saatten sonra daha da önemli bir mesafe kat edilebilir mi hızlı bir şekilde; yani oradaki güvenlik açısından olsun ya da bu tip münferit saldırılar diyelim, yani bir iki kişinin çıkıp oradan biz DAİŞ adına bu saldırıyı yapıyoruz deyip, bunu da kaydedip bir şekilde ekranlara koyması DAİŞ’in aslında herhangi bir yerden çıkabileceği bir ifadeyi de bizimle karşı karşıya bırakıyor. 

DAİŞ diye tanımlanmış bir şey hem var hem yok. Yani yerine göre bir obje, yerine göre bir gerçeklik. Dolayısıyla Bölge’nin şekillenmesi için her şekilde kullanılabiliyor. Bir de oradaki enformasyon akışı, olayların kontrolü, bir devlet otoritesi olmadığı için çok ölçümlenebilir değil. Belki arazideki istihbaratçılar daha detaylı şeyler bilebilirler; ama o da karışık. Analiz edilmesi noktasında karışık konular. NATO ülkelerinin, yani müttefiklerimizin, Amerika Birleşik Devletleri’nin son birkaç günlük yakınlaşmasının da neticesi, üslerin kullanıma açılması olarak çıktı. Orada da “duygusal” bir bağ var, bu yakınlaşmada. Türkiye’de bu koalisyona aktif olarak katılmış oldu; daha önce fiili olarak yani bombardımanlara, saldırılara katılmıyordu. Bu anlamda Türkiye’de ikna edilmiş oldu. Hem iç güvenliği hem dış güvenliği açısından. Bunun kazandıracağı zamanla, Batılı müttefiklerimizle iyi ilişkilerinin getireceği zamanla iç ve dış güvenlik tehditlerini minimize etme noktasında o zamanı iyi kullanmak gerektiği kanaatindeyim. Bu koalisyon beraberliğinin Türkiye’ye doğuracağı çok ciddi sonuçlar da olacak. Tahmin ediyorum ki Devletimiz de bunun senaryolarını yapıp gerekli hazırlıkları yapıyordur.

Terör örgütü DAİŞ’i hedef alan hava operasyonuyla ilgili gün boyu açıklamalar geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, DAİŞ’e karşı ilk adımın kararlı bir şekilde atıldığını vurguladı. Başbakan Ahmet Davutoğlu da operasyona dair bilgi vererek; “Hedefler yüzde yüz isabetle vuruldu” dedi. Biraz fazla mı Suriye ve Türkiye arasında sıkışıp kalmış durumdayız? Irak’a baktığımızda keza yine Türkiye’nin önemli bir sınır komşusu, eski dostlarından diyebileceğimiz bir Irak vardı ve dengeler orda nasıl değişiyor? Sonuçta Irak’ı da unutmamak gerekiyor, sıkıntılı bir bölge. 
Yavuz Sultan Selim’in kurguladığına inandığım bir “Türkmen Hattı” var orada. Çok eski, yaklaşık 500 yıllık bir süreç, Doğu seferiyle birlikte. Bu zaman içerisinde de değişik dönemlerde tahkim edilmiş bir hat. Zaman zaman gerilemiş, zaman zaman ilerlemiş; ama Cumhuriyet’le birlikte de o hat korunmaya çalışılmış, desteklenmeye çalışılmış. Ama bu herhangi bir toprak talebi anlamında değil, orada soydaşlarımızın, kardeşlerimizin güçlü olarak durması anlamında, barışçıl bir perspektifte. Fakat; özellikle son 10 - 15 yılda Kuzey Irak’tan başlayarak yaşanan gelişmeler bu Türkmen Hattı’nın büyük ölçüde tasfiye olduğunu gösteriyor. Bunda zaman zaman dönemsel olarak bizim yaptığımız büyük hataların da payı var.
Ne Kuzey Irak’ta ne de Suriye’nin kuzeyinde şu anda oradaki dengeleri etkileyebilecek bir Türk varlığı kalmadı. Gerçekçi olmakta ve bunu söylemekte bir sakınca olduğu kanaatinde değilim. Ancak, var olanları da korumak açısından belki yeni bir perspektife ve yaklaşıma ihtiyaç var. Onları böyle cepheye sürecek, “efendim bu işi kurtarın temizleyin biz arkanızdayız” filan diyecek bir kapasite de kalmadı; yani onları intihara sürüklemek gibi bir şey olur bu şekilde onları cesaretlendirmek. Fakat oradaki mevcut yapıyı koruyabilmemizin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

İkincisi; İran’ın uluslararası sisteme dönüşü; yani Nükleer Anlaşma’nın yapılmış olması… Bunu yaklaşık iki yıldır biz ısrarla bulabildiğimiz her türlü mecrada özelde, genelde söylüyoruz. Bu belliydi; bunun birçok ön işaretleri vardı. İran’ın uluslararası sisteme dönüşü, Bölge’deki Kürtler, ve Kürt koridorunu da ve farklı konuları da çok önemli bir şekilde etkileyecek. Zaten bu krizden en karlı çıkan ülkelerden birisi, biliyorsunuz İran oldu. Irak’ın işgalinden sonra fiilen orda çok büyük bir mevzi kazandı. İran’ın geri dönüşünün çok iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum, güvenlik boyutunda.
Ekonomi boyutunda da, Türkiye ve İran ilişkilerinin ekonomilerinin barındırdığı kapasite açısından mutlaka çok derin bir karşılıklı bağımlılık inşa edilmesi gerekiyor. Bu konuda yeterli gayreti, yeterli seferberliği gösterdiğimiz kanaatinde değilim. Bu ekonomik derinleşme hem karşılıklı olarak iki ülkenin menfaatlerinin örtüşmesi, Türkiye’nin cari açık sorununa katkı yapılması gibi, yüzlerce olumlu sebep doğuracağı gibi en önemlisi Bölge’deki güvenlik politikaları anlamında ve Türkiye’nin istemediği bir takım koridorlar anlamında da İran’la yapılacak olan işbirliğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat önümüzde çok az bir zaman var; yani özellikle bu yapılan anlaşmalar, işte parlamentolarda onaylandıktan sonra ki birçoğu onaylandı, İran’la ilgili uluslararası aktörlerin hızları artacak. Son bir yıldır Tahran’da sayısız Batılı heyet var; ilişki alt yapısını tekrar kuruyorlar; harekete geçmek, yatırım yapmak, bir takım pozisyonlar almak için. “Yedi Kız Kardeşler” diye tabir edilen büyük petrol şirketleri bile Tahran’a döndüler, ön alarak döndüler, hazırlık yapmak için. Dolayısıyla İran’ın nasıl evrileceğinin de Bölge’de bizi ilgilendiren temel güvenlik politikalarında, temel güvenlik politikalarının ve geleceğinin ne olacağı konusunda çok belirleyici olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin - bu anlamda Suriye ve Irak’ta artık çok geç kalınmış olsa da - İran’la hala güçlü bir işbirliği perspektifi olduğu ve bu konuda bir seferberliğe ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

Peki şunu da hemen ekleyeyim peşine: İran’ın büyük oyuncu olarak dünyaya geri dönmesi, sistemin içine tekrar dahil olması aslında anlaşmanın hemen akabinde; DAİŞ terörünün artık bir şekilde yavaş yavaş tüketilmesi adına İran’ın da ciddi bir oyuncu olacağı yönünde açıklamalar yapıldı, değerlendirmeler yapıldı. Bu yorumları doğru olarak niteleyebilir miyiz? DAİŞ’in bir şekilde ortadan kaldırılması adına İran’ının aktif rol alabileceğine inanıyor muyuz?
DAİŞ’le mücadelede Musul’un düşmesinden sonra zaten İran aktif olarak yer aldı. Özel kuvvetleri cephede hem Kürtlerle hem de Amerika Birleşik Devletleri güçleriyle birlikte savaştılar DAİŞ’e karşı. Çünkü DAİŞ’in ideolojisi temel olarak Şia’yı Hristiyan’dan Yahudi’den ya da herhangi bir din mensubundan daha kötü görüyor. Görüldüğü yerde öldürülmesi gereken insanlar olarak yorumluyor.

İran’ın buna tarafsız, kayıtsız kalması mümkün değil. Ama dediğim gibi DAİŞ bir maşa, bölgesel mimarinin yeniden şekillendirilmesi açısından. DAİŞ’le ilgili mücadele konusunda İran zaten var. Daha etkin de olabilir. Ama Bölge’deki toprak bütünlüklerinin korunması ve ülkelerin istikrarlarının korunması noktasında İran ve Türkiye’nin çok daha fazla işbirliği yapmasına ihtiyaç var. Bildiğiniz gibi 79’dan önce, Şah döneminde İran her zaman Batı’yla ilişkileri çok iyi olduğu için Türkiye’ye karşı bir dengeydi. Yeniden bu rolü, hızlıca edinebilir. Bu da hem Kürt koridorunun Akdeniz’e doğru açılması hem İran’ın Batılı uluslararası sisteme entegre olmasıyla; 2. ligden de olsa nükleer kulübe, %5’lik zenginleştirmeye girmiş olmasıyla, Türkiye’nin stratejik önemini çok riske eden, bütünlüğünü riske eden sonuçlar ortaya çıkarabilir. Bu anlamda - henüz tazeyken ki özellikle son iki yıldır bunu ısrarla ifade ediyoruz - İran’la yapılacak çok iş olduğunu, bunun için de karşılıklı siyasi iradeler ve alt yapı olduğunu; ama biraz özveriyle bütün oyuncuların; yani sivil, resmî, özel sektör anlamında daha etkin olması gerektiği kanaatindeyim.
Fransa ve Hollanda’da Türkiye’ye dair önemli şeyler yazıldı, çizildi dünkü gelişmenin sonrasında. Flaş gelişme olarak duyurulan bir takım haberler oldu. Türkiye’yle sınırlı kalmadı, sınırlarımız dışından gelen tepkiler de elbetteki önemliydi. Türkiye’nin bir şekilde burada aktif olarak rol üstlenmesine dair, ifadeler yavaş yavaş Avrupa medyasında gündeme geliyor. 

Kuzey’deki Kürt koridoru eğer tamamlanırsa DAİŞ güneye yönelecektir. Güney’de de Suudi Arabistan başta olmak üzere bu anlamda risk altında olan, bu tür değişik manipülasyonlara açık, alt yapısı tetiklenebilir çok ciddi ülkeler var. Olayın bir boyutu bu. İkinci boyutu daha farklı bir perspektiften baktığımızda - bizim kendi geleneksel literatürümüzden yola çıkarak ifade edecek olursak - bu büyük bir bölgesel fitnedir. Sonuçta ölen de öldüren de bir şekilde Müslümanlardan oluşuyor, Bölge insanlarından oluşuyor. Mümkün olduğunca bu fitnenin dışında kalmakta yarar olduğu kanaatindeyim. Bir takım hassasiyetlerimizin korunması açısından da, nefsi müdafaa dışında gerekmedikçe bu sürecin dışında kalmanın ve merkezi kuvvetlendirmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı 
24.07.2015 | TRT Türk  Küresel Bakış Programı )

http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/19557/kurt_koridoru_iran_ve_turkiye

***