Bir Ülke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bir Ülke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2017 Çarşamba

Halkın Halk Tarafından Halk İçin Yönetildiği Bir Ülke Haline Gelebilecek Miyiz?


Halkın Halk Tarafından Halk İçin Yönetildiği Bir Ülke Haline Gelebilecek Miyiz?



TASAM Bşk. Yrd. Murat BİLHAN



15.09.2007
TASAM Bşk. Yrd. Murat BİLHAN

Bugün muhakkak herkes gibi “halkın yönetildiği” bir ülkeyiz, ama “halk tarafından ve halk için yönetildiği bir ülke” miyiz? Yani, gerçek bir demokrasi olduğumuz söylenebilir mi? Dört veya beş yılda bir kere seçim sandığına yönelen halkımız, kendi kendisini gerçekten yönettiğini mi zannetmektedir? Eğer demokrasi kavramını ve tarifini sadece sandıktaki sonuca indirgerseniz bu kısmen doğru olabilir. Yani temsili demokrasinin bir şartı oluşmuş olur. Ama aşağıdaki sorulara doğru cevaplar verirseniz kendi tarafımızdan yönetilmenin neresindeyiz, daha iyi görebiliriz. 


- Halkımız, seçtiği insanların, kendisinin “patronu” değil, “hizmetkârı” olduğunun bilincinde midir? 

- Aynı bilinç, seçilenler, yani halktan onu temsil sorumluluğu alanlarda da var mıdır? 
- Seçilenlere verdiğimiz ayrıcalık, dokunulmazlık, yetkilere karşılık, bununla orantılı sorumlulukları ve görevleri bulunduğunun ve bütün bu geçici ayrıcalıkların belli görevleri yerine getirebilmeleri için kendilerine kısıtlı sürelerle tanındığının veya öyle algılanması gerektiğinin farkında mıyız? (hem seçenler, hem seçilenlerce)
- Dokunulmazlıkların hiçbir uygar ülke demokrasisinde kabul edilemeyecek ölçüde kötüye kullanıldığının ve bu ayrıcalığın kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılmasının gerçek bir demokrasi için zorunlu olduğunun farkında mıyız? 
- Devletin bizim yarattığımız, sadece bize hizmet amacıyla oluşturulmuş bir kurum olduğunun, dolayısıyla devlet görevlilerinin (bu kez seçilmemişleri, bürokratları kasdediyorum), bizden üstün ve aramızda sınıf farkı olan bir zümre olmadığının bilincinde miyiz? Ve daha da önemlisi, onlar da bunun bilincinde mi? 
- İster seçilmiş, ister atanmış olsun, sivil veya asker kamu yönetim kadrolarındaki kişilerle ilişkilerimiz, ast-üst ilişkileri şeklinde mi yürütülüyor, yoksa her uygar toplumda olması gerektiği gibi eşit fertler arasında karşılıklı sevgi ve saygıya ve nezaket kurallarına dayalı bir iletişim şeklinde mi cereyan ediyor? 
- Bir vatandaş sorumluluğuyla seçtiklerimizi iki seçim arasında sürekli denetleme görevini yerine getiriyor muyuz? Yoksa “oyumu verdim, görevim bitti; beğenmezsem öbür seçimde değiştiririm” diyerek demokratik görevimizi ihmal ederken yerine getirdiğimizi mi zannediyoruz? Daha da kötüsü, aynı zamanda demokratik bir hak olan bu denetleme ayrıcalığından kendi irademizle vaz mı geçiyoruz? 

- Bizim vergilerimizden, harçlarımızdan, katkı paylarından, bağışlarımızdan, primlerimizden ve alın terimizden her türlü paralarımızdan kamusal havuza aktardığımız gelirlerden yapılan harcamaları denetliyor muyuz? Zengin Batı ülkelerinde her kör kuruşun hesabı “vergi veren” sıfatını öne süren sıradan vatandaşlar tarafından her gün sorulurken ve kamu görevlisinin (seçilmiş ve atanmış) yakasına yapışılırken, bizim vatandaşımızda bu bilinç yerleşmiş midir? Hepimizin ortak malı olan ve ortak refah için harcanması gereken paraya uzanıp ondan haksız kazanç sağlayan, nemalanan, devlet malını har vurup harman savuran, kendilerine görev ve temsil için geçici ve emaneten verilen devlet olanaklarını kendi kişisel çıkarları için kullanan insanlardan hesap sormak, vatandaşımızın aklına gelmekte midir? Yoksa vatandaşımız, ortak malı sahiplenmemekte, kendi malı gibi görmemekte; bir kamu görevlisinin denetlenmesini, başka bir kamu görevlisine (örneğin müfettişe) emanet etmeyi yeterli mi görmektedir?

- Vatandaş, kuvvetler ayrımının farkında mıdır? Yasama, yargı ve yürütmenin, birbirini denetlemesi ve dengelemesi, ama birbirine karışmaması gerektiğini, bunun diktatörlükle demokrasi arasındaki önemli farklardan biri olduğunu, ama devlet aygıtını oluşturan tüm bu kurumların en üstünde, devletin mevcudiyet sebebini teşkil eden kendisinin bulunduğunu bilmekte midir? “Devlet benim için vardır, ben devlet için değil” diyebilmekte midir? 

- Vatandaşımız küreselleşme ile özelleştirmenin, birbiriyle bazen uyumlu, ama farklı kavramlar olduğunu bilmekte midir? Küreselleşmeden kaçılamayacağını, ama özelleştirmenin özgür kararımıza bağlı olduğunu; birini uluslararası toplumun, öbürünü kendimizin yönlendirdiğini vatandaşımız bilmekte midir ve kontrol görevini yerine getirmekte midir? Yoksa bu kararları verenleri kontrolsüz ve başıboş bırakmakta, onlara yerli ve yersiz, sınırsız olarak güvenmekte midir? Hortumlanan, çarçur edilen, yağmalanan bankalar, kurumlar, tesisler ve ekonomik değerlerde, kendi payı ve emeği ve çocuklarının ve torunlarının geleceği de olduğunu aklına getirerek, “arkadaş bu benim param, kimden alıp kime veriyorsun” diye sorarak, doğru karar verilip verilmediğini denetlemekte midir? (Bu noktada bir hususun altını çizmek gerekmektedir: Küreselleşmeye uyum da tabiatıyla lüzumlu, özelleştirme de lüzumludur. Bunların aksini düşünmek çağ dışılık olur. Önemli olan doğru yöntemleri, doğru enstrümanları bulmak, doğru zamanda ve ülke çıkarlarına uygun olarak kullanmaktır.) 

- İyi ve demokratik bir yönetimin temel şartlarından biri, tüm nüfusun ve tabanın katılımının sağlanmasıdır. Nüfusun yarısını teşkil eden kadının yönetime katılımı, erkekle eşit şekilde sağlanamazsa, halkımızın kendini yönettiği söylenebilir mi? Olsa olsa halkın bir bölümünün diğer bölümünü yönettiği söylenebilir. Bununla sadece kadının siyasete girerek seçilme ve yönetme hakkını bihakkın kullanabilmesini (örneğin İsveç gibi) ifade etmekle yetinmeyip, daha seçme hakkı aşamasında üzerindeki ataerkil ve toplumsal etki ve baskı ipoteklerinden kurtulup yukarıda saydığımız tüm hususlarda bilinçlenerek özgür iradesine kavuşmasını ve vatandaşlık görevini yerine getirmesi gereğini vurgulamak istiyoruz. 

- Vatandaşımız seçim kampanya dönemlerinde kendisini ziyarete gelen siyasetçilerin doğruyu mu söylediklerini, oy avcılığı için mi geldiklerini gerçek kanıtlarıyla süzgeçten geçirip anlayabilmekte midir? Örneğin, ütülü, kravatlı, marka elbisesiyle gelip köylüye şirin görünmek için yere oturup, ortadaki çorba tenceresine topluca kaşık sallayarak ve etleri elleriyle kemirdikten sonra ellerini üstüne başına süren bir politikacıyı acaba vatandaşımız sempatik bulmalı mıdır ve kendinden saymalı mıdır? Yoksa kendisini yer sofrasından masaya kaldırıp, sandalyeye oturtan ve çatal bıçakla yemek yemeğe ikna edebilecek bir politikacıyı vatandaşımız kendisinden uzak ve antipatik mi bulmaktadır? Bu kriterin hiçbir kamuoyu yoklamasında ele alınmış olduğunu sanmamaktayım ve uygulamada da birinci şıkkın maalesef egemen olduğunu tahmin etmekteyim. Bu da, ülkemizde yürütülen seçim politikalarının onyıllardan beri “Demokrasi” diye yutturulmaya çalışılan ucuz bir popülizm olduğunu göstermekte ve bu oyun çeşitli şekil ve örneklerle devam etmektedir. Vatandaşın sağduyusuna hakaret eden bu ucuz propagandanın, bizzat vatandaş tarafından layık olduğu cezaya çarptırılacağı günün de geleceğine – 60 yıllık çok-partili “demokrasi” deneyiminden sonra artık inanmak gerektiğini düşünüyorum. İşte o zaman vatandaş kendi yönetimine gerçek anlamda sahip çıkabilecektir. 

- Vatandaşımız kendisine ait olan ve yönetimini üstlenmesi ve tabiatıyla koruması gereken vatanının sahipliğinin ne ölçüde bilincindedir? Bir yandan “tabii onun sahibiyim” derken, onu her türlü tehlikeden koruma işinin başkasına ait bir görev ve sorumluluk olduğunu mu düşünmektedir? Yani örneğin, ormanı yakan veya başkası yakarken seyreden, kundakçıya engel olmayan, onun cezadan kurtulmasına aldırış etmeyen vatandaşımız, buna karşı tedbir almanın kendisine ait bir sorumluluk ve görev olmadığını mı düşünmektedir? İzmariti ve çöpü, arabasının penceresinden atarken ve böylece arabasını temiz tutarken “sokaklar, ormanlar, parklar benim değildir” mi demektedir? “Elalemin koskoca denizini ben mi temiz tutacağım, deniz nasıl olsa bu kiri temizler” mi diyor? Sayabildiğiniz kadar sorumsuzluk ve bilinçsizlik örneği sayabilirsiniz. Bunu söylerken sorumluluk duygusuyla hareket eden vatandaşlarımızı töhmet altında bırakmak istemiyorum, ama maalesef zararlıların gücü bazı alanlarda daha fazla olabiliyor. 

Bunları yapanlardan vatan topraklarını, vatan denizlerini yönetme ve koruma sorumluluğu ve bilinci beklenebilir mi? Bunların faturasını, ülkemizin gerçek vatanseverleri, milliyetçileri, halkın halk tarafından halk için yönetilmesi gerektiğine inananlar, onların masum çocukları ve torunları ödemeye mecbur bırakılmaktadır. Ülkemizin eksik ve kusurlu demokrasiyle yönetilmesine sebep olanlarla maalesef aynı hava, toprak ve suyu paylaşmak zorunda kalmaktayız.

Dört mevsimi bir arada yaşayan, iki kıtayı kucaklayan, ana kucağı kadar sıcak ve şefkatli denizlerle çevrili, bize yedi bin yıllık dünya medeniyetini hediye eden, bu dünyanın en güzel ve verimli ülkesi ve onurlu vatanı, bu muameleye layık değildir. Uygarlıkların beşiği, uygar Türkiye bu değildir ve olmamalıdır. Er geç bu sıkıntılardan kurtularak vatanını gerçekten seven ve onu sahiplenen tertemiz çoğunlukla kucaklaşacağına ve özlenen demokrasiyi ve uygarlık düzeyini yerleştireceğine yürekten inanıyorum.

Murat BİLHAN,  Büyükelçi (E), TASAM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı, Kültür Üniversitesi Öğr. Gör.