22 Mart 2020 Pazar

1960 GÜNÜMÜZE TÜRKİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 2

1960 GÜNÜMÜZE TÜRKİYE SİYASİ TARİHİ.  BÖLÜM 2



1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi ele aldığı konuyu iki alt dönemde inceliyor. 

Öncelikle çok partili dönemin ilk askerî darbesiyle başlayarak bu darbe neticesinde ortaya çıkan siyasi sistemi ele alıyor. Ortaya çıkan yeni anayasa, anayasaya bağlı olarak ilk defa kullanılmaya başlanan bürokratik kurumlar, “ Milli güvenlik algısı”nın siyasi sistemin özü olarak legal ve meşru bir hukuki çerçeveye kavuşturulması bu dönemin ilk icraatları olarak inceleniyor. 

DP mirasçısı partilerin kurulması, bunların sistem içine alınması (bu merhalede ortaya çıkan darbeci itiraz ve eleştiriler), 1960-1970 döneminin asıl çerçevesini oluşturuyor. 
Bu çerçeveye ilave olan ve meşruiyetini ilk defa anayasaya dayandıran sol 
muhalefet parti ve hareketlerin biçimlenmesi de ayrıntılı bir şekilde bu alt bölümde inceleniyor – farkları, aralarındaki tartışmalar, ideolojik ayrımlar ayrı ayrı gösteriliyor. Elbette sağ partilerin DP sonrası var olma mücadele ve yeni toplumsal zemin kazanma süreçleri de etraflı bir şekilde analiz ediliyor. 

1970’ler ise “ağır” politik tartışma ve ayrışmaların sarmalında bambaşka 
bir siyasal mobilizasyon döneminin zemini olarak tartışılıyor. Sol hareket ve 
partilerin toplumsal meşruiyeti, örgütlenme ve mücadele perspektifleri, sendikalaşma ve sendikal mücadelelerin toplumsal, iktisadi ve siyasal yansımaları bu bölümün asıl zeminini oluşturuyor. Yükselen siyasal şiddet ve siyasal sistemin kendisini sıkışmış bulduğu noktaları ve demokratik bir açılım yerine sıkıyönetim tedbirleriyle aşılmaya çalışılan krizleri ortak bir değerlendir me potasında ele alıyor. Solun yükselişine karşı, Soğuk Savaş döneminin ideolojik koşullanmalarından da beslenen, aşırı sağ hareketin Türkiye’deki gelişimi de yine bu bölümün dikkatle ele aldığı noktalardan birisini teşkil ediyor. 
MC iktidarlarının istisnailikten ziyade genel bir yerleşiklik kazandığı, Türk sağının ideolojik köklerine uyaklı performansları da ayrıntılı bir şekilde bu bölümde ortaya konuyor. 

Türkiye tarihinin yakın dönemi sayılan ancak üzerinde ancak dağınık ve 
anekdotlara dayalı bilgiye sahip olunan 1980 dönemiyle kitabın ikinci bölümü 
başlıyor. Bu bölümde hem darbenin ideolojik yönelimi hem de ortaya çıkardığı 
“ideolojik” kurumlar etraflı bir biçimde analiz ediliyor. Siyasal yapıyı kendi suretinde yeniden kuran darbe Anayasası ve siyasal kurum ve partilerin 
ortaya çıkış süreçleri özellikle ele alınıyor. 24 Ocak kararlarının belirlediği 
iktisadi çerçeveye uygun bir “yeni” iktisadi düzenin kuruluş çalışmaları 
MGK güdümündeki bir siyasi yapının biçimlenişi ile eş zamanlı olarak tahlil 
ediliyor. 1980 darbesi ertesinde ortaya çıkan yeni siyasi parti ve hareketlerin, 
Türkiye tarihinin otantik gelenekleri ile ilişkisi incelenirken bir yandan yeni 
siyasi hareketlerin özellikleri ortaya konuluyor. Militarizmin ve milliyetçiliğin 
asal zemini teşkil ettiği, yoğun siyasi baskı politikaları ile “liberal” rıza 
mekanizmalarının içi içeliği bu bölümün özellikle ele aldığı noktalar olarak 
beliriyor. 1990’lar ise militarizm ve milliyetçiliğin Kürt sorunu karşısında 
“revize edilen” bir üst biçiminin tüm demokratik hak ve taleplere şedit 
bir red cephesi kurarak nasıl katı cevaplar ürettiğinin göstergesi gelişmelerle 
inceleniyor. Kürt sorununun tarihsel uzamı içinde Türkiye siyasetini nasıl 
biçimlendirdiği, siyasal İslamın yükselişi, iktisadi kriz ve çatışmalı siyasi 
ortamın toplumsal hayatı nasıl etkilediği bu kısmın özellikle ele aldığı başlıklar 
olarak öne çıkıyor. Bu bölüm özellikle, siyasal merkezin milliyetçiliğin 
çekim gücüne kapılarak, milliyetçiliği merkeze çekmek yerine nasıl ona tabi 
hale geldiğini kapsamlı bir şekilde analiz ediyor. 

2000’lerden günümüze uzanan bölüm, kendisini siyasal alanın dışına itilmişlik 
mağduriyeti ile tanımlayıp, bu mazlumluk söyleminin üzerinden güç 
devşirirken bir yandan da “çevre”nin siyasal taleplerinin “merkez”e taşıyıcısı 
rolünü uluslararası kapitalist sistemin isterlerine göre yeniden şekillendiren 
bir siyasal geleneğin iktidar dönemini ele alıyor. Muhalefet hareketlerinin 
bu iktidar yapısı karşısındaki rolleri ve dönüşümleri kadar iktidarın tarihsel 
kökenleri ve kendisini dönüştürdüğü noktaları da hassasiyetle inceliyor. 

Metnin kurgusuna dair belirtilmesi gereken bazı noktalara da dikkat çekmek 
gerekiyor. Yukarıda değindiğimiz üzere kitabın her bölümünü adeta ayrı 
ayrı belirleyen darbe, militarizm, sol, milliyetçilik, Kürt meselesi ve siyasal 
İslam gibi belirleyici başlıkların yanı sıra, kitapta 1960-2014 arasındaki 
yaşanan siyasi, iktisadi, toplumsal ve kültürel dönüşümlere, önemli eşiklere 
de yer veriliyor. Çeşitli kurum, tartışma ya da çatışmaların ortaya çıktığı tarihsel 
dönemeçlere özellikle işaret ediliyor; olayların tarafları, öne çıkan aktörler 
resmi tamamlamak üzere sahnedeki yerlerini alıyorlar. Gazete, dergi 
arşivleri, günlük gazeteler, anılar, kurumsal tarihler ve dönemin ayrıntılarına 
açıklık getirebilecek araştırmalar metinde kutular olarak yer alıyor ve ayrı 
ayrı okunabilecek birer referans oluşturuyor. Olay, kişi, kurum ya da bir dönemin özellikli bir veçhesine işaret eden bu kutular, okuyucu dönemin ayrıntılarını daha rahat görebilsin ümidiyle ve her kutu kapsayıcı olmak iddiası 
taşımamakla beraber, ele alınan noktanın özelliklerini ayrıca gösterebilmek 
amacıyla fotoğraflarla beraber metne eklendi. Tarih yazımında birer referans 
ve araştırma kaynağı olarak sunulan dipnotlar konusunda ise şöyle bir yol 
izlendi: Metinde belirli noktalarda, yalnızca o konuya odaklanan kaynaklar 
dipnotlarla belirtildi, yararlanılan asıl kaynaklara metnin sonundaki kaynakçada 
yer verildi. Dipnot kullanımı, metnin akıcılığının, metne eklenen kutuların 
ve bazı sayısal verileri derleyen tabloların çeşitliliği karşısında okuyucunun 
rahat bir okuma yapması öncelikle tercih edildiği için sınırlı tutuldu. 

Elinizdeki eser, çok partili siyasi hayata geçilmesiyle ya da iki partili sistemin 
kuruluşuyla, özetle Demokrat Parti’yle başlatılabilirdi. Ancak yazarlar, özgün bir karakter taşıdığını düşündükleri Demokrat Parti’nin ve bu dönemin tarihinin, bu metin için kaleme alınacak bir alt dönem tarihinden daha kapsamlı bir incelemeyi hak ettiğini düşünüyorlar. İkinci Dünya Savaşı erte sinde ortaya çıkan yeni ulusal ve uluslararası siyasi sisteme odaklanmadan, siyasi partilerin programlarının ve icraatlarının, Türkiye’nin dönem itibariyle devraldığı “özgün” gerginlik ve çatışma alanlarının, Soğuk Savaş’ın başlangıcının, Soğuk Savaşı “kuran” ülkelerin siyasal pozisyonlarının ayrıntılı tahlili yapılmadan Demokrat Parti iktidarının ve dönemin tarihinin etraflıca işlenmesinin mümkün olmadığı fikrini taşıyorlar. 2 

Bu nedenle Demokrat Parti’yi kuran kadrolarla tarihsel CHP arasındaki gerginliği, modern siyasetin alanına ve dolayısıyla muhalefeti partili siyasete “aktaran” bir kesintiye de işaret eden darbe, kitabın açılışını oluşturuyor. 1960 darbesi ve 1961 Anayasası, Babıali baskınından beri “unutulan” (belki de “uyutulan”) militer, paramiliter müdahale pratiğinin canlandığı, Türkiye’nin de Soğuk Savaş koşullarında NATO’nun Akdeniz Avrupası siyasetine uyarlandığı, sınıf çatışmalarının siyasi alanı etkilediği ve bu etkilere göre yeni politikaların devreye girdiği bir dönem olması nedeniyle, bir manada Türkiye tarihinde İttihat ve Terakki’ye içrek çatışmaların dekompoze olarak “modern” siyasete aktarıldığı 
bir dönemi ifade ettiği için kitabın başlangıç noktası olarak tercih edilmiştir. 

Bu kitabın ortaya çıkışında hacimli bir külliyatın varlığı kadar, o yıllarda 
yaşananlardan arta kalan deneyimler de önemli rol oynadı. Zira pek çok döneme ait tarih metinlerinden farklı olarak, bu kitaba konu olan olaylar, kişiler 
ve kurumlar büyük ölçüde bizim çağdaşlarımız... Dolayısıyla bu dönemin 
‘”tarih”i, aynı zamanda bir deneyimler, gözlemler tarihidir ve bu çerçevede 
bizim “önemli gördüklerimiz”in “belirleyici saydıklarımız”ın tarihi oluyor. 
Başta değinilen kaygı ve çabalar esas olmak kaydıyla, bu bakımdan bizim kaleme aldığımız metin, tarih yazıcılığı bakımından önemli avantajlar sağlayabilecek bir yazma ve görme biçimi imkânını kullanmaktadır. 

Kitabın ortaya çıkmasında bizleri teşvik ve ikna eden Kerem Ünüvar’ın payı 
büyük... Bu nedenle kendisine büyük bir teşekkür borçluyuz. 

Demokrat Parti üzerine yazılmış üç önemli eser Cem Eroğlu, Demokrat Parti: Tarihi ve İdeolojisi, İmge Yayınları, 2003 (Birinci Baskı, 1970); Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Tarihi (1946-1960), Phoenix Yayınları, 2004; Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun On Yılı – Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011. Sayılan eserler çeşitli açılardan 
Demokrat Parti’nin kuruluşunu, iktidar sürecini ve darbe dönemini ele almaktadır. Bu eserlere ilave edilebilecek pek çok anı da mevcuttur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi dönemin tarihinin yazılması hususunda mutabakata varılmış bir tarih yazımı konvansiyonu söz konusu değildir. Demokrat Parti’nin karşı-devrim cephesini temsil etmesinden, Menderes’in bir kurtarıcı olduğuna dair geniş bir anlatı çerçevesine uyarlanan “tarih”ler mevcuttur. Hatta 27 Mayıs darbesinin niteliği dahi, Türkiye siyasetinde konumlanılan pozisyonları bugün dahi belirlemektedir. 

BİRİNCİ KISIM 

1960-1980: Darbeler Çağı 

BİRİNCİ BÖLÜM 

OLAĞANÜSTÜ REJİM DÖNEMİ VE OLAĞAN SİYASAL HAYATA GEÇİŞ (1960-1965) 

1960 Darbesi'ne doğru: Cuntalar ve hazırlıklar 

10 yıllık Demokrat Parti iktidarı 27 Mayıs 1960’ta bir askerî darbeyle sona erdi, 
ancak darbenin hazırlıkları çok önce başlamıştı. 1950’li yıllarda ordu içinde 
çeşitli cuntalar kurulmuştu. Yurda dağılmış çeşitli birliklerde, birbirinden 
bağımsız ya da birbiriyle yer yer irtibatlı çeşitli gruplar, Demokrat Parti’yi iktidardan alaşağı edecek bir darbenin hazırlıklarına girişmişlerdi. Bu cuntalar 
arasında başını Cemal Madanoğlu’nun ve Talât Aydemir’in çektiği gruplar, 
ciddi hazırlıkları ve diğer garnizonları da etkilemeleri bakımından dikkat çekmekteydi. 
1960 yılının Nisan ve Mayıs aylarında darbecilere harekete geçme fırsatı verecek bazı olaylar yaşandı. 

   Nisan ayının başlarında CHP lideri İnönü, Kayseri’ye giderken Himmetdede istasyonunda saatlerce durdurulmuş, 

Kayseri’ye sokulmak istenmemiş, İncesu’da da saldırıya uğramıştı. 18 
Nisan’da Meclis’te üyelerinin tümü DP’lilerden oluşan ve mahkeme yetkileriyle 
donatılmış Tahkikat Komisyonu kuruldu. Bu, bir baskı rejiminin kurulması 
olarak yorumlandı. 27 Nisan’da Meclis’te bu komisyona yeni ve olağanüstü 
yetkiler tanıyan bir kanun geçirildi. Yükselen bu gerilim koşulları altında, 
Kuvvet Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’i başa geçmesi için önceden ikna 
eden ve o sıralar Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı olan Tümgeneral Cemal 
Madanoğlu’na bağlı grup 25 Mayıs günü harekete geçme kararı aldı. 26 Mayıs 
1960 gecesi, darbeci grup harekât merkezi ve karargâh olarak kullanacakları 
Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı binasında (şimdiki Stratejik Etüd ve Askerî 
Tarih Başkanlığı binası) toplandı. İhtilâl süresince TBMM binasının karşısındaki 
bu bina, önce “Örfi İdare (Sıkıyönetim) Kumandanlığı” binası, sonra “Ankara Kumandanlığı” olacaktır. Öncelikle önemli kişi ve dairelerin telefonları kesildi. 
27 Mayıs 1960 gününün ilk saatlerinde Kara Harp Okulu öğrencileri 
ve komandolar Ankara’nın kritik mevkilerini işgal etmek üzere sevk 
edildiler. Böylelikle darbe hareketi başlamış oluyordu. Karşı bir harekâtın 
önüne geçmek için Ankara’da bulunan 28. Tümen Komutanı Tümgeneral Selahattin Kaplan’ın, Zırhlı Eğitim Merkezi Komutanı Tuğgeneral Yusuf Demirağ’ın, 43. Süvari Alay Komutanı Yarbay Reşit Çölok’un, Tank Taburu Komutanı Binbaşı Hakkı Bozkaya’nın darbenin yanına çekilmesi veya aksi halde etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu. 27 Mayıs sabaha karşı saat 3.15’te darbeye 
katılan piyade kıtaları ile süvariler, 3.30’da ise tanklar harekete geçti. Birlikler 
kısa sürede şehre hâkim oldular ve ilkin karşı koyma potansiyeli olan komutanlardan başlayarak tutuklamalara giriştiler. 

Darbe ve İlk Gelişmeler 

27 Mayıs sabahı yönetime el konulmuş ve pek çok tutuklama yapılarak tutuklananlar peyderpey Kara Harp Okulu’na getirilmeye başlanmıştı. Milletvekilleri ve hükûmet üyelerinin yanı sıra, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüşdü Erdelhun da bulunmaktaydı. Ankara dışında da çeşitli garnizonlarda 
darbeci subayların kontrol ettiği birlikler seferber edilmişti. Örneğin Kon-ya’daki 2. Ordu Komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da tutuklananlar arasındaydı. 

Sabahın erken saatlerinde önce İstanbul Radyosu işgal edildi. “İhtilâl bildirisi”ni sabah 4.30 sularında, bir bölük asker nezaretinde zorla Ankara Radyosu’na giren Albay Alparslan Türkeş okudu. Bildiri şöyleydi: 

(( Sevgili Vatandaşlar, 

Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hâdiseler dolayısiyle ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır. Bu hareketle, silâhlı kuvvetlerimiz partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs hiç bir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyete müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs etmeyeceği gibi, 
edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun her vatandaş kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. 

Bütün vatandaşların partiler üstünde, aynı milletin, aynı soydan gelme evlâtları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve millî varlığımızın selâmeti için zaruri görülmektedir. 



 < Cemal Gürsel darbe öncesinde hareketin başına geçmeyi kabul etmişse de, 3 Mayıs’ta görevinden ayrılarak son anda İzmir’e gitmiş ve bu durum ihtilâlci subayları endişelendirmişti. 
Ancak İzmir’deki ikinci ikna girişimi başarılı oldu ve Gürsel liderlik teklifine uyarak 27 Mayıs gününün öğle saatlerinde Ankara’ya geldi. >

Kabineye mensup şahsiyetlerin Türk silâhlı kuvvetlerine sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsî emniyetleri kanun teminatı altındadır. 

Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. 

Tekrar Ediyoruz, düşüncelerimiz “yurtta sulh, cihanda sulh”dur. ))

Bu bildiride hareketin tarafsızlığı, hiçbir parti ve gruba karşı yapılmadığı, 
hareketin hukuka bağlılığı ve bütün işlemlerin hukuk dahilinde yapılacağı 
vurgulanıyordu. Ancak gelişmeler bu yönde olmayacaktı. Hareket, doğrudan 
doğruya DP’yi hedef almıştı ve ülkenin her yerinde DP teşkilâtlarında 
görev almış pek çok kişi tutuklanacak; DP’ye yakın sayılan memurlar görevden 
alınacak ya da sürüleceklerdi. Bu süreçte kapatılan tek parti de DP 
idi. Diğer partiler faaliyetlerine devam ettiler. Üstelik Yassıada Mahkemeleri 
gibi olağanüstü bir yargılama kurularak, çok tartışılan mahkûmiyetler tecelli 
edecekti. Çok kısa bir süre içinde seçimlere gidileceği ve seçimler sonucunda 
iktidarın halkın teveccühü ne tarafa yönelirse ona teslim edileceği 
taahhüt edildiği halde, seçimlere gitmekte ayak direnecek, hatta uzun süreli 
bir cunta yönetimi lehinde kulisler yapılacak ve DP çizgisinin iktidarına 
engel olacak birtakım önlemler alınarak parlamento vesayet altında tutulacaktı. 
Bu bildiriden akılda kalan en önemli vurgu, “NATO’ya ve CENTO’ya 
bağlı kalınacağı” vurgusuydu. Bu vurgunun, özellikle ABD’ye hareketin Batı 
kampına karşıt bir hareket olmadığı yönünde güven vermek amacıyla bildiriye 
eklendiği açıktır. 

27 Mayıs günü tutuklamalar sürerken Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı 
Komutanı, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ı derhal gözaltına almıştı. O sıralarda 
Meclis Başkanı Refik Koraltan ve İçişleri Bakanı Namık Gedik başta olmak 
üzere, Ankara’da bulunan bakanlar ve Demokrat Parti’li milletvekilleri birer 
birer evlerinden alınarak, Cumhurbaşkanı ile birlikte Kara Harp Okulu’na 
kapatıldılar. Başbakan Adnan Menderes, o sırada Eskişehir’de bulunuyordu. 
Başbakan darbe haberini sabahın erken saatlerinde almış ve otomobille Kütahya 
yönüne doğru hareket etmişti. Ancak Eskişehir’de bulunan I. Hava Üs 
Komutanı Tuğgeneral Turgan tarafından Menderes’in konumu tespit edildi. 
Derhal Kütahya’daki Hava Er Eğitim Tugayı’nın Komutanı Albay Süleyman 
Demet arandı ve Menderes Kütahya yolunda Keşif Taburu Komutanı Binbaşı 
Agasi Şen tarafından tutuklandı. 12 Mart müdahalesi sırasında Hava Kuvvetleri 
Komutanı olan ve o sırada Eskişehir Hava Üssü’nde 11. Uçuş Filosu Komutanı 
olan Binbaşı Muhsin Batur bir askerî uçakla başbakanı Kütahya’dan 
teslim aldı ve kendi nezaretinde –Eskişehir’den üs komutanının da uçağa katılımıyla– yine bir askerî uçakla Ankara’ya sevk edilmesine nezaret etti. Böylelikle siyasal iktidarın bütün önemli unsurları kontrol altına alınmış ve darbe 
ilk hamlesini başarıyla icra etmiş oluyordu. 

3 Mayıs 1960 tarihinde izinli olarak Kuvvet Komutanlığından ayrılan 
ve emekliliğe hazırlanan Orgeneral Cemal Gürsel, o sırada bulunduğu İzmir’den 
Ankara’ya getirtildi. Cemal Gürsel darbe öncesinde hareketin başına 
geçmeyi kabul etmişse de, 3 Mayıs’ta görevinden ayrılarak son anda İzmir’e 
gitmiş ve bu durum ihtilâlci subayları endişelendirmişti. Ancak İzmir’deki 
ikinci ikna girişimi başarılı oldu ve Gürsel liderlik teklifine uyarak 27 Mayıs gününün öğle saatlerinde Ankara’ya geldi. Sonradan darbeye katılanların da darbe girişiminin sağlığı bakımından kuşkuları vardır. 

Örneğin o sırada Kara Harp Okulu Komutanı olan Tuğgeneral Sıtkı Ulay, hava kuvvetlerinin darbeye desteğini anlamak için evinin üzerinde birkaç uçak uçurulmasını bile talep eder ve jetleri gördükten sonra ikna olarak hazırlıklara katılır. 

28 Mayıs günü, darbenin hukukî altyapısını hazırlamak üzere İstanbul’dan 
önceki iktidara muhalif bazı hukuk profesörleri uçakla Ankara’ya 
getirtildi ve derhal bir “Bilim Heyeti” teşkil edilerek onlardan “Anayasa Komisyonu Raporu” hazırlamaları istendi. Böylelikle müstakbel rejimin hukukî 
altyapısını oluşturacak hukuk komisyonu kendiliğinden kurulmuş oluyordu. 
Raporda DP iktidarının meşruiyetini kaybettiği bildirilerek darbenin 
meşruiyeti kuruluyordu. Rapora göre müdahale “âdi ve siyasî bir hükûmet 
darbesi” değildi. Kamu hizmeti fikrini yitiren ve kamu haklarını korumaktan 
uzaklaşan idare şahsî nüfuz ve ihtiraslarla zümre çıkarlarını temsil etmekteydi. 

Komisyonun başkanlığına o sıralarda İstanbul Üniversitesi Rektörü 
olan idare hukuku profesörü Sıddık Sami Onar getirildi. Komisyonun 
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mensuplarından oluşan diğer 
üyeleri arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı ceza hukukçusu 
Prof. Dr. Naci Şensoy, medenî hukukçu Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, 
anayasa hukukçusu Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı, idare hukukçusu Prof. 
Dr. Ragıp Sarıca, anayasa hukukçusu Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya ve idare 
hukukçusu Doç. Dr. İsmet Giritli bulunuyordu. Bu hukukçu grup, darbeci 
subayları sadece DP ileri gelenlerini değil, aynı zamanda milletvekillerini de 
tutuklamaları gerektiğine ikna etti. Onlara göre “Anayasa’yı ihlâl etmiş olan” 
bu milletvekillerinin hepsi tutuklanmazsa ihtilâlin meşruiyeti tehlikeye girecekti. 
Aynı hukukçular bir “ihtilâl komitesi” kurulmasını ve idarenin bu komite 
eliyle yürütülmesini de tavsiye etmişlerdi. Bu hukukçular kurulu, evrensel 
hukuk ilkelerini boşa çıkaracak bir “olağanüstü koşullar” manzarası 
çizerek, bu manzaraya uygun bir olağanüstü yargılama ve yürütme sürecinin 
çerçevesini çizdiler. Bu sürecin en önemli ögeleri, yargılamaların doğal 
mecrası olan “Yüce Divan” yerine kurulacak özel bir mahkemede (“Yüksek 
Adalet Divanı”) yapılması ve kanunların geriye işlemezliği ilkesinin ortadan 
kaldırılmasıyla Millî Birlik Komitesi tarafından çıkarılan kanunlarda belirlenen 
hükümlerin eski eylemlere uygulanabilir hale getirilmesidir. O zamanın 
Millî Birlik Komitesi üyelerinin de tanıklık ettiği üzere, hukukçulardan oluşan 
komitenin dikkat çekici özelliği çok daha fazla “şiddet ve sürat” taraftarı 
olmaları ve ihtilâlcilerden Orhan Erkanlı’nın belirttiği gibi “meseleyi ihtilâl 
hukuku çerçevesi içinde mütalaa ederek klasik hukuku ihmal etmeye 
meyyal”1 bulunmalarıdır. Bu hukuk komisyonuna Millî Birlik Komitesi tarafından 
iki ana görev verildi. Bu görevlerden birincisi 1924 Anayasası’nı kaldıran 
geçici bir anayasa hazırlanması, ikincisi de darbenin meşruiyetini kuracak 
bir “Anayasa Komisyonu Raporu”nun kaleme alınmasıdır. 
Bu arada bir de yargılamalara esas olacak iddianamenin ana unsurlarını tespit etmek için 12 Haziran 1960 tarihli bir yasa ile “Yüksek Soruşturma Kurulu” kurulmuştu. 

Aynı yasayla eski devrin sorumlularını yargılayacak “Yüksek Adalet Divanı”nı kurma yetkisi Komite’ye verildi. 

< ANAYASA KOMİSYONU RAPORU 

Bugün içinde bulunduğumuz durumu adî, siyasî bir hükûmet darbesi saymak doğru değildir. 
Devlet, hukuk, adalet, ahlâk, amme menfaatı ve amme hizmeti fikrini temsil etmesi ve amme haklarını koruması gereken siyasî kudret maatteessüf aylardan, hatta senelerden beri bu mahiyetini kaybetmiş, şahsî nüfuz ve ihtiraslarla, zümre menfaatini temsil eden maddî bir kuvvet haline gelmiştir. Her şeyden evvel hukuka bağlı sosyal bir kuvvet olması lâzım gelen Devlet kudreti bu ihtiras ve nüfuzun tahakkuku vasıtası haline getirilmiştir. Bunun içindir ki, siyasî kudret asıl Devlet kudreti olan ordusu ile, adliyesi ve baroları ile vazifesine bağlılık göstermek isteyen memurları ile, üniversiteleri ile, umumî efkârın mümessili olan basını ve öteki sosyal müessese ve kuvvetleri ile her türlü mânevi bağlantısını kaybederek Devletin öz ve ana müesseseleri ne ve Türkiye’nin Dünya Devletler Camiasında medenî bir Devlet olarak lâyık olduğu yeri muhafaza etmesi bakımından olağanüstü değer ve ehemmiyette olan Atatürk İnkılâplarına karşı düşman durumuna düşmüştür. (...) 

Hak ve hukukla, Devlet fikri ile hiçbir alâkası olmayan bu gibi hareketleri yaptıran bir zümre, artık sosyal bir müessese sayılamazdı... Bu vaka hükûmetin sosyal ve millî bir müessese olmaktan çıkarak şahsî bir nüfuz ve ihtiras aleti haline gelmiş bulunduğunu göstermektedir. 

Meşruiyet bakımından da durum aynıdır: Bir hükûmetin meşruiyeti sadece menşeinde, yani iktidara gelişinde değil, iktidarda da kendisini bu mevkie getiren Anayasaya riayeti ve millet efkârı, ordu, kaza ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirliği yaparak hukuk nizamı içinde 
yaşaması ile ve devamı ile mümkündü. Halbuki hükûmet ve siyasî iktidar bir taraftan Anayasaya tamamen aykırı kanunlar çıkarmış ve bunlara dayanmak suretiyle Anayasayı ihlâl etmiştir. 

Kanunsuz icraatta bulunmuştur. Diğer taraftan, hükûmetin bir muvazene, bir sükûn ve huzur âmili olması gerektiği halde, hükûmet, Devlet müesseselerini, politik ve sosyal müesseseleri ve hatta bunların içinde yaşayan insanları birbirine düşürmek, halka ve dış âleme karşı 
bunları kötüliyerek bir anarşi âmili haline getirmek suretiyle meşruiyeti ni de kaybetmiştir. 

Milleti temsil etmesi gereken Büyük Millet Meclisi de siyasî iktidar tarafından hakiki bir teşrî organı olmaktan çıkarılarak şahıs ve zümre menfaatine hizmet eden bir parti grubu haline getirilmiş olmak suretiyle fiilen münfesih hale gelmiştir. 

Böyle bir durum karşısında Devletin ordusu, idaresi ve her çeşit müesseseleri, kendilerine temel olacak Devlet fikrini temsil etmek vasfını ve adı geçen müesseseler arasında muvazene âmili olmak hüviyetini kaybetmiş ve böylece eski iktidar siyasî kudretini çoktan kaybetmiş bulunuyordu. 

İşte bugün ve bu sebeplerle Devlet müesseselerini, siyasî kudreti ve meşrû hükûmeti yeniden kurmak mecburiyeti hasıl olmuştur. Millî Birlik Komitesi hareketini, yani Devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını bu mecburiyetin, yani Devlet nizamını bozan, halkı birbirine düşürerek anarşiye yol açan, sosyal müesseseleri işleyemez hale koyan ve bu müesseselerin dayandığı ahlâk temellerini yok etmeye çalışan fiilî bir durumu önleyerek meşrû ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz. 

Bu durum karşısında ilk olarak alınması gereken iki tedbir vardır: 

Birincisi: Âmme hizmetlerini gerçekleşmesi istenilen ve milletçe özlenen demokratik icaplara şimdiden uygun olarak yürütecek ve insan hak ve hürriyetlerini koruyacak, âmme menfaatini gözetecek fiilî ve geçici bir hükûmet kurarak idareyi devam ettirmek. 

İkincisi: Devletin ihlâl edilmiş ve işleyemez hale gelmiş Anayasası yerine bir Hukuk Devletinin gerçekleşmesini sağlıyacak, Devlet organlarını kuracak ve sosyal müesseselerin hak ve adalet prensiplerine, demokrasi esaslarına dayanmasını temin edecek bir Anayasa hazırlamak, ayrıca milletin gerçek iradesinin izharına imkân verecek, bir çoğunluk istibdadına mani olarak siyasî kuvvetin soysuzlaşmasını önliyecek esaslar dahilinde bir seçim kanunu meydana getirmek. (...) 

Müstakbel Anayasa’nın, hakikî hukuk Devleti fikrini gerçekleştirmesi, insan şeref ve haysiyetini, fert hak ve hürriyetlerini olduğu kadar sosyal hakları da teminat altına alması, Devlet organlarını, sosyal müesseseleri ni kuran ve koruyan bir muvazene âmili olması, kanunların Anayasaya 
uygunluğunu sağlıyacak müesseselere yer vermesi, bunun için de iktidarı teşkil eden bir meclis çoğunluğunun, meşrû hak ve yetkilerini aşarak, yarının iktidarı olabilecek bir meclis azınlığını ezmemesi, demokrasinin en esaslı varlık şartı olan siyasî hayatı felce uğratmaması 
için gerekli bütün esasları ihtiva etmesi lâzımdır. 

Bu prensipler üzerinde komisyon üyeleri kendi aralarında olduğu gibi, Millî Birlik Komitesi Başkanlığı ve Türk Silâhlı Kuvvetler sayın Başkumandanlığı ile tamamen müttefiktir. >

     Bunun üzerine darbede aktif rol alan subayların katılımıyla bir Millî Birlik 
Komitesi teşkil edilmiştir. Orgeneral Cemal Gürsel “Millî Birlik Komitesi 
Başkanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı” unvanını kullanmaya başlamıştır. 
Komite, çeşitli rütbelerden 38 subaydan oluşuyordu. Subayların çoğu 
binbaşı ve albay rütbesindeydi. İçinde az sayıda generalin bulunduğu komitenin 
başkanlığını Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel yapacaktı. 
Komite içinde, darbe organizasyonunun kilit ismi Cemal Madanoğlu’nun 
ve Albay Alparslan Türkeş’in ağırlıkları hissedilmekteydi. 

     Bu arada mevcut hükûmet resmen görevden alınarak derhal bir emirle 
“ara dönem” hükûmeti kuruldu. Basın aleyhine açılmış bütün davaların düşmesine karar verildi. Cemal Gürsel, Millî Birlik Komitesi başkanlığının yanı sıra, “Devlet ve Hükûmet Başkanı” ilan edildi. Albay Alparslan Türkeş, Başbakanlık Müsteşarı oldu. Tümgeneral Cemal Madanoğlu ise “Ankara Kumandanı” oldu. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına I. Ordu Komutanı Korgeneral Cemal Tural, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına ise Albay Namık Kemal Ersun getirildi. 

    Darbeden sonra CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, üç ay içinde seçimlere 
gidilmesini istedi. Esasen Devlet Başkanı ve Silahlı Kuvvetler Başkumandanı 
ilân edilen Cemal Gürsel’in ihtilâle katılma koşulu da buydu. Ordu nezdinde 
büyük saygınlığı olan İsmet Paşa’nın bu baskısı, her ne kadar Komite’yi zorluyorsa da, seçimlerin yapılması neredeyse bir buçuk yıl sonraya bırakıldı. 

     Zira öncelikli gündem DP yönetici ve milletvekillerinin yargılanması ve yeni 
bir anayasanın hazırlanmasıydı. 23 Haziran 1960 günü MBK, siyasal alana 
yönelik önemli bir müdahalede bulunarak bütün siyasal toplantılara yasak 
getirdi. Partilerin ocak-bucak teşkilâtları kapatıldı. Bu girişim devam etti 
ve 7 Temmuz’da bu kez bütün siyasal faaliyetler yasaklandı. 


TABLO 1 



MBK’NIN PORTRESİ 

MBK, yüksek rütbeli birkaç general dışında, genellikle kara kuvvetleri kadrosundaki, çoğu kurmay, üst subaylardan oluşmaktaydı. Esasen kişilerin rütbeleri ne olursa olsun, bir “eşitler birliği” olarak tasarlanmıştı ve komite başkanı, mutlak bir lider olmaktan çok “eşitler arasında birinci” konumunda bir lider durumundaydı. Ancak durum, ilerleyen aylarda değişecek ve Orgeneral 
Gürsel, komite içinde ağırlığını koyacaktı. Aslında komite içinde, asıl iddia sahibi kişi Cemal Madanoğlu idi. Ne var ki Madanoğlu denge gözetirken inisiyatifi yitirecekti. Gazeteci Cevat Fehmi Başkut, darbenin ilk günlerinde komite üyeleriyle bir röportaj yapmış ve ortaya ilginç bir profil çıkmıştı. Bütün komite üyeleri Atatürk’ün Nutuk’unu okumuştu; edebî eserler arasında hemen herkesin okuduğu eser Polyanna idi; en beğendikleri bir diğer eser Finlandiya’nın anlatıldığı Beyaz Zambaklar Ülkesi’ydi. 

Bütün DP dönemi boyunca İnönü’nün damadı Metin Toker’in yönetimindeki muhalif Akis dergisini takip etmişlerdi. Komite üyelerinin büyük bir kısmı CHP sempatizanıydı ve darbe sonrasında seçimlerden CHP’nin iktidar partisi olarak çıkacağına inanarak bir an önce “demokrasiye geçiş”ten yanaydı. Bir bölümü ise demokratik hayattan şüphe ediyor, darbe yönetiminin uzun bir süre devamını arzu ediyor, CHP’ye ve lideri İnönü’ye ihtiyatla yaklaşıyorlardı. Bu grubun milliyetçi eğilimleri ağır basarken, büyük grup daha sosyal demokrat görünüyordu. Nitekim, bu kişilerin izleyen siyasal hayatları bu yönelimlerini pekiştirmiş ve farklı siyasal çizgilere evrilmişlerdir. 


TABLO 2 

27 Mayıs Ara Dönem Hükûmeti (28 Mayıs 1960-5 Ocak 1961) 



< “İhtilâlcilerin hemen ilk günü profesörleri toplayarak uçakla Ankara’ya götürmeleri ve onlara, ‘Bize ilmin istediği gibi, en iyisinden bir Anayasa yapın’ siparişini vermeleri, şüphesiz onların ne yapacaklarını daha önce kestirememiş insanlar olduğunu gösteriyordu. Bir ev yaptırılacak, mimarlar çağırılıyor, ‘Bana, sanatın icabı neyse ona göre ev planı yap’ deniyor. Bu ev ne için kullanılacak? Arsası nerdedir? Yaptıranın parası ne kadardır? Bunların hiçbiri belli değil. İşte Anayasa da böyle ısmarlandı.” Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları-2, s. 619. >

Bu süreçte Komite içinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmaya başlamıştır. Komite 
içinde seçimlerin çok daha ileri bir tarihe atılmasını ve artık orduya dönmesi mümkün olmayan Komite üyelerinin yeni bir parti halinde örgütlenmesi konularında ısrar eden bir grup oluşmuştu. 

Bu gruba karşı, İsmet İnönü’nün siyasal etkisine açık ve CHP’ye sempati duyan, bu meyanda olağan siyasal hayata daha çabuk geçilmesini isteyen bir başka grup mevcuttu. 

CHP’ye ve İsmet İnönü’ye sempati duyan grubun başını Cemal Madanoğlu, iktidarda uzun süre kalma ve bir siyasal parti halinde örgütlenme yanlısı grubun başını ise Alparslan Türkeş çekmekteydi. Bu bölünme bir süre sonra çatışmaya dönüşecek ve iktidarda uzun süre kalma yanlısı olan grup, “14’ler Olayı” olarak bilinen bir operasyonla tasfiye edilecektir. Ancak MBK içinde, Anayasa Komisyonu’nun da telkiniyle seçimlerin geç yapılmasına ilişkin eğilim güçlenmişti. 

5 Temmuz 1960’ta CHP Genel Başkanı İsmet İnönü “genel seçimlerin süratle yapılmasında saymakla bitmez yararlar vardır” diyordu. Buna karşın 
Cemal Gürsel seçimler için daha epey bir zaman gerektiğini ima eden açıklamalar yapmaktaydı. Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Sıddık Sami 
Onar da MBK’nın bu tavrına destek vermişti. Ona göre “seçimleri çabuk yapmak hatalı bir iş”ti. Bu koşullarda CHP beklemeye geçti. Ancak CHP boş 
durmadı ve yeni hazırlanacak Anayasa’ya girmesini istediği ilkeleri ilan etti. 

Bu ilkeler partinin 1957 Seçim Beyannamesi ile 1959 İlk Hedefler Bildirisi’nin neredeyse aynısıydı. İşçilere grev hakkı, askerlere oy hakkı, kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, Anayasa Mahkemesi’nin, Yüksek Hâkimler Kurulu’nun, Yüksek İktisat Şurası’nın kurulması, üniversite özerkliği, özerk radyo, hâkim teminatı ve yargı bağımsızlığı, toplanma ve fikir özgürlüğünün güvence altına alınması, parlamentoda nisbî temsil sisteminin getirilmesi, iki meclisli parlamento, tarafsız Cumhurbaşkanı gibi ilkeler bunlar arasındaydı. 

CEMAL GÜRSEL 

1895 yılında Erzurum’da doğdu. Babası da kendisi gibi subay olan ve doğduğu sıralar Refahiye Jandarma Kumandanı olan Erzincanlı Abidin Bey’dir. 

   İlkokulu Ordu’da, Ortaokulu Erzincan Askerî Rüşdiyesi’nde tamamladı ve Kuleli Askerî İdadisi’ne girdi. Kuleli’den Harbiye Mektebi’ne geçip tahsilini sürdürürken Birinci Dünya Savaşı patladı ve henüz teğmen rütbesi alamadan topçu subayı olarak Suriye cephesine gönderildi. 
Suriye cephesinden sonra, 1915 yılında 15. Tümen emrinde Çanakkale muharebelerine katıldı. Suriye cephesinde de Batarya Subaylığı yaptı ve Yüzbaşı rütbesine kadar yükseldi. Millî Mücadele başladığında artık tecrübeli bir subaydı. Derhal Anadolu’da Büyük Millet Meclisi ordusuna katıldı ve İkinci İnönü, Kütahya-Eskişehir ve Sakarya muharebelerinde Batarya Komutanı olarak görev aldı. Büyük Taarruz’da da 1. Ordu emrinde, ileri saftaki piyade birlikleri içindeydi. Savaşın sonunda Erkân-ı Harp Mektebi’ne girdi ve 1929 yılında buradan başarıyla mezun oldu. Artık kurmay subaydı. Çeşitli birliklerde görev aldı. Türkiye’nin ilk komando eğitmenlerindendir. 1938 yılında kurmay yarbay 
rütbesiyle Eğirdir Dağ Talimgâhı kumandanı iken, modern bir komando talimnâmesi yazmıştı. 

Gürsel’in kaleme aldığı bu talimnâme uzun süre uygulanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın şafağında Türkiye’nin ilk büyük motorize birliğini sevk ve idare etmiştir. 1945-1947 yılları arasında İzmir’deki 65. Tümen komutanı, 1950-1953 yılları arasında Erzincan’daki 18. Kolordu Komutanlığı, 1954-1956 yılları arasında İzmir’deki 2. Yurtiçi Bölge Komutanlığı görevlerini deruhte etti. 1946’da Tuğgeneral, 1950’de Tümgeneral, 1954’te Korgeneral ve 1956’da orgeneral oldu ve o yıl Erzurum’daki 3. Ordu Komutanlığına atandı. 1958’de Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirildi. 

3 Mayıs 1960’ta Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın ayrılmasını isteyen mektubu kaleme aldıktan sonra emekliliğe hazırlanırken 27 Mayıs darbesinin 
başına getirildi. Darbenin idaresini eline alan Millî Birlik Komitesi’nin başındayken, 2 Haziran 1960 tarihinden itibaren Devlet Başkanı, Başbakan 
ve Milli Savunma Bakanı olarak hükûmetin de başına geçti. 
Yeni anayasa halk oyuna sunulup onaylandıktan sonra, 10 Ekim 1961 tarihinde TBMM’de yapılan seçimle Cumhurbaşkanlığına getirildi. 

Çok sorunlu bir dönemde asker-sivil ilişkilerini düzenleyici ve zaman zaman yükselen gerilimi teskin edici bir rol oynayarak sürdürdüğü Cumhurbaşkanlığını, 1966 yılında başlayan rahatsızlığı nedeniyle, TBMM kararıyla, 28 Mart 1966 tarihinde bırakmak zorunda kaldı ve çok geçmeden, 14 Eylül 1966’da hayata gözlerini yumdu. Mütevazı ve babacan kişiliği yüzünden hem orduda hem de halk tarafından sevilen bir liderdi. Bu nedenle “Cemal Aga” lakabıyla anılmıştır. 

(( PARLAMENTO DÜŞMANLIĞININ İLK ÖRNEKLERİ 

“Harp Okulu’na alınan milletvekillerine ‘güruh’ nitelemesi uygun görülmüştü. Önde gelen DP’liler ise ‘kocabaş’ diye anılıyorlardı. Şu ya da bu nedenle içeri alınmış olsalar bile, sonunda bu insanlar, ulusça seçilmişlerdi. Biz, DP’yi küçümsetmeye, milletvekillerini hor görmeye uğraşırken, ulusal egemenliğin üzerine gittiğimizi, bu temel ilkeyi kökünden dinamitlediğimizi düşünmüyorduk. 
Bu yolu izlemek, Türkiye’ye çok pahalıya patlayacaktı. 1960 ihtilâlinden hemen 
sonra TBMM’ye, daha doğrusu TBMM’nin bir bölümüne karşı girişilen bu saldırılar, sonradan, TBMM’ye saldırmanın doğal sayılmasına yol açacaktı. Türk aydınları – sağduyuyu, erdemi bir yana bırakarak – doğrusu ya, o günlerde, bindikleri dalı kesmeye başlamışlardı”. 
2 Cüneyt ARCAYÜREK, Cüneyt Arcayürek Açıklıyor-4: Yeni Demokrasi, Yeni Arayışlar, 1960-1965, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1985, s. 61-62. ))


“SABIKLAR” 

27 Mayıs Darbesi ile Türkiye siyasal tarihi dağarcığına yeni bir sözcük girmiştir: “Sabıklar”. 27 Mayıs hareketi boyunca, önceki iktidarın sahibi olan bütün DP’lilere “Sabıklar” diye hitap edildi. 

“Eskiler” anlamına gelen bu sözcük hem önceki iktidar mensuplarını aşağılamak hem de öncekinden radikal biçimde farklı yeni bir dönemin başladığını anlatmak için kullanılıyordu. Ayrıca bu terim, bu adla nitelenenlerin başına neler gelebileceğine dair bir ima da taşımaktaydı. 

Bu nedenle Türkiye siyasal hayatında meydana gelen iktidar değişikliklerinden sonra, “devr-i sabık yaratmayacağız!” sözü sık sık söylenir olmuştur. 

Böylelikle, bir önceki iktidar sahiplerinden, uyguladıkları siyaset biçimi ve icraatları için olağanüstü yollardan hesap sorulmayacağı anlatılmak istenmektedir. 

Tasfiyeler ve Yassıada yargılamalarının başlaması 

Darbeciler Millî Birlik Komitesi adı altında örgütlenip iktidarı ele aldıktan 
sonra, orduda büyük bir tasfiye hareketine giriştiler. “EMİNSU Olayı” olarak 
adlandırılan bu girişimle 235 amiral ve generalle çeşitli rütbelerden 5 bin 
kadar subay re’sen emekliye sevk edildi. 
  O arada DP ileri gelenlerini yargılamakla görevli “Yüksek Adalet Divanı” 18 Ağustos tarihinde bir kararname ile kuruldu. Akabinde, 29 Eylül’de DP kapatıldı ve 14 Ekim’de Yüksek Adalet Divanı savcılığı, Menderes hükûmetinin önde gelenlerini “Anayasayı ihlal” ile suçladı. 27 Ekim’e gelindiğinde, topyekûn tasfiye hareketinin bir başka aşamasına geçilmiş ve 147 üniversite profesörü, hiçbir gerekçe gösterilmeden üniversiteden atılmıştı. Tasfiye hareketinin son safhası MBK içinden 14 muhalif subayın tasfiyesi olacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Orhan Erkanlı, Askeri Demokrasi, 1960-1980: Orhan Erkanlı’nın Anıları, Güneş, İstanbul, 1987,s. 136.


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder