24 Mayıs 2019 Cuma

TÜRKİYE NEREYE DOĞRU GİTMELİ,? BÖLÜM 4

TÜRKİYE NEREYE DOĞRU GİTMELİ,?  BÖLÜM 4


       Yunus: Ben bu hükümet yönetimiyle halkın arasındaki farkı zaten tamamıyla herhalde bilmeyen yok. Ayrı havaları çalıyor. Halkın durumu, ekonomik özgürlüğünü arayış durumunda. Ama yönetenlerin de hangi telden çaldığını da hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu Avrupa Birliği’nde yani hükümetin yönetiminin haricinde bu geçişin, Avrupa Birliği’ne geçişin çok iyi olacağını hepimiz biliyoruz. Çünkü ekonomik durumdan, ticaret açısından her türlü, her rahatlığa kavuşabilecek ülkemiz. Ama Türkiye’deki hükümetler ne istiyor? Bu ülkenin kaymağını yiyeni nasıl razı edip de Avrupa Birliği’ne geçecek?
       
       Sedat Küçüka: Hemen soracağım efendim ben bunu Sayın Mehmet Altan’a sizin adınıza.. Son bir telefon daha alıp döneceğim hocama.. Buyrun efendim, sizin de düşüncelerinizi alalım..
       
       Murat: İstanbul’dan arıyorum. Sorum şu; Avrupa Birliği’ndeki konjonktürle Türkiye’deki yönetim konjoktür arasında varsayalım Avrupa Birliği’ne girdik. Girdiğimiz zaman bu gibi şartlarda bizim konjoktürle onların konjonktürü arasında ne gibi farklar doğurur ve bunun sonuçları artısı ve eksisini, bunu öğrenmek istiyorum..
       
       Sedat Küçüka: Hocam baştan başlayabilir miyiz lütfen, Osman Bey’in sorusu ve görüşüyle..
       
       Mehmet Altan: Yani hepsine bir topluca cevap verelim. Burda bireyin mutluluğu ve zenginliği asıl dünyada. Şimdi trampet alalım, düdükler, işte sınırlar, ordular vesaireler değil. insanın mutluluğu, insanın zenginliği, insanın özgürlüğü.. Şimdi bütün her endişesi olanın katılım ortaklığı belgesini okuyup bakması lazım. Herhangi bir Türk vatandaşı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Avrupa Birliği’nin Türikye’deki rejimin daha çağdaş, demokratik ve halkını düşünür hale gelmesi için yazdığı reçeteye bir bakması lazım. Bunda herhangi bir maddeye muhalif mi.. Sanıyorum ki hiçbir kimse buna muhalif değildir. Bu azınlıklar meselesinde de insanların kendi kültürleri asıldır. Onun için o kültürlerinin izinde gitmeleri, onları yaşamaları, bu azınlıklar, grup olarak azınlık değil. O toplumda bir tek insan bile o çoğunluktan farklı kültürden gelebilir ve bu Avrupa Birliği sürecinde, bilgi çağında o tek insanın da kendi kültürünü yaşama, yaşatma, takip etme hakkı vardır. Bu böyle bir bölünme, bölünmeme ile alakası yok. Bu azınlık meselesi Lozan’daki azınlıkla aynı şey değil. burda tek bir insan bile bu anlamda azınlık sayılabilir. Yani Avrupa Birliği’yle Türkiye’deki farklılığın giderilmesi için zaten biz Avrupa Birliği’nin yardımını istiyoruz. Tek başımıza Avrupa Birliği standartlarına çıkamadığımız için Avrupa Birliği’nin yardımıyla oraya varacağız. 
       
       Sedat Küçüka: Evet, hemen hattıma dönüyorum tekrar. Buyrun efendim, düşüncelerinizi alalım. 
       
       Semih Çetintaş: İyi akşamlar. Efendim Mehmet Bey’e merhaba diyorum ben burdan. Şimdi ben şöyle söyleyeceğim, kendisi ülkenin kötü yönetildiğinden bahsetti. Bu kötü yönetimde büyük sermayenin payı nedir acaba, her hükümeti desteklediklerinde, zaten onların desteklediği hükümetleri 10 yıl sonrasını görüyoruz dedikten bir ay sonra 10 gün sonrasını göremeyenler.. Ama bir süre sonra hortumculuk olayları çıktıktan sonra tekrar bunları destekleme kararı alanların bu ülkenin gidişatında,demokrasisinde, ekonominin kötülüğündeki payları nedir acaba? 
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederiz, diğer hattımıza dönüyoruz. İyi akşamlar, buyrun efendim sizi dinliyoruz..
       
       Mevlüt Önder: İyi akşamlar. Ben Prof. Dr. Mehmet Altan Bey’e şunu sormak istiyorum, daha önce Rıza Bey konuşuyordu, kendisi konuşuyordu, bakalım şimdi kendisine soracaktım ama Mehmet Altan Bey’in cevaplandırması da iyi olacak. Acaba bu konuda ne düşünüyor, o da şudur, Türkiye gerçekten Avrupa Birliği’ne girdiği zaman Türkiye’deki askeri vesayetin ve egemenliğin halkın üzerindeki yönetimi elinden gideceği için mi bazı konularda açıklamalar yapılıyor, bu stratejik bir şey mi, halkı bu şekilde enforme ediyorlar...
       
       Sedat Küçüka: Efendim çok teşekkür ederim görüşleriniz ve sorunuz için.. Son telefonumu da alıp tekrar Sayın Altan’a dönüyorum.. Buyrun efendim görüşlerinizi rica edelim..
       
       Dinleyici: Ben öncelikle NTV’ye bu programları için çok teşekkür ediyorum. Bu ülkenin bütün kanayan yaralarına parmak basıyorsunuz, çok iyi yayın anlayışınız var. Ve o konuk odasındaki arkadaşlarıma da ben saygılarımı sunuyorum. Ben başımızdaki siyasileri protesto etmek istiyorum şu açıdan. Bu ülkeyi Libya’lara mahçup edenler, bu ülkeyi Rusya’ya, bu ülkeyi Azerbaycan’a bu ülkeyi Bulgaristan’a mutaç eden insanlar şu anda Avrupa’dan ne bekliyor? Ben konuğumuza onu soruyorum..
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ediyorum efendim katkınız için ve hocam buyrun..
       
       Mehmet Altan: Yani şimdi çok ilginç bir durum var. Semih Bey büyük sermayeyi soruyor, Mevlüt Bey askeri bürokrasiyi soruyor. Bu bir analize tabi tutulması gereken bir husustur. Son dinleyicimiz de siyasileri suçluyor. Şimdi bu Türkiye’de mevcut bir sistem var. Bu devletçi bir sistem. Yani buranın, bu devletin halkı millet değil. Patron, milletin patronu bizatihi devlet. Devletin de bir patronu var. Bu daha ziyade silahlı bürokrasi. Türkiye’de bizim anladığımız anlamda büyük bir sermaye yok. Bütün bankaların aktivleri, Türkiye’de 130 milyar dolardır. Bu bir tek Alman Bankası’nın aktivi kadar. Yani Türikye o anlamda büyük sermayesi gelişmiş, işçi sınıfı gelişmiş, o nedenle demokrasisi ilerlemiş bir ülke değil. Türkiy’de devletten geçinen gözüaçık bir kesim var. Onlar iktidarlarla aralarını iyi tutuyorlar, zaman zaman zenginleşiyorlar, iktidarlarla arası bozulduğu vakit de batıyorlar. Halbuki zenginlik, bir burjuva sınıfı sürekli ve düzenli bir üretim isteyen bir unsurdur ve parasını devletten değil piyasadan kazanır. Ama buna karşın Türkiye’de sermaye embriyon halinde dışa ihracat yapan ve devletten bağımsızlaşan, onun için de daha büyük oranda demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi isteyen bir kesim var sermayenin içinde. Bunlar devletin kaynaklarını değil, yeryüzü piyasalarındaki imkanlarla ayakta kalabilen bir grup. Onun için de daha az sistemin değişmesinden yanalar. Ama askeri bürokrasi dünyanın hiçbir yerinde olmayacak kadar burda hakim ve etkin. Bu tarihsel bir nedenle böyle. Çünkü Türkiye’nin burjuvasisi yok, bürokrasisi var. Ve onun da en etkin kesimi tabiki üniformalı, askeri bürokrasisi, silahlı bürokrasi. Onların bir sistem değişikliğinden, insan haklarının, demokrasinin daha etkin olduğu, piyasanın daha etkin olduğu, askerin sivile tabi olduğu, savunma dışında hiçbir şekilde siyasete karışamayacağı bir ortamdan rahatsız olacakları açıktır. Aslında askeri ceza yasasının 148’inci maddesi askerlerin siyasi demeç vermesini yasaklıyor ama bu madde kadük..Siyasiler de bürokratlar aslında bir büyük sistem. Bunlar devlet eliti. Türkiye’de vergi verenlerin paralarını kontrol ediyorlar, bunlarla iyi yaşıyorlar, kendi sorunlarını çözüyorlar ve Türk halkına korkular yayıyorlar. Onun için de Türkiye halkının problemlerini çözen bir sisteme kavuşmuş değil. Yani buna bir sistem olarak bakmak lazım. 
       
       Sedat Küçüka: Efendim hemen hattımıza dönüyoruz.. Buyrun efendim, görüşlerinizi alalım..
       
       Nazmi Çora: Ben Mehmet Altan Bey’e bir soru yöneltmek istiyorum. Bu senelerce onun yazılarını ve diğer onun gibi düşünen kişilerin yazılarını okuyan bir kişi olarak soruyorum. Zaman zaman Türkiye’de her doğan çocuğun şu kadar miktar borçlu olarak doğduğu söylenir ve bu kadar miktarı da söylenerek bu duygu sömürüsüne gidilirdi. Acaba Sayın Mehmet Bey, her doğan Türk çocuğu şu anda bin 453 dolar borçlu olarak doğuyor. Acaba her Amerikalı çocuk ne kadar borçlu doğuyor, biliyorlar mı? Her Japon çocuk ne kadar, her İtalyan, her Fransız, her İspanyol çocuk ne kadar... Ben bunu söyleyeyim, bulamaz şu anda.. 
       
       Sedat Küçüka: Peki çok teşekkür ediyorum. Bir soru daha alacağım veya bir görüş daha alacağım, ondan sonra Hocama döneceğim... İyi akşamlar, düşüncelerinizi alalım lütfen..
       
       Korkut Kolerkılıç: İyi akşamlar. Benim aslında söylemek istediğim husus şu; bizler toplum olarak, fert olarak ülkemizin durumuna objektif olarak bakamıyoruz. Yani Avrupalılar bize, sen bu bizim ortaklığımıza giremezsin dediği zaman zannediyoruz ki bize tavır alıyorlar. Ancak bizim Türkiye’nin haline baktığımız zaman hakikaten ben zamanında çok seyahat etmiş bir insanım, bu halimizle girmemiz gerçekten pek mümkün değil. Kusurlarımız var, bunları biz bir türlü görmek istemiyoruz. Ancak benim merak ettiğim husus şu; bugün bir İspanya’ya baktığınız zaman boğa güreşi denen bir olay var. Hayvanları arenaya çıkarıyorlar biliyorsunuz, bir güzel yoruyorlar yoruyorlar yoruyorlar... Ondan sonra da şişle bunu öldürmeye başlıyorlar. Mehmet Bey’e benim sormak istediğim husus, Avrupa bunu acaba hangi normu içerisine dahil ediyor..?
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederim Korkut Bey katkılarınız için. Hocam Buyrun Nazmi Bey’den başlıyoruz..
       
       Mehmet Altan: Yani bu, onlar da işte bizim kurban etmemizi anlamıyorlar. Nasıl bizim İspanya’daki boğa güreşi bize vahşi geliyorsa bizim de hayvanları bir şekilde burda kurban etmemiz onlara çok garip geliyor. Demek ki ikimizin de düzeltmesi gereken o canlılara karşı vahşetimizi azaltacak bir yaklaşıma ihtiyacımız var, bunu hatırlattığı için Korkut Bey’e teşekkür ediyorum. Çünkü empatiyle o Avrupa’nın neden bizim kültürümüzü garipsediğini çok iyi anlatacak bir örnek. Sayın Çora’nın söyledikleri tam ne kadar borçlu doğuyor, onu sahiden bilemiyorum. Ama benim ondan daha vahim olan bir durum var. Bir yaşına gelmeden ölen bebeklerin sayısı. Malesef Yunanistan’da, ezeli rakibimiz Yunanistan ki Avrupa Birliği’ni tartışırken Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi fena yapacağını söyleyen bugünkü egemenlerin hiç değinmedikleri konular bunlar. Bireyin sıkıntıları. Türkiye’de bin çocuktan 49’u ölürken 1 yaşına gelmeden, bu Yunanistan’da binde 7’ye düşmüş. Yani Avrupa Birliği’ne girmek demek aynı zamanda çocuklarımızın 1 yaşına gelmeden ölme oranlarını da çok düşürmek, çocuklarımıza sahip çıkmak anlamına da geliyor. Sanırım ki bu borçluktan daha da önemli bir kıyaslama. 
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederim. Evet, tekrar hatta dönüyorum. Buyrun efendim, düşüncelerinizi alalım..
       
       Fahrettin: Sayın Mehmet Altan Bey’e çok saygı ve selamlar.. Gerçekten de ülkesini seven, dürüst ve gerçek insanlardan, çok seviyorum onu. Biz mesela Avrupa Birliği’e girmeyi istiyoruz çok. Çünkü Türkiye’deki şartlar gözönünde. Yani kendiliğimiden bir şey yapamıyoruz.. Yolsuzluklar diz boyu, herkes rüşvet, yolsuzluk.. Yani kendimize bir şey yapmadığımız için, biz ondan dolayı, yani Avrupa Birliği’ne girsek bari daha iyi yaşarız, özgürlüklerin olması, demokrasinin olması.. Bulgaristan mesela insanlar göç ediyordu, isimleri değişiyordu.. Şu anda durumları bizden bir adım, beş adım daha ilerdeler. Bizim siyasetçilerimiz bir şeyler vaad ediyorlar, onları da yerine getirmiyorlar, kimse de bir hesap soramıyor. Tekrar saygılar ve selamlar..
       
       Sedat Küçüka: Peki efendim çok teşekkür ederim katkılarınız için Fahrettin Bey, bizden de selamlar saygılar. Bir dinleyicimiz daha varmış hattımızda, onu rica ediyorum görüşleri için.. Buyrun efendim..
       
       İbrahim Gezgin: Aslında düşündüklerimin doğru olup olmadığını veya Mehmet Altan Bey’in bu konuda nasıl düşündüğünü sormak istiyorum. Şimdi çalıştığım işlerde benim kaliteyi tanımlayan birtakım standartlar var. İşte normlar filan var. Acaba Mehmet Altan Bey’in bahsettiği bireyin mutluluğu ve zenginliği için Avrupa Birliği normları bu standartları tam karşılıyor mu? Yoksa eksik midir fazla mıdır? Bizim toplumumuza uyar mı acaba?
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederiz İbrahim Bey katkılarınız ve görüşleriniz için. Hemen hocama dönüyorum, buyrun..
       
       Mehmet Altan: Fahrettin Bey’e teşekkür ediyorum. Türkiye’deki tabi meseleye ikili bakmak lazım. Türkiye daha ziyade bir iç sömürge mantığıyla yönetiliyor. Onun için de bu Avrupa Birliği’yle yönetim arasında problemler çıkıyor. Ama aynı zamanda bir başka toplumsal yetersizliğimiz var. Toplum olarak hak etmediğimiz bir zenginliğe, refaha yönelik bir eğilimimiz var. Yani Fransızlar’ın deyimiyle Türkler hem tereyağını yiyip hem parasını almak istiyorlar. Bu devletçi sistem bütün halkı siyaseten paylaşıma itmiş, zengin banka soyarken fakir de elektrik çalıyor. İşte bilmem zengin teşviklerden inanılmaz şekilde suistimaller yaratırken fakir de devlet hazinesinin arazilerini talan ediyor. Toplum olarak 65 milyonluk hak ettiğinden fazlasının peşinde koşan, siyasi çıkarlarla terlemek, üretmek, rekabet etmek yerine beleşçiliği savunan bir yapımız var. Ve bu yapı içinde yönetim bizim bu çarpıklığımızı düzeltmek yerine bunun tepesinde kalmaya devam etmek istiyoru. Onun için de Avrupa Birliği’yle ilişkiler hem Türk toplumunun yapısını değiştirecek, hem yöneten yönetilen ilişkisine yeniden tanımlayacak. İbrahim Bey’in sorusu aslında bu kalite çemberleri ve kalite dediğimiz hadise, Japonlar’ın yeryüzüne bir armağanı. Bu beyni esas alan bir teknolojiyle üretim yapan yeryüzünde hedef sıfır, beynin sürekli gelişimiyle paralel çalışan bir kusursuz üretim hedefleniyor. Ordaki amaç, beynin sınırları belli değil. Ve bugün bilgisayarlar beyni model alan bir teknolojidir. Sınırları belli olmayan bir unsura göre hareket etmek kalitenin sürekli gelişmesini sağlamaya yönelik bir hedefi de içerir. Bu kalite belgesi bunun bir ön adımıdır. Ama Türkiye’de esas olan verimlilik konusunda hiç konuşulmamasıdır. Türkiye’de bir Türk cihana bedeldir denmiştir ama bugün itibariyle bakıldığı vakit 12 Türk, 15 Türk ancak bir Alman kadar üretebiliyor. Onun için bu kalite meselelerinde Türkiye’nin verimliliğini birinci derecede tartışmamızda fayda görüyorum. 
       
       Sedat Küçüka: Teşekkür ediyorum efendim. Tekrar halkın sesine dönüyorum. Buyrun efendim, iyi akşamlar, Osman Bey buyrun görüşlerinizi rica ediyorum. 
       
       Osman Nuri Sermet: İyi akşamlar. Mehmet Bey’e bir sorum vardı. Avrupa Birliği kültürel ayrımı yapmak istemiyor, insanların kendi kültürlerine bağlı olarak yaşamalarını sağlayacak Anayasal düzenlemelerin olmasını istiyor. Neden Türkiye’den sadece ben Aleviyim veya ben Güneydoğulu veya Doğu kökenliyim diyenlerin iltica başvurularını kabul ediyorlar? 
       
       Sedat Küçüka: Evet efendim hemen soracağım bunu, çok teşekkür ederim katkılarınız için. Evet bir telefon daha rica ediyorum. İyi akşamlar..Buyrun katkılarınızı ve yorumlarınızı rica ediyorum..
       
       Lale Çelebi: Ben bir aydır bir gazete küpürünü saklıyorum masamda, kamuya performans standartının getirilmesi ve burda yıllardır kendimi garip hissettiğimi anladım. Bir devlet dairesine işim düştüğünde içime sıkıntılar bastığını.. Neden acaba bunları Avrupalılar’ın düşünmesini bekledik? Yani bir şey mi eksik bizde, düşünmeyi bilmiyoruz neden?
       
       Sedat Küçüka: Peki niye düşünmeyi bilmiyoruz, bunu da hocama soracağım.. Her şeyi soruyoruz hocama ama..
       
       Mehmet Altan: Yani şimdi Türkiye’de hala bir ulus devlet mantığı var. Yani bu sınırları belli, bu 200 yıl önce Fransa’nın çıkardığı bir sistemdir. Fransa’da zengin sınıf, burjuvazi, sanayiciler ortaya çıktıklarında palazlanmak için rekabetten uzak bir alana ihtiyacı vardı. Buna ulus devlet, vatan, sınır mınır dediler. Şimdi bu değişiyor. Bu insanın bir şekilde beyinsel yaratıcılığıyla yer yüzünde zenginlik sağlanıyor. Onun için Avrupa Birliği’nin bizden istediklerini, yani Fransa’nın ortaya çıkardığı ama iki asır sonra vazgeçtiği, bugün artık Fransa’nın 641 yıllık Frankı yok, Fransa’nın sınırları yok, Fransa’nın ordusu başka bir üst orduya gidiyor, bayrağı falan filan... Yani iki asır önceki Fransa’nın ilkelerini savunarak biz yeryüzünü anlayamayız. Çünkü bütün üretim biçimi, mantelite her şey değişti. Burda birey olarak kim eziliyorsa, Avrupa Birliği tabiki o birey olarak onun hakkını savunuyor. Lale Hanım’ın söylediğine gelince.. Türkiye’deki rejim düşüneni, vergi vereni ve üreteni cezalandırır. Yani bu Osmanlı’nın devamı.. Cumhuriyete geçtik ama Osmanlı’dan bu yana çok büyük bir değişiklik olmadı. Üretim biçimi aynı, burası hala bir tarım toplumu. Bireyi yok.. Mesela bakın Almanya’ya giden işçilerimiz zengin olarak dönüyorlar. Halbuki aldıkları para bir Alman işçisinin aldığı kadar para. Orda yıkanmadığın vakit, sinemaya gitmediğin vakit, kendine ayrı odada kalmadığın vakit, yemediğin vakit, içmediğin vakit kendine bu kadar kötü davranarak bir para biriktirilebilir. Şimdi böyle bir toplumsal yapıdan geldiğiniz vakit orda özen, kalite, standart da aramıyorsunuz. Ben en ileri ülkenin en ileri vatandaşı kadar üretiyorum. O vatandaş kadar mesleğimi iyi yapıyorum, yer yüzünün her yerinde paramı kazanırım, ben aslında bir dünya vatandaşıyım. Ve Türkiye yönetiminden de bir dünya vatandaşına gösterilecek saygı kadar saygı bekliyorum denen bir çoğunluk Türkiye’de egemen olmadıkça bu kalite ve konuşmalarda hiçbir işe yaramaz. 
       
       Sedat Küçüka: Peki hocam son bir soru alıyorum. İyi akşamlar, son görüşü sizden alıyoruz efendim buyrun..
       
       Cemil: İyi akşamlar. Benim bugüne kadar öğrendiklerim ve şu an ki tartışmayı, kamuoyundaki bir iki haftadır ki tartışmayı izlediğim zaman biraz şaşırıyorum. Sanki Türkiye bugün Avrupa Birliği’ne girebilecek, yani standartlara ulaşmış, gerek politik gerek ekonomik veya genel olarak Kopenhag Kriterlerini yerien getirmiş bir ülke ve biz girip girmemeyi düşünüyoruz.. Şimdi benim kanım Türkiye Avrupa Birliği’yle Avrupalılaşmak, batılaşmak kavramlarını çok eşit tutuyor. Yani ikisi çok yakın kavramlar olmakla birlikte acaba Türkiye kendisi için iyi olanı yaptıktan sonra bunu düşünse mantıklı olmaz mı? Yani biz bugün kendi ulusumuz, kendi milletimiz, kendi devletimiz için iyi olan reformları yerine getirdikten sonra bu gibi konuları düşünsek veya bu gibi tartışmaların erken olduğu görüşündeyim. 
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederim efendim görüşleriniz ve katkılarınız için. Hocam bağlıyoruz..
       
       Mehmet Altan: Yani şimdi bu Türkiye’ye bayılıyorum ben yahu.. Türkiye kim? Yani dışkı yediren ve ceza almayan bürokrat mı, dışkıyı yiyen köylü mü? Bu Türkiye’nin menfaatleri deyince kimi anlamak lazım? Kiracıları mı anlayacağız, ev sahiplerini mi anlayacağız? Bunu en azından yönetenler ve yönetilenler diye tercüme etmek lazım. Türkiye’nin çıkarları diye bunu bir şekilde kendine kalkan yapan burda devletin içinde olan ve devletin imkanlarından yararlanan, hakkında konuşulmayan, eleştirilemeyen etkin siyasetçisi, asker bürokrat, sivil bürokratı ve bunlarla işbirliği yaparak zenginleşenler. Birey olarak bizim bundan çıkarımız yok. Bu birey olarak bizim çıkarımız Avrupa Birliği standartlarının Türkiye’de uygulanmasından geçiyor. Ama Türkiye’de herkes bir böyle bilinç altı, padişah zannediyor kendini. Ve o padişah zannetmelerini de yönetenler çok güzel istismar ediyor. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak benim çıkarım Avrupa Birliği standartlarındaki özgürlüklerden ve zenginlikten geçiyor. Bunun Kopenhag Kriterleri diyoruz, bu 10 yıl önceki Avrupa’nın kabul ettiği kriterlerdi. 10 yıl içinde Avrupa çok başka yere gitti. Birey olarak olaya baktığınız vakit, Türk devleti, Türk ulusu, Türkiye falan gibi ne anlama geldiği belli olmayan laflar yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kişi olarak çıkarı nerde dir, bu soruyu sormamız lazım. Bu soruyu sormadıkça Türkiye hiçbir yere gidemiyor. Mühim olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının insan olarak mutluluğu, refahı, özgürlüğü, zenginliği.. 

Gerisi fasafisodur. 
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederim Sayın Prof. Dr. Mehmet Altan..
       
       Mehmet Altan: Ben teşekkür ediyorum. 
       
       Sedat Küçüka: NTV Radyo İstanbul Stüdyolarında halkın sesiyle karşınızdaydık. Türkiye nereye doğru gitmeliyi tartıştık. Evet, doğanın dengesi yerinde oldukça, ırmaklar yolunda aktıkça yarın halkın sesinde yine birlikte olacağız. Yapımda ve yayında emeği geçen tüm halkın sesi ekibi adına saygılar sunarım...

http://arsiv.ntv.com.tr/news/140721.asp

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder