14 Kasım 2017 Salı

KURTARILMIŞ BÖLGE VE ŞEHİRLERİN YAKILMASI BÖLÜM 2


KURTARILMIŞ BÖLGE VE ŞEHİRLERİN YAKILMASI BÖLÜM 2


12 Eylül Askeri Darbesi Karşısında Sosyalist Sol

Sosyalist sol, her ne kadar da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hazırlanma sürecince kendisinden beklenen devrimci rolü oynayamamış, dolayısıyla da darbe karşısında hem işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütsüz olarak darbecilerin cenderesine düşmesine yol açmış, hem de kendisi darbeyi yalnız başına karşılamak zorunda karşılamış ise de; her şeye rağmen darbeye karşı bir direniş örgütleyebilirdi.
Ama bu da olmadı. Darbenin yapıldığı gün itibariyle, sanki sosyalist sol da darbenin arkasındaki güçler tarafından kontrol ediliyormuşçasına bir anda sokakları terk etti. Silahlı eylemler, suikastlar, kitlesel ya da dar grup gösterileri, işgaller bir anda son buldu.
Kimi sosyalist örgütler ‘savaşa devam” kararı aldılar ama savaşmadılar. Kimi örgütler ise ‘geri çekilme” kararı aldılar. Kimi örgütler ise, ‘önce bekleyip görelim, bakalım cunta sağcı mı yoksa solcu mu” diyerek, adeta devlet tarafından ortadan kaldırılmayı beklediler.
Nihayetinde direniş kararı alan örgütün de, bekleyip görmeyi tercih eden örgütün de, geri çekilme kararı alan örgütün de pratikteki tutumları ve akıbetleri aynı oldu. Sosyalist solun ana gövdesi hapishanelere dolduruldu, önemli sayılabilecek bir parçası Avrupa’ya sığındı, dışarıda kalmayı başaranlar ise ya izlerini kaybettirdiler ya da kazanacak olanın baştan belli olduğu çarpışmalarda adeta birer intihar eylemcisi gibi öldüler.
Hâlbuki sosyalist sol, kitlelerden kopuk olmasına ve kitle desteğinden yoksun olmasına rağmen, en azından kendi seksiyonları arasında büyük cephe örgütlenmeleri oluşturabilir, büyük ve örgütlü bir direniş gösterebilir ve bu yolla en azından cuntayı yıpratıp, onu teşhir ederek uzun vadede kitlesel bir destek sağlayabilirdi.
Henüz daha kitlesel tutuklamalar olmadan ve sosyalist solun ana gövdesi dışarıdayken bunu başaramayan sosyalist sol, bunu ana gövdesi cezaevlerine hapsedildiğinde yapmaya çalışmıştır. Daha doğrusu sosyalist solun bir kısmı bunu yapmaya çalışmıştır. Sosyalist solun en önemli kitle gücüne sahip sektörü olan Devrimci Yol ise, bunu bile yapmamış, özellikle Ankara Mamak’ta devlete teslim olmuştur.
Ne büyük bir trajedidir ki sosyalist sol, kitlelerin içindeyken bütünleşemediği ve kazanamadığı kitleleri, kitlelerden fiziki olarak tecrit edildiği bir mekânda, cezaevlerinde kazanmaya çalışmış, kitlelere olan çağrısını tutsak edildiği mekânlardan, hem de militanlarının bedenlerini ölüme yatırarak yapmaya çalışmıştır. Ve ne yazıktır ki sosyalist solun zindanlardan yaptığı çağrı bir kuğu çığlığından öteye gidememiştir.
Ve zamanla durum öyle bir hal almıştır ki, sosyalist solun cunta karşısındaki tavrı, cuntanın cezaevlerindeki teslim alma politikasına karşı direnip direnmemeye endekslenmiştir. Artık söz konusu olan, ‘devrimci onuru” koruma mücadelesidir. Sosyalist sol, sınıf mücadelesinin esas alanları fiziki olarak bulunduğu cezaevleriymiş gibi davranmaya başlamış ve her şey bu merkeze göre örgütlenmeye başlamıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden önce olduğu gibi, darbeden sonrada sosyalist sol fiilen sınıf siyasetinin gereklerini anlayamamış ve buna uygun davranamamıştır.
Örneğin 1980–2009 yılları arasında cezaevlerinde yüzlerce eylem yapılmış, onlarca açlık grevi ve ölüm orucu örgütlenmiştir ama bu eylemlerin hiçbirisi sınıf mücadelesini eksenine alan eylemler değildir. Eylemlerin hepsi ya hapishanelerdeki işkenceye ya da kötü hapishane koşullarına karşı yapılmış, bu uğurda binlerce insan sağlığını, onlarca insan ise yaşamını yitirmiştir.
Ama bir gün olsun cezaevlerinde siyasi gündeme karşı bu tür eylemler yapılmamıştır. Örneğin 12 Eylül Anayasası 1982 yılında referandum adı altında kitlelere onaylattırılıp, bu yolla cuntaya bir meşruiyet kazandırılırken, sosyalist sol bu olaya karşı cezaevlerinde kitlesel eylemler yoluyla tepki verip, bu yolla mevcut anayasanın teşhirini yapmayı düşünmemiştir.
Yine aynı şekilde toplu sözleşme ve grev hakkı ortadan kaldırılıp, işçi sınıfı tamamen silahsızlandırılarak burjuvaziye teslim edildiğinde, cezaevleri bu olayla da ilgilenmemiştir. Zonguldak’da madenciler, maden ocaklarının kapatılmasına karşı adeta şehirdeki yaşamı durdurduklarında, cezaevlerindeki sosyalist sol bu sürecin de dışında kalmıştır.

Özcesi sosyalist sol, mücadelenin merkezine cezaevlerini, dolayısıyla da cezaevleri koşullarını ve kendisini koymuştur. Sosyalist solun 12 Eylül karşısındaki tutumu bundan ibarettir.

Tabi ki 12 Eylül Askeri Darbesi karşısında silahlı bir takım direnişler de olmuştur. Kırsal alana çekilen kimi örgüt militanları, kırlarda bir direniş cephesi örgütlemeye çalışmışlardır. Ama bu tür münferit girişimler sosyalist solun genel tutumu olarak değerlendirilemez.

Sosyalist solun sektörlerinin darbe karşısındaki asıl tutumları, esas olarak cezaevi sürecinde şekillenmiş ve cezaevi merkezli olmuştur. Bu bakımdan her bir örgütün cezaevlerindeki tutumu ne ise, darbe karşısındaki tutumu da odur.
Örneğin Devrimci Yol militanı guruplar da kırsal alana çekilip, bir gerilla mücadelesi girişiminde bulunmuşlardır, ama bu girişimi Devrimci Yol’un cunta karşısındaki tutumu olarak değerlendirmek doğru olmaz. Devrimci Yol’un cuntadan hemen sonra cunta karşısındaki tutumu ve daha sonraki süreçte Mamak Cezaevi’ndeki ve merkezi davanın görüldüğü mahkemedeki tutumu ne ise, Devrimci Yol’un tutumu da odur.
Tabii ki devrimci örgütlerin cezaevlerinde ortaya koydukları tutum da oldukça önemliydi. Aynı şekilde cunta yönetimi için devrimci hareketin cezaevlerindeki tutumu hayati bir önem taşımaktaydı. Çünkü cunta yönetimini için devrimci hareketi etkisiz kılmak yeterli değildi. Cunta yönetimi, hem devrimci hareketi etkisiz kılmak, hem de onu teslim almak istiyordu. Bu bakımdan da cezaevlerindeki tavır çok önemliydi.
Bundan dolayıdır ki cunta yönetimi için Mamak Askeri Cezaevi’nde aldığı sonuç çok önemliydi. Mamak Askeri Cezaevi’nde devrimciler ile faşistler aynı hücrelere kapatılmış, barıştırılmış ve onlara birer asker olduğu kabul ettirilmişti. Mamak Askeri Cezaevi’nden çekilen görüntüler her yana dağıtılmış ve bunun üzerinden cuntanın şefleri, ‘Bakın, biz kardeş kavgasına son verdik. Daha düne kadar birbirleri öldüren bu kandırılmış gençler, artık bir arada yaşıyorlar” mesajları vermişlerdi.

Bundan dolayıdır ki hem cuntanın şefleri için hem de sosyalist sol için cezaevlerindeki tutum çok önemliydi. Eğer Mamak Askeri Cezaevi’ndeki utanç verici tutumu bir yana bırakırsak, esas olarak sosyalist solun cezaevlerindeki tutumu devrimcidir ve direnişçi bir geleneğin yaratılması bakımından hayati bir rol oynamıştır.

Eğer sosyalist solun genel tutumu Devrimci Yol’un Mamak’taki merkezi tutumu gibi olsaydı, 12 Eylül Askeri Diktası’nın sosyalist sol üzerindeki tahribatı çok daha onarılmaz olacaktı. En azından cunta yönetimi bunu başaramamıştır.
Devrimci Yol merkez davasında yargılananların aksine, genel olarak sosyalist solun militanları, asker değil, devrimci olduklarını, teslim alınamayacaklarını ilan etmiş, mahkemelerde ise, amaçlarını savunmaktan çekinmemişlerdir.
12 Eylül Askeri Cuntası karşısında sosyalist solun tutumu tartışılırken, Devrimci Yol’un, sosyalist solun bütününden ayrı tutularak değerlendirilmesi gerekir. 
Birincisi, Devrimci Yol, cunta öncesi temsil ettiği kitle bakımından neredeyse sosyalist solun üçte birini temsil ediyordu. Dolayısıyla da 12 Eylül Cuntası karşısında takınacağı tavır oldukça belirleyiciydi.

İkincisi, Devrimci Yol, 1977–1980 sürecini örtülü ve ilan edilmemiş bir ‘içsavaş” olarak tanımlamış, bu sürece uygun olarak bir hazırlık yapmak gerektiğini ilan etmiş, bu süreçte yaşanan çatışmalarda ve cunta sonrası süreçte yüzlerce militanını yitirmiş bir hareket olmasına ve merkezi bir yürütmesi, direniş komiteleri, il, ilçe ve bölge komiteleri olan bir yapılanma olmasına rağmen, 12 Eylül 1980 Cuntası’na karşı direnmediği gibi, 12 Eylül Askeri Mahkemeleri’nde ne yaptıklarını, ne de yapmak istediklerini savunabilmiştir. Dolayısıyla da diğer örgütlerin aksine, ideolojik bir mevzi savaşı bile verememiştir.
Bu örgütün militanları dağlarda, şehirlerde ve idam sehpalarında kahramanca ölüme gidip, düşmanın yüzüne karşı amaçlarını haykırmaktan sakınmazlarken, Devrimci Yol’un yöneticileri, adeta nedamet getirircesine, kendilerinin bir ‘örgüt değil, bir dergi çevresi” olduğunu ilan etmekte bir sakınca görmemişlerdir.
Tabii ki 12 Eylül Cuntası karşısında gerek cezaevlerinde, gerekse de kırsal alanda direniş göstermiş yüzlerce Devrimci Yol militanı da vardı, ama bu direnişleri Devrimci Yol’un bir duruşu olarak mütalaa etmek doğru olmaz.
Ama şu da bir gerçektir ki, Devrimci Yol militanlarının kırsal alana çekilerek bir direniş örgütleme girişimleri, Devrimci Yol’un merkezi olarak çökertilmesinden çok sonra olmuştur. 
Dahası kırlara yöneliş, merkezi bir inisiyatifin değil, yerel inisiyatiflerin bir yönelişidir.
Ve kırlara çekilme hareketi, planlı ve merkezi bir gerilla savaşı başlatmaktan ziyade, şehirlerde tutunamamaktan kaynaklanan zorunluluktan dolayı gündeme gelmiştir. Daha sonraları bu zorunlu kırsala yönelme, merkezi bir harekete dönüştürülmek istenmiş ama dönüştürülemeden dağıtılmıştır.
Devrimci Yol, bu yazının kapsamı dışında ele alınması gereken bir fenomen olduğundan ve yalnızca siyasi değil, aynı zamanda, hatta ve hatta daha ziyade sosyal bir fenomen olduğundan, Devrimci Yol ile ilgili söylenecekleri burada noktalamak istiyoruz.
Özetleyecek olursak: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sosyalist sol, 12 Eylül Cuntası tarafından bir sürecin öznesi olarak ilan edilmiş olsa da, durum bu değildir ve sosyalist sol, 12 Eylül öncesi sürecin bir öznesi değildir. Sosyalist sol, 12 Eylül Cuntası’nı hazırlayan güçler tarafından maniple edilmiş, dolayısıyla da kendi tarihsel misyonunu oynayamamıştır.
12 Eylül sonrası ise yine aynı şekilde sosyalist sol, askeri cunta karşısında doğru bir tutum takınamamış ve bu tutumuyla cuntacıların işini, cuntacıları bile şaşırtacak ölçüde kolaylaştırmıştır.
Ama hiç değilse sosyalist sol, bütün yanlışlarına ve sınıf mücadelesi eksenli olmayan özelliğine rağmen, cezaevlerinde geliştirdiği direniş çizgisiyle ve Devrimci Yol merkezinin teslimiyetine rağmen ideolojik bir direniş hattı oluşturmuş ve hiç değilse bu alanda cuntacıları durdurmayı başarmıştır. 
Bu bakımdan 12 Mart dönemi devrimcilerinden devralınan direnişçi mirasa sahip çıkılmış ve bu miras yaşatılmıştır. Bu bakımdan sosyalist solun hakkını teslim etmek gerekiyor.

Sonsöz Yerine

Eğer sosyalist sol, gerek sınıf mücadelesi, gerek toplumun yeniden yapılandırılması, gerekse de sosyalist hareket açısından bir kırılma ve dönüm noktası olan 12 Eylül Askeri Darbesi’nin muhasebesini yapmak ve nihayetinde de bu süreci aşmak istiyorsa bunun yolu, kendisiyle hesaplaşmaktan geçmektedir.
Ne darbecilerin yargılanması ve mahkûm edilmesi, ne darbecilerin günün birinde özür dilemesi 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yol açtığı sonuçları ortadan kaldırmayacaktır. Daha doğrusu, tarihin tekerleğini geriye çevirmek mümkün olmadığından, yeniden başa dönmek mümkün değildir. Sosyalist sol, öncelikle yenildiğini kabul etmek zorundadır. Yenilgi de nihayetinde sınıf mücadelesinin bir gereğidir. Önemli olan yenilginin nedenlerini iyi kavrayabilmek, onları mahkûm edebilmek ve en nihayetinde de aşmaktır. Kendi küllerinden yeniden doğabilmenin biricik yolu budur.

Ne yazıktır ki, aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen sosyalist sol ne 12 Eylül öncesi süreçteki talihsiz tutumu, ne darbe karşısında, ne de darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine pek tartışmamaktadır. 
12 Eylül Askeri Darbesi’nin uluslararası sermaye ve sınıf mücadelesi açısından yol açtığı sonuçlar ve sosyalist solun bu süreçteki talihsiz tutumu yerine, 12 Eylül Cuntası döneminde yapılan zulüm ve bu zulüm karşısında zindanlardaki kahramanca direnişler konuşulmaktadır.
Biz bu yaklaşımın siyasi bir yaklaşım olmadığı kanaatindeyiz. Nihayetinde düşman, düşmanlığını yapmış, düşmanlığının gerektirdiği gibi davranmış ve nihayetinde de büyük ölçüde maksadına ulaşmıştır.
Maksadına ulaşamayan ve asıl yenilen ise sosyalist hareket ve sınıf mücadelesi olmuştur. Dolayısıyla da sosyalist solun yapması gereken, darbecilerin yargılanmasını talep etmek değil, kendi 12 Eylülünün bir muhasebesini yapmak ve kendisini yargılamaktır.
Aksi takdirde, tarihsel misyonu tarihin akışını değiştirmek olan sosyalist sol açısından tarih bir tekerrürden ibaret olmaktan öteye gitmeyecektir.

http://www.komunistzemin.org/yazilar/1/104/sosyalist-solun-12-eylul-1980-askeri-darbesi-oncesi-ve-sonrasi-tutumu-uzerine/

AMA DURUM HİÇTE  BURADA ANLATILDIGI GİBİ DEĞİLDİ  12 EYLÜL ÖNCESİNİ YAŞAYANLAR  FATSA OLAYLARINI  CORUMUN  HALİNİ  
KAHRAMAN  MARAŞ OLAYLARINI ( KAHRAMAN DAHİ DİYEMEDİLER  CÜMLE KURARAKEN ) MARAŞ OLAYLARI DEDİLER
HATTA BU ŞEHİRLER YAKILIP YIKILMADAN  ÖNCEDE KIZILIRMAK NEHRİ SINIR  TÜRKİYE HARİTASINI 2 YE BÖLDÜLER.. 
_ DOGU KOMİNİST SOSYALİST DEVRİMCİ TÜRKİYE..
_ BATIYA İSİM KOYMAYA BİLE TENEZZÜL ETMEDİLER..
KURTARILMIŞ  BÖLGE ADINI VERDİKLERİ YERLERDEKİ KENDİ DÜŞÜNCESİNDE OLMAYAN TÜRK HALKININ DA KAPILARINA X  İŞARETİ KOYUP 
GEÇE ATEŞE VERİP İNSANLARI ( DEVRİM YAPACAKLARYA  SOSYALİSTLER YA ÖZGÜRLÜK VE İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARI YA BU ZÜMRE )  
İÇERİDEKİLER DİRİ DİRİ YAKMA YOLUNA GİTTİLER.. DOĞUDAN BATIYA  GÖÇ BAŞLADI BU ÜLKEDE..

FATSA OLAYLARI; OKUYUNUZ..,

Terzi Fikri ve Fatsa Olayları

Mesleği terzi olduğu için "Terzi Fikri" olarak anılan Fikri Sönmez, 1979 Belediye seçimlerine Fatsa'dan solun bağımsız adayı olarak katıldı. 
Fikri Sönmez bağımsızdı ancak örgütsüz değildi. Yaşamı boyunca devrimci mücadelenin içinde oldu. 
14 Ekim 1979 günü yapılan seçimde bütün adayların toplamından (!) daha fazla oy alarak belediye başkanı seçildi. 
Türkiye'de daha önce hiç denenmemiş bir örgütlenme biçimi olan halk komitelerini oluşturdu. İki ayda bir yapılan halk toplantılarıyla Fatsalıların yönetime doğrudan katılımı ve komite üyelerinin denetimi sağlandı. Böylece Fatsa'da katılımcı, denetlenen ve hesap verebilen bir yönetim anlayışı geliştirildi.

İlk olarak düzenlediği "Çamura Son'' Kampanyasıyla yıllardır süren ve 50 kişinin koleradan ölmesine neden olan sorunu halkın desteğiyle kısa sürede çözerek sokakları çamurdan temizledi. 
Ardından "Fatsa Halk Kültür Şenliği" düzenlendi. Halkın geniş katılımıyla düzenlenen şenlik, aydın ve sanatçıların Fatsa'da yaşananlara tanıklık etmesini sağladı. 
Hemen arkasından karaborsaya, kaçakçılığa ve tefeciliğe son kampanyası başlatıldı. Kararlı davranılınca karaborsa, kaçakçılık ve rüşvet kısa sürede ortadan kalktı. 
Aylardır maaş alamayan personeline eski alacaklarıyla birlikte, düzenli maaş ödenmeye başlandı. 
İçki, kumar ve kadınlara dayak atılması gibi sorunların yanı sıra kan davası, arazi anlaşmazlığı gibi sorunların çözülmesi için çalışıldı.

Bu gelişmeler birilerini çok rahatsız etmişti. Halkın sorunlarının kararlı ve yiğit önderin öncülüğünde çözülmesi hazmedilir bir şey değildi çünkü. 
Öyle ki, elliden fazla insanın öldüğü Çorum olayları sırasında Başbakan Süleyman Demirel "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın"diye açıklama yaparak Fatsa'yı hedef gösterince bütün gözler ilçeye çevrildi.

SİYASETİN EZBERİNİ BOZMUŞTU

8 Temmuz 1980 günü çok sayıda askeri birliğin sevk edildiği Fatsa'ya ertesi gün dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren kuvvet komutanlarıyla birlikte geldi. 
Büyük bir operasyon olacağı anlaşılınca Fatsa'nın AP, CHP ve MSP'li İlçe Başkanları 10 Temmuz günü ortak basın açıklaması yaptılar ve "Her yerde kan var, biz burada huzur içindeyiz. Fatsa'da komünist işgal yoktur. Halk vardır. Halkın yönetimi vardır. Fatsa'da ateş ile barut yok, böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye?" diye sordular. 
Ancak bu açıklama kâr etmedi, 12 Temmuz sabahı Fatsa'ya operasyon başladı, Fikri Sönmez halk meclisi temsilcileriyle birlikte gözaltına alındı, ağır işkenceler gördü ve 18 Temmuz'da da tutuklandı. 
Terzi Fikri yargılandığı dönemde de gerici-faşist basının hedefi oldu. Hatta şimdinin demokrasi havarisi Nazlı Ilıcak köşesinde "Fatsa'yı bir terzi parçası mı yönetecek?" diyebilme cüretini göstermişti.

Cezaevi direnişlerinin en önünde yer alan Fikri Sönmez, 14 Mayıs 1985 günü kalbine yenik düştü. 
Terzi Fikri yıllar önce siyasetin ezberini halkın örgütlü gücüyle bozmuştu.
Bence nasıl örgütleneceğiz, ne yapmalıyız sorularına cevap arayanların onu anlamaktan başka çaresi yok.

Ersoy Soydan 
Kaynak : Birgün Gazetesi


Çorum Olayları ; OKUYUNUZ

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87orum_Olaylar%C4%B1


GENEL OLARAK..,

O günlerde komunist ülkelerde gizli ajanlar tarafından cinayetler işlenmeye başlanmıştı amaçları tabiki provokasyondu.

Bu büyük iç savaş provalarından ilki belki de “Malatya Olayları” diye bilinen, Malatya’da CHP’nin 52 yıllık iktidarını yıkarak 11 Aralık 1977’de belediye başkanı seçilen Hamit Fendoğlu’nun, 17 Nisan 1978’de gelini ve torunları Bozkurt ve Mehmet ile birlikte şehit edilmesi olayıdır. Diğer olaylarda olduğu gibi “Hamido”nun da şehit edilmesi olayına bir ülkücü fail bulunması gerekiyordu. Aranan fail Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) eski genel başkanı Muharrem Şemsek’ti! 

Bugün olduğu gibi o günlerde de Türkiye başta KGB olmak üzere CIA ve MOSSAD’ın eylem ve cinayet işleme alanı haline gelmişti. Bu olay da bunların işiydi. Bu servislerin satın aldığı hainler vasıtasıyla gerçekleştirilen katliamlar toplumsal hayatımızda derin yaraların açılmasına sebep oluyordu. Muharrem Şemsek’in suçsuzluğu kısa sürede anlaşılacaktı ama karanlık kişiler amaçlarına ulaşıp, çıkan olaylarda masum insanlar hayatlarını kaybettikten sonra... 

Malatya olaylarına gelinmesindeki en büyük nedenlerden biri de ülkücülerin yaptığı büyük mitingdir. 15 Nisan 1978 tarihinde MHP’nin düzenlediği büyük mitinge iktidardaki CHP’nin her türlü olumsuzluğa, tehdit ve bütün engellemelerine rağmen çok büyük bir katılım olmuş ve Türkiye siyasi tarihindeki en büyük miting olarak tarihe geçmiştir. Hiçbir taşkınlığın ve yasadışı olayın yaşanmadığı bu yürüyüş ve mitingde yaklaşık olarak yarım milyon insan toplanmıştı. Yürüyüşe geçen kortej Cemal Gürsel meydanından Tandoğan’a saatler sonra gelebilmişti. İşte SSCB, ÇİN, ABD ve MOSSAD, CIA, KGB bundan korkuyordu… Bu kitlesel büyüme durdurulmalıydı! 

Hamido’ya gönderilen bombanın bir benzeri de üç gün evvel CHP’den istifa eden (Maraş) Pazarcık eski ilçe başkanı Memiş Özdal’a gönderilmişti. Ancak bu paket postanede patlamış ve iki posta görevlisi ölmüştü. Yapılan araştırmalar sonucu Türkiye büyük bir gerçekle yüzleşiyordu! İçişleri Bakanlığının 24 Nisan 1978 tarihinde Güvenlik Dairesi Yabancı Faaliyetler Bölümünün 10568 sayılı yazısına dayanılarak valiliklere gönderdiği yazıda Hamit Fendoğlu ve PTT memurlarının ölümüne sebep olan bombalar Almanya’da faaliyet gösteren yasadışı “Türkiye Gizli Ermenistan Kurtuluş Örgütü” tarafından imal edilerek amacına ulaşması sağlanmıştır. (Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, Cilt 3, sh, 228) 

Bunlarla yetinmeyenler bu sefer gözlerini Sivas’a çevirmişlerdi. Sivas’ta Ramazan’ın son günü (3 – 4 Eylül 1978) patlak verip bayramın birinci günü de devam eden olaylarda 10 kişi ölmüş yüzlercesi de yaralanmıştı. Burada da aynı oyun sahneye konmuş maalesef istediklerini almışlardı. Bu olayda da diğerlerinde olduğu gibi bir ülkücü fail bulunmuştu. Bu seferki fail Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu olacaktı. Ne var ki sonunda ÜGD genel başkanının suçsuzluğu anlaşılacak ve olayların arkasında İGD, TİKKO, DEV-YOL, Acilciler gibi komünist terör örgütleri çıkacaktı. 

Kısacası Türkiye’nin her yerinde cinayetler işleniyor, kurtarılmış topraklar ilan ediliyor, Kars kalesine Rus, Antep kalesine Çin bayrağı çekiliyordu… ODTÜ’de Türk bayrağı indiriliyor, istiklal marşı söylenmiyordu… Konya’da istiklal marşı okunurken yuhalanıyor, protesto etmek için bir grup yere oturuyor, meydanlarda Karl Marks, Friedrik Engels, Lenin, Stalin, Mao ve bilumum komünistlerin posterleri dolaştırılıyordu… 

İşte Türkiye’nin “manzarayı umumiyesi” buydu! 

Katliamların arkasında kim var? 

Maraş katliamı gibi büyük olayları çıkarmak kimin işine yarayabilir sorusuna cevap aramak ve bu cevabı milletimize duyurmak sağduyu sahibi herkesin görevidir. 12 Eylül öncesinde komünist fırtınanın son hızıyla estiği günlerde meydana gelen gerek toplumsal ve gerekse kişisel katliamlarda bu olayları kimin teşvik edip tasarladığını ve uygulamaya koyduğunu merak edenlere şu basit cevabı verebiliriz! 

Yapılan katliamlar kime menfaat sağlıyorsa ve işlenen cinayetlerde kullanılan yöntem kime ait ise bu işleri onlar yapmıştır! O hâlde Türkiye gibi bir ülkede bunları kimler yaptırabilir? Bu yöntemler kimin yöntemleridir? 

Türkiye’deki toplu katliamların ve siyasî cinayetlerin arkasında SSCB’yi görmekteyiz. Toplu katliamları ve siyasî cinayetleri bir yöntem olarak kullanan SSCB bu yöntemle hem düşman kabul ettiği muhaliflerini ortadan kaldırır ve hem de iç savaş aşamasından sonra işgale başlar. Komünizmi ve komünistleri deşifre ederek milletini uyanık olmaya davet eden kişi, kurum, dernek, parti ve sendika gibi sivil toplum teşkilatlarının Rus ve Çin hükümetleri tarafından kurdurulan veya beslenen ya da desteklenen komünist örgütlerce yok edilmeleri sağlanır. 

Çarlık Rusya’sından komünist Rusya’ya kadar bütün Rus yönetimleri İstanbul’u ve boğazları ele geçirmeyi millî bir politika olarak kabul etmiştir. Rus milli politikası içinde Kars, Ağrı ve Ardahan özel önem taşımaktadır. Onlara göre buralar ele geçirilmeli ve Türkler Anadolu’dan sökülüp atılmalıdır. 

Türkiye üzerinde çok büyük politikaları olan Rusya bu amaçla beynelmilel komünizmin de yardımıyla yüzlerce örgüt kurdurmuş bunlara para, silâh, mühimmat, teknoloji ve beyin gücü yardımı yapmıştır. Genellikle yasadışı yöntemleri kabul eden Rusya ihtilalciliği bir yöntem olarak benimsemiştir. Ayrıca Ernesto Che Guevara, Carlos Marighella, Alberto Baya gibi Latin Amerika ve Ho Şi Minh gibi Vietnam gerillacılığını da Türkiye’de kullananlar olmuştur. Başta romantik (komünist ve) maceraperestler arasında taraftar bulan komünizm daha sonra pembe romantizmden, kanlı kızıl komünizme dönüşüyordu. Bu andan itibaren Türkiye’de toplu ve kişisel siyasi cinayetlerin arkasında Rusya, Çin, Arnavutluk ve Bulgaristan gibi komünist blok ülkelerini ve DEV-GENÇ, THKO, THKP-C, DEV-YOL, DEV-SOL, POL-DER, PKK ve DHKP-C vs. vs. gibi çeteleri görüyoruz. 

Türkiye’nin millî politikaları, Rus millî politikaları ile devamlı çatışmıştır. Başta Atatürk olmak üzere hiçbir Türk hükümeti Rusya’ya onların istediği kadar taviz vermemiştir. Bu yüzden Rusya kendi nüfuzu altına alamadığı Türkiye’nin hem İslâm ülkeleri ve hem de batı ile iyi ilişkiler geliştirmesine mani olmak için Türkiye’de bir kamuoyu oluşturmuş ve mitingler düzenletmiştir. Türkiye’nin istiklâlini koruma ve kendi kaderini çizebilme isteğine hiçbir zaman saygı duymamış ve sürekli olarak Türkiye’yi bulunduğu pakt ve ittifaklardan koparmak istemiştir. Bunu yaparken de ortada kalacak olan Türkiye’yi nüfuzu altına alarak zamanı gelince işgal etmeyi hedeflemiştir. Bu amaçla Türkiye içindeki milliyetçi fikirlere acımasızca saldırmış, bu akımın tek ve gerçek temsilcisi olan ülkücüleri hayvanî yöntemlerle katletmişlerdir. 

Suikast ve siyasî cinayetlerin yanı sıra kitlesel katliamlara da başvuran komünistler 1917’den beri uyguladıkları “devrimci şiddeti” Türkiye’de de uygulamışlardır. Rus ihtilâli adını verdikleri katliamları ile ve Çin’in yaptığı gibi ırk, cins, yaş ve din ayrımı gözetmeksizin herkesi öldürdüler. Bu katliamlarda ise hep aynı yöntemi kullandılar. Başta Ermenilerin 1915 – 1919 yılları arasında Türklere uyguladığı yöntemler olmak üzere; Rus, Çin, Kamboçya, Kuzey Kore ve diğer komünist ülkelerin uyguladığı yöntemler Türkiye’de Malatya, Sivas, Maraş, Çorum ve diğer illerde uygulandı. Öldürmek istediklerine her türlü işkenceyi yapan komünistler özellikle Kahramanmaraş’ta büyük vahşet yaşatmışlardır. İşkence ederek öldürme ya da öldürdükten sonra işkence etme bunların en belirgin özellikleridir. Ümraniye, 1 Mayıs mahallesinde işkence edilerek öldürülen 5 ülkücü işçi buna en zalimce örnektir. Keza 1915-1919 yılları arasında Ermenilerin Türklere yaptığı zulmün tarifi imkânsızdır. Aynı yöntemleri Maraş’ta 1978’de de kullanmışlardır. Bu yöntemler ayrıca Yahudiler tarafından da sıklıkla kullanılmış ve halen kullanılmaktadır. 

Zaten Türk milletinin mayasında işkence ederek öldürme diye bir şey yoktur. Türkler tarihin hiçbir anında öldürdüğü insanların karnını deşmemiş, gözünü oymamış veya tecavüz etmemiştir. Ancak bu yöntemler ne yazık ki komünizm ve komünistler arasında bir yöntem, baskı ve yıldırma amaçlı olarak kullanılmıştır. Bu yöntemleri gerek Kurtuluş savaşında ve gerekse Kıbrıs savaşında Yunan ve Rumların da kullandığını biliyoruz. Aynı yöntemleri PKK adlı cinayet şebekesi de kullanmıştır. 

Bunun bir başka örneğini ise 1978 yılında Maraş’ta yaşadık. Ne yazık ki “Alevi-Sünni çatışması” gibi gösterilen ancak Rus, Ermeni, komünist çeteler ve diğer emperyalist devletlerin ortak yapımı olan bu katliamın üzerindeki sır perdesini kaldırıyoruz. 

Bu olay da tıpkı “Deniz Gezmiş ve arkadaşları” gibi milletimize yalan ve yanlış bilgilerle aktarılmış, bunun sonucu olarak ise ülkücüler suçlanmaya çalışılmıştır. 

Güneş Ne Zaman Doğacak! 

Maraş olayları “Çiçek sinemasının” bombalanmasından sonra başlamıştır. Ama yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi öncesinde gelişen olayları görmezden gelemeyiz… 

Evvela Güneş Ne Zaman Doğacak adlı filmin içeriğine bakmakta fayda vardır. Benim de (tarihini pek hatırlayamadığım büyük bir ihtimalle 1979’da) seyrettiğim bu film o günlerde iyice kuduran komünist teröristlerin değil bütün solcuların tepkisine sebep olmuştu. Hiç unutmuyorum Tirebolu’da annem, babam ve ben ailece gitmiştik. Renk Sinemasında oynuyordu… 

Film, komünizmin bütün pisliğini o günkü film teknolojisi, senaryosu, oyuncuları ile gözler önüne seriyordu. Dolayısıyla bu filmden Türk Milliyetçilerinin gocunacağı hiçbir şey yoktu. Aksine komünistlerin ve solcuların alınacağı, utanacağı pek çok şey vardı. Çünkü filmin konusu 1940’lı yılların Türk yetkililerince Ruslara teslim edilen ve bunlar daha Türk topraklarından Rus topraklarına adımlarını dahi atmadan 1940’lı yılların yöneticilerinin gözü önünde kurşunlanarak öldürülen soydaşlarımızın hayatını anlatıyordu. 1940’lı yıllarda ise Türkiye’de CHP iktidarda idi. İşte sırf bu yüzden CHP’liler tepki göstermiş olabilirler. Komünistlerin tepkisi ise o iğrenç ve insanlık dışı yüzlerinin açığa çıkmasındandır. 

Bu film hakikaten büyük gürültü koparmıştı. Filmin yönetmen asistanı İsmail Güneş’e göre bu olayların arkasında SSCB ve KGB var! İsmail Güneş filmi çekerken başlarına gelenlerin pişmiş tavuğun başına gelmediğini iddia ediyordu. Buna göre ekip film daha çekim aşamasında iken Rus konsolosluğunda görevliler tarafından çekilmemesi konusunda nazikçe uyarılmışlar. Çekime devam eden ekibe saldırılar olmuş, stüdyo basılmış. Saldırılar bunlarla bitmemiş. Filmin negatiflerinin yıkandığı Lale stüdyosu üç kişi tarafından basılmış, üzerinde adı yazılı olması gereken filmi arayan komünistler kutunun üzerinde başka bir ad yazıldığı için muratlarına eremeden oradan uzaklaşmışlar. 

Filmi Rus konsolosluğundaki görevliler ve onların tetikçilerinden kurtaran ekibin karşısına bu sefer de “sansür kurulu” çıkmış. Ancak sansür meselesi de filmin kadın başrol oyuncusu Oya Aydoğan’ın CHP senatörü bir yakını sayesinde aşılmış. Aslında film Maraş’tan önce Karagümrük ve Beşiktaş’ta gösterildiği sinemalarda saldırıya uğramış. 

İsmail Güneş o kadar iddialı konuşuyor ki ona hak vermemek elde değil. Ona göre “bu iş ne sağ sol ne de Alevi Sünni çatışması değildi.” Sovyetler bu filmi oynatmamak için elinden geleni yapmış ve bunda kısmen başarılı olmuştur. 

Çiçek Sineması bombalanıyor. 

İşte bu film bütün Türkiye’de olduğu gibi Maraş’ta da halkın yoğun ilgisi ile karşılaşıyordu. Bu ilgi solu ve POL-DER’i tedirgin etmişti. POL-DER’li polisler bu ilgiyi dağıtmak için tehditlere başvuruyorlardı. “Bu arada sinemayı telefonla arayıp filmin oynatılması durdurulmazsa sinemanın bombalanacağı yönünde tehditler gelmeye başlıyor. Emniyet de bu yönde baskıyı artırıyordu.” (Ökkeş Kenger, Kahramanmaraş Olaylarının Perde Arkası, sh, 56) Bu tehditler ne sinema sahiplerini, ne ülkücüleri ve ne de Maraşlıyı yıldırmamıştı. 

En sonunda komünist çetelerin istediği oluyor ve 19 Aralık gecesi Çiçek sineması bombalanıyordu. Bunun sonrasında 7 kişi çeşitli yerlerinden yaralanarak hastanelerde tedavi altına alınıyordu. Bu arada olan olayları muhabiri olduğu Hergün Gazetesi ve Genç Arkadaş dergisine haber vermek için PTT’ye telefon etmeye koşan bir kişi daha sonra olayların 1 nolu sanığı olarak gözaltına alınacak ve binlerce ülkücü gibi o da işkenceye ve iftiraya maruz kalacaktı. Bu kişi Ökkeş Kenger’den başkası değildi. Ancak herkes Ökkeş Kenger’i olayları başta Ankara olmak üzere Türkiye’ye ilk duyuran kişi olarak bilir. Bu yıllarca böyle bilinmiştir. Fakat işin doğrusu hiç de öyle değildir. Teori Dergisinin 38.sayısında yazdığına göre bu görevi de (!) Aydınlıkçılar yerine getirmiştir. Teori dergisinde şu iddialara yer verilmektedir: 

“O zamanki Ecevit iktidarı katliamın başladığını partimizden (TİİKP) öğrendi... Parti daha ilk andan itibaren özel bir basın bürosu oluşturup neredeyse saat başı çıkardığı bildirilerle gerçekleri halka ve dünyaya duyurdu.” (Teori, TİİKP Bilançosu, Şubat 1993 sayı, 38, sh, 19) 

Filmin oynadığı sinemadan gelen müthiş bir patlama sesi ile dışarı çıkan ilk kişinin şüpheli davranışları etrafındaki vatandaşların gözünden kaçmıyor ve yakalanarak polise teslim ediliyordu. İlerde kendisinden CHP militanı diye bahsedilecek vali olmasına rağmen Tahsin Soylu’nun konu ile ilgili şu açıklaması her şeyi bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.“Sinemada Güneş Ne Zaman Doğacak adlı bir film oynuyordu. Ben filmi görmedim. Ama komünizmi yeren bir filmmiş. Sinemaya bomba atılması olayı ile ilgili olarak Pazarcık ilçesinin Demirciler köyünden sol görüşlü Salman Ilıksoy adındaki bir şahıs yakalandı ve tutuklandı.” 

İrfan Özaydınlı: Olayları solcular başlattı! 

Buna benzer bir açıklamayı da zamanın CHP’li içişleri bakanı İrfan Özaydınlı yapmıştır. Bakan İrfan Özaydınlı “olayları solcular başlattı” dediği için görevden alınıyordu. Görüldüğü gibi Maraş’ın ve Türkiye’de asayişin en yetkilileri olan Maraş valisi Tahsin Soylu ve içişleri bakanı İrfan Özaydınlı MHP’yi ve ülkücüleri olayın en başından aklamış oluyorlardı. Fakat Ecevit CHP grup toplantısında yine kışkırtıcı bir konuşma yaparak âdeta olayları solun başlattığı yönünde açıklama yapan vali ve içişleri bakanına gözdağı veriyordu. Bunun üzerine Salman Ilıksoy serbest bırakılıyor ve bütün oklar Ökkeş Kenger, ÜGD ve MHP üzerine çevriliyordu. Ecevit katliamlar başladığı zaman yaptığı tarihî grup toplantısında şunları söylemiştir. “...Nihayet K. Maraş’ta soykırım oldu; katliam oldu... Kendilerini milliyetçi gibi göstermeye kalkışanlar bunu yapmaya çalıştılar... Bunlar milliyetçi olamazlar.” İşte Ecevit bu defa çok haklıydı. Çünkü bu katliamı yapanlar, ilerde anlaşılacağı gibi solun her çeşidi, komünist ve Ermenilerdi, ülkücüler değil! 

20 Aralık gecesi yani Çiçek sinemasının bombalanmasından bir gün sonra solcuların gittiği Akın kıraathanesi de bombalanıyordu. Akın kıraathanesinin bu olay için seçilmesindeki yegâne sebep bir gece önceki sinema bombalanması olayının intikamının alındığı havasını yaymaktı. Nitekim bu gayeye ulaşıyor ve solcuların gittiği Akın kıraathanesine atılan bombadan aradıklarını bulamayan ve ortamı daha da gerginleştirmek isteyenler tarafından 21 Aralık günü Endüstri Meslek Lisesi öğretmenlerinden sol görüşlü Mustafa Onbaşıoğlu ve Hacı Çolak okulun önünde öldürülüyorlardı. 

Çiçek Sinemasının ve Akın kıraathanesinin bombalanması ve iki öğretmenin öldürülmesi eylemlerini DEV-SAVAŞ adlı terör örgütünün gerçekleştirdiği daha sonra yapılan mahkemelerde ortaya çıkarılmıştır. Görüldüğü gibi komünistlerin safha safha uygulamaya koydukları bu planlar ile MHP’nin, ÜGD’nin ve Türk milliyetçilerinin hiçbir alâkası yoktur. Gerçekler böyle olmasına rağmen her olaya bir ülkücü sanık bulmakla görevli POL-DER ve basın hemen harekete geçerek failleri ülkücülerin arasında aramaya başlıyorlar. Bu tezgâhı kurmak hiç de zor olmuyordu. Nasıl olsa bombalanan kıraathane solcuların, öldürülen öğretmenler de solcular idi. O yüzden maya hemen tutmuş ve Maraş’ta olağanüstü olaylar yaşanmaya başlanmıştı. Ertesi gün yani 22 Aralık günü öğretmenlerin cenazeleri kaldırılacak ve cenazede bazı eylemler yapılacaktı. Bu kararların alındığı toplantılara hem öğretmenleri öldüren hem de bombalama eylemlerini gerçekleştiren DEV-SAVAŞ yetkilileri ile ileride Maraş davasında yargılanıp idam cezası alacak olan ve arkadaşı Adil Ovalıoğlu’nu öldürmekten sanık sandık cinayeti zanlısı, Ermeni Gabris Altınoğlu da katılıyordu. Bu toplantılarda alınan kararlar gereği, gerekirse silâh kullanmak bile serbestti. 

Vali Tahsin Soylu: Solcular sağcılara saldırabilir! 

Aynı akşam Vali Tahsin Soylu nasıl olduysa Gaziantep Zırhlı Birlik Komutanına yazdığı yazıda “K.Maraş’ta cenaze törenini bahane eden solcular, çok kuvvetli yandaşlarıyla, sağ görüşlü kişi ve kuruluşlara saldırabilirler. Bu yüzden olaya müdahale edebilmek için kuvvet bulundurulmasını istiyorum”diyordu. 

Bütün bunlar olurken aynı vali Tahsin Soylu bu sefer “İçişleri bakanlığı, şereflerine lâyık bir tören yapılmasını istiyor” diyerek herkesin cenazeye katılmasını teşvik ediyor, okullar ve devlet daireleri tatil ediliyordu. Daha önce TÖB-DER ve Yürükselim mahallesinde beş örgüt tarafından (TÖB-DER, TKP/ML-DHB, TDKP/HK, DEV-SAVAŞ ve TİKP) alınan karar gereğince plan uygulanıyor, iki öğretmeni öldüren DEV-SAVAŞ cenaze töreninin hazırlıklarında da başı çekiyordu.” Marksist-Leninist bölücü terör örgütleriyle Marksist-Maoist bölücü terör örgütleri kendi yandaşlarınca öldürülen öğretmenlere görkemli (!) bir cenaze töreni düzenlemek için aralarındaki çekişmeyi bir süreliğine rafa kaldırmışlardı. Yıllardır milliyetçi muhafazakâr yapısı nedeni ile bir türlü sızamadıkları Maraş’ta kendilerinin ispatını ancak bu yolla yapabileceklerine inanıyorlardı. Üstelik kan içicilerin kanla yazılır dedikleri devrimin ilk ayağını da burası oluşturuyordu. 

Okulların ve devlet dairelerinin tatil edilmesinin ardından komünist katiller çarşıları dolaşarak bütün esnafı dükkân kapatmaya zorluyorlardı. Bundaki amaç mümkün olabildiğince kalabalık toplamaktı. Böyle gergin bir ortamda morgdan alınan cenazeler, cenaze namazı (!) için Ulu cami’ye doğru yola çıkarılmışlardı. Tarihler 22 Aralık 1978 cuma gününü işaret ediyordu! 

Adı geçen öğretmenlerin cenazesinin kalkacağı gün çeşitli yollarla halkı Ulu Cami’ye toplamayı sürdüren komünistler, tahriklerine olanca hızı ile devam ediyorlardı. Hatta o kadar ileri gidiyorlardı ki, duyan kulaklarına inanamıyordu. Ama ne yazık ki komünistler “Maraş müftüsünün resmî araçla kentte dolaşıp halkı (Alevilere karşı) kışkırttığı” (Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, sh, 97) dedikodusunu yayarak Ulu cami etrafında binlerce kişinin toplanmasını sağlıyorlardı. Bu söylentileri Hürriyet gazetesi okuyucularına şöyle duyuruyordu: “Saldırganlara dinamit lokumu ve silah dağıtıldı. Adını açıklamayı sakıncalı bulan bir yetkili, Maraş müftüsünün resmi araçlarla kenti dolaştığını ve halkı kışkırtıcı konuşmalar yaptığını, olayların bundan sonra başladığını öne sürdü” (Hürriyet Gazetesi, 26.12.1978) 

Bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sayılır… (!) 

Bu arada akıllara durgunluk veren bir iddia daha ortaya atılıyordu. Aynı gün “Bağlarbaşı imamı Mustafa Yıldız Cuma namazında (22.12.1978) oruç ve namazla hacı olunmaz, bir Alevî öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır diye vaaz verdiği” (Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, sh, 150) dedikodusu yayılır. Artık ok yaydan çıkmış, herkes her söylenene inanır hale gelmişti… Zaten istenilen de buydu... 

Ulu cami Maraş tarihinde çok önemli bir yer işgal etmektedir. Ayrıca Maraş’ın en büyük camisidir. İşte komünist militanlar yapacakları katliamın mümkün olduğunca büyük olması için özellikle Cuma günleri tıklım tıklım olan Ulu cami’ye bu yüzden cenazelerini getirmek istemişlerdir. Aslında maksat tabii ki cenaze namazı kılarak dini vecibelerini yerine getirmek değildi. Bu arada yeri gelmişken şunu da belirtmekte fayda var: Türk solu tıpkı ağa babaları Lenin. Stalin. Mao. Rusya, Çin, Enver Hoca, Tito v.s. gibi din düşmanıdır. Üstelik “…Sünni İslâm düşmanı” (Mahmut Çetin, Perinçek ve Aydınlık Hareketi, sh, 268) 

Oradaki hain ve sinsi plan Cuma namazını kılanları tahrik ederek öldürebildiklerini hemen orada katletmekti. Bu arada cenazeleri alan topluluk önlerine çıkan her şeyi tahrip ederek Ulu cami önüne geldiler. Bütün bu azgınlığın arkasından gelecekleri sezen Maraşlılar da Cuma namazından çıkanlarla beraber Ulu cami önünde toplanmaya başladılar. Karşılıklı slogan atmalar ve komünistlerin Peygamberimize (S.A.V) hakaret etmeleri ise sinirleri iyice gerdi. İşte “bu anda polisten (POL-DER) ve kortejde bulunan militanlardan topluluğun üzerine ateş edenler oluyordu.” Tabii provokatörler de (kışkırtıcı) boş durmayarak halkın galeyana gelmesine yardım ediyorlardı. 

Cenazeleri bırakıp kaçıyorlar. 

Kan temeline oturtulan devrimin ilk kıvılcımı sayılabilecek Maraş olaylarının patlak verdiği gün bir başka kıvılcım da Elbistan’da çakılmıştı. Bir CHP senatörü olan Hilmi Soydan o tarihlerde ülkenin istikbalini MHP’de gördüğünden partisi CHP’den ayrılıp MHP yetkililerine “artık MHP’de siyaset yapacağını” söylemişti. Senatör Hilmi Soydan TÖB-DER’de yapılan hain plan sonrasında DEV-SOL militanı Ali Sarıaslan tarafından katlediliyordu. Bu cinayetle olayların boyutunu ve alanını genişletmeyi uman katiller Hilmi Soydan’dan başka MHP ilçe başkanı, ÜOD başkanı ve Ülkü-Bir başkanını da öldürmeyi planladıklarını daha sonra itiraf edeceklerdi. 

Ulu cami’de karşılıklı slogan ve taş atmalardan sonra Maraşlıların kararlı tutumları karşısında militanlar cenazelerini de bırakarak burayı terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu konuyla ilgili Avukat Selahattin Aydın 30.06.1980 tarihinde Adana 1 nolu sıkıyönetim mahkemesinde şöyle demiştir.(Kaçan teröristleri kastederek) “Bir kısmı da askerî araçlarla olay yerinden uzaklaştırılmış... Hastane civarında askeri bir cemseden militanlarca açılan ateş sonucu Cemil Karadutlu adında sağ görüşlü bir genç vurularak öldürülmüş... Bu grup içinde bulunan DİSK bölge temsilcisi solcu Mehmet Taşkesen topluluğu silahla tarıyor ve bir vatandaşı ağır yaralıyor... Aynı gün akşam, Yürükselim mahallesinde Memili Bakıca ve Hamza Yıldız isimli sağ görüşlü gençleri öldürüyorlar...” 

22 Aralık Cuma günü ve akşam öldürülen üç kişinin cenazeleri 23 Aralık günü defnedilecektir. Cenazeye bütün Maraşlı katılarak bir kez daha sola geçit ve taviz vermeyeceğini gösteriyordu. Geceden Yürükselim mahallesinde askerlerin tedbir aldığını gören Maraş sakinleri hiçbir şeyden habersiz hastanenin olduğu yere doğru ilerliyordu. Bu duygu ve düşüncelerle öldürülen gençlere duyulan acılar ve katillere duyulan kin ile yoğrulan bedenlerin üzerine bir anda mermi yağıyordu. Geceden kurulduğu belli olan bu tuzağın içine düşenlerden ilk anda 30 kişi hayatını kaybediyordu. İlk tetiğin çekilmesinden hemen sonra diğer mahallelerde de katliam başlıyordu. Komünist teröristlerin daha önce seyyar satıcı ve milli piyango satıcısı kılığında Maraş'a soktuğu katiller yine daha önce hazırladıkları silâhlarla sağcı-solcu, alevi-Sünni ayrımı yapmadan katliamı sürdürdüler. Bastıkları evlerde hiçbir ayrım yapmadan çocukları, kadınları, yaşlıları bile öldürdüler. Üstelik bununla da yetinmeyip evleri ateşe verdiler. Savunmasız gördükleri her şeyi leş yiyici sırtlan sürüsü gibi talan ediyorlardı. Katliamlar yapan komünistlerin bu görevi 25 Aralık 1978 tarihine kadar sürüyordu. 26 Aralık günü olayın gerçekleri herkes tarafından görülüyordu. Resmî açıklamalara göre 111 ölü ve yüzlerce yaralı vardı. 

Sivil otoritenin kasıtlı tutumları sonucu askerî birlikler olaya çok geç müdahale etmiş ve cinayetlerin artmasına neden olmuştur. Güvenlik güçlerinin geç gelişi komünistlerin işine yaramıştır. Bu konuda “olayları solcular başlattı” dediği için istifa ettirilen içişleri bakanı İrfan Özaydınlı’nın yerine gelen Hasan Fehmi Güneş bakın ne diyor! 

Bundan iki yıl önce “78’liler Federasyonu” tarafından düzenlenen “Maraş Katliamı ve Gerçekler” konulu panelde konuşan Hasan Fehmi Güneş, “dönemin hükümetinin katliamı önleyebilecek güce sahip olduğunu” iddia etti. Güneş, “ciddi bir devlette böylesi katliamların engellenmesinin mümkün olduğunu, hükümetin ‘kötü yönetimi nedeniyle’ katliamın durdurulamadığını” söyledi. “Ben de hükümetin üyesiydim. Maraş’ta bu tür hareketlerin olacağı sinyalleri geliyordu” diyen Güneş, olaylarda hükümetin sorumluluğu olduğunu itiraf ediyordu. 

Sadece Maraş’ta çıkan olaylarda birkaç gün içinde yüzden fazla insanın ölümüne rağmen Ecevit, kendi dönemlerinin barış ve kardeşlik dönemi olduğunu iddia etmiştir. 

“Yapılan yargılamalar neticesinde MHP ve diğer ülkücü kuruluşlar hakkında suç duyuruları reddedildi.” (Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, sh, 156) Ancak Ecevit hükümetinin ve POL-DER’li polislerin bütün oyunlarına rağmen adalet karşında hesap veren MHP ve ülkücü kuruluşların beraat etmesine karşılık, başta Garbis Altınoğlu olmak üzere pek çok komünist yargılanmış ve suçlu bulunmuşlardır. Adı geçen Ermeni katil Garbis Altınoğlu Türk milletine hem Ermeni ve hem de komünist kişiliğiyle yaptığı bütün kötülüklerin cezasını Maraş katliamının bir numaralı sanığı, tertipçisi, teşvikçisi ve uygulayıcısı olduğu gerekçesiyle yargılandığı mahkemece suçlu bulunmuş ve idama mahkûm edilmiştir.

..

“Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için. Dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen. Lanetlilerdir...”
Necip Fazıl Kısakürek 

http://www.siyasiforum.net/viewtopic.php?f=7&t=6958


***

BENİM YAŞADIKLARIM VE 12 EYLÜL  ÖNCESİ  SONRASI..;

 12  EYLÜL  ABD  EMRİYLE OLMAMIŞTIR..
     < ABD NİN EMRİ DEĞİL YAZDIKLARIMI OKURSANIZ HAK VERİRSİNİZ..SANIRIM,.. 
ÜLKE OLARAK '' SEN KENDİ SORUNUNU KENDİN ÇÖZEMEZ İSEN BİRİLERİ GELİR KENDİ CIKARLARINIDA DÜŞÜNEREK SORUNUNU ÇÖZER ''
BAŞINADA ASKERİNİ  DİKER GİDER..  

BİR ÜLKEDE 3 AYDA BİR 4 AYDA BİR HÜKÜMET KURULUR İSTİFA ETTİRİLİRMİ? HEMDE KOALİSYON SİYASİLER KENDİLERİ 
GEÇİNEMİYORKİ SOKAKTA HALLK BİRİBİRİYLE GEÇİNSİN.? YA MECLİS 117 TUR CUMHUR BAŞKANINI SEÇEMEMİŞ BAŞSIZ DEVLET YİNE 
AYAKTA İYİ DURDU BU HALKIN SABRI YÜZÜNDEN.. EKENOMİK ANBARGODA CABASI BU MİLLET İLAÇ BENZİN BULAMADI BU ÜLKEDE..
KENDİ KENDİNİ BESLEYEN 7 ÜLKEDEN BİRİYDİK 3 SENTE MUHTAÇ ETTİLER BİZİ.. + < Bırakın YANAN  YAKILAN Şehirleri Kasabaları Mahallerde 
Caddeler Sokaklar bölünmüş ( KURTARILMIŞ BÖLGE İLAN EDİLMİŞTİ ) diğer cadde deki akrabana ziyarete gidemiyordun sağ bölge sokagı.., 
sol bölge caddesi bacak kadar bebeler ellerinde silah kime gidiyorsun kimin nesisin filancayı tanıyormusun nesi oluyorsun soruları hastamız var 
cenazemiz var akraba ziyaretine gidemediğimiz günler de değil aylarda değil seneleri yaşadık sıkıyönetim var asker polis bu kadar soru 
sormuyordu.. ankaradan kızılcahamama benzin anlamay gittim desem gülersiniz ama gittik ( Abd ve Avrupa kıbrıs harekatı sonrası  
HIRİSTİYAN ALEMİ KENDİ CIKARLARINI DÜŞÜNEREK ( RUM YUNAN İNGİLİZ İTTİFAKI )  
( YUNANİSTAN KRALI İLE  İNGİLTERE KRALLARI AKRABADIR ) 
Anbargo uygulamış Ekenomik Krizdeyiz... KAPINDA Araban var Benzinin yok Yaşayanlar bilir..
Bizler yaşadık 12 Eylül Yasaları değiştirilmese idi bugün pkk uzantısı bırakın atatürk meclisi bu ülke sınırlarının içine giremezdi Bunca şehidide vermezdik  ölen her asker subay polis benim güvenliğimi sağlayan kanunların uygulayıcısı ilk mercilerdir  bu insanımızdır  neden öldürü Şehit edersinizki?  size bu Hakkı Kim veriyır.?
.. HA O GÜNKİ SİYASİLER HA BU GÜNKİ SİYASİLER  AYNI  PARTİ İSİMLERİ DEĞİŞTİ..KENDİLERİ DEĞİŞMEDİ..
Bugünki siyasiler Apoyuda  ÖZEL ADA DA BU HALKIN VERGİLERİYLE EL BEBEK BESİYE ÇEKMEZDİ.. BENİM ASKERİMİ POLİSİMİ ÖLDÜRME HAKKINI KENDİNDE 
GÖRÜYORSAN TÜRK KANUNLARININDA SANA VERDİĞİ ÖLÜM HAKKINI KABULLENECEKSİN DEMEKTİR..
BİZ NE YAPTIK ADA DA BESLEMEKLE KALMADIK TERÖRİSTE 20 ÜZERİ PİŞMANLIK YASASI CIKARTTIK ADALETİ KENDİ SİYESETÇİMİZ SARSTI.. 
SIKIŞINCADA..SUÇUDA 12 EYLÜLE ATTI 12 EYLÜLÜN ZEMİNİNİ DE HAZIRLAYAN BU ZİHNİYETTİR.. > SAYGIYLA..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder