14 Kasım 2017 Salı

KURTARILMIŞ BÖLGE VE ŞEHİRLERİN YAKILMASI BÖLÜM 1

 KURTARILMIŞ BÖLGE VE ŞEHİRLERİN YAKILMASI. BÖLÜM 1


12 Eylül öncesi ve sonrası Devrimci hareketler.,!!-

"Bir kere yanlış trene bindiyseniz, koridordan ters tarafa yürümenizin hiçbir faydası yoktur. Ancak trenden
inerek Yanlıştan Dönebilirsiniz.”
(Friedrich Nietzsche)


Devrimci Hareketlerin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi ve Sonrası Üzerine bir Değerlendirme.


12 Eylül Askeri Darbesi ve nedenleri üzerine 34 yıldır yazılıyor. Ama bu sürecin  başlıca aktörlerinden olan devrimci-sosyalist solun gerek askeri darbe öncesi süreçteki, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine esaslı bir muhasebe yapılmadı.

Bilindiği gibi 12 Mart 1971 yılında generallerin muhtırasıyla iktidar görevden alınmış ve  başta silahlı mücadeleyi  savunan örgütler olmak üzere 
tüm sol yapılanma tasfiye edilmiştir.  Bu dönemde henüz daha yeni tarih sahnesinde yerini almış olan silahlı mücadele savunucusuTHKO, THKP/C 
ve TKP/ML örgütleri daha kuruluş aşamasında  fiziki olarak etkisiz duruma getirilmişti. Bu üç hareketin lider kadrolarının nerdeyse tamamı devlet 
tarafından katledilmiş, sağ kalan az sayıdaki lider kadro ise hapsedilmişti.

12 Mart 1971 yılında yapılan askeri darbe sonrası tutuklanan devrimci kadroların önemli bir kısmı, 1974 yılında bir af yasası sonucunda serbest  bırakıldı. 1974 affıyla serbest bırakılan bu kadrolar,  geçmişin muhasebesinden uzak ,12 Mart 1971 öncesi bağlı oldukları akımları yeniden yapılandırmak için harekete geçtiler.  Geçmiş hataları değerlendirmeye çalışanların sesi ise bu hengamede duyulmaz oldu.

Özelikle 1976 yılı sonrası yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti de arkasına alan bu devrimci kadrolar, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ile fiziki olarak etkisiz kılınan örgütlerini, çok kısa bir zamanda yeniden ve daha güçlü olarak yeniden yapılandırmayı başardılar. Öyle ki, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin arifesinde ortaya çıkan ve kadro ve taraftarları bakımından sayıları birkaç yüzle ifade edilebilen THKO, THKP/C ve TKP/ML akımlarının mirasçısı olan yapılanmalar, 1977 yılında sayıları binlerle, on binlerle ifade edilen kadro ve taraftarlarıyla yeniden tarih sahnesindeki yerini almıştı.

Bu kadar kısa bir sürede bu düzeyde bir büyüme ne devrimci akımların, ne de devletin öngörebileceği bir durumdu. Bu beklenmedik büyüme egemen güçleri paniğe düşürürken, devmi,devrimci solu ise, kazanılmamış bir zaferin sarhoşu yapmıştı. Başlangıçta gençlik içinde yükselen hareket, kısa sürede toplumun tüm ezilen kesimlerini etkiler hale gelmişti. En küçüğünden en büyüğüne devrimci hareketler hemen her ezilen toplumsal kesim içinde kendine taraftar bulabiliyordu.  Böylesi bir ortamda devrimci hareketler,  ne 12 Mart 1971 öncesi sürecin bir muhasebesini yapmış, ne 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi gelişen olayların nedenlerini analiz edebilmiş, ne de bu sürece bağlı olarak gelişen ya da gelişebilecek karşı saldırıların ne anlama geldiğini anlayabilmişti.

74 affı ile hapishanelerde çıkan kadrolar önce bu ana akımlar etrafında bir araya geldiler, sonra da hızla birbirinden ayrışarak onlarca örgüte bölündüler. Bu gruplar arasında anlaşılması ve izah edilmesi güç bir düşmanlık ortaya çıktı. Öyle ki, aynı geleneğin mirasçısı olduğunu iddia eden ve aynı geleneğin temel tezlerini savunan gruplar arasında bugün bile açıklanamayan  düşmanlıklar ortaya çıktı.

Bu gruplar, birbirleriyle olan ayrılıklarını ne ideolojik olarak, ne de politik olarak açıklayabilecek analizler yapamıyorlardı. Ama her grup bir diğer grubu, “mirasa ihanet”le ya da “revizyonist, oportünist, pasifist” olmakla suçluyordu.

12 Mart öncesi tarih sahnesine çıkmış  ana akımları eleştirmek adeta ihanetle eşanlamlıydı. Dolayısıyla da ayrılıklar, 12 Mart öncesi ortaya çıkmış olan bu yapılanmaların eleştirisi üzerinden değil, bu akımların çizgisine ve pratiğine koşulsuz bağlılık yarışı üzerinden oluyordu. Yani bir grup, var olan yapılanmadan koparken, mevcut yapılanmayı mirasa uygun davranmamakla suçlayıp ayrılıyordu.

Devrimci-sosyalist  solun önemli bir kısmını biri birine düşman kamplara bölen nedenler ne ideolojikti ne de politik. Ama buna rağmen her ayrılık 
kendisine bir taban bulabiliyordu.

12 Eylül öncesi kitleselleşen sol,  ne  yazık ki, siyasallaşamamıştır. Bu kof kitlesellik, devrimci solun 12 Eylül’ün hemen ertesinde çöküşününün en 
büyük nedenlerinden biridir.

1970-80 arası süreçte, Devrimci-Sosyalist hareketin bir kesimi, halkın akın akın kırdan şehirlere aktığı bir dönemde,  bu göçün tam aksi istikamette, savaşmak için kırlara çekilmeye hazırlanıyordu;  bir diğer kesim ise, şehirleri esas almakla birlikte, kitlelerle birlikte değil, kitlelerden kopuk ve ayrı durup, ayrı vurmayı tercih etmekteydi.

Kitlelerle kurulan bağ ise, kitlelerin dar güncel  ihtiyaçları üzerinden kurulmaktaydı. Örneğin; “hazine arazisi” diye adlandırılan araziler kırsaldan 
şehirlere göç etmiş yeni proleter ordunun neferlerine dağıtılıyordu, yeni oluşan gecekondu mahallerinin güvenliği sağlanıyordu, buralara yol 
yapılıyordu, yiyecek taşınıyordu vs. vs…

 Daha sonra ise, oluşan yeni mahalleler örgütler tarafından bölgelere ayrılıp, taksim ediliyordu. Her örgüt kendi bölgesinin devleti gibi hareket ediyordu; istediğini bölgesine sokuyor, istemediğini sokmuyordu, mahkemeler kurup insanları yargılıyor, kurallar ya da yasalar koyarak tebaanın bunlara uymasını istiyordu. Bu kadar kitleselleşmiş görülen,  öncülük adı altında aslında kitlelerin ardından nal toplayan Solumuz dışardan objektif bakıldığında,  egemenler  için büyük bir tehlike oluşturmuyordu. Ancak Türkiye’yi bölgede stratejik bir ileri karakol olarak gören uluslararası sermaye yine de işini sağlama almak istiyordu.

Egemenler  bir yandan Sol örgütlerin içine sızmaya çalışıyor, bu sızmalar vasıtasıyla örgütler atomik bir biçimde bölünüyor, bir yandan da  NATO 
merkezli Gladio’nun Türkiye kolu olan Kontrgerilla ve sivil Faşist güçler devreye sokuluyordu. Kontrgerilla güdümlü silahlı faşist ve paramiliter komandolar üzerinden devrimci harekete, işçi sınıfına, öğrenci gençliğe, çeşitli meslek örgütlerine, Alevi toplumuna ve düzenle barışık olmayan kimi tanınmış şahsiyetlere karşı sistemli saldırılar örgütlendi.

Bu saldırılarla hem devrimci hareketin enerjisi tüketildi, hem de devrimciler bu saldırılarla yerel mevzilere hapsedilerek bir savunma hattına hapsedildi.  Anti-faşist mücadele, faşist paramiliter güçlerle çatışmak ve hesaplaşmak ile sınırlandırıldı. Kitleler bu mücadelenin içine çekilemedi. Egemenler bu yolla sol hareketin işçi sınıfı ve diğer ezilenlerle bütünleşmesini engelledi, bir yandan da devrimci hareket  bu terör ortamının bir parçası haline getirilerek kitlelerden koparıldı.

Devlet eliyle örgütlenen terör o derece başarılı oldu ki, örgütlü terörün sonucunda iyiden iyiye demoralize olan mücadele içindeki kitlelerin önemli 
bir kısmı, bir askeri darbenin gerekliliğine bile ikna oldular; yalnızca ikna olmakla da kalmadılar, 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldığında bu kitlelerin bir kısmı darbeye aktif destek verirken, önemli bir kısmı da pasif destek verdi.
Böylece 12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı direnişin öznesi olabilecek iki temel güçten biri olan işçi sınıfı, daha darbe yapılmadan büyük ölçüde saf 
dışı bırakılmıştı.

12 Eylül 1980 Darbesi’ni örgütleyenler o derece başarılı olmuşlardı ki, darbe günü geldiğinde darbeye karşı direnebilecek olan kesimlerin direnebilecek takati ve enerjisi kalmamıştı. Bundan dolayıdır ki bir toplum bu kadar kolay teslim alınabildi. Öyle ki, cezaevlerinde işkence altında inleyen devrimcilerin aileleri bile, cezaevlerindeki zulme rağmen, “buna da şükür, hiç değilse çocuklarımız yaşıyor” diyebilmekte ve bu yolla 12 Eylül paşalarına üstü örtülü minnet duyabilmekteydiler.

Sol, MHP’nin Misyonunu kavramaktan uzaktı. 

MHP, klasik bir faşist hareketin karakteristik özelliklerini taşıyor olmakla birlikte, ne 1980 öncesi, ne de 1980 sonrası süreçte iktidarı isteyen bir hareket olmamıştır. Örneğin 20. Yüzyılın ilk yarısında tarih sahnesine çıkmış olan Batı Avrupa’daki faşist hareketlere baktığımızda, bu hareketlerin tek hedeflerinin iktidara yürümek olduğunu görürüz. Ama MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.

MHP’nin 1980 öncesi misyonu ise, gelişen kitle mücadelesine saldırmak ve yükselen toplumsal hareketi ezmek, en azından terörize etmek ve bir 
kaos ortamı yaratarak askeri darbenin koşullarını hazırlamaktı. MHP, kendisinden istenileni layıkıyla yerine getirmiştir.

MHP gibi oldukça kitlesel olan faşist bir hareketi de yedeğine alan Kontrgerilla, dört yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bir askeri 
darbenin koşullarını fazlasıyla hazırlamakta hiç de zorlanmamıştır.

Dört yıl gibi bir sürede binlerce cinayet işlenmiş, Maraş ve Çorum örneklerinde olduğu gibi toplu kıyımlar örgütlenmiş ve bütün bunların sonunda 
da bir askeri darbenin gerekliliği fikri geniş kesimlerde kabul görür duruma gelmiş ve darbe yapılmıştır. Uluslararası oyunun senaryosu egemen 
güçler tarafından yazılmış, ortaya konulmuş ve karşı ya da taraf olan her kesim bu oyunun bir parçası haline getirilmişti.

Devrimci hareket ise bu oyunu bozacak bir öngörünün sahibi olamadı. Her devrimci grup kendi “kurtarılmış” mahallesine kapanarak, kendini bu 
mahallenin hükümdarı ilan etti. Bırakalım devlet güçlerini ya da faşistleri bir yana, diğer devrimci grupların bile bu mahallelere girmesi yasaklandı. 
Sanki herkes kendi küçük devletini ilan etmişti. “Kurtarılmış bölge” olarak tanımlanan bu mahallelerde yasa koyucu ve yargı, bu bölgenin hâkimi 
olan devrimci gruptu. Hâkim olan grup yasaları belirliyor, mahkemeler kuruyor, kimlik kontrolü yapılıyordu. Asıl trajik olan ise, bütün bunlar 
“Halk adına”, halksız ve halka rağmen, çoğu zaman da halka karşı yapılıyordu.

Devrimci grupların büyük çoğunluğunun işçi sınıfı ve ezilen diğer topluluklarla bağları yok denecek kadar azdı.  Buna karşın negatif anlamda işçi 
sınıfı ve ezilen diğer kesimler üzerindeki etkisi oldukça fazlaydı. Çünkü sol kendi içinde düşman kamplara bölünmüştü. Ve sosyalist gruplar 
birbirlerini ‘Sosyal Faşist”, ‘Goşist”, ‘Maocu Bozkurt” olarak tanımlayarak, birbirlerinden rahatça insan öldürür olmuştular.

Emekçiler ve ezilenler hem devrimci hareketlere, hem de kendi çıkarlarına o derece yabancılaşmıştılar ki, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin en temel 
hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını ve ezilenleri atomize etmek olduğu halde, işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük bir çoğunluğu darbeye aktif, 
pasif ya da kerhen destek sunmuştu. Bu bakımdan, 1982 Anayasası’nın %92’lik bir kabul oyu alması bile, darbecilerin ne derece başarılı 
olduklarının bir kanıtıdır.

Demek ki darbeden 2 yıl sonra bile, yani grevlerin yasaklanmış olmasına, toplu sözleşme hakkının ve her türlü örgütlenme özgürlüğünün ortadan 
kaldırılmış olmasına, ücretlerin dondurulmuş olmasına ve her türlü özgürlüğün ortadan kaldırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler 
darbecilere güvenoyu vermiştir.

34 yıl sonra bugün ise sol hala 12 Eylül’ün yarattığı tahribatları silmiş olmaktan uzaktır. Bir tek Kürt Özgürlük Hareketi 1984 Ağustos atılımı ile 
12 Eylül zulmünden hesap soran, inkarı ve imhayı önleyen bir duruşun ve mücadelenin sahibi olabilmiş, adeta kendi küllerinden doğan Anka 
kuşu misali, 12 Eylül’ün bir silindir gibi ezdiği kesimlere umut veren örnek bir mücadele  geliştirerek, 12 eylül karakollarını Kürt halkının 
kafasından söküp atmıştır.

Geldiğimiz noktada Türkiye devrimci hareketi ise kendini tekrardan , hem de kötü bir tekrardan öte bir gelişme ve örgütlenme yaratmaktan 
uzak görünmektedir. Hala geçmişe güzellemeler yapılarak gençlik örgütlenmeye çalışılmakta, Kürt mücadelesinin başarısı hazmedilmeyerek,  
Kürt hareketi milliyetçilik ve ırkçılık yapmakla suçlanmaktadır. Oysa yapılması gereken Kürt Özgürlük Hareketi ile ilkeli bir ittifaktır. Yapılması 
gereken sol bir cephenin örülmesidir. Bu ise Kürt hareketini dışlayarak olanaklı değildir. CHP’nin kuyruğuna takılarak ise hiç olanaklı değildir.

Bugün Türkiye ve Kürdistan halkları için görünürdeki tek olanaklı seçenek HDP görünmektedir. HDP her ne kadar bir parti de olsa aslında 
yapılanmasına ve programına bakıldığında tam bir halklar cephesidir. Hiçbir toplumsal, siyasal, sosyal, sınıfsal örgütlenmeyi dışlamayan, aksine 
sentezleyerek ortak bir amaç etrafında birlikte davranma umudu yaratan yegane siyasal yapı olarak karşımızda HDP duruyor.  
HDP içinde yer alınarak ve HDP güçlendirilerek yüzde 80’i siyasal islam, ulusalcı, milliyetçi, ırkçı ideolojilerin peşine takılmış emekçi kitleleri 
yeniden kazanabilir ve sola yeniden itibar kazandırabiliriz.


http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=2499%3A12-eyluel-oencesi-ve-sonras-devrimci-hareketler&catid=36%3Akonuk-yazlar&Itemid=1

BİR  DİĞER  GÖRÜŞ.. CÜMLE İÇİNDEKİ KELİMELERE  DİKKAT EDİN AGIZBİRLİĞİ YAPILMIŞ SANKİ !!!

Sosyalist Solun 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi ve Sonrası Tutumu Üzerine

Biz bu yazıda 12 Eylül Askeri Darbesi’nin değil, gerek askeri darbe öncesi süreçte, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçte sosyalist solun tutumunun muhasebesini yapmaya çalışacağız. Çünkü askeri darbe ve askeri darbenin nedenleri üzerine neredeyse 30 yıldır yazılıyor ama bu sürecin en başlıca aktörlerinden olan sosyalist solun gerek askeri darbe öncesi süreçteki, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine bir muhasebe yapılmadı. ‘Bir dönemin muhasebesi” adı altında yazılanlar ise, bir muhasebeden ziyade, ya günah çıkarmaya dönüktü ya da iman tazelemeye dönük. Biz ise bugüne kadar yapılmayanı yapmaya çalışacağız.
Burada bir noktanın daha altını çizmek istiyoruz. Bu yazı kapsamında sosyalist sol başlığı altında yalnızca ve yalnızca Türkiye’deki sosyalist solu tartışacağız, Kürt solu ve Kürt ulusal hareketi bu tartışmanın kapsamı dışındadır. Çünkü Kürtler ve Kürdistan’da verilen mücadele kendi içinde özgünlüklere ve farklı dinamiklere sahiptir. Bunun da ötesinde Kürtler için 12 Eylül’ün anlamı ve sonuçları oldukça farlıdır. Bu nedenlerden dolaylıdır ki Kürdistan coğrafyasını ve bu coğrafyanın ulusal kurtuluşçu ve devrimci güçlerini tartışmamızın dışında tutacağız. 

12 Eylül 1980 Öncesi Süreç ve Sosyalist Sol

Bilindiği gibi 12 Mart 1971 yılında askeri bir darbe yapılmış ve sosyalist solun üç ana akımı olarak henüz daha yeni tarih sahnesinde yerini almış olan THKO, THKP/C ve TKP/ML fiziki olarak etkisiz duruma getirilmişti. Bu üç hareketin lider kadrolarının nerdeyse tamamı devlet tarafından katledilmiş, sağ kalan az sayıdaki lider kadro ise hapsedilmişti.
12 Mart 1971 yılında yapılan askeri darbe sonrası tutuklanan devrimci kadroların önemli bir kısmı, 1974 yılında bir af yasası sonucunda serbest bırakıldı. 1974 affıyla serbest bırakılan bu kadrolar, 12 Mart 1971 öncesi bağlı oldukları akımları yeniden yapılandırmak için harekete geçtiler. 

Özelikle 1976 yılı sonrası yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti de arkasına alan bu devrimci kadrolar, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ile fiziki olarak etkisiz kılınan örgütlerini, çok kısa bir zamanda yeniden ve daha güçlü olarak kurmayı başardılar.

Öyle ki, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin arifesinde ortaya çıkan ve kadro ve taraftarları bakımından sayıları birkaç yüzle ifade edilebilen THKO, THKP/C ve TKP/ML akımlarının mirasçısı olan yapılanmalar, 1977 yılında sayıları binlerle, on binlerle ifade edilen kadro ve taraftarlarıyla yeniden tarih sahnesindeki yerini almıştı.

Aslında bu düzeyde bir büyüme ne sosyalist solun, ne de devletin öngörebileceği bir durumdu. Dolayısıyla da bu beklenmedik büyüme egemen güçleri paniğe düşürürken, sosyalist solu ise, kazanılmamış bir zaferin sarhoşu yapmıştı. Dolayısıyla da sosyalist sol, ne 12 Mart 1971 öncesi sürecin bir muhasebesini yapmış, ne 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi yükseliş sürecinin nedenlerini analiz edebilmiş, ne de bu sürece bağlı olarak gelişen ya da gelişebilecek karşı saldırıların ne anlama geldiğini anlayabilmişti. Ve 12 Eylül 1980 yenilgisinin ilk adımı da bu yolla atılmış olmuştu. 
1974 yılında çıkan bir ‘af yasası” sonrası cezaevlerinde bulunan 12 Mart öncesinin kadroları, kısa bir zaman içerisinde yeniden bir araya geldiler ve yeniden ayrıştılar. Bu yeniden ayrışmanın sonucunda ortaya, hem de 2–3 yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir zaman zarfında, neredeyse birbirleriyle hiçbir uzlaşma zemini kalmayan siyasi gruplar ya da örgütler çıktı.
1977 yılına gelindiğinde ise, her biri kendini 12 Mart öncesinin üç ana akımı olan THKO, THKP/C ve TKP/ML örgütlerinin mirasçısı olduğunu iddia eden onlarca grup mevcuttu.
Ve tabii ki bu gruplar arasında anlaşılması ve izah edilmesi güç bir düşmanlık ta mevcuttu. Öyle ki, aynı geleneğin mirasçısı olduğunu iddia eden ve aynı geleneğin temel tezlerini savunan gruplar arasında bile izah edilemeyen bir ‘düşmanlık” vardı.
Bu gruplar, birbirleriyle olan ayrılıklarını ne ideolojik olarak, ne de politik olarak izah edebiliyorlardı. Ama her grup bir diğer grubu, ‘mirasa ihanet”le ya da ‘revizyonist, oportünist, pasifist” olmakla suçluyordu.
12 Mart öncesi tarih sahnesine çıkmış bu üç akımı eleştirmek ihanetle eşanlamlıydı, dolayısıyla da ayrılıklar, 12 Mart öncesi ortaya çıkmış olan bu üç yapılanmanın eleştirisi üzerinden değil, bu üç akımın çizgisine ve pratiğine koşulsuz bağlılık yarışı üzerinden oluyordu. Yani bir grup, var olan yapılanmadan koparken, mevcut yapılanmayı mirasa uygun davranmamakla suçlayıp ayrılıyordu.

Sosyalist solun önemli bir kısmını biri birine düşman kamplara bölen nedenler ne ideolojikti ne de politik. Ama buna rağmen her ayrılık kendisine bir taban bulabiliyordu. Bunun en büyük nedeni ise, sosyalist solun kendisini politik olarak kazanılmış değil, sosyal bağlar yoluyla etkilenebilen bir kitleye dayanma özelliğine sahip oluşuydu. 

Bundan dolayıdır ki sosyalist sol, 12 Eylül öncesi devasa bir kitleselleşmeye ulaştığı halde, kitlesel olarak siyasallaşamamıştır. Sosyalist solun 12 Eylül sonrası çok kısa bir süre zarfında ani çöküşünün en önemli nedenlerinden biri de işte bu siyasallaşamamış kof büyümedir.
12 Eylül öncesi sosyalist solun durumu bu merkezdeyken, kitle hareketlerinde muazzam bir kabarış ve kendi sorunları eksenli de olsa bir siyasallaşma söz konusuydu. 

Bir yandan 12 Mart Askeri Darbesi’nin yaratmış olduğu cendereyi kırmaya çalışan emekçi kesimlerin yeniden mevzi kazanma mücadelesi, bir yandan 70’li yıllara damgasını vuran kırsaldan şehirlere göç olayı dolayısıyla şehirlerde kendilerine yer açmaya çalışan yeni proleterler, bir yandan yeni liberal politikalar dolayısıyla ekonomi içerisindeki önemi gittikçe azalmış olan tarım sektörünün yıkımı dolayısıyla mağdur olan küçük üretici ve tarım emekçilerinin direnişi, bir yandan 12 Mart Askeri Darbesi’nin askeri kışlalara çevirdiği üniversitelerden yükselen ve ‘özgür üniversite, özgür eğitim” talep eden öğrenci hareketi, bir diğer yandan ise, yeniden muazzam bir yükselişe geçmiş olan sosyalist ve ulusal Kürt uyanışı tarih sahnesinde yeniden yer almaya başlamıştı. Özcesi; toplumun neredeyse bütün taşları yerinden oynamış durumdaydı.

Sosyalist solun ise bütün bu kitlesel uyanışa öncülük edebilecek vizyonu ve yeterliliği mevcut değildi. Aslında sosyalist sol bu sosyal hareketlerin neredeyse tamamında yer almaktaydı ama bu hareketlerin birbirleriyle bağını kurmaktan ve bu sosyal hareketlerin kendilerinden menkul taleplerini siyasal iktidara karşı örgütleyebilmekten yoksundu. 1 Mayısı 1977, gerek sosyalist sol ile kitleler arasındaki organik kopukluğun anlaşılması bakımından, gerekse de gelişen kitlesel yükselişin uluslararası sermaye açısından ileride yol açacağı sıkıntıların anlaşılması bakımından bir milat olmuştur.

Ama ne yazıktır ki 1 Mayıs 77’nin bir milat olduğunu uluslararası sermaye anlamış, sosyalist sol ise anlamamıştır.

Sosyalist solun bir kesimi, kitleler akın akın şehirlere göç ederken, onlar, savaşmak için kırlara çekilmeye hazırlanıyordu; bir diğer kesim ise, şehirleri esas almakla birlikte, kitlelerle birlikte değil, kitlelerden kopuk ve ayrı durup, ayrı vurmayı tercih etmekteydi.
Kitlelerle kurulan bağ ise, kitlelerin dar ihtiyaçları üzerinden kurulmaktaydı. Örneğin; ‘hazine arazisi” diye adlandırılan araziler kırsaldan şehirlere göç etmiş yeni proleter ordunun neferlerine dağıtılıyordu, yeni oluşan gecekondu mahallerinin güvenliği sağlanıyordu, buralara yol yapılıyordu, yiyecek taşınıyordu vs. vs… 
Daha sonra ise, oluşan yeni mahalleler örgütler tarafından bölgelere ayrılıp, taksim ediliyordu. Böylece her örgütün bir bölgesi ve tebaası olmuş oluyordu. Hal böyle olunca da her örgüt kendi bölgesinin devleti gibi hareket ediyordu; istediğini bölgesine sokuyor, istemediğini sokmuyordu, mahkemeler kurup insanları yargılıyor, kurallar ya da yasalar koyarak tebaanın bunlara uymasını istiyordu.
Asıl trajik olanı ise, itaat eden ya da ‘eyvallah” diyen bu tebaa, kazanılmış topluluk olarak görülüyordu. Aslında mevcut durumu ve yönelişi bakımından sosyalist sol, sermayeyi tehdit edebilme potansiyeline sahip değildi. Bu anlamıyla sosyalist solun fiziki olarak büyümesi tek başına bir tehdit oluşturmuyordu. Ama sosyalist solun kısa sürede bu derece büyüme göstermesi, toplumsal uyanışın devasa bir boyut almasıyla bir arada düşünüldüğünde, bu durum uluslararası sermaye açısından ciddi bir tehdit oluşturma potansiyeli taşımaktaydı. 

Emperyalizmin ve onun yerli ortaklarının ihtiyacı, Türkiye’nin uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıydı. Daha özlü bir ifadeyle, Türkiye’nin uluslararası sermayeye uyumlanması gerekiyordu. Bu uyumlanma programının adı daha sonraları konulacaktı; bunun adı: 24 Ocak Kararları idi.
Ama bu uyum programının, devasa kitle hareketlerinin ve kitlelerle çarpık bağına ve kitlelerden kopukluğuna rağmen oldukça kitlesel bir sosyalist solun olduğu koşullarda uygulanabilme şansı pek yoktu.
Bir başka önemli nokta ise, Türkiye’nin emperyalizm için bölgesel önemiydi. Zira Türkiye, gerek ABD, gerekse de diğer Batılı devletler için göz ardı edilebilecek bir ülke değildi. Çünkü Türkiye, gerek jeostratejik, gerek jeopolitik olarak Batılı egemen devletler için hayati bir öneme sahipti.
Türkiye, emperyalizmin bölgedeki üç ileri karakolundan birisiydi, bir diğer ileri karakol olan Şah Rıza Pehlevi kontrolündeki İran kaybedilmek üzereydi ve İran ve Türkiye olmaksızın üçüncü ileri karakol olan İsrail’in yaşama şansı yoktu; bu ise emperyalizmin felaketi demekti.

Emperyalizmin, enerji kaynakları üzerindeki kontrolünü kaybetmesi demek, onun felaketi demekti. O halde felaketin esiri olmak yerine, felaketin efendisi olmak gerekiyordu.

Bunun yolu ise Türkiye gibi bir işbirlikçi ülkeyi her ne pahasına olursa olsun kaybetmemekten geçiyordu. Strateji belliydi, her ne pahasına olursa olsun Türkiye kaybedilmeyecekti. Bu stratejinin başarıya ulaşabilmesi için uygulanacak yol ise, bilinen bir yoldu; önce bir kargaşa ve terör ortamı yaratılacak, geniş topluluklarda bir umutsuzluk ve korku hâkim kılınacak ve her zaman ki gibi ‘kahraman Türk ordusu, aziz Türk milletinin huzuru ve güveni için” sahnedeki yerini alacaktı. Öyle de oldu.
NATO merkezli Gladio’nun Türkiye kolu olan Kontrgerilla ve sivil Faşist güçler devreye sokuldu. Kontrgerilla güdümlü silahlı faşist ve paramiliter komandolar üzerinden devrimci harekete, işçi sınıfına, öğrenci gençliğe, çeşitli meslek örgütlerine, alevi toplumuna ve düzenle barışık olmayan kimi tanınmış şahsiyetlere karşı sistemli saldırılar örgütlendi. 
Bu saldırılar üzerinden hem sosyalist solun enerjisi tüketildi, hem sosyalist sol bu saldırılar dolayısıyla yerel mevzilere hapsedilerek bir savunma hattına hapsedildi, hem bu yolla sosyalist solun işçi sınıfı ve diğer ezilenlerle bütünleşmesi engellendi, hem de sosyalist sol bu terör ortamının bir parçası haline getirilerek, sınıftan ve kitlelerden izole edildi.

Devlet eliyle örgütlenen terör o derece başarılı oldu ki, örgütlü terörün sonucunda iyiden iyiye demoralize olan mücadele içindeki kitlelerin önemli bir kısmı bir askeri darbenin gerekliliğine bile ikna oldular; yalnızca ikna olmakla da kalmadılar, 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldığında bu kitlelerin bir kısmı darbeye aktif destek verirken, önemli bir kısmı da pasif destek verdi.
Böylece 12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı direnişin öznesi olabilecek iki temel güçten biri olan işçi sınıfı, daha darbe yapılmadan büyük ölçüde saf dışı bırakılmıştı.
Bir diğer temel özne olabilecek Kürt halkı ise, bu sürecin kendisi için ne anlama geldiğini kavramaktan ve direnişi örgütleyebilecek bir örgütten yoksundu. 
12 Eylül 1980 Darbesi’ni örgütleyenler o derece başarılı olmuşlardı ki, darbe günü geldiğinde darbeye karşı direnebilecek olan kesimlerin direnebilecek takati ve enerjisi kalmamıştı, bundan dolayıdır ki bir toplum bu kadar kolay teslim alınabildi. Öyle ki, cezaevlerinde işkence altında inleyen devrimcilerin aileleri bile, cezaevlerindeki zulme rağmen, ‘buna da şükür, hiç değilse çocuklarımız yaşıyor” diyebilmekte ve bu yolla 12 Eylül paşalarına üstü örtülü minnet duyabilmekteydiler.
Peki, kitlelerdeki bu ruh haline ve askeri cuntanın kitleler üzerindeki muazzam terörüne ve ideolojik etkisine rağmen devrimci hareket direnebilir ve darbeye karşı bir direniş örgütleyebilir miydi?
Evet, devrimci hareket buna rağmen direnebilirdi. Peki, başarı şansı var mıydı? Kesinlikle hayır. Ama buna rağmen direniş gerekiyordu.
Bu konuya girmeden önce, devrimci hareket, ‘12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hazırlık sürecinin bir parçası olmaktan kurtulup, darbe planının boşa çıkarabilir miydi?” sorusunu cevaplamak gerekiyor.
Bu sorunun cevabını kesin bir dille verebilmek mümkün gözükmemektedir. Ama şurası kesin bir gerçektir ki en azından, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi geçici bir başarı sağlamış olsa bile, uzun vadede kaybetmeye mahkûm olurdu. Ve 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi aracılığıyla, hem de hiçbir direnişle karşılaşılmadan hayata geçirilen ve gelinen aşamada artık hâkim hale gelmiş olan politikaların ve değerlerin bu ölçüde kabul görmesi engellenebilirdi.
Örneğin Güney Amerika ülkelerinde de benzeri darbeler örgütlenmiş ve bu darbeler üzerinden sermayenin varlığı idame ettirilmiştir ama darbeler aracılığıyla ezilen örgütlü mücadeleler, her seferinde daha güçlü olarak tarih sahnesine yeniden çıkmıştır.
Bu yüzden, aynı şeyin Türkiye’de olmamasını ya da askeri darbenin bu derece başarılı olmasını ve sonuçlarının kalıcı olmasını tek başına 12 Eylül 1980 Darbesi aracılığıyla uygulanmış olan sistemli şiddet, sistemli manipülasyon vb. gibi nedenlerle açıklamak doğru olmaz. Eğer 12 Eylül Askeri Darbesi’nin bu derece başarılı olmasının nedenlerini doğru anlamak istiyorsak, bu durumda, aynı zaman da devrimci hareketin gerek 12 Eylül’ün örgütlenme sürecinde izlemiş olduğu politikayı ve bu süreç karşısındaki tutumunu, gerekse de 12 Eylül sonrası izlemiş olduğu politikayı ve bu süreç karşısındaki tutumunu da hesaba katmamız gerekmektedir. Zira devrimci hareketin bir toplumsal kurtuluş programına sahip olmayışı ya da programsızlığı, beslendiği uluslararası referanslar, perspektifsizliği, politik kültürü, demokrasi kültürü, sınıfa ve sınıf mücadelesine ilişkin yaklaşımı, faşizm ve faşizme karşı mücadele kavrayışı vb. faktörler, hem 12 Eylül Darbesi’ni hazırlayanların ve gerçekleştirenlerin işlerini muazzam derecede kolaylaştırmış, hem de 12 Eylül Askeri Darbesi’nin başarılı olmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır.
Muhakkaktır ki sosyalist sol oldukça doğru bir politika izlemiş olsaydı bile, bir askeri darbe kaçınılmazdı. Zira 1976–80 arası sürece damgasını varan fiili durumun uzunca bir dönem devam etmesi mümkün değildi ve bir kırılma mutlaka yaşanacaktı. Bu süreç ya bir devrimle aşılacaktı ya da bir askeri darbeyle kırılacaktı. 
Sosyalist solun hiçbir sektörü, bir devrim programına ve toplumsal bir harekete önderlik yapabilecek yeteneğe ve hazırlığa sahip değildi. Dolayısıyla da bu sürecin bir askeri darbe ile kırılması kaçınılmazdı. Ama buna rağmen, en azından 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sonuçlarının bu derece yıkıcı ve bu derece kalıcı olmasının önü alınabilirdi.
Nasıl mı? Sosyalist solun yapması gereken ilk şey, 12 Eylül öncesi sürecin ne anlama geldiğini ve egemenler tarafından başarılmak istenenin ne olduğunu doğru analiz etmekti.
Örneğin MHP’nin misyonunun çok iyi kavranması gerekiyordu. MHP, klasik bir faşist hareketin karakteristik özelliklerini taşıyor olmakla birlikte, ne 1980 öncesi, ne de 1980 sonrası süreçte iktidarı isteyen bir hareket olmamıştır. Örneğin 20. Yüzyılın ilk yarısında tarih sahnesine çıkmış olan Batı Avrupa’daki faşist hareketlere baktığımızda, bu hareketlerin tek hedeflerinin iktidara yürümek olduğunu görürüz. Ama MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.
MHP’nin 1980 öncesi misyonu ise, gelişen kitle mücadelesine saldırmak ve yükselen toplumsal hareketi ezmek, en azından terörize etmek ve bir kaos ortamı yaratarak askeri darbenin koşullarını hazırlamaktı. MHP, kendisinden istenileni layıkıyla yerine getirmiştir.
MHP gibi oldukça kitlesel olan faşist bir hareketi de yedeğine alan Kontrgerilla, dört yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bir askeri darbenin koşullarını fazlasıyla hazırlamakta hiç de zorlanmamıştır.
Dört yıl gibi bir sürede binlerce cinayet işlenmiş, Maraş ve Çorum örneklerinde olduğu gibi toplu kıyımlar örgütlenmiş ve bütün bunların sonunda da bir askeri darbenin gerekliliği fikri geniş kesimlerde kabul görür duruma gelmiş ve darbe yapılmıştır. Uluslararası oyunun senaryosu egemen güçler tarafından yazılmış, ortaya konulmuş ve karşı ya da taraf olan her kesim bu oyunun bir parçası haline getirilmişti.
Bu oyunu bozabilecek tek güç, sosyalist sol idi. Eğer sosyalist sol, MHP’nin misyonunun ne olduğunu doğru kavrayıp, MHP üzerinden neyin başarılmak istendiğini doğru kavramış olsaydı, bu bile ortaya konulmak istenen oyunun bozulması için kâfi gelebilirdi. 
Ama sosyalist sol, MHP üzerinden tezgâhlanan tuzağa kolay düşmüş ve bütün bir enerjisini faşistlerle çatışarak tüketmiştir. 
Hâlbuki mesele faşist bir yükselişin önünü kesmenin ötesinde bir karaktere sahipti ve asıl tehdit olan, faşist bir yükselişten ziyade, bu yükselişin ardına saklanan maksat idi. Asıl maksat ise devletin, sermayenin ve toplumsal güç dengelerinin uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasıydı.
Eğer sosyalist sol bunu kavrayabilmiş olsaydı ve buna uygun bir politika ve strateji geliştirebilseydi; işçileri, meslek guruplarını, Alevileri ve Kürtleri bu zeminde mücadele etmeye kazanabilseydi, ne faşist hareket, dolayısıyla da devlet bu kadar kolay başarılı olabilirdi, ne de sosyalist sol 12 Eylül Askeri Darbesi karşısında bu derece yalnız ve savunmasız kalırdı.
Ama sosyalist sol bunu yapmak yerine, yanlış yönde, üstelikte kitlelerden kopuk ve kitleler adına davranmayı tercih etti. Her devrimci grup kendi ‘kurtarılmış” mahallesine kapanarak, kendini bu mahallenin hükümdarı ilan etti. Bırakalım devlet güçlerini ya da faşistleri bir yana, diğer devrimci grupların bile bu mahallelere girmesi yasaklandı. Sanki herkes kendi küçük devletini ilan etmişti. ‘Kurtarılmış bölge” olarak tanımlanan bu mahallelerde yasa koyucu ve yargı, bu bölgenin hâkimi olan devrimci gruptu. Hâkim olan grup yasaları belirliyor, mahkemeler kuruyor, kimlik kontrolü yapılıyordu. Asıl trajik olan ise, bütün bunlar ‘Halk adına”, halksız ve halka rağmen, çoğu zaman da halka karşı yapılıyordu.
Sosyalist solun işçi sınıfı ve ezilen diğer topluluklarla bağları yok denecek kadar azdı ama buna rağmen negatif anlamda işçi sınıfı ve ezilen diğer kesimler üzerindeki etkisi oldukça fazlaydı. Çünkü sosyalist sol kendi içinde düşman kamplara bölünmüştü. Ve sosyalist gruplar birbirlerini ‘Sosyal Faşist”, ‘Goşist”, ‘Maocu Bozkurt” olarak tanımlayarak, birbirlerinden rahatça insan öldürür olmuştular. Sosyalist solun emekçi kitleleri ve ezilenleri örgütleyebilecek yeteneği ve bir programı yoktu ama buna rağmen emekçi ve ezilen kitleler sosyalist sola yakınlaşabilir ve onun dayanışmasını talep edebilirlerdi. Ama sosyalist solun bu derece düşman kamplara bölünmüş olması ve emekçilerin dağınık gücünü merkezileştirmek için değil de, onları kendi düşmanlıklarına taraf yapma yönünde bir davranış içinde olması, emekçiler ile sosyalist solun arasındaki kopukluğu daha da aşılmaz hale getirmiştir.
Emekçiler ve ezilenler hem sosyalist sola, hem de kendi çıkarlarına o derece yabancılaşmıştılar ki, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin en temel hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını ve ezilenleri atomize etmek olduğu halde, işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük bir çoğunluğu darbeye aktif, pasif ya da kerhen destek sunmuştu. Bu bakımdan, 1982 Anayasası’nın %92’lik bir kabul oyu alması bile, darbecilerin ne derece başarılı olduklarının bir kanıtıdır.
Demek ki darbeden 2 yıl sonra bile, yani grevlerin yasaklanmış olmasına, toplu sözleşme hakkının ve her türlü örgütlenme özgürlüğünün ortadan kaldırılmış olmasına, ücretlerin dondurulmuş olmasına ve her türlü özgürlüğün ortadan kaldırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler darbecilere güvenoyu vermiştir. 
Bunun tek nedeni, işçi sınıfının ve ezilenlerin 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ‘terörü önlemek, kardeş kavgasına son vermek ve vatandaşın refah ve huzuru için” yapıldığına inandırılmış olması değil, aynı zamanda kendi sınıf ya da topluluk çıkarlarına yabancılaştırılmış olmalarıdır.
Darbeciler başarılı olmuşlardır derken, kastettiğimiz budur. Ama en başta da belirttiğimiz gibi, darbecileri başarılı kılan, sosyalist sol çevrelerin tam da egemenlerin istediği biçimde bir davranış sergilemiş olmalarıdır. Aksi davranış bile bu oyunun bozulması için yeterdi. Tabii ki buna rağmen bir askeri darbe yapılacaktı, ama bu durumda ne darbe karşısında sosyalist sol yapayalnız kalacaktı, ne de 12 Eylül Askeri Darbesi üzerinden hâkim kılınan düzen hâkim kılınabilirdi.
Egemenler planlarını iki aşamalı olarak hayata geçirdiler, ilk aşama, sosyalist solu kitlelerden tecrit edebilecek bir zemine çekmek ve orada tutmak ve örgütlenen terör ortamı vasıtasıyla kitleleri paralize ve demoralize etmekti ki, MHP üzerinden bunu gayet iyi başardılar; ikinci aşama, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile hedefleneni başarabilmek için, devrimci güçleri tutsak alarak etkisizleştirmek ve dışarıdaki kitleleri kolayca itaate zorlamaktı ki, bunda da başarılı oldular.

Peki, bütün bu olumsuzluklara rağmen sosyalist sol 12 Eylül Darbesi karşısında direnebilir miydi? Ya da bir direniş gerekli miydi? Her iki soruya da bizim cevabımız, ‘Evet”tir.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder