4 Kasım 2017 Cumartesi

' 28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI ' BÖLÜM 1


' 28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI ' BÖLÜM 1


Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Hülya Okur'a konuştu: '5 yıl içinde Türkiye fiilen bölünür...En ürktüğüm şey, gizli tanık...Fethullah Gülen benimle helalleşmek istedi...Şimdi Başsavcı olsam parti kapatmam...Örtünmeyen Türk kadını kamudan dışlanacak...28 Şubat, İslamcıları hizaya getirdi'




18 Şubat 2013 Pazartesi

" O, ateşle oynayan bir ateşbaz...O, halifeliğe getirilince " Doğru yoldan saparsam beni kılıçınızla düzeltin" diyen Ömer'e kulak veren kişi...O, güneşi garba döndürmeye çalışan biri...O, adaletten ayrılmadan diyanetini bulan bir mutemed...O, vurmadan almayı, savaşmadan galip olmayı isteyen bir hukukşinas. Vural Savaş sizlerle..."

“BEN DİNİ ÇOK İYİ BİLEN BİR BABANIN EVLADIYIM”

“ Vural Savaş kalmaya devam edeceğim. Ali Savaş’ın oğlu olduğumu hiç unutmayacağım.” demiştiniz. Babasının oğlu Vural nasıl bir çocuktu?

Ben dini çok iyi bilen bir babanın evladıyım. Ama baskı denilen şeyi hiç hissetmedik. Annem en çağdaş kadınlardan biriydi. Babamın onun giyimini, kuşamını eleştirdiğini hiç görmedim. Çok koyu bir Demokrat Partiliydi. Fakat en rahat tartışmaları babamla yapmışımdır. 

“BABAM ADNAN MENDERES’İN RESMİNİ DUVARA ASINCA, BEN DE İSMET İNÖNÜ’NÜN ASTIM”

O kadar ki, babanız oturma odasına Adnan Menderes’in resmini asmış, siz de gitmişsiniz misafir odasına İsmet İnönü’yü asmışsınız. Bu rekabet, ikinizin de resimleri bulundukları yerden indirmenizle sonuçlanmış.

Baktı baktı, “ Ben Menderes’in resmini kaldırırsam, sen de kaldırır mısın?” dedi, “ Ben senin yüzünden astım ” dedim, ikimiz de indirdik. Ama daima fikirlerini mertçe söyleyen biriydi. 

“DOĞRU BİLDİKLERİNİ YAPMAYI BABAMDAN ÖĞRENDİM”

“YATALAK OLDU BABAMA BEN BAKTIM, CENAZESİNİ YIKADIM”

“DİNDAR OLMADAN DA TEMİZ İNSAN OLUNABİLİYORMUŞ”

Siyasi fikirlerinizin oluşumu babanızın siyasi fikrine duyduğunuz tepki ile mi ortaya çıktı? Genelde oğullar babaları gibi düşünür, siz için neden böyle olmadı?

Değil. Bir anımı anlatayım. 1950 seçimleri yaklaşıyor. Mahallemizin ileri gelenlerinden, koyu CHP’li Kazım Efendinin evindeyiz, biz çocuklar ders çalışıyoruz. Kazım Efendi babama dedi ki: “Bu seçimlerde CHP kazanacak.” Babam hemen geldi, bizim masadan mürekkebi aldı, Kazım Efendinin salonunun duvarına serpti. “Dediğin çıkarsa ben bu evi badana yaptırıyorum, yoksa bu yanlış teşhisinin sonucuna katlan” dedi. Demek istediğim hiç kimseden çekinmeden doğru bildiklerini yapmayı babamdan öğrendim. Babam kadar hayatta kimseye saygı duymadım. Yatalak oldu, ben baktım. Öldüğünde yıkama yerinde ben vardım. Babamla hiçbir meselemiz olmadı. Bir gün bana şunu söyledi: “Sen benim dünya görüşümü çok etkiledin, ben çok koyu dindar olmayan kimselerin ahlaksız olacağına inanıyordum, kendi gençliğimi de hatırlıyorum, ben senden temiz insan görmedim. Anladım ki çok dindar olmadan da temiz insan olunabiliyormuş” Anılarımda bunu yazmadım ama… 

“ŞERİATÇILARIN EN BEĞENDİKLERİ HAKİM: HAŞİM KILIÇ, EN BEĞENDİKLERİ SAVCI: ZEKERİYA ÖZ”

Evet biliyorum hadiseyi…Anılarınızı yazacağınızı öğrenince ablanız Ülker Varol sizi uyarmış ve demiş ki: “Hatırladıkça ağladığımız anne babamızı sen bile doğru dürüst anlatamazsın. Bırak hatıralarımız sadece ikimizin ruhunda yaşasın” görünen o ki bu karara uymuşsunuz.

İki bakımdan kız kardeşime hak verdim. Şu anda hem bölücülerin hem dini siyasete alet edenlerin en beğendikleri Hakim, Haşim Kılıç. Ama hukukçu bile değil. En beğendikleri Savcı da, Zekeriya Öz oldu. Bölücülerin, şeriat yanlılarının en beğenmedikleri Savcı ben olmuşumdur. Ama onlar da biliyor ki, ben görevimi yaptım aslında. Ama onlar görev yapan, Cumhuriyetimize sahip çıkan bir Savcı istemezler hiçbir zaman. Ben bunların bilincindeyim ama size şunu söyleyeyim: Eğer ben sıradan, şu 4 yılımı doldurayım ayrılayım icraatı yapsaydım, çevrem itibariyle bana verilen değer (Mesut Yılmaz’dan, Deniz Baykal’a kadar) çok daha fazla olur, politikada da epeyi yer tutan bir insan olabilirdim ama şimdi öyle bir talebim yok, onu kendi elimizle kapattık. Beni bütün hayatım boyunca en taktir eden insan kim diye sorsanız, ben “Deniz Baykal” derim. Ve ben “Atatürk’ün kemiklerini sızlatan parti, CHP” diye bir kitap yazıyorum ve Deniz Baykal’ı da eleştirdiğim kısımlara çok yer veriyorum. Elimizden geleni yaptık ama ileride ne kadar haklı olduğumuz daha iyi anlaşılacak da bana göre iş işten geçti artık. 


“BAŞSAVCI İKEN İMPARATOR GİBİYDİM”

“BİR TEK KİŞİNİN GÖREV YERİNİ DEĞİŞTİRMEDİM”

Türkeş de hakkınızı teslim etmiş: “Sen hakiki bir vatan evladı imişsin. Cumhurbaşkanına senin seçilmeni istediğimi söyledim” demişti. Türkiye tarihinde bir ilk olarak Hakimlik yaptıktan kısa bir süre sonra Yargıtay üyeliğine seçildiniz. Sağlık Bakanlığında memur iken devlet sektöründe en iyi parayı nereden alırım araştırması yaptınız ve stenograf oldunuz. Recai Seçkin’in yardımcısı oldunuz, bir sürü teklifler aldınız bunlardan biri Baykal’ın beraber avukatlık yapmak istemesiydi ama hiçbiri her gün binlerce hastanın geldiği hastane gibi olan Yargıtay hayalinizin önüne geçemedi. Bu hayal uğruna vazgeçtiklerinize, yaşadıklarınıza değdi mi?

Değdi. Başsavcı oldum. 120’nin üzerinde birinci sınıf Savcı yardımcım vardı, bütün ceza dosyaları…Ve siz imparator gibisinizdir. İlk inceleyip, tebliğname denilen bir belge ile göndeririz ilgili daireye. Bir de ilgili dairede 5 kişi karar verir, sizin görüşünüze bağlı değil ama yüz binlerce ceza dosyasında her ceza dairesinden verilen karara itiraz hakkım vardı. Karar düzeltme tekeli bir tek Başsavcıdadır. O 120 Savcı, onama isteyeceksin dersem öyle yazmak zorundalar, bozma isteyeceksem öyle. Günde aşağı yukarı 40-5, dosyayı aramızda müzakere ediyoruz. Şevket Kazan zamanında gelmiş olanlar da vardı, ben inanın bir tek kişinin görev yerini değiştirmedim. Bir tek kişiyi buradan alın, demedim. Bir tek Savcıya da, vicdanının dışında bir şey düzenlettirmedim. Ama parti kapatma iddianamelerini istesem yardımcılarımdan birine yazdırabilirdim. Hepsini kendi imzamla yazdım. Ve hala hangi görüşte olursa olsun, orada görev yapanlar, o devre “altın dönem” derler. Ahmet Gündel olayını anlatayım. Sık sık da televizyona çıkıyor. Bir Reşat Petek bir de bu. Bir baktım bir gün Radikal Gazetesine makale yazmış: “ Vural Savaş emir verdi, brifinge gidin dedi, ben gitmedim” açtım telefonu, “Ahmet biliyorsun ki, tüm arkadaşlar görevden alınman için ricada bulundu, ben onlara dedim ki, gittiği yerde aynı şeyi yapacak kalsın, artı, brifingden önce ben 15 gün Çin’deydim, cep telefonu yok” brifing var diye bir yazı gelmiş, yeminle benim brifingden haberim yok, iki gecede saat değişikliği nedeniyle hiç uyumamış mıyım? geldim ki herkes brifinge gidiyoruz, diyor. Ben bir dava açmışım, bu konularda yargıya brifing veriliyor, insan merak etmez mi en azından? Ben görevim gereği oraya gitmek durumundayım. Ahmet Gündel’e: “Peki kardeşim benim haberim olmadığı halde, Vural Savaş emir verdi diyorsun, peki sen gitmemişsin, gitmediğin için seni eleştiren biri mi oldu, ayıp değil mi böyle şeyler, emekli de olmuşsun” dedim, ağzını açıp gık diyemedi. 



“ KIZLARIM CHP KİTABIMI ELEŞTİRDİLER ”

“ EŞİM SENİ SEVMEYEN TEK CHP’Lİ VAR MI? DİYE SORDU ”

“ BEYİN CERRAHI OĞLUM, PARTİ KAPATMAKLA BU İŞLERİN DÜZELMEYECEĞİ GÖRÜŞÜNDE ”

Kendisinden hiçbir şey gizlemediğiniz 37 yıllık bir eşe sahipsiniz, Nermin Hanım. Alev ve Zeynep isminde kızlarınız olduğunu biliyorum. Bir de Beyin Cerrahı profesör oğlunuz var…Onlar mücadeleniz sırasında kendilerini hiçe sayılmış, ötelenmiş hissettiler mi?

Çocuklarım genellikle politikadan haz etmeyen, kendi hayatını yaşayan aydın kişiler. Çocuklarımın eleştirisi şöyle oldu. ‘Atatürk’ün kemiklerini sızlatan parti CHP’ kitabını yazdığımı öğrenince bir gün eve geldim. İki kızım gayet heyecanlı. Baba sana bir şey söyleyeceğiz, dediler. “Böyle bir kitap yazıyorsun. Allah aşkına arkadaşlarımızın en az yarısı koyu CHP’li, bizi sıkıntıya sokacaksın” onun üzerine eşim söz aldı: “Ya Vural bak, bölücü bir partiyi kapattırdın, iki kere irticai faaliyetlerde bulunan partiyi kapattırdın. Peki şu Türkiye Cumhuriyetinde seni sevmeyen tek CHP’li var mı, şöyle bir kitap yazmakla iyi mi yaptın?” Dedim ki: “Nermin, siyasi partilerden CHP bana göre Atatürk’ün mirasını ülke bütünlüğünü korumada en etkin olabilecek bir parti ama Atatürk’ün ölümünden sonra çok büyük hatalar yapılıyor ve bugünlerde yaşadığımız sıkıntıların baş nedeni de bu, bunu benden başka kimse de yazamaz, ben bu kitabı yazacağım” Öyle olmuştur ki Beyin cerrahı profesörü oğlumun fikrine göre, yazmakla, çizmekle, parti kapatmakla bu işler düzelmez. Onun görüşüne göre Türkiye’nin büyük ve çağdaş hamleler yapması biraz zor. Bu tip eleştirileri daima yapmışlardır. Ve tabi daima bir heyecan içinde yaşadılar. 

“ EŞİM SABİH KANADOĞLU GİBİ KONUŞMAMI İSTEDİ AMA ONUN EVİNDE ARAMA YAPILDI ”

“ EŞİM BENİ HEM ELEŞTİRİR HEM DE İTİDALA DAVET EDER ”

Televizyon programlarında benim kitabın ortasından fazla konuşmam, belli çevreleri de rahatsız edeceğini bildiğinden daima huzursuz etmiştir. Bir gün beni karşısına aldı, “Bak Vural, Sabih Kanadoğlu da Başsavcılık yaptı, bak adam çıkıyor tane tane anlatıyor, Allah aşkına sen bir konuştun mu ortalığı ayağa kaldıracak şeyler söylüyorsun, biraz sakin ol” dedi. Ne zaman ki Sabih Kanadoğlu’nun evinde arama yapıldı, bize bir şey yok(kahkahayı basıyoruz) o zaman anladı ki onların anladığı lisan buymuş…Bunu Sabih Kanadoğlu’na da anlattım. Beni en çok eleştiren, yeri geldiğinde itidala davet eden Nermin olmuştur.

“GÖREVİM SIRASINDA TEK BİR ASKER BENDEN BİRŞEY İSTEMEDİ”

Anılarımda da yazdım. Refah partisi kapatma iddianamesini bitirdim; Şevket Kazan iade etmiş, ben 3 gün eve kapanmışım, bir iddianame hazırlamışım, daktiloya yazacağım, size şerefim üzerine yemin ediyorum, bittiği ana kadar eşim dahi kitap yazıyorum sanmış. Birden aklıma geldi, iktidardaki bir parti kapatılsın diye bir dav açılıyor, Demirel beni seçmiş bu göreve getirmiş, bir istişare yapsak mıydık dedim, gece uykum kaçtı ve sonra düşündüm ki, açma dese de açacağım, bu sefer daha büyük saygısızlık olacak diye düşündüm. Törenlere katılmıyorum ki, Cumhurbaşkanı ters bakarsa diye. Ne zaman ki Kurtul Altuğ bir programa çıktı, çok güzel değerlendirmeler yaptı, bana o zaman cesaret geldi. Ve şu söylediğime kimse inanmayacak: Birinci ceza dairesi üyesiyim, adam öldürmeye, yaralamaya bakıyoruz, Muzaffer Başkaynak da Mili birlik Komitesinin hukuk danışmanı Tümgeneral. Ve çok etkili bir adam. Beni ziyarete geldi, yeğeni birini öldürmemiş, bıçaklamış da, öldürmeye teşebbüsten mahkum etmişler, “Vural bey yapan yeğenim ama bu yaralama mahiyetinde” dedi, yaralama dense ceza az…dosyayı okumamı istedi, asker olarak bir tek onun dosyası önüme geldi ama sonuçta öldürmeye teşebbüs onaylandı. Başsavcıyım, bütün dosyalar önümden geçiyor, bir tek askerden bir tek talep gelmiyor, merak ettim. 9.ceza üyeliğini yapmış Mehmet Uygun’a( benim tanıdığım en dürüst insanlardan biri) bir gün gittim, “Ya Mehmet Bey, bunca örgüt suçuna baktım, bir tek asker bir tek dosya hakkında sana bir şey söyledi mi, ben merak ediyorum” dedim. Herhangi bir dosya hakkında haksızlığa uğradığını söylemek için politikacılar gelir, avukatlar gelir ama herhangi bir dosyada, herhangi bir askerin bir şey söylediğine şahit olmadım. AKP’nin kapatılmaması için bir oy gerekiyordu ya, kurulda iki asker üye var, ikisi de “Kapatılmasın” diye oy kullandı. 

“EN GÜZEL YARGITAY ÜYELERİ DEMOKRAT PARTİ ZAMANINDA ADALET BAKANI TARAFINDAN SEÇİLDİ”

Mahsun-i Şerif’ten hiç beklemediğiniz bir mektup aldınız. Kendisi ülkeyi tehlikeye sokanlarla verdiğiniz mücadeleden bahsetmiş, Peki bu mücadelenin bir başka örneği neden yok, sizin kaygılarınız gerçek olsaydı, AKP ile durum daha da vahamet arz etmez miydi? Zaferinizi AK Parti gölgeledi diye düşünüyor musunuz?

Hukukçuluğun en zor tarafı da budur. Önünüze gelen meselede hukuka uygun bir karar vermek zorundasınız. Yasa kötüyse Anayasa değiştirilir ama bir yandan Anayasa diyecek ki, “Yasama-Yürütme-Yargı gerçek tüzel kişileri Anayasa Mahkemesi kararı bağlar” Anayasa Mahkemesi de ne diyor: “Türbanlı eğitim üniversitelerde laikliğe aykırı” O zamanki yasaya göre, YÖK’ün buna izin veren rektör hakkında soruşturma yetkisi var. Şimdi yasaya uyan kişilere, “Sen demokrat davranmadın” deniyor. Bu kararı veren Anayasa Mahkemesi. Biliyor musunuz, en güzel Yargıtay üyeleri Demokrat Parti zamanında Adalet Bakanı ile seçildi, o bahsettiğim Recai Seçkin’leri…

“AKP, MUHALEFET PARTİSİ OLSAYDI, BALYOZ GİBİ DAVALAR GÜNDEME GELMEZDİ”

“İKİNCİ TUR OLSAYDI, ERDOĞAN VE MELİH GÖKÇEK BAŞKAN OLAMAZDI”

Sizce demokrasinin önündeki en büyük engel askeri vesayet değil mi?

Bence demokratikleşmemizin ve askeri müdahalenin temel nedeni, siyasilerimizin hiçbir zaman halkın gerçek oyunun meclise yansımasını istememeleridir. Çok partili hayata geçtiğimizde, ekseriyet sistemi vardı. İstanbul’da bir milyon seçmen var diyelim, bir parti 4999 oy alsa, diğer parti 1 oy fazla alsa tüm milletvekillerini alıp götürüyordu. Bunun sonucu olarak, Demokrat Parti hak ettiğinin çok üzerinde kişi ile temsil edilmiştir. 1957 seçimlerinde muhalefetin aldığı oy, Demokrat partinin aldığı oydan fazlaydı. Demokratik bir seçim sistemimiz olsaydı, halkın oyu meclise tam yansısaydı, 1957’de iktidar değişikliği olacaktı. 27 Mayıs ihtilalının şartları ortadan kalkmış olacaktı. Avrupa’da baraj, %7 civarında, en fazla %5. Bizde böyle bir seçim olsaydı, mesela AKP, tek başına iktidar oldu ve anayasayı değiştirecek çoğunlukta meclise girdi, halbuki baraj %7 bilse olsaydı, barajı geçen CHP, AKP'nin yanında Genç Parti, DYP, MHP de barajı geçecekti, AKP muhalefet partisi olarak kalacaktı. Hem tek başına iktidar oldu hem anayasayı değiştirecek derecede güçlendi. AKP, muhalefet partisi olsaydı, Balyoz gibi davalar gündeme gelecek miydi? Veya Avrupa’nın her ülkesinde %50’den fazla oy almadan Belediye Başkanı olamazsınız. Ama birisi %49’da bile kalsa, ikinci tur en çok oy alanlar arasında yapılır. Peki Recep Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek %50 oy alarak mı Belediye Başkanı oldular? Melih Gökçek’in, Erdoğan’ın seçildiği seçimlere objektif bir gözle bakarsanız, ikinci tur yapılsaydı, bunların Belediye Başkanı olmalarına imkan yoktu. 

"ANAYASA MAHKEMESİ KARARINA UYANLAR SUÇLU GİBİ GÖSTERİLİYOR"

Demokratikleşmede ikinci engel, siyasilerimizin Anayasal düzene, hukuk devletine herhangi bir şekilde riayet etmemeyi alışkanlık haline getirmesi. Anayasa: “Yargı kararları; yasama, yürütme, yargıyı bağlar ama Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme, yargı yanında gerçek ve tüzel kişileri bağlar” diyor. Tartışılabilir ama Anayasa Mahkemesi bir karar vermiş. Türban hakkında, özel hayatınızda istediğiniz gibi giyebilirsiniz ama üniversitelerde bu şekilde öğrenim görülmesi Anayasamızın laiklik ilkesine aykırı, diyor. Anayasa Mahkemesi böyle bir karar verdikten sonra bir YÖK Başkanının, bir üniversite rektörünün “Ben bu kararı dinlemiyorum, bu kıyafetlerle eğitim yapabilirsiniz” deme hakkı yok. Ama Türkiye o hale geldi ki, Anayasa Mahkemesi kararına uyanlar suçlu gibi gösteriliyor, uymayanlar serbest. Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın, “Bu karara uymayın” demesi bile suç. Ama Türkiye o hale gelmiş ki, böyle suç işleyen kişi hakkında takibat yapılamıyor, hatta Büyükelçi yapılıyor, bu kararın gereğini yerine getirenler sürülüyor…Anıtlar Kurulu: “Taksim’de kışla yapılması uygun değil” demiş. Recep Tayyip de, “Biz de bu kararı reddediyoruz” diyor vs…

"SEÇİM SİSTEMİMİZ DEMOKRATİK DEĞİL"

Şu anda Tevhid-i Tedrisat kanunu Anayasamızda yer alıyor ama uyan yok. Tamam değiştirmek mümkünse değiştirirsiniz. Anayasa Mahkemesi istedikleri gibi oluştu şimdi. Türban konusunda, Anayasa Mahkemesinin kararı hala yürürlükte iken ve de üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince haklı bulunmuşken, buna uymamak, hukuk devletinin gereklerini yerine getirmemek demektir. Mesela Arkansas Eyaletinde bir yasa çıkartmışlar, aynen bizim imam hatip mekteplerindeki uygulama gibi. “Okullarımızda hem evrim teorisi okutulsun, hem de yaradılış bilimi…Adem ile Havva’dan geldik, ikisini de çocuklarımız öğrensin” şeklinde. Dava açılıyor, mahkeme sonuçta diyor ki: “Bu tip laikliği ilgilendiren konularda kamuoyu, halkın çoğunluğu böyle istiyor gibi şeylerle karar verilemez” Bilim heyeti kurulmuş, dünyanın bir günde yaratılması, Adem ile Havva bilimsel kıstaslara uymuyor diye yasanın yürürlüğünü ortadan kaldırmış. Devlet okullarında dua okutuluyormuş, Yüksek Mahkeme bunun anayasamıza aykırı olduğunu söylemiş. Ondan sonra Amerikan Mahkemeleri, “Biz bu kararı dinlemiyoruz” tutumuna girebilirler mi? İtalya’da okullarda haç bulunmuş, laikliğe aykırı diye Mahkeme kaldırmış. Oranın Belediye Başkanı demiş ki, “Ben de gidip en büyük meydana bu haçı dikeceğim” demiş. Ama okullara koyacağım, diyemez. Karşılaştığımız sorunların temelinde, seçim sistemimizin demokratik olmaması, halkın iradesinin meclise tam yansımaması var. Böyle bir ülkeye “Demokratik bir ülke” denemez. Barajı geçme durumundaki partilerin de bu seçim sisteminin kalıcı olması için elinden gelenleri yapmaları ve hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmemesi. 

“REFAH PARTİSİNİN KAPATILMASI, AVRUPA İÇTİHADI HALİNE GELDİ”

Yüksek Mahkeme Başkanı dahil herkes “AİHM’nin kararlarını göz önünde tutalım” diyor. Tutalım da, turban konusunda AİHM, Türkiye’nin uygulamalarını haklı bulmamış mı? Refah Partisinin kapatılmasında, 1’e karşı çok büyük çoğunlukla AİHM haklı gördü. Üstelik İspanya’da Herri Batasuna’nın partisinin kapatılmasını haklı bulduğu gibi, kapatılması kapsamında 8-9 yerde Refah Partisi kapatma davasına atıf yapıyor. Refah partisinin kapatılması, Avrupa İçtihadı haline geldi. 

“ İSVİÇRE YÜKSEK MAHKEMESİ, ÖĞRETMENLERİN DERSLERE İSLAMİ GİYSİLERLE GİRMESİNİN YASAKLANMASINDA, ÖNEMLİ DERECEDE KAMU YARARI BULDU ”

Anılarım kitabında da, Devrimci Hukuk kitabında da Atatürk’ün eşinin baş örtüsünü çıkartması durumunu açıklıyorsunuz. Atatürk’e, “Niçin evlendin?” sorusu sorulduğunda verdiği cevabı yinelemişsiniz. Türban’ı laikliği etkileyen tarafının modernize olma şansı yok mu? Çağımıza uyarlanmış bir türban şekline tamamen mi karşısınız?

Biz hukukçuyuz. Herşeyden once Anayasamızı göz önünde tutmamız gerekir. Anayasa Mahkemesi, günlük hayatta hiç bir zaman turban takılamaz, dememiş. Atatürk’ü anlatırken bu kadar önemli bir konuda Atatürk’ün ne dediğine de bakmak lazım. Erzurum Kongresi devam ederken, sabaha karşı Mazhar Müfit Kansu’yu çağırıyor, yaz diyor, 1-Cumhuriyet ilan edilecek, 2-Tesettür kalkacak, 3-Latin harfleri gelecek…vs Türban tartışması, üniversitelere girip girmeyeceği hususunda yapılmıştır. Bu konuda çağdaş hukuka da bakmak lazım. İsviçre’de meşhur Dahlap kararı var. İsviçre’de bir bayan öğretmen, “Benim inancım böyle, ben derse türbanla girmek istiyorum” diyor, idari makamlar yasaklıyor, bunun üzerine İsviçre Yüksek Mahkemesine gidiyor. İsviçre Yüksek Mahkemesi kararında: “1-Bayan öğretmen estetik bir nedenle değil, aksine dinsel zorunluluk olduğu için böyle giyinmektedir, bu tür giysi kuvvetli dinsel simge oluşturmaktadır. 2- İsviçre Anayasası okullarda dinsel yönden yansız bir öğrenim yapılmasını emretmektedir. 3- Mahkememiz bu öğretmenin inancı yüzünden işinden olabileceğini de göz önünde tutmuştur ama öğretmenin dinsel açıdan yansız, nötr öğrenim sağlanmasında aktif katkıda bulunma zorunluluğu ağır basmıştır, öğretmen kendi dinsel görünüşünü sergilemekten kaçınmak zorundadır. 4- Mahkememiz idari merci, Müslüman bayan öğretmenin derslere İslami giysilerle girmesinin yasaklanmasında “önemli derecede kamu yararı” bulunduğu görüşünü onaylamaktadır.” diyor. 

“KADIN, TÜRBAN TAKMAKLA, ERKEK KARŞISINDA İKİNCİ PLANA DÜŞMEKTEDİR.”

Bu kararı AİHM’e götürüyorlar. AİHM, bizim söylediklerimizin çok ötesinde inanılmaz bir karar veriyor: 1-Kadın, türban takmakla, erkek karşısında ikinci plana düşmektedir. Türbanlı kadın, kendisini cinsel bir varlık olarak görmekte, kendisini erkekten türban yoluyla koruyacağını düşünmekte, bu da kadın-erkek eşitliğini bozmaktadır. 2- Kaldı ki türban takarak, kamuda dini bir işaret gösterilmek istenmektedir ki, bu kamu hukukuna aykırıdır. 3- Bayan öğretmen türban yoluyla öğrencileri dini telkin altında tutmaktadır, oysa çocukları dini telkinden korumak gerekir.

Anayasamızın insan haklarını ilgilendiren 90.maddesi de değişti. “Bir çatışma varsa milletlerarası sözleşme daha üstün tutulur” diyor. AİHM ve bu mahkemenin yargı yetkisini kabul etmişiz. Bu konudaki kararları yok farz edemeyiz. AİHM aksine karar verirse, yorumlarımızı ona göre yaparız, kararı eleştirebiliriz, fakat hiçbir şekilde bunu uygulamayalım yolu, Anayasayı ihlaldir, hatta parti kapatma nedenidir. Refah ve Fazilet Partisinin kapatılmasının sebeplerinden biri bu olmuştur.


“ ÖRTÜNMENİN KURAN’DA YERİ YOK ”

Atatürk’ün ne söylediğine ışık tuttuk ama genç kızların ne söylediğinin bir önemi yok mu?

Bu türban denilen kıyafeti kitaplarımda açıklığa kavuşturdum. Pakistan Anayasasına göre, devletin dini İslam’dır maddesi de var…Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref İstanbul’a geliyor, “Niye başınız açık?” diye sorulunca, “Valla babamın bana bir tek nasihati olmuştur, kadınların başını örtmesi gericilik işaretidir, bu Kuran’ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır, hiçbir şekilde başını örtmeyeceksin dedi, ben de baskılara rağmen örtmüyorum, örtmeyeceğim” dedi. Şu an en tutucu üniversitelerden biri olan El- Ezher Üniversitesinin rektörü ile yapılan bir söyleşi var. Bir gün iyice örtünmüş bir kıza: “Niye böyle?” diye soruyor, kız: “İnancım gereği” diyor, “Kızım ben Kuran’ı senden iyi bilirim” diyor. Bu şekilde örtünmenin Kuran’da yeri yok. Fethullah Gülen dahi Nevval Sevindi ile yaptığı bir söyleşide demiştir ki: “Uyulması gereken bu şekilde örtünme değil, namaz kılma şu tarihte geldi vs…İslamiyet’in 15. Yılında kadınlar yarı çıplak dolaşıyordu” dedi. Nazlı Ilıcak, Anayasa Mahkemesi kararından sonra “Türban denilen kıyafet, Belkçikalılar, Fransızları bile ürkütüyor, siyasi bir akımın simgesi haline gelmişse elbet yasaklanır, her Cumhuriyet kendini korur” dedi. Daha pek çok misal verebilirim. Fakat şunun bunun şöyle demesi önemli değil, AİHM, bir öğretmenin bu şekilde derse girmesi laikliğe aykırıdır diyorsa, her hukukçunun AİHM kararlarını göz önünde tutması gerekir. 

“TÜRBAN, ERBAKAN PARTİ KURUNCAYA KADAR ORTADA YOKTU”

Bir de ben 60’lı yıllarda, 6 ay Urfa’da, 6 ay Siirt’te kaldım, Ağrı dağından güneş batıran bir ilçede 2,5 sene yaşadım. Türkiye’nin her yerinde yaşadım. Çarşaf gördüm, peçe gördüm ama türban denilen kıyafeti, Erbakan’ın kurduğu partilerden önce bir tek kişi gördüğünü söylesin, ben bütün söylediklerimi geri alıyorum. Şule Yüksel’in pardösüsünü uzatalım diye bir toplantı yapıyorlar. Fakat en önemlisi kadınlarımız örtünmeyi gerçekten isteyerek mi, dini inançları gereği mi yapıyorlar. Emine Erdoğan bir röportajında diyor ki, “Bana örtün dediklerinde ölümü düşündüm ama sonradan geldiler ikna ettiler” Bu çevrelere yakın bir yazar kitabında, Erbakan’ın kızının ODTÜ’de başı açık okuduğunu yazdı. Bir heyet gidiyor, “İslamcı partinin liderinin kızı böyle okuyamaz” diyor. Erbakan baskı ile kızını örttürüyor ama gözlerinden “Kızıma çok baskı yaptım” diye yaş boşalmış. Şu anda Bülent Arınç’ın eşinden, Gül’ün eşine kadar kabilede görev yapan kişilerin hepsinin eşleri evlendikleri güne kadar örtülü değiller. 

“MEHMET METİNER TEZİNİ GÜZEL SAVUNUYOR”

“METİNER: 28 ŞUBAT DEMOKRASİYİ KEŞFETMEMİZİ SAĞLADI”

“28 ŞUBAT’IN İSLAMCILARI HİZAYA GETİRDİĞİNİ KABUL ETMEMİZ LAZIM”

Yani Erbakan’a kadar örtünme geleneği olmadığını da söylemeye çalışıyorsunuz.

Bu kadar yoktu. Rejimimizle çekişmek için mutlaka bir sebep yaratacaklardı. Mehmet Metiner televizyonda konuşuyordu, hakikaten de (Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım) kendine göre tezini çok güzel savunuyor. 23-24 Şubat 2005 tarihli Radikal Gazetesinde Mehmet Metiner, Neşe Düzel ile söyleşi yapıyor. “Biz, 1980 öncesinde kadın eli sıkmanın günah olduğuna inanırdık, tıpkı Taliban gibi düşünürdük, Türkiye İslam devleti haline gelecekti, toplu bu devlet eliyle gerekirse zorla Müslümanlaştırılacaktı ,biz böylece toplumu devlet üzerinden fetih edecektik, demokrasi küfür rejimiydi bizim için..”Neşe Düzel: “Ne zaman siyasi İslam’dan vazgeçmeye başladı bu çevreler?” diye soruyor. 28 Şubat’tan sonra, diyor. “Siyasal İslam’ın geçerli olamayacağı 28 Şubat sürecinde görüldü, hiçbir demokrat kişi askeri müdahaleyi tasvip etmez ama 28 Şubat süreci siyasal İslamcılarımızın demokrasiyi keşfetme sürecini de beraberinde getirdi. İslamcıların demokrasiyi keşfi ne yazık ki böyle olabildi. 28 Şubat’ın bu olumlu neticesini kimse göz ardı etmemeli” Metiner’in söylediklerini de kabul edersek, 28 Şubat’ın, zorla bir İslami düzen kurma hevesindeki kişileri hizaya getiren bir hareket olduğunu Mehmet Metiner söylüyor. 

“İSLAMCI ÇEVRELERİN EN İYİ BİLDİĞİ ŞEY, İTİBARSIZLAŞTIRMA OPERASYONLARI”

“TÜRKİYE’DE KİTAPLARIMI ELEŞTİRECEK BİLGİ BİRİKİMİ YOK”

Daha 28 Şubat kararları açıklanmadan yapacağınız uygulamalarla nasıl bir örgütün hedef tahtası olacağınızı bildiğinizi yazdınız. 28 Şubat’ın geleceği nereden kendini belli ediyordu?

Bu çevrelerin en iyi bildiği şey, itibarsızlaştırma operasyonları. Çeşitli kitapları yazmama bu sebep olmuştur. Bir baktım, hiç kimse ağzını açmıyor. AİHM, Refah Partisinin kapatılmasını haklı görüyor, haksız görseydi Allah muhafaza! Bir tek siyasetçi, aydın, “Bu karar yerindedir” demedi. Ağızlar kapalı. Ben “Militan Demokrasi” kitabını onun için yazdım. Kitap iyice ilgi çeksin diye o ismi koydum. Arkadaşlarım “Çok saldırıya uğrarsın, ismi bile bazı çevrelerin istismarına müsait” dediler, “Hiç merak etmeyin, bu kitabı eleştirecek bilgi birikimi Türkiye’de yok” dedim. Ben her kitabımı bütün gerici yazarlara da gönderiyorum. Bir tek eleştiri yazamamışlardır. 


“REFAH PARTİSİNİN KAPATILMASI İÇİN BİR DEĞİL BEŞ NEDEN VARDI”

“İDDİANAMEYİ HAFTA SONU EVDE YAZDIM”

Bir tek Refah Partisinin kapatılması için eleştiriliyorsunuz zaten.

Refah partisinin kapatılması için bir değil beş neden vardı. 1-AİHM’in de haklı gördüğü, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen üniversitelerde rektörlerde selam duracak vs demeleri…Onun dışında Türkiye’de iç savaşı kışkırtmaya çalışıyorlardı. Herkes, “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak? “ diye soruyordu. Milletvekili de değil, bir gazeteci: “Türkiye Cumhuriyeti 5000 PKK lı ile baş edemedi bizimle mi baş edecek?” diyor. Ve bu milletvekili hakkında hiçbir işlem yapılmıyor. Kırıkkale mitinginde Hasan Hüseyin Ceylan laikler için : “ Kırıkkalelerin elinde gebereceksiniz” diyor. Ben baktım o kadar çok delil vardı ki…Hala 28 Şubat’ın gazete kupürlerinden ibaret olduğunu söylüyorlar. Benim iddianamem 8 sayfadır. Refah Partisini kapatmak istesem, şimdiki Savcıların yaptığı gibi 1000 sayfa da yazardım. Ama benim için milletvekillerinin, belediyelerin, parti başkanının söyledikleri kafiydi. 2’ncisi şiddete teşvik eden konuşmalar ve bunun partinin milletvekili ve Büyükşehir seviyesine gelmiş insanlarının yapması ve deniyor ki: “Suç varsa gereğini yapın” Onların partinin ihracı bile söz konusu olmuyor. Hüsamettin Cindoruk Meclis Başkanı iken yapılan Anayasa değişikliği sırasında Erbakan diyor ki: “Herkes kendi inancına göre yargılanmalı” Türkiye Cumhuriyetinde suniler için ayrı hukuk, aleviler için ayrı hukuk…Taha Akyol bile demiştir ki: “Erbakan’ın bunu Anayasa değişikliği olarak önermesi kadar bir ülkeyi parçalayacak bir şey yok” Bir yandan kışkırtma, bir yandan türban vs bu noktaya getirdi. Bütün bunların bir teki dahi parti kapatma nedeni iken benden önceki Savcılarda başlamış soruşturmalar vardı, Refah Partisinin dış yardım aldığına dair bir makbuz elime geçti ama ya sahteyse? Ben hiçbir zaman tartışılabilecek delillerle sonuca gitmeyi düşünmem. Bir de Erbakan Mısır gazetesine demeç vermiş, dosyamıza gelen gazete tercümesi sahte mi diye bu iki hususu soruşturduktan sonra dava açacaktım. Ve soruşturuyoruz. Şevket Kazan da Adalet Bakanı. Bu tip yazışmalar Adalet Bakanlığı kanalı ile gider. Gönderdim geri gönderdi, bu sefer de dış işleri kanalı ile gönderdim, dış işleri de bana ders verdi, bu tip yazışmaları Adalet Bakanlığı ile yapınız, diye. Sert bir yazı yazdım. “Sizin benim soruşturmalarımı engellemeye hakkınız yok” dedim, gönderdim. Adalet Bakanının iki soruşturmayı da engellediği haberi geldi. Cuma günüydü, ikisi de ayrı kapatma nedeni olan dosyaları getirdim, 8 klasörlük dosyanın iddianamesini Cumartesi, Pazar, Pazartesi(resmi tatildi) yazdım. Eşim de kitap yazıyorum zannetmiş. Eşime dedim ki: “Öyle bir çirkefe taş atıyorum ki siz seyredin” 

ATANMALARIM İLGİNÇLİKLERLE DOLUDUR

Çok ilginçtir Başsavcı oluncaya kadar hep Hakimdim. Tarafsız bir Bakan zamanında seçiliyorum, iki defa Hakimler Savcılar yüksek kuruluna seçiliyorum ikisinde de Özal’ın imzası var, beni Başsavcılığa seçen Demirel, en çok oyu almama rağmen göreve devam etmeme izin vermeyen Ahmet Necdet Sezer. 

“LAİKLİK BİR DEFA GİTTİ Mİ BİR DAHA GERİ DÖNMEZ”

“LAİKLİK KOLAY GELMEMİŞTİR, HAZMEDİLMEMİŞTİR”

“ TÜRKİYE’YE BİR DAHA LAİKLİK GELMEZ ”

Peki Türk siyasetini bu kadar kuşatma altında sokmayı nasıl başardınız. Her kesimden insan önünüzü açmış.

Halide Edip’in Atatürk’e yazdığı bir mektup var, diyor ki: “Sınırlarında bu kadar evladı ölen bu memleketin kültür, medeniyet, insanlık tarihinde kaç şehit var?” Muammer Aksoy’un öngörüsüne tamamen katılıyorum. “Askeri rejimler gelir, gider tekrar demokrasiye dönülür ama laiklik bir defa gitti mi bir daha geri gelmez” Laiklik kolay gelmemiştir, hazmedilmemiştir de…Adım adım nereye gittiğimiz belli. Türkiye’ye bir daha laiklik gelmez. Bunun her türlü tedbiri ona göre alınıyor. 

“DİNİ REFERANS ALAN PARTİLERE OY VERMEMEK GÜNAH KABUL EDİLİYOR”

“ TÜRBAN DIŞINDAKİ BAŞ ÖRTÜSÜNE KİMSENİN İTİRAZI YOK ”

“KAVGA, LAİK ÖĞRENİM OLMASIN NOKTASINDAN ÇIKIYOR”

Referansını İslam’dan aldığını söylediğiniz Erdoğan’ın“Ya Müslüman olacaksın, ya da laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar.” sözlerini sarf ettiğini leri sürmüştünüz. Sizce ikisi bir arada olamaz mı?

Türkiye’nin ebediyen laik kalmasını sağlayacak yasa, öğrenim birliği yasasıdır. Laiklik ile Müslümanlığın bir arada olabileceği bu dinci partiler kuruluncaya kadar ispatlanmıştır. Kavga, laik öğrenim olmasın noktasından çıkıyor. Ciddi anket yapılsın. 2 milyona yakın imam hatip mezunu var. Bunların dinci partiler dışında yüzde kaçı başka bir partiye oy vermiştir? Veya kaçının eşinin örtülü değildir? Dini referans alan partilere oy vermemek dahi günah kabul ediliyor. Erbakan da: “Bize oy vermeyenler patates dinindedir” sözler söylemiştir. Türkiye’de türban dışındaki baş örtüsü hiç kimse tarafından mesele yapılmamıştır. Özel bir siyasi akımın simgesi haline getirildiği için karşı çıkanlar olmuştur. 

“ÖRTÜNMEYEN TÜRK KADINI KAMUDAN DIŞLANACAK”

Ertuğrul Günay da gitti…Acaba Türkiye’de vatandaşlarımızın yüzde kaçı örtülü? Peki neden kabinedeki Cumhurbaşkanından, Başbakandan, Bakanlarımızın karılarının hepsinin eşleri örtülü? Bu partiler çoğunluğun oyunu aldığı sürece eşi veya kendisi örtülü olmayan kişilerin Bakan olmasına imkan yok. Bundan sonra değil milletvekili olmak, örtünmeyen insanlar herhangi önemli göreve getirilmeyecek. Cezaevlerini ilgilendiren bir filmin galasaydı, ben de eşimle gittim, koşarak yanıma hukukçu bir arkadaş geldi, ben Adalet Bakanlığında müsteşar muavini oldum, dedi. Eşime takip etmesini söyledim, eşi de buradaysa mutlaka örtülüdür, örtülü olmasa kolay kolay bu göreve gelemez. Örtünmeyen Türk kadını kamudan da dışlanacak. 10 binlerce ilk öğretim okulumuz var. Acaba Alevi olduğu bilinen kaç öğretmen bir ilköğretim okuluna müdür yapıldı? Bana göre birkaç istisna dışında örnek verilemez. Yargıda da bu böyle. Yargıtaya160 Yargıtay üyesi seçildi. Acaba bunlardan kaçının eşlerinin başı örtülü? 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR;

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder