17 Nisan 2015 Cuma

MEHMET AĞAR,NE DEMEK İSTİYOR?




            MEHMET AĞAR,NE DEMEK İSTİYOR?





MEHMET AĞAR, “ASKERİN KONUŞMASI” VE ATATÜRK  

Ali TARTANOĞLU 


Daha önceki yazılardan birinde “akıl, akıl! Ses ver!” diye başlayıp, “insanlık tarihinin hiçbir döneminde bu kadar akıl dışılık, irrasyonelite içinde debelenmediğini” söyleyerek devam ettiğimizi hatırlıyoruz. Değilse, şimdi söylemiş olalım.

Geçmişte de böyleydi de, haberleşme bu kadar yaygın ve kolay olmadığı için biz farklı düşünüyorduk belki ama günümüzde sanki bütün dünya aklını yitirdi. Aklın, “olmaması gerek” dediği şeyler oluyor, “olması gerek” dediği şeyler olmuyor; yapılması gerekenler yapılmıyor, yapılmaması gerekenler yapılıyor. Ne akıl, ne çıkar bu terslikleri açıklamaya yetmiyor. Komplo teorileri ile bile açıklayamıyorsunuz. Üstelik bütün bunlar herkesin gözü önünde oluyor. Kral, gündüz vakti Kızılay’ın göbeğinde çırıl çıplak.

Mesela artık nur topu gibi bir oğlumuz var: “Demokrat”(?!) Ağar!..
Evet şu bildiğimiz Mehmet Ağar. Kuşkusuz “nur topu gibi…” olan Ağar değil, demokratlığı!

Durduk yerde (düzeltiyorum: TESEV kodamanlarıyla yaptığı toplantıdan sonra imiş!) “Dağda Silahla oynayacağına düz ovada siyaset yapsın” diyiveriyor PKK için. Bu akıl işi mi? Ağar’ın aklına uyabilir; benim aklıma uymuyor.
Genelkurmay başkanı cevap veriyor: “Dağdaki adam ovaya inince nasıl siyaset yapacak?” Cevap: “Bizim iktidarımızda asker böyle konuşamayacak.”( HADİ CANIM SENDE – H.V.V ) Genelkurmay Başkanı susmuyor: “Biz o zatın iktidarında da konuşuruz!”

Mütareke basını, saniye beklemeden yaygarayı koparıyor: Asker siyasetçiyi böyle azarlayıp durmaz… Asker siyaseti siyasetçilere bıraksın… Umur Talu’sundan Hasan Cemal’ine kadar…
Diyor ki, “Benim adım Mehmet Ağar; beni herkes tanır…” Genel Müdürlüğe, valiliğe kadar yükselmiş bir polis, Adalet, İçişleri Bakanlıkları yapmış bir siyasetçi olarak “terörle nasıl mücadele”(!) ettiğini, Abdullah Çatlılara nasıl kimlik imzaladığını; yani, ucuz zamane deyimiyle “derin devlet” kimliğini hatırlatıyor sözüm ona… Yani, “PKK’ya ovada siyaset” edebiyatı bakımından öyle mükemmel bir tetikçi ki Mehmet Ağar, kimse ona hain, işbirlikçi, hele PKK sempatizanı, ikinci cumhuriyetçi, vb., diyemez.. Bunu ima ediyor. 


****

Evet. Onun adı Mehmet Ağar. Biz onu tanırız.

1951 doğumlu. Elazığ nüfusuna kayıtlı, ama Ankara doğumlu. Hem de Çankaya köşkünde… Çünkü yine bir emniyetçi olan babası (Adana Emniyet Müdürü; Adnan Menderes ve DP ile kurduğu fazla sıkı ilişkiler nedeniyle 27 Mayıstan sonra meslekten çıkarılan Zülküf Ağar) o sırada Cumhurbaşkanlığı Koruma Müdürlüğünde görevlidir.
İlk ve ortaokulu babasının görevi dolayısıyla çok çeşitli yerlerde okuyan küçük Mehmet, Ankara’da başladığı liseyi de Haydarpaşa’da bitirir. 1972’de de Emniyet Genel Müdürlüğü bursuyla okuduğu Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni…
Hemen baba mesleğine girer, önce komiser muavini olarak Bakanlıkta ve Genel Müdürlükte, ama asıl önemlisi babasının da görev yaptığı ve hatta kimi kayıtlara göre kendisinin de doğduğu Çankaya Köşkünde, yani Cumhurbaşkanlığı Koruma Müdürlüğünde görev yapar. Sonra sıra kaymakamlığa gelir (1976). İznik, Selçuk, Torul, Derince… Bunlar çiçeği burnunda bir kaymakam için baya baya torpilli yerlerdir. Sonra ise… Çok daha önemli bir görev gelir: İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Müdür Muavinliği (1980)… Ardından aynı yerde Personel ve Asayiş Şube Müdürlükleri (Terör ve Asayişten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı) (1984-88)…

Ama adı, ünlü ve tartışmalı emniyetçiler Şükrü Balcı, Ahmet Ateşli ve Ünal Erkan’la birlikte yine ünlü MİT raporu hadisesine karışınca 1988’de Ankara Emniyet Müdürlüğüne atanır. Yukarıda, İstanbul Siyasi Şube Müdür Muavinliği için “çok daha önemli bir görev” demiştik; nitekim çeşitli kaynaklar Ankara Emniyet Müdürlüğünü bir tür “tenzil-i rütbe”, rütbe indirimi, yani bir tür ceza olarak nitelemektedir. Demek Siyasi Şube Müdür muavinliği orta halli bir ilin valiliği gibi bir şeydir ki Ankara Emniyet Müdürlüğü böyle yorumlanmaktadır. 1988’de Ankara’ya atandığında meslekte 16’ıncı yılında olan Ağar henüz 37 yaşındadır. Personel ve Siyasi Şube Müdürlüklerinde de 5 yıl geçirmiştir. Öyleyse Mehmet Ağar daha 30’unu bile doldurmadan, orta büyüklükte bir ilin valiliği ile eş sayılabilecek bir göreve uygun görülmüştür.

Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın yer altı dünyasıyla olan tartışmalı ilişkilerine karıştığı söylenen Ağar’ın İstanbul’da görev yaptığı dönem, aynı zamanda 7 öğrencinin öldüğü İstanbul Üniversitesi bombalamasının, Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin, Mehmet Ali Ağca’nın askeri cezaevinden ve Türkiye’den kaçmasının, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in, MHP Genel Başkan Yardımcısı eski Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın, eski Başbakanlardan Nihat Erim’in, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesinin ve nihayet 12 Eylül darbesinin yaşandığı bir dönemdir; gazeteci Burhan Ayeri de bu dönemin Mehmet Ağarı’nı “komiser ve baş komiserliği bir yana  esas ününü Siyasi Şube’de yapmaya başladı. İstanbul Gayrettepe’deki şubeyi ve o müthiş takımı bugün bile unutmak mümkün değil” diye anlatmaktadır. Ağar da çok sonra, 1997’de TBMM Susurluk Komisyonuna ifade verirken, Abdullah Çatlı’yı tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, alt kademelerde iken hep sol örgütlerle ilgili bölümlerde çalıştığını, bu nedenle sağ örgütlerden kimseyi tanımadığını söyleyecektir.

Ankara Emniyet Müdürlüğü sırasında, babasının Adnan Menderes’le yakınlığını hatırlatır biçimde, Semra Özal’ın peşinden hiç ayrılmadığı için “Papatya Bürokrat” diye anılan Ağar, Turgut Özal’a suikast, Kemal Horzum davalarının soruşturmalarını da yürütmüştür.

Buraya kadar da zaten pek yavaş geldiği söylenemeyecek olan Ağar’a, bundan sonra da sanki “Allah yürü ya kulum” der: İki yıl sonra 1990’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü, 1992’de Erzurum Valiliği, 1993 Temmuz’unda Emniyet Genel Müdürlüğü, 1995’te Elazığ Milletvekilliği, 1996’da 53’üncü hükümette (ANAP-DYP koalisyonu) Adalet, 54’üncü hükümette (RP-DYP koalisyonu) İçişleri bakanlığı… Ve DYP Genel Başkanlığı…

1992’de Erzurum Valisi iken, o sırada gıyabi tutuklu olarak aranmakta olan Bahçelievler katliamı sanıklarından Haluk Kırcı’nın nikahında gelinin tanıklığını yapan Ağar Emniyet Genel Müdürlüğü döneminde de çok hareketlidir. Milli Güvenlik Kuruluna, “Özel Tim’in güçlendirilmesi, PKK’nın büyük şehirlerdeki finans kaynaklarının kurutulması” gibi önlemleri içeren ve “Terörü 1 yılda yok etmek” gibi pek iddialı bir rapor sunmuş, bu yüzden ileri sürülen “PKK’ya karşı ülkücü ordusu” kurduğu iddialarına, işkence ve yargısız infaz suçlamalarına muhatap olmuş; Mülkiye Müfettişleri Ağar’ın Genel Müdürlüğü dönemi ile ilgili olarak bazı sabıkalı mafya üyelerine yasalara aykırı biçimde silah ruhsatı verildiği, bunların sayısının 2 bini aştığı, ayrıca 400 silahla ilgili dosyanın kayıp olduğu tespitlerini raporlaştırmış, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı’nın üzerinde bulunan kimlik ve silah taşıma belgesinin bizzat Ağar’ın imzasını taşıdığı Jandarma Kriminal Laboratuarınca tespit edilmiş, 1997’de hakkında “cürüm işlemek üzere çete oluşturmak, hakkında yakalama ve tevkif müzekkeresi bulanan kişileri yetkili mercilere haber vermeyerek görevi kötüye kullanmak” suçlamalarıyla hapis cezası istemiyle dava açılmış, bunun üzerine 1997 de dokunulmazlığı kaldırılmış, 1998’de DGM’de yargılanmış, 2000 yılında ise hakkında oluşturulan Meclis Soruşturma Komisyonu, 6’ya karşı 8 oyla Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığına karar vermiştir.

Bugün ise, genel başkanı olduğu DYP’nin yayın organı “Doğruyol”da, Başbakan Erdoğan’ı ve politikalarını konu edinen, Abdullah Doğan imzalı karikatürler, sayfa kısıtlaması gerekçesiyle kaldırılmış; Genel İdare Kurulu üyesi, gazeteci Ertan Uygun, “PKK sorununu en iyi Mehmet Ağar çözer; Tayip Erdoğan ondan randevu isteyip ders alsın” diye yazılar döktürürken, Genel Başkan Yardımcısı Fadıl Ünver de Ağar’ın “dağda silah tutacaklarına ovada siyaset yapsınlar sözünün yanlış anlaşıldığını”, eleştirenlerin “Mehmet Ağar kadar vatansever olmadıklarını” iddia etmektedir.

DYP bir yandan da televizyonlara, Ayten Alpman’ın, aslında bir İsrail halk şarkısı olan “Bir Başkadır Benim Memleketim”inin farklı bir versiyonu üzerine şehit cenazeleri görüntülerinin bindirildiği siyasi reklam filmleri vermektedir.

Uzun yıllar başta Tercüman olmak üzere çeşitli gazetelerin Vaşington muhabirliğini yapan Yılmaz Polat ise, 1998’de Milliyet Yayınların arasında çıkan “Vaşington Entrikaları” adlı kitabında, Emniyet Genel Müdürlüğü döneminde Mehmet Ağar’ın, Olağanüstü Hal Valisi Ünal Erkan ve EGM Güvenlik Dairesi Başkanı Ersin Yılmaz’la birlikte yaptığı Amerika ziyareti sırasında CIA, FBI, Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi DEA ve Hava Kuvvetleri  Özel Soruşturma Dairesi yetkilileriyle görüştüğünü, Amerikalılara PKK teröristleriyle uyuşturucu kaçakçılarının listesini göndereceklerini söylediklerini yazmaktadır. Konunun uzmanları ise Ağar ve ekibinin FBI ve Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi yetkilileriyle görüşmesi ne kadar doğalsa CIA ve Hava Kuvvetleri Soruşturma Birimiyle görüşmesinin de o kadar olağan dışı olduğunu, çünkü CIA’nin muhatabının MİT, Hava Kuvvetleri Özel Soruşturma Dairesi’nin muhatabının ise Genelkurmay’ın belirleyeceği askeri birim olduğunu, hele bu görüşmelerin gizli saklı yapılmasının, üst makamlara bilgi verilmemesinin hiç doğru olmadığını vurgulamaktadırlar.

Evet kendisinin de söylediği gibi, biz onu tanırız; onu adı Mehmet Ağar’dır. Bir zamanlar Milli Güvenlik Kurulu’na, özel ordu kurup şehirlerdeki finans kaynaklarını keserek PKK’yı 1 yılda yok edecek raporlar sunarken, aradan on beş yıl geçince PKK’yı ovada bir baba şefkatiyle bağrına basan Mehmet Ağar!!!...
Ve…

Yıl 1994 … Uğur Mumcu’nun ölümüyle ilgili çeşitli belgelerde tahrifat yapıldığının anlaşılması üzerine, eşi Güldal Mumcu görüşme talep eder. Olumlu cevap üzerine, Mülkiye’den sınıf arkadaşı olan konuğunu evinde kabul eden Güldal Mumcu sorar:
“- Bu işi nasıl çözeceksiniz?
“- Kolay. Alttan bir tuğla çekersiniz, olur.
“- E çekin öyleyse!...
“- Çekemem…
“- Niye?!?!
“- Gerçi çekersem duvar yıkılır, ama ben de altında kalırım!...”

Bu sözlerin sahibi, zamanın Emniyet Genel Müdürüdür. Doğrudur, onun adı Mehmet Ağar’dır; biz de onu tanırız: Bugünün, PKK terörüne ovada siyasetle demokratik çözüm kahramanı kesilen, ama Uğur Mumcu’nun katli söz konusu olunca yıkılacak duvarın altında kalmamak için en alttaki tuğlayı çekemeyen kağıttan kaplan Umum Polis Müdürü …

***

Devenin eğrilikleri burada bitmiyor.

Bir de asker konuşmasın boyutu var. Kral, yine gündüz vakti Kızılay’da çırıl çıplak…
Asker kuş gribine karşı alınacak önlemler veya fındık taban fiyatı hakkında mı konuşuyor?
Ülkenin etrafı tel örgülerle çevrili. Askere de bu sınırları korumak, ülkeyi bu tel örgülerin dışından gelecek düşmana karşı savunmakla görevli. Evrensel, ahlaki ve yasal bir görev bu. Dünyanın her yerinde…
Türkiye şu anda tel örgülerin dışından gelen bir düşmanla karşı karşıya değil mi? Askerin eli kolu, bu düşmana karşı bile, efendim orantısız güç kullanma, efendim demokrasi, efendim insan hakları, efendim validen izin, savcıdan izin diye bağlı değil mi? Düşman aslında, arkasındaki düvel-i muazzama niteliğinde yedi düvel değil mi? Bizim askere kala kala, düşmana doğru dürüst kurşun bile atamadan kalleş mayınlarla havaya uçmak kalmıyor mu?

Bu ülkenin maalesef başbakanı hem, “canım elbette ölecek! Askerlik yan gelip yatma yeri mi?!..  Öyle şehit mehit diye yaygara da koparmayın. Kafirlere karşı cihad filan yapıyor değilsiniz. Alt tarafı PKK…”; hem de “efendim Türkiye’de 30 tane etnik grup var, Türkler bunlardan sadece biri…” demedi mi? Bu ülkede artık “PKK’nın öldürdüğü asker şehit değildir. Hıristiyanlar şehittir” denmiyor mu? Bunlar Nurslu Sa-it’in risalelerinde yazmıyor muymuş? Bunları okuyup askere gidenler, düşmanla çarpışmaktan kaçınmıyor muymuş?

Bu da yetmeyip, elin Kreşmer’i, Lagendjik’i de aynı şeyleri söyler, askeri itip kakmaya, hatta Türkiye’yi itip kakmaya kalkışır, Amerikan büyükelçisi Komutanları şeriat uyarılarına “kakafoni” karşılığını vererek “Müslüman-CI”lara aynı amaçlarla destek olursa hiç ses çıkarmayacak mı?
Bütün bunların üstüne bir Mehmet Ağar çıkar, “dağda silahla oynayacağına ovada siyaset yapsın” derse, “canım elbette ölecek. Askerlik yan gelip yatma yeri değildir. Önüne gelen de şehit olmaz. Bunun bi’ kuralı vardır” denilen asker  konuşur! Konuşması gerekenler, tam bir ihanet içinde susunca, boşluklar toplum yaşamında da dolar.



Mehmet Ağar, Oyumu AKP'den yana kullanırdım.




Yani ortada ordunun “Asli görevi”nden, yani ülkenin savunulmasından başka bir şey yok.

PKK terörü siyasi konu mu?

E çözün öyleyse siyaseten!.. Becerebiliyorsanız Diyarbakır’la birlikte bağımsızlık verin, bir yasayla. Onu beceremiyorsanız Anayasa’nın resmi dil maddesinde Türkçe’nin yanına bir de “Kürtçe” ekleyin, Kürtçe eğitim veren üniversiteler, liseler, okullar açın… Diyarbakır’da resmi dil Kürtçe olsun, Türkçe yasaklansın. Becerebiliyorsanız Diyarbakır valisini halk seçsin. Fırat’ı, Dicle’yi, GAP’ı, Raman’ı da verin… Çekin askeri Cudi’den, çıkarın Öcalan’ı içeriden, geçsin Kürt partisinin başına, girsin seçimlere, milletvekili olsun. (Aslında AKAPE’ye de yakışır hani… Olmazsa DYP…)
Söylenmeyen, istenmeyen bir bu kaldı.
Bunları yapmıyorsunuz, yapamıyorsunuz, yapamazsınız.
Üstelik adam silaha sarılmış. Ortada silah var, kan var… Sen onun karşısına askeri dikmişsin yirmi yıldır… Sen bir şey yapamıyorsun. Daha doğrusu sen yaptıkça, verdikçe, karşı tarafın istekleri yenileniyor. Kürtçe, Türkü’den başladı, televizyona girdi, okul-kurs oldu, şimdi sıra anayasada.
Ve asker Cudi’de…
Madem böyle şefkatli, yufka yürekli imiş, PKK’yı dağdan indirip meclise sokabilecekmiş, Zülküfzade Mehmet Efendi niye Umum Polis Müdürü iken Milli Güvenlik Kurulu’na “PKK’yı 1 yılda yok edecek” raporlar sunmuş?!..
Uğur Mumcu’nun ve diğer Cumhuriyet şehitlerinin katillerini yakalamak söz konusu olunca, aman duvarın altında kalmayayım diye saklanacak delik arayacaksın; PKK denince “düz ova” ahkamı keseceksin.
Niye?
Amerika’nın, Avrupa’nın ve yerli işbirlikçilerinin gözüne girip başbakan olacak! Tayyip cumhurbaşkanı, Memet başbakan… Ya da tersi: Memet Cumhurbaşkanı, Tayyip devam…
Neden olmasın? Demirel’in dediği hesap, Türk siyasetinde 24 saat çok uzun bir süredir. Tabi Ceyhan Mumcu’nun sözüyle, dağla ova arasındaki şehitliği nasıl aşacaklarsa…
Asker Cudi’ye piknik yapmaya mı gitti? Kendiliğinden mi orada? Askerin görevini belirleyen yasaları parlamento, yani siyasetçi yapmıyor mu? Yani askeri Cudi’ye siyasetçi dikmedi mi? Askeri Kandil’e gönderemeyenle, Lübnan’a, Afganistan’a, Kosova’ya gönderen hep siyasetçi değil mi? Öcalan ve avenesini milletvekili yapmak bu kadar kolay idiyse niye en baştan yapıvermediniz de 40 bin insan öldü?!..(SEÇİLMİŞLER ??? BİLGİSİZ – CAHİLLER – H.V.V )


Sen askere “git Cudi’de öledur” diyorsun; PKK’yı bir yılda yok edecek planlar yapıyorsun; sonra birden düz ova edebiyatına geçiyorsun. O da “bi’ dakika beyler. Biz 20 yıldır burada boşuna mı ölüyoruz” diyor. “Sen sus!..” diye karşılık veriyorsun.
Ama öte yandan da aynı düzeyde bir başka askere şilt veriyorsun; emekliye ayrıldı diye ağlıyorsun. Ne oldu? Hani asker tu kakaydı? İkisi de asker değil mi? Ne fark var aralarında?
Efendim, biri AKAPE’yle “şiir gibi” çalışıyordu. Kıbrıs söz konusu olunca ağzına kilit vuruyor; Avrupa Birliği söz konusu olunca “tabi canım. Biz de istiyoruz Türkiye’nin tam üye olmasını. TSK Avrupa birliğine karşıdır diyen alçaktır” diyor, hükümet nereye isterse asker gönderiyor, ateş etme dediği yerde ateş etmiyor, kafamıza çuval geçirince o da hükümet üyeleri gibi havaya bakıp ıslık çalıyordu. Maşallah ağzı var dili yoktu. Elbette şilt alacaktı.

( ORTAYA ÇIKAMAYAN GİDEN GENKURBŞK – H.V.V )

Öteki ise şeriat ve bölücü terör en büyük tehdittir, diyor. Afganistan’a bir tane bile asker göndermem, diyor. “Sen sus” denince, “konuşurum arkadaş” diyor.

( BİRİ MASA BAŞINDAN YETİŞME – DİĞERİ KITALARDAN GELME. Bİ HAKKIN GÖREVİNİ YAPMAYA ÇALIŞAN. H.V.V)

Demek ki neymiş: her asker kötü değilmiş. Hükümetle şiir gibi çalışırsa iyiymiş, şeraitten filan söz etmezse iyiymiş. Demokrasi de ona göre olurmuş.

***

Evet.
Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra Yıldırım Orduları Grup kumandanlığının, adeta ondan kurtulmak amacıyla kaldırılması üzerine İstanbul’a gelen  Mustafa Kemal, burada Minber gazetesinin “Siyasi vaziyetimiz hakkındaki görüşleriniz nedir” sorusuna, bir asker olarak askeri konularda konuşmak için kendisinde çok geniş yetkiler görmekle birlikte siyaseti bu işle ilgilenenlere bıraktığını, “yegane maksadı, vazifesi, düşüncesi ve hazırlığı vatanın savunmasıyla sınırlı olan” ordunun, “memleketin siyasetini idare edenlerin nihai kararıyla” harekete geçeceğini,  ancak “memleketin ve milletin selamet ve menfaati noktasından hareketle devletin, dönemin genel siyasetine katılma biçimi üzerine hiç düşünmediğini” söylemesinin de mümkün olmadığı karşılığını vermiştir.

Eve ordu, memleketin siyasetini yönetenlerin en sonunda vereceği kararla harekete geçer, ama ya memleketin siyasetini yönetenler hiç karar vermez veya yanlış karar verirse?...

Yıl 1918.

Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesinin imzalanmasından bir gün sonra, görevden ayrılan Alman general Liman von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığına atanmıştır. Almanların yenilgisi üzerine yenik sayılan Osmanlı, Alman pisliğini Mustafa Kemal’e temizletecektir. Yenilinceye kadar Alman komutan, yenildikten sonra Türk komutan!..
Bu sırada Mustafa Kemal’in daha önce komutanı olduğu 7. Ordu da son derece dikkatli hazırlanmış planlar uyarınca Anadolu içlerine çekilmektedir. Mustafa Kemal’in amacı orduyu fazla hırpalanmadan, hele teslim olmak zorunda kalmadan İslahiye’nin kuzeyine atmaktır. Buna karşılık İngilizler de bu ordunun yolunu kesmek ve teslim almak için, ille de İskenderun’a asker çıkarmak istemektedir. Resmi gerekçeleri, ordularının ihtiyacı için şehre erzak depolamaktır. İngilizlerin asıl niyetini sezen Mustafa Kemal bütün birliklerine “İngilizlerin İskenderun’a asker çıkarması, 7. Ordu İslahiye’nin kuzeyine çekilinceye kadar, gerekirse ateşle önlenecektir” emrini verir. Tabi İngilizler hemen Babıali’ye koşar. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa da derhal gereğini yapıp Mustafa Kemal’e bir telgraf çeker (5 Kasım 1918):

“- İngilizlerin İskenderun’dan istifade etmek istemeleri haklı bir talep olup kabul edilerek durumun kendilerine bildirilmesi...”

Sadrazam ayrıca İngilizlerin nazikane davranışlarından söz etmektedir. ?????
İşte, Osmanlı İmparatorluğu Yıldırım Orduları Grup Kumandanı Tuğgeneral Mustafa Kemal’in Osmanlı İmparatorluğu Sadrazam’ına aynı gün verdiği ve “Geciktiren idam olunur” uyarısını taşıyan cevabı:

“- (…) İngilizlerin Halep civarındaki ordularını beslemek için İskenderun’dan faydalanmak istemeleri haklı değildir. Çünkü İngilizlerin eline geçmiş bulunan Halep vilayetinde ve yalnız Halep şehrinde tonlarca erzak olduktan başka, (…) pek çok erzak bulunan Kilis ve Antep havalisinden hususi tedbir ve tertiplerle erzak satılabilir. Sizi temin ederim ki maksat Halep’teki İngiliz ordusunu beslemek olmayıp İskenderun’u işgal, (…)
7. Ordu’nun geri çekilme hattını kesmek, bu orduyu, 6. Ordu’ya Musul’da yaptıkları gibi teslim olmaktan kaçamayacak bir vaziyete sokmaktır. İngilizlerin, İslahiye’de Ermeni çetelerini faaliyete geçirmiş olmaları da bu zanna kuvvet verecek mahiyettedir. İngiliz temsilcilerinin centilmenliğini ve buna karşılık bu şekilde gönül alma yoluna gitmeyi anlamak ve takdir etmek nezaketinden uzak bulunduğumu arz ederim. (…)
Dolayısıyla, tarafı devletlerine keyfiyetin İngiliz Suriye Ordusu Kumandanlığına tebliğinde yardımcı olmakta mazurum. Her ne sebep ve bahane ile olursa olsun İskenderun’a asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini ve 7. Ordu’ya da (…) Katma-İslahiye hattında hareket ederek kuvvetlerinin büyük kısmını bugün Kilikya sınırına geçirmesini emrettim.
İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli olmadığından, Başkumandanlık Erkanıharbiye Riyasetinin görüşünü uygulamadığım taktirde ise birçok itham altında kalmam tabii olduğundan, kumandayı hemen teslim etmek üzere yerime tayin edeceğiniz zatın süratle tebliğ edilmesini hassaten istirham ederim.”

İşte bu kadar! Buyurun size bir başka asker! Asker konuşur mu, konuşmaz mı? Ne söyler, ne söylemez? Nerede konuşur, ne zaman konuşur?
Doğrudur. Mustafa Kemal de parlamenter demokrasinin bir temel ilkesini “ordunun memleketin siyasetini yönetenlerin vereceği nihai karar üzerine harekete geçeceği” şeklinde gayet iyi bilir ve hep bunun için uğraşmıştır. İkinci Meşrutiyetten (1908) sonraki günlerde bir Yunan gazetesinde Osmanlı Ordusunu tahkir eden bir yazı yayınlanmış, gazeteci Hüseyin Cahit Bey de buna ağır bir karşılık vermiştir köşesinde. Selanik’teki subaylar buna çok memnun olmuştur; Hüseyin Cahit’e bir hediye vermeyi tartışmaktadırlar Orduevinde. Bir altın kalem alınmasına karar vermek üzerelerken Mustafa Kemal söz alır ve öneriyi getiren subaya şöyle seslenir:

“- Bir asker olarak ille karşılık verilecekse, siz Atina’ya gider yazıyı yazanı düelloya davet eder, gelmezse icabını yapıp sonuçlarına da katlanarak tepelersiniz. Bunun gereğini asıl hükümetimiz diplomatik yollardan yapmalıdır. Bizim Hüseyin Cahit’e Ordu adına bir teşekkür mektubu göndermemiz yeter!..”
Hükümet gereğini yapar mı?

Hayır… Yani memleketin siyasetini idare edenler bu defa hiç karar almamıştır.
Mustafa Kemal, bütün Birinci Dünya Savaşı döneminde, öncesinde ve sonrasında kendi kapasitesi çerçevesinde siyasi karar vericilere her türlü uyarıyı yapmış, öneriyi getirmiştir. Bir asker olarak Çanakkale’yi sonuna kadar savunmuş, düşmanın İstanbul’a girmesini önlemiştir. Düşman İstanbul’a ancak memleketin siyasetini idare edenlerin imzaladığı Mondros Mütarekesi’nden sonra girmiş, bir başka anlatımla savaş meydanında yapamadığını siyaseten masa başında yapmıştır. Yani siyasiler bu kez de, yanlış ve/veya kötü karar vermişlerdir. 
( HER ZAMANKİ GİBİ – SEÇİLMİŞLER . H.V.V )

Yukarıdaki İskenderun hadisesi de bu örneklerden biridir. Sadrazam’ın, yani memleketin siyasetini idare edenlerin “bırakıver İngilizlere” dediği İskenderun için Mustafa Kemal “İngilizler asker çıkarmaya kalkarsa ateş açın” emrini vermiştir. İngilizlerin arzusunun yerine getirilmesinde ısrar edilince de “Ben bu emri yerine getirmem. Kim getirecekse onu gönderin” demekte tereddüt etmemiştir. Sarayın ve Babıali’nin, yani memleketin siyasetini idare edenlerin yanlış kararları üzerine ülke işgale uğrayınca da Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet doğrultusunda inisiyatif kullanmıştır.
O gün, memleketin siyasetini idare edenlere kalsaydı ne Kurtuluş savaşı olurdu ne Cumhuriyet ilan edilirdi. Bugün memleketin siyasetini idare edenler için de aynı durum geçerlidir. Onlara kalsa, tıpkı seksen yıl önceki selefleri için olduğu gibi, Cumhuriyet gereksizdir, hatta kötüdür, yanlıştır. Bugün de ne bağımsızlığın, ne ulusal onurun, ne ülke bütünlüğünün hiçbir anlamı ve önemi yoktur.
Onlara ve onların hempalarına göre Kurtuluş Savaşının ve Cumhuriyetin kendisi bile “askerin konuşması”dır, siyasete karışmasıdır. Yani olumsuz anlamda… Yani Mustafa Kemal, memleketin siyasetini idare edenlerle “şiir gibi” çalışmamıştır. Yani?.. Yani ne Kurtuluş Savaşını yapmalı, ne de Cumhuriyeti ilan etmeliydi… İşte o zaman “şiir gibi” çalışmış ve Osmanlı’nın da, bugünkülerin de şildine layık olurdu. Hatta o zaman Mehmet Ağar’ın devri iktidarında bile konuşabilirdi!..
Farkındayız; canım o zaman savaş vardı, işgal vardı diye mırıldanıyor, homurdanıyor Mehmet Ağarlar…( Satılık TV kanalları – Medya gülleri ….H.V:V )
Şimdi savaş yok mu, demeyelim hadi, ama askerin konuşması için ille memleketin işgal edilmesi mi gerek?!..
Ayrıca fevkalade  meraka değerdir; gerçekten ülke işgal edilse bu yaratıkların ne yapacağı. Ankara sokaklarında devriye gezen işgal kuvveti askerleri türbanların ucundan çekiştirmeye başlayınca ne yapacakları ve kimlerin, hangilerinin hemen gidip işgal komutanlığına yaltaklanmaya başlayacağı…
Burada öğrenci olaylarından, sağ - sol çatışmasından ve öyle basit bir darbeden filan söz edilmiyor. Ülke içeriden dışarıdan top yekun bir kuşatma ile karşı karşıya. Üstüne bir de, 20 yıldır süren silahlı saldırı, silahlı ayaklanma ekleyin. İşte tam bu sırada açıyor ağzını Mehmet Ağar “düz ova” edebiyatı için. Tam bu sırada kostaklanıyor, “n’oluyor yahu!” diyen askere “sen sus” diye!
Ağar’ın bu çıkışını en iyi niyetli yaklaşımla “canım, işte daha fazla askerimiz ölmesin dedik. Fena mı!” biçiminde yorumlayabiliriz. Ama aynı Ağar, 15 yıl önce niye tam tersine ağır bir “şahin” örneği sergilemişti? Belki bu kadar insan ölmezdi.
Doğru, önce sivilde, siyasetçide aranır. Aranması gerekir. Boşluklar sadece fizik aleminde, doğada dolmaz; toplumsal yaşamda, insan ilişkilerinde de dolar. Yargıyı etkisizleştirip, içini boşaltınca, onun yerini çek-senet mafyasının alması gibi…
İdeal olarak, siyasetçinin hatasının yine demokrasi içinde siyasetçi tarafından düzeltilmesi beklenebilir, beklenir. Ama siyasette karar verenler, bir türlü doğruyu bulmaya, yapmaya yanaşmıyor, süre uzadıkça uzuyorsa, boşluk birileri tarafından doldurulur… İnsanlardan sonsuza dek sabır bekleyemezsiniz. Tersi doğru olsaydı, ne Spartaküs’ten, ne sanayi devriminden, ne Sovyet devriminden, ne Kurtuluş Savaşından söz edilmemesi gerekirdi. Çünkü bu, sorunların zamanında çözülmesi, insanların sabrının kötüye kullanılmamış olması demekti.

Mehmet Ağar’ın, yirmi yıl önce ortaya attığı “PKK’yı 1 yıl içinde yok edecek” proje, teröristin milletvekili yapılması değildi; Özel Kuvvetlerin güçlendirilmesi; PKK’nın şehirlerdeki finans kaynaklarının kesilmesiydi. Aradan yirmi yıl geçip, on binlerce insan öldükten sonra yapılan“ovada siyaset” edebiyatı, memleketin siyasetini idare edenlerin karar almadıkları veya yanlış karar aldıklarının göstergesidir. Yirmi yıldır ölenlerin komutanı da çıkar o boşluğu doldurur.

KURTULUŞ SAVAŞI VE CUMHURİYET, KELİMENİN TAM ANLAMIYLA “ASKERİN KONUŞMASI”DIR MEHMET AĞAR.

Şimdi öyle konuşacak asker var mı sorusunun yanıtı da galiba yine en iyi ancak ülke fiilen işgal edilirse ortaya çıkacak. Böyle kaynar suda haşlanan kurbağa-soğuk suda haşlanan kurbağa misali, uyuşturucu etkisi yapan sahte barış, yapay ve cici demokrasi ortamları kitleleri uyuşturduğu gibi, kahramanları da beklemeye alıyor; sadece Ağarları, Erdoğanları öne çıkarıyor. 

***** 
Şimdi gelelim “konuşan” askerlere…

Bunca yıldır, gerek iç dinamiklerle, gerek dış baskıyla, Kürtlerin hakları babında epey yol kat edildi. Ama silahlar susmadı, terör bitmedi. Verdikçe istiyorlar. Gelinen nokta ortada. Asker hala ölmeye devam ediyor.

Her şey tartışıldı, hemen her şey söylendi. Bir tek şey dışında… O tarafta ne PKK, ne AB, ne Amerika; bu tarafta ne sivil siyasetçiler, ne askerler, ne iş adamları, ne aydınlar… Çok tekil, belli belirsiz, ardı gelmeyen istisnalar dışında hiçbirisi bu noktayı ağzına almadı; düşünmedi, düşünemedi, cesaret edemedi, düşündü fakat işine gelmedi vb…

Güneydoğu’daki toprak düzeni!...

Evet Kürt terörü sorununa Türk veya Kürt tarafından bakmayıp, bunu her iki taraf için de bir “milliyetçi yaklaşım” olarak eleştiren ve hadiseye emek-sermaye çelişkisi açısından, sınıf çelişkisi açısından bakıp, buradan görüş üretmeye çalışanlar var.
Bunun doğruluk, haklılık payı da var. Doğrudur, “sınıf” denince Kürt-Türk ortadan kalkar; geriye Kürt-Türk emekçi ile, Kürt-Türk kapitalist kalır. Yani asıl yapılacak olan, hadiseyi sömüren-sömürülen boyutuna indirgemektir, ki zaten hayatın gerçeği de budur.
Tamam da…
Bu yaklaşımın sahipleri de bu noktada durur; daha ileri gitmez.
Oysa bu durak noktasında tartışmaya tanık olanların aklına ilk gelen sömürü, bir sanayi toplumundaki sömürüdür. Fabrika işçisinin fabrika sahibi tarafından sömürülmesidir. Oysa artı değer sadece fabrikada üretilmez, emekçi sadece fabrikada çalışan değildir, sömürü sadece fabrika işçisi için söz konusu değildir.
Artı değer tarlada da üretilmektedir, tarlada çalışanlar da emekçidir, sömürü tarlada çalışan toprak emekçileri için de geçerlidir. Ve Türkiye’nin güneydoğusundaki hadise tarlada çalışıp artı değer üreten toprak emekçisinin toprak sahibi ağalar, şeyhler, reisler tarafından sömürülmesidir. Sömürünün kaynağı oradaki toprak düzenidir, yani feodalitedir O kadar ki, orada ağa, şeyh, reis sadece toprağın değil, toprağı işleyen.emekçinin de fiili sahibidir. Toprak, öyle bildiğimiz şu kadar metrekare arsa veya tarla olarak değil, bütün bir köy veya köyler arazisi olarak ve üstelik üzerinde yaşayan ve üreten insanlarla birlikte alınır, satılır. Toprak emekçisi köylüler, ağanın, şeyhin adeta kölesidir; o ne kadar verirse onu yer, o ne derse onu yaparlar; yapmazlarsa onun lütfettiği buğdaydan, undan, paradan da olacaklarını bilirler çünkü. O deyince yapacakları arasında oy vermek, yani yurttaşın demokratik hakkı da vardır. Ağa hangi partiyi işaret ediyorsa, köylüler de o partiye oy verir. Bu nedenle 1950 sonrası Türk demokrasisi için her ağa, her şeyh yirmi bin, otuz bin, kırk bin oy demektir. Siyasi partiler de bu nedenle o ağalara ve onların temsil ettiği feodal toprak düzenine, onun sınıfsal ilişkilerine, onun kültürüne saygıda asla kusur etmez.
Böyle olunca da ne en basitinden töre cinayetleri çözülür, ne de PKK terörü. Çünkü bu sömürü fabrikadaki sömürüden çok daha ağırdır, vahşidir. Çünkü fabrika’daki işçi sadece ürettiği artı değer bakımından sömürülürken, Güneydoğu’nun toprak emekçisi şahsen, yani fiziki ve manevi varlığıyla da bir köledir, bir sömürü unsurudur.

Şimdi bakalım PKK sorununa ve Güneydoğu’nun hali pür melaline.

Hakkarili bir ağa, kızının düğünü için 18 kilo (yazıyla on sekiz kilogram) altını hangi alın teriyle kazanmıştır? 60’lı, 70’li yıllardan beri adı “Kasrı Gonca” olan ünlü konağıyla bildiğimiz “dokuz köyün ağası”, bugün de DTP’nin genel başkanı olan Ahmet Türk hangi Kürt haklarının savunucusu olabilir?
Siz “sözüm ona Marksist” Öcalan’ın hiç bu feodal toprak düzenine, dokuz köyün ağalarına değindiğini duydunuz mu? Dokuz köyün ağası Ahmet Türk’ün bu düzene dokunması mümkün müdür?

Onlar dokunmayınca, Kopenhag kriterleri diye, Kıbrıs diye, Patrikhane diye, Ermeni, Pontus, Süryani hakları diye ve tabi en başta koçbaşı Kürt hakları diye bir yerlerini yırtan AB’sinden ABD’sine, Kreschmer’inden Lageandijk’ine, Bayan Mitterand’ından Bay Chirack’ına Batının, feodal toprak düzenine, toprak emekçisinin her bakımdan sömürünün ötesinde köleleşmiş olmasına değindiğini, Avrupa Birliği’ne üyelik şartı olarak bu düzenin ve köleliğin ortadan kaldırılmasını ileri sürdüğünü gördünüz, duydunuz mu? Oysa neyi nasıl yiyip içeceğimizden, adeta nasıl yürüyeceğimize kadar her şeyimizi düzenlemeye soyundulardı. Otomobillerimizin plakalarına “TR” rumuzunu yıllar önce koyarak güya Avrupalılaştık; ama köleci aşiret düzenimizi Avrupa bile saygıyla selamlıyor!..
Batı’nın dokunmamasını da anladık.

Cumhuriyet rejimi, daha 1925’ten, Şeyh Sait İsyanından itibaren Atatürk ve İnönü dönemleri boyunca, ihdas ettiği “Umumi Müfettişlikler”, çıkardığı İskan Yasaları ile meselenin adını “ağalık, şeyhlik, derebeylik düzeni” diye koymuş, çözüm olarak da bu ağaların, şeyhlerin, derebeylerinin temsil ettiği aşiret düzenini yıkmak, bunun için de bu kişilerin bulundukları yerde güçlerinin asıl kaynağı olan, çalışmadan, başkalarının emeğini ve kişiliğini sömürerek yaşamalarını sağlayan topraktan ve mülkiyet düzeninden koparılıp, batıda yaşayabilecekleri kadar toprakta bizzat çalışarak üretmelerini, bunun için gerekirse toprak, tohum, hayvan makine vermeyi, geride kalan topraksız köylüyü de ağadan kalan toprakları gerekirse hazine topraklarıyla destekleyerek topraklandırmayı öngörmüştü. 

Kaldı ki, hatırlayacaksınız. bizim çok yakın yıllara kadar bir Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığımız bile vardı.

Güneydoğudaki topraklara çok çok büyük ölçüde hukuka aykırı olarak hükmeden ağaların, şeyhlerin bu bölgeden koparılıp Batı bölgelerinde yeniden iskan edilmeleri, bu günkü moda ve eşitlik ayağı öldürülüp özgürlük ayağı ile topallamaya mahkum edilmiş demokrasi anlayışına aykırı görülebilir. Ama hukuksuz hak, sömürü amacıyla kötüye kullanılan hak özgürlük müdür? Çok daha özeti, başkalarını bu kadar vahşice, köleleştirme boyutunda sömürmek, nasıl bir hak, hele nasıl bir özgürlüktür?

1940’a kadar Atatürk ve İnönü’nün, sonra 27 Mayıs yönetiminin bu program çerçevesinde Batı bölgelerinde zorunlu iskana tabi tuttuğu Kartal, Küfrevi, Septioğlu, Bucak, Türk, Fırat aileleri gibi aşiretlerin, sonraki kuşaktan mensupları olan Kinyas Kartal, Kasım Küfrevi, Ali Rıza Septioğlu, Ahmet Türk, Abdülmelik Fırat gibi isimleri partilerinin saflarında ve yakın çevrelerinde ısrarla bulunduran  AP, DYP, ANAP ve ne yazık ki CHP’nin, Demirel’in, Özal’ın, Yılmaz’ın, Çiller’in, Ağar’ın, Baykal’ın, hele hele sorunu dinle çözeceğini sanan A KE PE’nin de işin bu boyutuna değinmelerini bekleyemeyiz.

Ammaaaa… Sıra askerlere gelince iş değişir.

PKK ile mücadele ede ede ölüp duran onlardır. Ama ne MGK toplantılarında, ne kamuya yönelik açıklamalarda, ne özel sohbetlerde hiçbir zaman hiçbir yerde konuyu onlar da bu boyutuyla ele almamış, tartışmamış, bu yönde düşünce ürütememiştir. Bu işin, sözüm ona özgürlüklerle, yatırımla, okulla, yolla çözülemeyeceğini, asıl çözümün oradaki ağalık düzeninin, toprağa dayalı emek sömürüsünü ortadan kaldırmak olduğunu en iyi onların bilmesi gerekirdi. Bir, orada çok yoğun yaşadıkları ve durumu çok iyi bildikleri için. İki, Atatürk’ün, İnönü’nün halefleri oldukları için…
Toprak reformu, topraksız köylünün topraklandırılması, tekelci toprak mülkiyetine son verilmesi Atatürk-İnönü döneminde de 27 Mayıs’ta da sağlanamamıştır, bu doğru. Ama bu dönemlerde hiç değilse birkaç bin ağanın, şeyhin güçlerini aldıkları topraklardan koparılmaları sağlanmıştı. Konya’daki Cihanbeyli, Kulu, Yenice oba gibi katıksız Kürt yerleşimleri bunun örneklerindendir. Bu yerlerdeki insanlar da çok ağırlıklı olarak Kürt’tür; ama ne bu insanların aklından isyan etmek geçmiştir, ne de bu yerleşmelerde töre cinayeti vardır. Yani bu sürgünler, sürgün edilenler için hiç de kötü olmamıştır. Cihanbeyli’de, Kulu’da, Yenice oba’da ne ağalık vardır, ne şeyhlik vardır, ne sömürü vardır, ne de töre cinayeti. Tersine, buralar Konya’nın en müreffeh ilçelerindendir. Kendi aralarında dillerini de rahatça konuşur, türkülerini de rahatça çalar söylerler. Bilenler bilir.
1950-60 arası ve 65 sonrasında ise Türkiye’nin Batı bölgelerine yerleştirilip, kendilerine yetecek toprak, araç gereç, tohumluk vb. de verilen bu ağalar, sonraki gevşemeler, savsaklamalar ve siyasi çıkar etkisinde çoğunlukla yine eski yerlerine dönmüşlerdir.
Ve askerlerden toprak düzeni konusunda hiç ses seda çıkmamıştır, çıkmamaktadır.
Askerlerden bir başka konuda daha ses seda çıkmamaktadır.
Kamuoyunda çok yaygın, adeta sokaktaki adam diyebileceğimiz insanlar arasında bile konuşulan, elbette konuya çok daha vakıf etkin çevrelerin de açıkça dile getirdiği bilgilere göre Irak’lı Kürt aşiret reisi Mesut Barzani’nin farklı isimler üzerine de olsa Türkiye’de özellikle Mersin’de şirketleri, Türk bankalarında hesabı vardır.
Öte yandan Kuzey Irak’ta dökme suyla ite kaka kurulmakta olan (belki kurulmuş olan demek gerek) Kürt devletinin imar ve inşasında pek çok Türk inşaat ve taşımacılık şirketi de çalışmaktadır. Bu şirketlerden biri iki Türk gazeteciye, kendisini “benim adım İlnur Barzani” diyecek kadar Barzani’ye yakın hisseden İlnur Çevik ile Cengiz Çandar’a aittir. Bu ikilinin, kazandıkları paranın transferi konusunda çok ilginç iddialar vardır. Paraların önce nakit olarak, çantalar içinde Habur gümrüğünden yurda sokulduğu, bu işlemin hemen daima Pazar günleri gerçekleştiği, buna rağmen ertesi gün, yani Pazartesi günü de Çevik ve Çandar adına banka hesabına işlenmiş göründüğü söylenmekte, hudut kapısında sivil gümrükçülerin ve polisin yanı sıra jandarmanın da bulunduğu hatırlatılmaktadır. 

( ARADA SIRADA – HABER TÜRK – CNN TÜRK – KANAL – 7 VS BOY GÖSTERİP , STATÜYÜ KORUMA ÇABASINDALAR . H.V.V )

Ancak, çok daha önemlisi, Kuzey Irak’ta Kürt devletinin inşasına elbette para karşılığı katkıda bulunan  şirketler arasında OYAK İnşaat’ın da bulunduğu, iddialar arasındadır. ( DOĞRU İSE ASKER İDARECİLERİN DİKKATİNE – OYAK BANKASINIDA SATMAK İSTİYORLAR. SAYEMİZDE KURULAN BU MİLLİ KURULUŞ NE HALE GETİRİLİYOR.H.V.V )

Şimdi… Sondan başlayalım, diyeceğim ama, yine deve misali bu işin her yanı eğri.

OYAK, yani Ordu Yardımlaşma Kurumu, Türk Silahlı Kuvvetlerine mensup subayların kendi aralarında kurduğu bir tür özel yardımlaşma sandığıdır. İlk ve temel gelir kaynağı, yedek subaylar dahil her rütbede subay ve generalin maaşlarından yapılan kesintilerdir. Hatta yetmişli yıllarda OYAK’tan esinlenerek Memur Yardımlaşma Kurumu MEYAK (galiba İşçi Yardımlaşma Kurumu İYAK) da kurulmuştu. Ama bunların hiçbirinin ömrü uzun olmadı. Bu kurumlar, toplanan paralar katılımcılara iade edilerek tasfiye edildi. Bir tek OYAK (hem de nasıl!..) ayakta.

OYAK’ın bankacılıktan inşaata hemen bütün üretim ve hizmet alanlarında faaliyet gösteren bir holding, en azından bir şirketler gurubu haline gelmesindeki tuhaflığı açıklamanın güçlüğü ortadadır. Emekli Sandığı, SSK gibi sosyal güvenlik kuruluşlarının neredeyse yok olma aşamasına getirildiği bir ortamda, bunun “iştirakçilerin kesintilerinden oluşan meblağın, özellikle enflasyon karşısında değer kaybına uğramasını önlemek” şeklinde açıklanması belki mümkündür, ama inandırıcı olmaktan da uzaktır.

Emekli Sandığının ve SSK’nın, yine iştirakçilerin kesintilerini nemalandırmak üzere sahip olduğu her türlü gayrimenkul ve işletme haraç mezat elden çıkarılırken, OYAK’ın subaylar arası yardımlaşma sandığı niteliğini çoktaaan aşıp, Koçlarla, Eczacıbaşılarla yarışabilecek, hatta dünya çapında söz sahibi olabilecek dev bir holding haline gelmiş olduğu, yadsınamayacak bir gerçektir.( Ben yorumu erken yapmışım.H V.V )

Ama asıl gerçek, bunun Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan organik bağıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Cudi’de çocuklarımızın, oğullarımızın canı, kanı pahasına, vergilerimizden ayrılan, torunlarımızın bile binlerce dolar borçla doğması, kalkınmamızın aynı oranda gecikmesi demek olan yüz milyarlarca dolar pahasına  terör örgütüyle boğuşmaktadır. Bu çerçevede, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasının en çok Türk Silahlı Kuvvetlerini ilgilendirmesi gerekir. Türk Silahları Kuvvetleri bu ilgi nedeniyle Kandil dağına yürümek istemektedir. Bu nedenle sınıra çok büyük yığınak yapmaktadır.

Hal böyle iken, Mesut Barzani’nin şirketlerinin, bankalarımızdaki parasının, Kuzey Irak’ın imarı için çalışan şirketlerin MGK toplantılarında hiç gündeme getirilmemesini bizim aklımız almıyor. Farklı ve muhtemelen T.C. vatandaşları üzerine de olsa bu banka hesaplarına el konulabilir, bu şirketlerin Türkiye’deki faaliyetleri de Türk Şirketlerinin Kuzey Irak’taki faaliyetleri de durdurulabilir.
Bunu, PKK İle Mücadele Proje Uzmanı, “Ovada Siyaset” edebiyatı müellifi Mehmet Ağar da ortaya atabilirdi, bulunduğu konumlar itibariyle. Yapmadı. Zaten beklenmezdi de.

Ama askerler de getirmedi böyle bir öneri. Böyle bir talepte bulunmadılar “memleketin siyasetini idare edenlerden. ( ÖNEMLİ BİR ÖNERİ . H.V.V ) 
Kendi aralarında kurdukları yardımlaşma kurumunu bir inşaat şirketinin de dahil olduğu kocaman bir holdinge dönüştüren, aynı inşaat şirketinin Kuzey Irak’ta kurulu Amerikan suyuyla dönen Kürt devletinin imarında “iş alma”sına ses çıkarmayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin, bir yandan da aynı Kuzey Irak’taki aynı oyuncak Kürt devletinin topraklarında konuşlu, örgütlü PKK’ya karşı can, kan, para pahasına mücadele verirken, Mesut Barzani’nin Türkiye’deki şirketlerine, bankalardaki hesaplarına, OYAK İnşaat dışındaki Türk şirketlerinin Kuzey Irak’ta iş almalarına müdahale talep etmesini de mi beklemeMEmiz gerekiyor?  
Türk Silahlı Kuvvetleri, yani askerler, önce OYAK’ı Kuzey Irak’tan çekseler, sonra diğer Türk şirketlerinin de çekilmesini, Mesut Barzani’nin Türkiye’deki şirketlerine ve banka hesaplarına, kimin adına kayıtlı olursa olsun müdahale edilmesini, nihayet Habur sınır kapısından her türlü giriş çıkışın engellenmesini, en azından ciddi biçimde sınırlanmasını memleketin siyasetini idare eden ve her fırsatta askeri sadece ölmekle görevli insanlar olarak gören zerzevattan isteseler, kim bilir değil Kandil’e müdahaleye gerek, belki Cudi’de, Van’da, Hakkari’de, Bitlis’te, Bingöl’de, Siirt’te PKK mayınlarıyla ölmeye bile gerek kalmayacak. Ama asker susuyor.Mehmet Ağar’a söz söylemekte zorlanıyoruz.



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder