Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2016 Çarşamba

Yükselen Güç Türkiye Masalı



Yükselen Güç Türkiye Masalı



Yazar: Sait Yılmaz
28 ARALIK  2014


Türkiye, bugün büyük bir yalanlar manzumesi ile yönetilmeye çalışılıyor. İktidar partisi, özel gündemini ve olup-bitenlerin gerçek yüzünü gizlemek, diğer bir deyişle gündemi karartmak için, kendi halkına yönelik negatif kamu diplomasisi uyguluyor. Halka söylenen yalanların başında “milli irade” yalanı gelmektedir. Bu yalan, iktidar partisinin devlete hizmet etmek yerine, devleti ele geçirme gayretini örtmesi ve yapmakta olduğu sivil darbeye karşı gelecek herkesi “darbeci” ya da “terör örgütü” üyesi olarak suçlaması için kullanılmaktadır. Ancak, örneğin bölücülerle yapılan görüşmeler ile ilgili kararlar, milli iradeyi temsil eden TBMM yerine İmralı ve Kandil ile birlikte alınmakta, olup-bitenden ne Türk halkının ne de devletin diğer organları ve muhalefet partilerinin haberi bulunmaktadır. Türkiye’de bugün AKP’nin kendi paralel devleti, cemaatin paralel yapılanması, Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın de facto olarak kurduğu devlet ve nihayet 2003 yılından beri AKP iktidarı tarafından horlanan, hapse atılan, baskı altında tutulan bürokrasiyi temsil eden gerçek devlet olmak üzere dört tür devlet bulunmaktadır. AKP, devleti ele geçirme işinde kendisini arkadan vurduğunu düşündüğü cemaat ile yollarını ayırırken, kendi İslamcıları ile paralel devletini yeniden kurgulamaktadır. Aynı AKP, şehirlerde yol kesen, insanları yargılayan, kurtarılmış bölgeler ilan eden, Türk devletini yok sayan PKK militanlarının kurduğu devlete (sözde barışçı çözüm adına) göz yummaktadır. Twitter’dan sohbet eden Türk gençleri Gezi’ye destek verdikleri için bir bir gece yarısı evlerinden toplanırken, her gün televizyonlarda Kürt devleti kurma hayali ile yeni Anayasa ve Federal Türkiye propagandası yapanlar, yetmedi devleti ve halkımızı iç savaş ile tehdit edenlere karşı ise bir şey yapılmamaktadır. Üstelik buna tepki verenler barış sürecini baltalamakla, geçmişe takılıp kalmakla suçlanmaktadırlar. Bütün bu olup-bitenler karşısında asıl devlet dediğimiz geri plandaki kişi ve kuruluşlar ise umut olmaktan çok uzaktırlar.
İkinci büyük yalan “demokratik çözüm” adı altında terör örgütü ve uzantıları ile yapılacak görüşmeler sonucunda ülkenin birlik ve bütünlüğünün de ülkeyi yönetenlerin kendi kişisel beklentileri uğruna dinamitlenmesidir. Bölücülerin siyasi uzantıları ise “Türkiye’nin demokratikleştiği, akan kanların durduğu, anaların artık ağlamadığı” safsatası altında aba altından sopa göstermekte, aksi takdirde PKK’nın yeniden eylemlere başlayacağı iması ile devlet ve halkımız tehdit edilmektedir. Eğer akan kandan korkacak olsa idik, Kurtuluş Savaşı’nı da yapmazdık. Akan kanlarımız ile bugüne kadar savunduğumuz bu toprakları bir avuç eşkıyaya ve onların sözcülüğünü yaparak kendine siyasi rant sağlayanlara teslim etmeyecek kadar uyanığız. Burada asıl acı olan, on yıllardır akan şehit kanları bir kenara bırakılarak, ABD’nin verdiği yol haritası ile Ortadoğu’daki planların bir parçası olarak, kendi geleceklerini kurtarma pahasına Öcalan’ı serbest bırakmaya, Türkiye’yi federal bir yönetime götürmeye çalışan iktidar partisinin başındakilerdir. “Hiçbir pazarlık yapmadık, söz vermedik” demelerine rağmen bölücülerle olan pazarlığın başında ulus-devlet yapımızın temeli olan Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin by-pass edilebilmesi için yeni Anayasa hazırlanması, böylece hem Cumhuriyet rejimini İslami esaslara göre dönüştürmeyi, hem de bölücülere istediklerini vermeyi planladıklarını bilmeyen var mı? Derdi sadece kendisi yani serbest kalmak olan Öcalan’ın sözünü ettiği “demokratik özerklik” ise Büyük Kürdistan hayaline giden yolda ilk aşamadır. Bölücülerin gerçek niyetini anlamak isteyenler KCK yapılanmasına bakmalıdırlar. İmralı-Kandil ve siyasi uzantıları Büyük Kürdistan’a giden yolda adım adım yürüdüklerini hesaplarken, Türk halkının sabrını sınadıklarının farkında değillerdir.
Türk halkına söylenen yalanlardan belki de en önemlisi Türkiye’nin “yükselen güç” olduğu yalanıdır. Ekonomimiz saklanamayacak kadar kötü sinyaller verdiğinde ya da istemedikleri uluslararası gelişmeler söz konusu olduğunda iktidar partisi, Türkiye’nin “yükselen güç” olması nedeniyle bazı ülkelerin oyunlar oynadığını söylemektedir. Hatta halkımızın sabrının taşıp Gezi Parkı’nda olduğu gibi sokaklara döküldüğü dönemlerde bile bu tür olayların arkasında aynı güçlerin olduğu iddia edilmektedir.
Erdoğan “Yeniden Büyük Türkiye” sempozyumunda yaptığı son konuşmada artık büyüklük masalını bıraktı, medyadan intikam alma hırsını açıkça ifade etti. Erdoğan, Türkiye’nin medya cenneti olduğundan bahsediyor; ama Türkiye’de en çok satan 10 gazetenin 7’si açıktan AKP taraftarlığı yapmaktadır. AKP iktidarı döneminde sadece 2013 yılına kadar muhalif yazılarından ötürü 7.000 gazeteci hakkında 17.000 dava açıldı ve 2.500 gazeteci bu davalardan dolayı hapse girdi ya da para cezası aldı. Bunların 13.000’i 10 bin TL.den başlayıp, milyonlarca liraya varan tazminat davaları idi. Gezi Parkı protestoları sonrasında 80’in üzerinde medya çalışanı işini kaybetti. Bazıları istifa etti, onlarcası işten atıldı, bir kısmı da zorunlu izne çıkarıldı.
Yeni-Osmanlıcı yaklaşım, Türk Devleti’nin laik yapısına iki şekilde tehlike oluşturmaktadır. Köktendinci vizyonu ile dış politikamızın temel ilkeleri sarsılmakta, öte yandan toplumdaki etnik ve dini farklılıklar siyasete entegre edilerek ülke bütünlüğü gün geçtikçe tehlikeye düşürülmektedir. İslamcılara önerilen Ortadoğu konfederasyonu içindeki Ilımlı İslam devleti federasyonu, sözde eski Osmanlıyı canlandıracak ve liderlik edecektir. Böylece, ılımlı İslam devleti yanında; Türkiye’nin İslam dünyasına liderlik etme hayali yani padişahlık rüyası da gerçekleşecektir. İşin esası, Türkiye diktatörlüğe gitmektedir, iktidar partisi yandaş polisi, istihbaratı, hukukçuları, medyası ile tam teşekküllü bir suç örgütü haline gelmiştir. Ülkemiz işledikleri suçlar nedeni ile kendi geleceklerini kurtarma peşindeki yöneticiler tarafından bölünmektedir ve nihayet “yükselen güç” masalı ile batmaktadır. Bu batışın en önemli göstergeleri sanıldığı gibi daha çok siyasette değil, ekonomik çöküşümüzdedir.
            Türkiye’nin ekonomi çıkmazı
Türkiye’de siyasi liderler “yükselen güç” gibi kavramları geçmişte de çok söylemişler, ama bunlar ülkemizin gerçekleri ile örtüşmediği ve rasyonel politikalar ile geliştirilmediği için hep belirli dönemlerin hayali olarak kalmıştır. Örneğin Menderes döneminin “Küçük Amerika” yaratmak fikri böyle bir hayalin ürünü idi. 1954’de Amerika’ya giden ve bir ay bu ülkeyi gezen Celal Bayar, Amerikalılara ülkemizde el değmemiş kaynaklar olduğunu, yabancı sermayeye her türlü garantinin verileceğini, karlı iş sahalarının açılacağını, her şeyin emirlerine amade olduğunu söylüyordu. Bu bulunmaz davete Amerikalılar derhal koşup gelmişler ve sayısız anlaşmalarla ülkemizin savunmasını, eğitimini, tüm milli kaynaklarını ve siyasetini sımsıkı ve içinden çıkılmaz bir şekilde kendilerine bağladılar. Amerika tarafından Türkiye’ye biçilen rol, sanayileşme değil, Avrupa’nın savaş sonrası kalkınma hamlesinde ihtiyaç duyacağı tarım ürünlerini üretmek ve madenciliğe ağırlık vererek onun hammadde gereksinimini karşılamaktı. Konuşmalarında sık sık “Büyük Türkiye” sloganını kullanan Süleyman Demirel’i 1960’larda iktidara getiren ve destekleyen Amerikan yönetimi için 1970’lerde koşullar değişmiş, yeni politikalar dayatılmıştı. İthal ikameci politikalarda direnen Demirel, Batı nezdinde tüm itibar ve güvenilirliğini yitirmişti. Halkçı Ecevit, Batılıların istediği lider hiç olmadı, küresel sermaye ve dış merkezlere karşı hep ihtiyatlı idi. Bu yüzden 1978 yılından itibaren TÜSİAD ve ABD’nin geliştirdiği planlar ile 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanması için Turgut Özal iktidara getirildi. Böylece Türkiye’de yerli sermaye ile küresel sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi.2001 krizi sonrasında  da Derviş-IMF iktidarı ile özelleştirmenin önü iyice açıldı.
77 yılda Türkiye’ye 20 milyar dolar para gelmişken, 2002’den sonra her sene ortalama 20 milyar dolar geldi[1]. Türkiye’de toplamı 485 milyar dolara ulaşan 2002 sonrası yabancı sermaye girişi ülkede yıllık ortalaması yüzde 5’e yaklaşan bir büyüme yarattı.Türkiye’de 10 yıllık bir zamanda gelen sermayenin yaklaşık olarak yarısının Türkiye’yi terk ettiği görülmektedir. Başka bir deyişle, yabancı sermaye uzun dönemde ödemeler bilançomuza olumlu katkı yapmamıştır[2]. 2010 yılı rakamlarına göre Türkiye’den götürülen faiz tutarı 12 milyar dolar, işletme kârı ise 8 milyar dolar civarındadır. Ortamın belirsizliğinden ötürü, Türkiye gibi ülkelerde yatırım yapmazlar. Bir ülkede parayı yönetmek, o ülkeyi yönetmektir. Ama el parasıyla, borçla gittiğimiz yol da bitti. Türkiye, meyveyi toplayıp, yok eden bir ülke konumundadır. Eğitim, sağlık, kültürün metalaştırılmasından sonra kent arsa rantı da yağmalanarak neo-liberalizm had safhaya ulaştı. Neo-liberalizme sadakat ve militanlıkla sahip çıkan AKP kadroları, olağanüstü bir dış kaynak girişine kapıları ardına kadar açarak dünya kapitalizmi ile entegrasyonda radikal sıçramalar gerçekleştirdiler[3]. Yabancılar tarafından tüketim toplumu haline getirilen Türkiye, özellikle sanayide üretim ekonomisinden oldukça uzaklaştırılmış, üretimimiz ithalata dayalı montaj sanayine dönüşmüştür. Hazırcılığa ve tüketime alışmış Türkiye, teknolojide de dışarıya bağımlıdır. Bir zamanlar Süleyman Demirel tarafından dünyanın kendi kendine yetebilen 7 ülkesi olarak tanımlanmasına rağmen, Türkiye bugün ıspanak ve elma ithal eden bir ülke haline geldi. Türkiye ekonomisi üretime değil finansa dayalıdır. Son 60 yıldır köyden kente plansız göçler sonucu kırsal nüfusumuz %25’e indi ve tarıma büyük darbe vurdu. Enerjide dışa bağımlılığımız artmaktadır. Petrolü ithal eden ülkemizde taşımacılığımız yabancıların dayatması ile %72 kara taşımacılığına aittir. Kozmetik hızlı seferlerden ziyade demir yollarının yeniden ele alınmasına ve özellikle deniz yollarının uyandırılmasına ihtiyaç vardır. Türkiye, özellikle cep telefonu ve bilgisayar alanlarında teknoloji çöplüğüne dönmüştür.
2003 sonrası Türkiye’de başta ilaç sanayi olmak üzere pek çok sektör yabancıların kontrolüne geçmiştir. Bu dönemde Cumhuriyet döneminin bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye satılmış ve kamuya iç kaynak olarak kullanılmıştır. Türkiye’deki üretimin %75’den fazlasının arkasında yabancılar vardır. Bankalarımızın 70’inden fazlası yabancılara aittir, borsamızın %85’den fazlası yabancı girişli paradır. Bankacılığın Almanlarda %11’i, Fransızlarda %18’i yabancılara aittir. Sigortacılığımızın %80’i yabancıların elindedir. Bankacılık sisteminin yabancıların eline geçmesi demek, bütün Türk ekonomisinin yabancıların kontrolüne geçmesi demektir. Türkiye’de borsanın %60’ı yabancıların elindedir. Özelleştirmeler ile sadece milli sermaye değil, egemenliğe de darbe vurulmuştur. Pek çok fabrika Türkiye’de gibi gözükse de mülkiyeti yabancılara aittir. Yabancı kaynağı çekmek için döviz kurunun düşük tutulması, şirketleri dövizle ya da dövize endeksli borçlanmada cesaretlendirmiştir. Yabancıların Türkiye pazarına gelme nedeni nüfusumuzun genç ve dinamik olması, yani tüketim toplumu potansiyelidir. Ancak, Türkiye’de kazandığı parayı ülkemizde bırakmamaktadırlar. Borsamızın yükselme nedeni de burada işlem yapan yani şirket alıp-satanların yabancı olmalarıdır. Bu yüzden ekonomi kötüye giderken bile borsa yükselmektedir[4]. Satılan, ucuza kapatılan şirketler bizim milli üretim ve pazarlama şirketlerimizdir. Bize de borsamız yükseliyor diye sevinmek kalmaktadır.Ekonomimiz tüketim ekonomisidir ve büyük ölçüde ithalata dayalı montaj sanayidir. Savunma sistemlerimizin ihtiyaçları gene büyük ölçüde ithal ürünlerle karşılanmaktadır. TSK’nın gereksinimleri tüm ihtiyaçlar bazında %35, ana sistem bazında %79 yurtdışından ikame edilmektedir. Yurt dışından aldığımız savunma donanımının %80’i ABD’den gelmektedir.
2003’te AKP iktidara geldiğinde IMF’ye 32 milyar dolar borcumuz vardı, toplam borcumuz ise 218 milyar dolardı. Bugün IMF’ye borcu kapanmış olsa da Türkiye’nin toplam dış borcu 718 milyar dolara ulaşmıştır. AKP iktidarı kamu üzerinden borçlanmak yerine özel şirketler üzerinden süratle borçlanmaya devam etmiştir. Bu paralara Cumhuriyetin 80 yıllık birikimini özelleştirme adı altında yabancılara satarak elde ettikleri 55 milyar doları da ilave edelim. Bu dipsiz kuyuda bir sona gelinmektedir, mızrak artık çuvala sığmamaktadır. 2002-2012 döneminde Türkiye’nin dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 598.8 artarak 38.6 milyar dolar artmış, özel sektörün dış borcu ise yüzde 425 artarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir. Başka bir ifade ile son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha eklenmiştir[5]. Merkez bankası rezervlerinin kısa vadeli borçları karşılama oranı 2002 yılında yüzde 169 iken, 2012 yılı sonunda bu oran yüzde 116’ya, cari açıkla birlikte yüzde 80.8’e inmiştir. Bu dönemde Cumhuriyet döneminin bütün kazanımlarının kamuya yük oluyor diye satıldığı ve kamuya iç kaynak olarak kullanıldığı da unutulmamalıdır.Özelleştirme İdaresi açıklamasına göre; kamuya ait varlıkların satışından Mart 2013 itibariyle 44,7 milyar 84 milyon ABD doları gelir elde edilmiştir. Bunun 34,7 milyar ABD dolarlık kısmı, Hazine ‘ye aktarıldı. Şüphesiz ki, bunun bir kısmıyla da IMF’ye olan 23.5 milyar ABD dolarlık borç kapatıldı ve marifetmiş gibi, “IMF ‘ye olan borç sıfırlandı” açıklamaları yapıldı. Enerjide başta Rusya olmak üzere oldukça dışa bağımlıyız. GSMH’a göre dünyada 16. sıradayız ama Kalkınmışlık Endeksi’nde 92. sıradayız. Türkiye, kişi başı reel milli gelirde hala 1960 Hollanda’sının bile gerisindedir[6].
AKP ve Türkiye
2000’li yıllarla birlikte ABD menşeli ılımlı İslam projesi, Gülen hareketi ve AKP hükümeti ile birlikte Türkiye’de hayata geçirildi. Bugün ABD’nin Türkiye içindeki kurgusunun ana (hizmet) unsuru olan cemaat, yüzlerce Türk subayı ve aydınını cemaatçi polisi ve yargısının kurduğu kumpasları ile hapse attırdığını unutturmaya ve mağduru oynamaya çalışıyor.  AKP ise Türkiye’ye karşı yürütülen “büyük oyun” olan, dönüşüm projesine sadakatle devam ediyor. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda yaşamakta olduğu bu köklü dönüşüm temelde ABD ile bağımlılık ilişkilerinin derinleştirilmesine onun büyük projelerinin bir parçası olmayı garanti etmeye yöneliktir. Dönüşüm ülke içi dinamiklerin baskı altına alınarak AKP iktidarının kalıcı hale getirilmesi karşılığında, Türkiye’ye Kürdistan dayatması (federalleşme) ve Büyük Ortadoğu’nun şekillendirilmesinde Türkiye’ye biçilen rolleri kapsamaktaydı. Türkiye'de son birkaç yıldır şiddetlenen ve TSK, hükümet, yargı, medya gibi unsurların içinde yer aldığı karmaşık mücadeleler, basitçe laik-İslamcı çekişmesinin çok ötesinde, uluslararasılaşan sermaye birikimi ve bunun beraberinde getirdiği yapısal dönüşüm ihtiyacı çerçevesinde anlamlandırılabilir. Terörle mücadelede, müzakere (diyalog) sürecine girilmesi bu rollerin bir parçasıdır.Küreselleşmenin temel amacı, ulus-devletleri küçük parçalara bölmek, böylece dünyayı tek pazarlı hale getirmek olduğundan, Türkiye topraklarında Kürdistan’ı kurma planları da bu tasarının bir parçasıdır. ABD ve AB ile bir suç ortaklığı üzerine kurulmuş ittifak çoktandır bir yol ayırımında ama henüz Batı alacaklarının tamamını tahsil edebilmiş değildir. İktidarın Batı ile dostluğu Kürtler konusunda vereceği tavizlere ve verilen yol haritalarına uyumuna bağlıdır ama Türk halkının duyarlılığı karşısında köşeye sıkışmıştır. Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle büyüme stratejisi izleyen iktidar, IŞİD sonrası ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde bir koridor açarak “Türkiyesiz bir Kürdistan” planını açığa çıkarması ile bu ayırım daha da belirgin hale gelmiştir.
AKP’nin ilk 5 yılında milli gelir ortalama yüzde 7 artarken son 7 yılda ise yüzde üç arttı. Böylece milli gelirlerdeki artış Türkiye’nin son 60 yılındaki ortalama artışın altında kaldı[7]. Altı yıldır kişi başına düşen milli gelirde 10 bin doları aşamadık, orta gelir düzeyine hapsolduk, patinaj yaptık. Yapılan hesaplara göre nüfusumuzun yüzde 20’si olan 14 milyon kişi, Avrupa ölçüsünde gelir sahibidir. Bu kesim için ülke ekonomisi, büyümektedir. Öte yandan 55 milyon kişi, iş ve aş bekliyor. İç ve dış borçları artırarak, halkı sefalet içinde tutarak, büyümekten söz edilemez. Türkiye’de nüfusun yüzde 10’luk bir kesiminin, düzenli bir geliri bulunmadığını ve yardıma bağımlı olarak yaşadıkları görülüyor. Nüfusun yüzde 25’lik bir kesimi ise, asgari ücret düzeyinde bir gelirle geçinmeye çalışırken, beslenme ve çocuklarının eğitimi alanında ciddî sorunlar yaşıyor. Kısaca, gelir gurupları arasında dengesizlik var, orta gelirli grup yok olmuş. Bu iki kesim, nüfusun yüzde 35’ini oluşturuyor[8]. Merkez Bankası, bugünkü haliyle yüzde 30’a yakın aşırı değerlenmiş döviz kurunu korumaya çalışıyor. En ufak bir kur şokunun, sadece kur farkı yüzünden şirketler âlemini alabora etmesi işten bile değildir[9]. ABD’nin IŞİD’a yönelik hava operasyonuna başlaması sonrası Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırlarında yaşanan gelişmeler ve ABD'de faiz artırımlarının erken başlayacağı dedikodularını da arkasına alan Citibank ile Royal Bank, Türkiye’de yüklü miktarda döviz aldı. Citibank'ın adı 2001 krizinde en çok dolar çeken bankalar arasında geçmişti.Doları 2.27 TL ile 8 ayın zirvesine taşıyan operasyonun arkasından Londra çıktı[10]Merkez Bankası, piyasaya "buradayım" mesajı vermek için önce döviz satım ihalelerindeki miktarı artırdı ardından da bankalara verdiği likiditeyi kıstı. Bankanın likidite sıkılaştırması ile, piyasayı ihtiyacın yaklaşık 5 milyar TL altında fonlamasının ardından yüzde 9.07 seviyesinde olan gecelik faizler çift haneye çıktı.
2007 yılından itibaren AKP’nin yeşil sermayeye yer açmak için başlattığı tasfiye harekâtı büyük sermaye grupları ile aralarında kırılmaya neden oldu. Neo-liberal politikalar izlediğinde büyük sermayenin kabul edilebilir bulduğu AKP, türban gibi konularda 'açılım'a giriştiğinde karşısında orduyu, yargıyı ve TÜSİAD'ı görmeye başladı. TÜSİAD'ı rahatsız eden hususlar; toplumsal kutuplaşma ve ekonomide, siyasette var olduğu iddia edilen istikrarın kaybolma­ya başlaması, AB rotasından çıkılmasıdır[11]. AKP, kendi 'organik burjuvazisini' yaratmak için uğraş­makta ve TOKİ ihaleleri, yerel yönetimler gibi kanallar aracılığıyla bu grubu beslemektedir. Nitekim sadeceTürkiye’nin değil dünyanın sayılı ekonomi uzmanlarından Şevket Pamuk; Türkiye’de 2007 sonrası partiye yakın bir zümre yaratmanın en büyük ekonomik hedef olduğunu söyledi. Pamuk’a göre;"Yeni zenginler yaratmanın kolay ve hızlı yolu inşaattan geçiyor, sanayiden değil. Öte yandan inşaat Türkiye’nin görünen en büyük sorunlarından biri olan cari açığı çözmüyor, tam tersine derinleştiriyor[12].” Bununla birlikte, AKP'nin neo-liberal politikalarından TÜSİAD çevresindeki büyük sermaye de nemalanmaya devam etmektedir[13]. Türkiye ekonomisinde büyük sermaye gruplarının belirgin ağırlığı devam etmektedir. Türkiye ekonomisi son 10 yılda iki kattan fazla büyürken, en zenginlerin serveti 4 kat arttı. 2004 yılında 1 milyar doların üzerinde serveti olan 24 aile varken, bugün bu sayı 57’ye yükseldi. Credit Suisse servet raporuna göre Türkiye’de 37 dolar milyarderi varken bu rakam Japonya’da 15. “21. Yüzyılda Kapital” kitabının yazarı Fransız ekonomist Thomas Piketty, Türkiye’nin Japonya’dan daha çok dolar milyarderi olması için “Dehşet verici. Servet eşitsizliğinin sadece yetenek ve inovasyonla alakalı olmadığını gösteriyor[14]” dedi.

Bugün Türkiye içine kapandı, yabancı sermaye güvenmiyor ve gelmiyor, gelen para da proaktif değil, çare olarak kara para kullanılıyor.Hükümet, Ortadoğu’da terör bataklığına bulaşırken, kara para trafiğine de daldı. İran ile altın-gaz alışverişi, Suriye’deki cihatçılar, Yasin el Kadı, Saleh al Aruri, Hamas bağlantıları, İnsani Yardım Vakfı (İHH) ile bağlantıları bu trafiğin ifşa olmuş kanallarıdır. El Kaide finansörü Yasin El Kadı'nın kara parasını Türkiye'de akladığını ortaya koyan görüşme kayıtları rüşvet ve yolsuzluk soruşturması dosyasına girdi[15]. Hamas’ın önde gelen liderlerinden Saleh al Aruri de dışardaki faaliyetlerini Türkiye üzerinden yürütüyor, ülkemizde finansal kaynak sağlayıp bunu terör gruplarına aktarıyor. Erdoğan’ın yönettiği kara para ve rüşvet trafiği içinde Türkiye’ye son on yılda başlıca 6 adresten kara para ve rüşvet geldi; Suudi Arabistan ve Katar, İran, Rusya, Azerbaycan, Çin ve Irak’ın kuzeyi. AKP, bu paraları ekonomiye katkı olsun diye kullanmadı. Taksim Gezi Parkı’ndaki paylaşım İstanbul’un rant pazarı haline gelmesi de bu kara para trafiğinin bir yansımasıdır. İstanbul gibi bir şehrin sırf yabancı sermayenin yatırımı için projelendirilip, parsellenmesi, ülkemizin milli ekonomisi ve ulusal stratejilerini baltalamaktadır[16]. Elde edilen kara paranın, rüşvetin çoğu sözde bir havuz oluşturularak, AKP’ye hizmet edecek medya oluşturmaktan seçim yardımlarına kadar pek çok alanda kullanıldı.Türkiye’ye kayıt dışı olarak giren ve kaynağı belli olmayan yüklü miktarda altın ve döviz, aklanarak sisteme sokuldu[17]. Başta ATV-Sabah medya grubu ve BMC gibi TMSF tarafından el konulan kuruluşların el değiştirmesinde kayıt dışı paralar kullanıldı.Başbakan Erdoğan’ın bizzat telefonla iş adamlarını arayarak, para topladığına ilişkin ses kayıtları medyada yayınlandı. 17 ve 25 Aralık 2013 tarihleri ile aysberg’in görünen ucu ortaya çıkmıştır.
            Sonuç
Son on yıldır Türk halkı; “ezber bozanlar”, tarihimizi “resmi tarih” diye değiştirmeye kalkanlar, askeri vesayeti kırma görüntüsü altında sivil darbelerine örtü yaratanlar, Türkiye demokratikleşiyor ya da artık analar ağlamıyor diyerek bölücülerin isteklerini dayatanlar arasında büyük bir kavram kargaşası yaşıyor. Böylece bu ülkeyi bir arada tutan değerler bir bir yok ediliyor, devlete olan güven azalıyor, ulus-devlet yapımızın sigortaları gevşiyor, halk kutuplaştırılıyor, halkın gerçek gündemi karartılıyor. Ortadoğu’da “yükselen güç” olmak için Türkiye’ye dayatılan politikaların arkasında ABD’nin çıkarları, dönüşüm politikaları ve bunu bize telkin eden sinsice örülmüş bir kurgu vardır. Bugün Tür­kiye burjuvazisi, ABD ve AB ile olan ağlarına dayanmak suretiyle, BOP çerçevesinde yabancıların kuracağı yeni Ortadoğu’da bir 'bölge gücü' olmak için uğraşmaktadır. Türkiye’ye anlatılan “yükselen güç” masalı budur. Yeni Osmanlıcılık denen yolda 2023, 2053, 2071 gibi gizli hedefleri olan hükümet, Başkanlık sarayı inşa ettikten sonra, devleti tamamen ele geçirme yolunda şimdi de Ak MİT ve AK Polis’ten sonra şimdi de Ak Ordu kurma peşindedir. Buna Jandarma’nın ile başlamaktadır. Bu gizlenen gündemin örtüsü olarak, Türk halkına ise “yükselen güç Türkiye” yalanı söylenmektedir.Hükümete göre, Yeni Osmanlıcılık politikası Türkiye’nin şahlanması anlamına gelmektedir[18]. Ancak, deniz bitmiş, kara para ile dönen dolapların da sonuna gelinmiştir. Hukuksuzluk ve yolsuzluklarla hiçbir hükümet ayakta kalamaz. Hükümet kendi kurduğu paralel yapılar ile yükselen güç olmayı değil, ancak kanunlardan korunmayı amaçlıyor. Türkiye’nin geleceğini hazırlayacak, milli düşünebilecek yeni ve Atatürkçü bir kadroya ihtiyacı vardır. Zaman; düne değil, geleceğe bakma, ülkenin gerçeklerine uygun politikalar ve reformlar yapma, son on yılda sivil darbenin yıktıklarını bertaraf etme zamanıdır.


[1]Merkez Bankası, Uluslararası Yatırım Pozisyonu Raporu, Ankara, Aralık 2012, s.15.
[2]Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü, Yabancı Sermaye Raporu, Hazine Müsteşarlığı, Ankara, 2005, s.2-6.
[3]Mustafa Sönmez, 24 Ocak: Neoliberal ‘Yık-Yap’ta 32 Yıl, Cumhuriyet, (5 Nisan 2013).
[4]Bülent Soylan, Kral Çıplak Halk Çıplak, Boyut Yayın Grubu, İstanbul, 2009, s.76.
[5]Bahar Aşçı, IMF’ye Borç Bitti Ama.., 21. Yüzyıl Enstitüsü, (13 Mayıs 2013).
[6]Barış Balcı, Türkiye’nin Asıl Açığı İnsan Gücü, Hürriyet, (7 Kasım 2013) içinde Harvard Üniversitesi Ekonomi Profesörü Ricardo Hausmann’ın açıklamaları.
[7]Ezgi Başaran, 2007 Sonrası Partiye Yakın Bir Zümre Yaratmak En Büyük Ekonomik Hedef Oldu, Hürriyet, (01 Aralık 2014).
[8]Sencer Ayata, Orta Sınıf Yoksulluğa Yuvarlanma Tehlikesiyle Karşı Karşıya, Radikal, (30 Mayıs 2010).
[9]Mustafa Sönmez, Dış Sermayenin Altında Kalmak, Cumhuriyet, (25 Ocak 2013).
[10]Hürriyet, Doları Bu İki Banka mı Yükseltti, (27 Eylül 2014).
[11]Mustafa Sönmez, 2000'ler Türkiye'sinde AKP, Hâkim Sınıflar ve İç Çelişkileri, İlhan Uzgel ve Bülent Duru (Der.) AKP Kitabı, Bir Dönüşümün Bilançosu İçinde, Phoenix Yayınevi, (Ankara, 2009), s.184.
[12]Ezgi Başaran, 2007 Sonrası Partiye Yakın Bir Zümre Yaratmak En Büyük Ekonomik Hedef Oldu, Hürriyet, (01 Aralık 2014).
[13]Sönmez, Age, (2009), s.180-181.
[14]Thomas Piketty, Servet Vergisi Koyun, Hürriyet, (11 Kasım 2014).
[15]Özer Sürmeli, El Kadı, Erdoğan'ın Yardımı ile Türkiye'de Kara Para mı Aklıyor?(02 Mart 2014).
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/el-kadi-erdoganin-yardimi-ile-turkiyede-kara-para-mi-akliyor-h20376.html
[16]Nusret Kebapçı, Küresel Sermaye Kazandı, Milliyet, (04 Ekim 2010).
[17]Sol Gazetesi, CHP'liErdoğdu Erdoğan'a Kara Para Trafiğini Sordu, (21 Ocak 2014). http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/chpli-erdogdu-erdogana-kara-para-trafigini-sordu-haberi-86185
[18]Ömer Taşpınar, Yeni Osmanlıcılık ile Kemalizm Arasında Türkiye’nin Orta Doğu Politikaları, Carnegie Endowment for International Peace, (8 March 2009).
http://www.21yyte.org/ sitesinden 08.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..

Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek...


Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek...



Yazar: Sait Yılmaz


            Aselsan, 1975 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin haberleşme cihazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş, geçen zaman içinde kripto ve bilgi güvenliği de dahil olmak üzere sürekli genişleyen bir teknoloji yelpazesi içinde imza attığı başarılı işler ve değerli çalışanları ile dünyanın ilk 50 savunma şirketi içine girmiş, milli savunma sanayimizin gelişmesi için öncü bir kuruluşumuzdur. Ancak, Aselsan isimi, son yıllarda kurumda çalışan çok değerli mühendislerimizin daha çok suikast kokan intihar ya da kaza haberleri ile gündeme gelmektedir. Örneğin Milli Tank Projesi üzerinde çalışan ve 7 Ağustos 2006 tarihinde aracında boğazı ve bileği kesilmiş olarak bulunan mühendisimiz Hüseyin Başbilen, F-16 projesi yanında Yeni Nesil Tank Alım Projesi'nde çalışıyordu. Bu proje, Fransa ve Almanya ile ABD-İsrail ortaklığının projesi ile yarışıyordu. Onu, 17 Ocak 2007’de Aselsan’da görevli mühendis Halim Ünal’ın kafasına isabet eden tek kurşunla ölmesi takip etti. 9 gün sonra da bir başka Aselsan çalışanı Mühendis Evrim Yançeken oturduğu binanın altıncı katından düşerek hayatını kaybetti. 10 ay sonra 9 Ekim 2007’de de yazılım mühendisi Burhanettin Volkan, askerliğini yaparken nöbetçi silahı ile intihar etti. 26 Ocak 2013’te Aselsan Akyurt Tesisleri’nde mikro-elektronik güdüm ve elektro-optik grubu projelerde çalışan Hakan Öksüz trafik kazasında yaşamını yitirdi. Olay yerinde Hakan Öksüz’ün kimliği, cüzdanı cep telefonu bulunamadı. Son olarak, Aselsan’da çalışan mühendis Erdem Uğur’un evinde ölü bulunması ile birlikte kurumun altı mühendisi esrarengiz ölümlere kurban gitmiş oldu. Bu olayların üstü hep kısa sürede kapatıldı ve geriye gene komplo teorileri kaldı.

        Olayların arkasındaki sır perdesini çözmesi gereken başta MİT ve Polis teşkilatımız olmak üzere devletimizin ilgili güvenlik teşkilatlarıdır. Mühendislerin ölümleri ile ilgili soruşturmalarda gerekli özen gösterilmedi, kayıtlara kaza veya intihar olarak geçirilerek, hemen aceleyle ilk dosyaları kapatıldı. Daha sonra tekrar açılan dosyalara farklı bilgiler girdi. Her süreçte gizli bir elin devrede olduğu anlaşılıyor. Aslında ilk ölümler, 2004 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve TÜBİTAK’ta çalışan iki uzmanla başladı. Aselsan Cinayetleri adlı bir kitap yazan, Melik Duvaklı, savunma sanayinin tarihi gelişiminin ardında yaşanan güç savaşını ve büyük rant kavgalarından bahsetmektedir[1]. 

Duvaklı'ya göre; askeri casusluk soruşturulmaları derinleştirilirse, savunma sanayinde yaşanan cinayetler de aydınlatılır. Türk Silahlı Kuvvetleri, TÜBİTAK, Havelsan, Aselsan, GES Komutanlığı gibi tüm stratejik kurumlarda birilerinin hücre sistemi ile örgütlenerek, projeler ve ilgili kişiler hakkında bilgi ve belge toplandığını ve bunların yabancı güçlere verildiğini açıklıyor. Aselsan olayları kapsamında hükümet kanadında öyle bir hava estiriliyor ki 2004’den itibaren hükümet savunma sanayini millileştirmiş de Batılılar karşı çıkmış, bu yüzden mühendislerimiz öldürülüyormuş. Cemaat kesimi ise 1998’de Orgeneral Çevik Bir tarafından belirlenen büyük satın alma projeleri böylece iptal olduğundan, Kemalist kesimden hiç ses çıkmıyor diyerek yeni bir algılama yönetimi yapıyor ve gene bu cinayetlerin üstü örülecek diye veryansın ediyordu[2].Konu bu noktaya gelince, önce işe kısa bir savunma sanayi özeti ile başlayacak, sonra bu olayların arkasında kimler olabileceği ile ilgili görüşlerimizi açıklayacağız.

            Türk Savunma Sanayi’nin millileştirilme çalışmaları

        Türkiye’de savunma sanayinin millileştirilmesi çalışmaları daha Cumhuriyetin kurulmasından önce Atatürk ile başladı ve ilk dönem 1950 yılına kadar devam etti. Atatürk, tam bağımsız bir Türkiye için milli bir savunma sanayi yaratmanın bilincinde idi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO İttifakı’na katılması ile başlayan ve kısa süre içinde artış gösteren askeri yardımlar, henüz kuruluş aşamasında bulunan savunma sanayinin gelişmesini durdurmuştur.1963 ve 1967 Kıbrıs bunalımları ile 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve bunun sonucunda Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu, ulusal bir savunma sanayi gereğini tekrar ortaya koymuştur.Aselsan ve Otomarsan gibi şirketler yanında TSK Güçlendirme Vakfı’nın kurulması savunma sanayinin gelişiminde önemli adımlar oldu. Türkiye, silah sanayine ilişkin olarak 1985'de başlattığı 10 yıllık modernizasyon programı ile silah üreten bir ülke olma yolunda ciddi adımlar attı. 20 Haziran 1998 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan " Türk Savunma Sanayi Stratejisi ve Politikası " ile Silahlı Kuvvetlerin ihtiyaçlarının güvenli ve istikrarlı biçimde karşılanması amacıyla yüksek teknolojiye sahip harp silâh ve araçlarının yurt içinde üretilmesi hedeflendi[3]. Böylece Türkiye'de savunma sanayini geliştirme gayretleri hızlanmış ve bugünkü gelişmelere önayak olmuştur. Büyük bir gayretle yürütülen bu çalışmalar sonucunda toplam AR-GE harcamaları 700 milyon ABD dolarına ulaşmış, TSK ihtiyaçlarının yurtiçinden karşılanma oranı %54’ü geçmiştir. Bugün itibariyle savunma sanayinde ulaşılan seviyeye bakıldığında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu ana silah sistemlerinin birçoğu artık ülkemizde geliştirilmekte ve üretilebilmektedir[4].

            Öte yandan, ABD, Türkiye’nin en önemli savunma sanayi tedarikçisi oldu ancak hiçbir zaman Türkiye’nin kendisinden bağımsız ve kontrolü dışında bir teknolojiye sahip olmasını istemedi. Örneğin bize sattıkları F-16’ları ABD’ye ya da Yunanistan’a karşı kullanamazdık, elektronik harp sistemi olmayan F-16’lar bir tabuttan ibaretti. Gece görüş sistemleri olmadığı için F-16’lar ile hava harekâtı yapamıyorduk. Bu teknolojiyi 1990’ların ortasında İsrail ile yakın ilişkilerimiz sayesinde edindik. Karşılığında onlara Konya üzerinde eğitim imkânı verdik. Ancak, böylece bugün Irak’ın kuzeyini gece de bombalayabiliyoruz. On yıllardır hava savunma sistemi istememize rağmen, bir gün bana karşı kullanır diye vermeyen ABD, Çin’den almaya kalktığımızda, Çinliler NATO sistemine sızacak diye yaygara kopardı. Ellerindeki en eski ve işe yaramaz patriotları, fahiş fiyata ve sonu belli olmayan bir zamanda bize satma projesi sundular. Hâlbuki o sistemler Yunanistan’da var ve daha iyisini de Ruslardan aldılar. Eğer ihaleyi ABD’ye verirsek, ne zaman ve hangi şartlarda alabileceğimiz gene günün koşullarına bağlı olacaktır. Çok değil, Ocak 2015 başında ABD Kongresi, daha önce söz verdiği savaştan kalma donanma gemilerinin Türkiye’ye verilmesini reddetti. Karara gerekçe olarak, Türkiye’nin İsrail’e karşı giderek artan düşmanca tutumu ve Kıbrıs yakınlarında doğal gaz araması yapan Amerikan şirketlerine karşı takınılan tavır öne sürüldü[5].

            ABD için kriptografinin önemi ve NSA

        ABD için tarihsel olarak kriptolama yani şifreli haberleşme en önemli ulusal güvenlik alanlarından biri olagelmiştir. Haziran 1942’de Pasifik’teki Midway deniz savaşında Japon donanmasını deniz haberleşme şifresini çözerek tuzağa düşürmüşlerdi. Eğer o savaşı kazanamasalardı, Pearl Harbor’a denizaltı sokmaları bile mümkün olmayacaktı. Şifre çözme ile Japon savaş planı da büyük ölçüde açığa çıkmıştı ama Japonlar bunun farkında değildi. Böylece Pasifik’te savaşın yönü hep ABD lehine gelişti. ABD, Almanya karşısında da kriptografi avantajını kullandı, Alman haberleşmesine sızıldı. II. Dünya Savaşı’ndan beri Amerikan güvenliğinin kurgulanmasında Pearl Harbor ve kriptografi hep hafızanın bir kenarında bakış açılarını etkiledi. Soğuk Savaş boyunca James Bond tipi ajanlar hep gizli bilgiler ve şifreler peşinde iken film çevirmişlerdi. Kripto çözümü ABD tarafında bir takıntı haline geldi ve mümkün olan her şeyi öğrenmek için Ulusal Güvenlik Ajansı’na (NSA[6]) saldırgan yöntemler kullanmaya başladı[7]. Savaş sonrası ABD istihbaratı yapılandırılırken 1951’de kurulan NSA, diğer ülkelerin gizli haberleşmelerini takip ve deşifre etme görevi verilmişti. NSA; esas olarak gizli telefon dinlemelere angajedir ve şifre çözme, kripto ve sinyal istihbaratından sorumludur. Sadece askerleri değil, karşı istihbarat ve karşı terörizm unsurları ile önemli müttefikleri de destekleyen NSA sinyal istihbaratı ve bilgi güvenliği de sağlamaktadır. NSA bünyesinde matematikçiler, fizikçiler, istihbarat analistleri, dil bilimciler, kripto-analistler, bilgisayar mühendisleri gibi bilim adamları çalışmaktadır

            ABD istihbarat servisleri içinde en gizlilerinden biri müşterek NSA-CIA gizli sinyal istihbaratı (SIGINT) birimi olan Özel Toplama Servisi (SCS[8]) oldu.Eski NSA çalışanı Edward Snowden’in ortaya çıkardığı bilgilerin başında ABD’nin tüm dünyayı nasıl dinlediğini ifşa eden bir “telekulak haritası” var. Alman Der Spiegel dergisinde yer alan söz konusu harita NSA-CIA ajanlarının dünyanın çeşitli yerlerindeki 90 adet SCS birimini kullanarak aralarında 35 ülke liderinin de bulunduğu milyonlarca kişiyi dinlediğini ortaya koyuyor. ABD diplomatik temsilcilikleri içindeki bu birimler binaların çatılarındaki özel alanlara yerleştirilen ‘Eistein’ kod adlı çok güçlü antenler kullanmaktadır. İstanbul ve Ankara’nın haritadaki renkli farklıdır. Der Spiegel, bunun nedeninin buralardaki dinleme faaliyetlerinin gayri resmi olarak yürütülmesi olduğunu böylece olayın ortaya çıkması halinde bir kriz yaşanma ihtimalinin azaltıldığını belirtiyor. ABD, dinleme yapmak için ilgili ülkede özel bir istihbarat ekibi kurmaktadır. NSA-CIA’nın birlikte oluşturduğu bir SCS’ler, sadece izleme yapmamakta, seçilen hedeflere örtülü operasyonlar da düzenlenmektedirler. Örneğin Türkiye gibi bir ülkede sadece dinlemekle kalmayıp, bu kayıtları değiştirebilir, ya da sahte bilgileri kayıtların içine de karıştırabilir, ya da CIA ile birilerini öldürebilirler. Son yıllarda Ergenekon operasyonlarına yansıyan ses kayıtları ve belgelerin kaynağını tahmin etmek zor değildir.Der Spiegel’in yayınladığı haritaya göre ABD adına dinlemeleri yürüten ekibin Türkiye’deki ayakları İstanbul ve Ankara’daki diplomatik temsilcilik binalarıdır. Türkiye’deki Ergenekon komplosu başlamadan önce gelen 35 Amerikalı istihbarat görevlisinin Türkiye’ye gelişi ile bilgiler, böylece yerine oturmaktadır. Bugün de ABD ve İngiltere, Türkiye’nin de arasında olduğu bazı ülkelerin halkının duyarlılık analizi ile meşguller. Amaç, Türkiye’nin de fitilinin ateşleneceği zamanı ayarlamaktır.

            ABD-Türkiye ilişkilerinin arka yüzü..

      Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Soğuk Savaş döneminin başlangıcından bu yana ağırlıklı olarak güvenlik kaygıları ile şekillenmiştir. Türkiye, Sovyet faaliyetlerinin izlenmesinde önemli üsler sağladı. Türkiye NATO’ya 1952’de girmişti ama daha 1947’de Amerikan dinleme vasıtaları Yeşilköy’deki MAH tesislerine yerleşmiş, Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin pek çok yerinde kurulan ABD dinleme üsleri işlerini görmeye başlamışlardı. Türkiye’deki dinleme servisleri tamamen bunları kuran Amerikalıların eline geçmişti. Amerikalılar buralarda çalışanları özellikle de telefon dinlemesinde görev yapan memurları maaşa bağlamıştı. Tabii ki Menderes’in telefonu da dinleniyordu. MAH’a hâkim olan Amerikalılar, İstanbul’daki MAH Okulunu, İstanbul teşkilatını ve Yeşilköy’deki soruşturma teşkilatını kendi paralarıyla döndürüyor, paralar doğrudan ilgili servis amirine ve çalışanlarına zarf içinde veriliyordu. Türkiye’de birçok askeri darbenin arkasındaki güç olan Amerikan gizli servisleri, Türkiye’nin dış politikasının bütün çizgilerini belirlemeye çalıştıkları gibi, iç politikaya yönelik müdahalelerde de bulunmaktan çekinmemişlerdir. CIA’nın devlet kurumlarımız içinde etkin bir yapılanması ya da daha doğru bir ifade ile sızması söz konusudur. ABD, 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni kendisi için NGO ve sivil toplum örgütü üssü haline getirdi. Böylece devlete güvensizliğin ve sivil itaatsizliğin alt-yapısı örüldü. 12 Eylül 1980 ile birlikte, Kenan Evren’in aklına sokulan Türk-İslam Sentezi çalışmaları ile birlikte ABD’nin hazırlamakta olduğu Gülen oyununun başlangıcı idi.

            Ne oldu ise 1990’larda oldu. 14 Ocak 1991 günü, Cudi Dağı’nda kıstırılan PKK’lılara Diyarbakır’dan kalkan ve Çekiç Güç’e bağlı ABD helikopterlerinin malzeme attığı, Genelkurmay Başkanlığı’nca tespit edildi[9]. Amerikalıların faaliyetlerini yakından izleyen Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa’yı 17 Şubat 1993 tarihinde Ankara’dan Diyarbakır’a götürecek uçak kalktıktan kısa bir süre sonra düştü. Irak’ın kuzeyinde ABD’nin PKK ile alış-verişine ve Kürt devleti kurulması ile ilgili projelerine ilişkin kesin kanıtlar çıkması üzerine önce Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bir düzen verildi ve doğrudan Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olmasının yarattığı başıboşluğun önüne geçmek için Harekât Başkanlığı’na bağlandı. Ardından MİT içinden tasfiyeler başladı ve Amerikancı eğilimleri olanlar daha az önemli şubelere kaydırılmaya başlandı. ABD’nin buna tepkisi kendine çöreklenmek için yeni bir kurum bulmak oldu ve böylece polis teşkilatı hedef seçildi. Gülen’in küresel hizmet (!) hareketi, 1990’lı yılların ortasından itibaren ise Orta Asya’da CIA’ya örtü vazifesi gördü ve sadece bu dönemde Kırgızistan ve Özbekistan’da 130 kadar CIA ajanına yataklık yaptı. CIA’nın İslam dünyasına sızmak için Truva atı olan cemaat, Türkiye’deki operasyonları için de örtü sağlayacaktı. 1990’lı yıllarda Gülen Cemaati, ülke içinde de TSK, MİT ve özellikle EGM içine sızma konusunda önemli adımlar atmaktaydı. AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte cemaatin gücü Emniyet içinde görünür hale gelmeye başladı. Emniyetteki Fethullahçı oluşum 2006 yılına gelindiğinde “Emniyette F Tipi yapılanma” şeklini aldı. Ergenekon operasyonlarının ilk sonucu Türk ordusunun Kürt projesi karşıtı politikalara son vermesi ve istenmeyen general ve subayların tasfiyesi oldu. Diğer bir dolaylı sonuç ise Gülen cemaatinin Türkiye içinde meşrulaştırılması idi. Ergenekon ile Türk Polisi, Türk Silahlı Kuvvetleri ve ulusalcı diye adlandırdıkları aydınların karşısına dikildiler.

            Aselsan cinayetlerinin perde arkası..

       Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile TKS.nın gizli bilgileri, çok gizli savaş planları mahkeme dosyalarına düştü, ABD’ye servis edildi. Türkiye’ye 2008'de gelen 35 kişilik CIA-Pentagon karma heyeti, Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratının Yıldız bürosunda üslenerek, yapılan tertipler ve operasyonlar bu merkez vasıtasıyla emniyet istihbaratı üzerinden yürütüldü[10]. ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, Ergenekon operasyonlarında Emniyet İstihbaratı ile Amerikalı üst düzey subay-ajanların işbirliği, ABD-Türkiye arasındaki “karşılıklı istihbarat paylaşımı” ve “ Teröre karşı işbirliği ” işlerinden sorumlu idi. Bu işler için Büyükelçilik içinde olan, başında bir Tümgeneral’in bulunduğu Savunma İşbirliği Ofisi (ODC[11]), bir operasyon merkezi olarak işlev gördü. Bütün tertipler bu merkez tarafından planlandı. İç İşleri Bakanlığı ile bir yandan  “karşılıklı istihbarat paylaşımı” diye Ergenekon operasyonları tezgâhlandı. Diğer yandan ise “teröre karşı işbirliği” mekanizması içinde demokratik açılım için yönlendirme yapıldı. Türkiye’ye gelen kontrol dışı dinleme cihazlarının, düzenlenen sahte CD ve belgelerin, kaset komplolarının arkasında paralel devlet ile işbirliği yapan NSA, CIA ve onların sözleşmeler yaptığı Amerikan özel istihbarat şirketleri vardı.Amerikan Hava Kuvvetleri İstihbaratı (AFOSİ) personeli de Deniz Kuvvetleri’ni hedef alan Kafes ve Poyrazköy tertiplerinde yer aldı.

            ABD, Türkiye’nin istihbaratından bakanlıklarına, medyasından her yanını saran ABD, Türkiye’nin kendine ait gizli bir şeyini hele özel bir şifreleme sisteminin olmasını istemiyor. ABD istihbaratının önceliği her zaman hedef ülkelerin gizli bilgileri olmuş, dost diye içinde yapılandığı ülkelerin dahi bağımsız bilgi ve şifreleme sistemlerine müsaade etmemiştir. Örneğin 1966 yılında Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından ayrılma nedeni kendi nükleer silah sistemlerinin şifrelerinin ABD tarafından kontrol edilmesine razı olmaması idi. ABD, size şifresini kontrol etmediği bir teknoloji vermez. Örneğin size verdiği kriptolu telefonları kendisi mutlaka çözüyordur ve daha gelişmiş bir teknolojisine sahiptir. Son yıllarda telefonlarımızdan bilgisayarlarımıza her yanımızı kontrol eden ABD, Türkiye’de bilgi güvenliğini yok denecek seviyeye getirmiştir. 2007 yılından itibaren ortaya çıkmaya başlayan kasetler, ses kayıtları, komplo CD.leri cemaat-CIA işbirliğinin sonucu idi. Genelkurmay Başkanlığı yaşanan büyük sızıntılar nedeni ile önemli travmalar yaşadı. Devletin en gizli görüşmeleri internete düştü. Bunların hepsinin arkasında cemaati kullanan CIA yani ABD vardı. Giremediği Özel Kuvvetler Karargâhı’nın kozmik odasına da cemaat sayesinde girmiştir. Sıra genç subaylara geldiğinde onlar için casusluk ve fuhuş senaryoları tezgâhlandı. Başta MİT olmak üzere, kilit yerlerde çalışan pek çok subay, bu suçlamalarla tasfiye edilirken, yerlerine cemaatçiler geldi. 2007’den sonra Cemaatin, hükümeti kullanarak TSK.nın özellikle tayin ve terfilerin yapıldığı personel başkanlıklarında etkin bir yapılanma sağladığı görüldü. AKP ve cemaatin arası açıldıktan sonra, hükümetin verdiği cemaatçi subaylar listesine henüz nasıl bir işlem yapıldığı bilinmiyor.

            ABD, yaklaşık 10 yıldır Rusya, İran ve Türkiye’de bilim adamlarını öldürüyor. Rusya’da yazılım uzmanları, İran’da nükleer fizikçiler, Türkiye’de kriptocular öldürülmektedir. 1990’lı yıllarda ABD’ye giden istihbaratçı ve askerlere TÜBİTAK ve Aselsan gibi kurumlarda tanıdığı olup-olmadığı soruluyordu. 2003 yılından itibaren TÜBİTAK, Aselsan, Havelsan gibi kuruluşlar hükümetin dikte ettiği isimleri işe almak zorunda kaldıklarında aslında cemaatinyapılanması başladı. TÜBİTAK içinde oluşturulan cemaatçi yapılanma ile Türkiye’nin araştırma bütçesi bir yandan belirli üniversite hocalarına verilen projeler ile cemaate aktarılırken, başta kripto teknolojileri olmak üzere TÜBİTAK’ın güvenirliği oldukça zedelendi. Özetle söylemek gerekirse Aselsan cinayetlerinin izleri; başta Aselsan, TÜBİTAK ve MİT olmak üzere devletin en önemli kuruluşları içine sızmış olan cemaat uzantıları ve bunların CIA bağlantıları üzerinden bulunmalıdır. Bu bulunduğu takdirde Türkiye’deki habersiz dinlemelerin, kasetlerin, telefon kayıtlarının, kumpasların ve Türkiye’nin bilgi güvenliğinin arkasındaki casusların izi bulunmuş olacaktır. Bugüne kadar cemaat üzerinde yapılan operasyonlar, henüz değil kuklacıya, kuklalara bile ulaşamamıştır. MİT kurulduğundan beri en büyük zafiyetimiz hep kontrespiyonaj yani casuslarla mücadele ve bilgi güvenliği oldu. 

Bu durum bugün her zamankinden daha acil ve hayati bir güvenlik sorunu olarak önümüzde duruyor.



[1]Melih Duvaklı, Aselsan Cinayetleri, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2013.

[2]Zaman, Aselsan Dosyasını 'İntihar' Deyip Kapatacaklar, (05 Mayıs 2013).

[3]Savunma ve Havacılık Dergisi: “Değişen Savunma Stratejileri ve Türkiye”, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu ile söyleşi, Sayı: 4/2001,  (Ankara, 2001), 19.

[4]Murad Bayar: Sunuş Yazısı, Savunma Sanayi Dergisi,  (Aralık 2010), s.6-10.

[5]Cihan H.A., ABD Kongresi, Türkiye’ye ‘Savaş Gemisi’ Verilmesini Reddetti, (5 Ocak 2015).

[6]National Security Agency

[7]George Friedman, Keeping the NSA in Perspective, Stratfor, Geopolitical Weekly, (April 22, 2014).

[8]Special Collection Service.

[9]Ferruh Sezgin: Helikopter Olayının İçyüzü, Ortadoğu Gazetesi, (4 Şubat 1992).

[10]Aydınlık: Tertipleri 35 kişilik CIA-Pentagon Heyeti Yönetiyor, (16 Mart 2008)

[11]Office of Defense Cooperation.

http://www.21yyte.org/ sitesinden 08.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/01/28/8017/aselsan-cinayetlerinin-izini-surmek

****
..