YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER? BÖLÜM 1
MORA YARIMADASI 1800 HARİTASI
SALÂHİ R. SONYEL
Mora'da Rus-Grek Düzenleri
"Peloponez
(Peloponisos)" adıyla da anılan Mora Yarımadası, ilkin Sultan Beyazıt I
tarafından 1397'de Bizanslılardan alınarak kısmen Osmanlı İmparatorluğu'na
bağlanıyor; Yunanistan'ın her yanında, Katolik Lâtinlerin zulmü altında inleyen
Ortodoks Hıristiyan Grekler, 1460'da Mora'yı tümüyle fetheden Sultan II. Mehmet'i
bir kurtarıcı olarak karşılıyorlardı[1].
1698'de imzalanan Karlofça Antlaşması'yla, Osmanlılar, Mora'yı Venediklilere
vermek zorunda kalıyor; ama 1718'de aktedilen Pasarofça Antlaşması'ndan sonra,
Mora, yeniden Osmanlı egemenliğine geçiyordu[2].
Yunanistan tarihi uzmanı olan ve şimdi hayatta olmayan Profesör Dr. Douglas
Dakin, Unification of Greece, 1770-1923 (Yunanistan'ın Birleşmesi) adlı
kitabında şöyle der:
“Mora'nın
(Grek) sakinleri, yeniden kurulan Türk yönetimini Venediklilerin yönetimine
tercih ediyorlardı, çünkü vergiler daha hafifti; yönetim daha az yetenekli
olmakla birlikte daha ılımlıydı ve kâfir (yani Osmanlı), Roma Katoliğine oranla
daha çok tolerans sahibi idi[3].”
Osmanlılar
Mora'da bir paşalık (vilâyet) kuruyor; 400.000 kadar Grek'in yaşadığı bu ilde,
zamanla 50.000 kadar Türk ve öteki Müslüman da yaşam sürmeye başlıyordu.
Grekler ve özellikle kentlerde yaşayanlar, tüm rahatlıklarına karşın Çar Deli
Petro zamanında Ruslarla düzen çevirmeye başlıyor; Rus ajanlar Mora'yı
dolaşarak halkı isyana kışkırtıyor ve Bizans İmparatorluğu'nun diriltilmesi
için yapılan bu düzenler, İmparatoriçe II. Katerina döneminde de sürüp
gidiyordu[4].
1789 yılında patlak veren Fransız İhtilâli, Ortodoks Hıristiyan Rum toplum önderlerinden bazılarını oldukça etkiliyor; Rus Çarı ve ögeleriyle çevirmekte oldukları düzenlerde başarı sağlayamayan bu önderler, Napolyon Bonapart'ın sahnede belirmesi üzerine, ümitlerini Fransa'ya aktarıyorlardı. O sırada Balkanlar'da dolaşmakta olan Fransız ajanlar, Grekleri durmadan kışkırtıyor; Fransız koruyuculuğu altında özerklik veya bağımsızlık sözleriyle onları çeliyorlardı[5]. Napolyon'un saygınlığı Grekler arasında o kadar yayılıyordu ki, güney Mora'daki Mani bölgesinin Rum kadınları, onun resmini, evlerindeki putların koleksiyonuna ekliyorlardı[6].
|
|
Bu örgütlerden Athena adlısı, Yunanistan'a, Fransa'nın yardımıyla, Phoenix adlısı da Rusya'nın yardımıyla bağımsızlık sağlamaya ümit ediyordu; ama, bu iki örgütten daha azılı ve hırslı bir örgüt olarak, 1814'te, Odesa'da, Filiki Eteria kuruluyor; aralarında Balkan Hıristiyanları da olmak üzere, tüm 'Helenleri' kapsayacak bir ayaklanma kışkırtmak için eyleme geçiyor[8]; bu tedhiş örgütünün pençesi, 1818 yılı Ekim ayında Kıbrıs'a kadar uzanıyordu. O tarihte, Eteria'nın Mısır ve Kıbrıs gizli ajanı, Metsovolu Dimitrios İpatros, Kıbrıs'a giderek, başpiskopos Kiprianos'u örgüte üye kaydediyor ve ondan maddi ve manevi yardım sözü alıyordu[9].
Yunan
ayaklanmasının başlıca kışkırtıcıları, Yunanistan'ın dışında yaşayan ve
Avrupa'daki akımlara benzer ulusçu bir akım yaratmak hevesine kapılmış olan
"dış Helenler" (apodimi Ellines)'di. Ayaklanmayı ilk başlatan
ve finanse edenler de onlardı. Ancak, Filiki Eteria, bu akımın
öncülüğünü üstleniyor; her yana bir ahtapot gibi yayılıyor; Osmanlı
İmparatorluğu'nda geniş kapsamlı bir ayaklanma plânlıyordu[10].
O sıralarda adalar ve Mora'daki Rus konsoloslar, Grekler arasında düzen
çevirerek onları ayaklanmaya kışkırtıyor; Greklere yurtseverlik duygusu
aşılamaya çalışıyorlardı.
Ne
var ki, ayaklanmanın öngünlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rumlar gönenç ve
dirlik içinde yaşam sürüyor; varlıklı ve eğitim görmüş olanlara devlet kapıları
açılıyordu. İmparatorlukta Rumların çoğunlukta oldukları bölgelerde onların
kendi belediyeleri, devletten müdahale olmadan çalışıyor; merkezi İstanbul'da bulunan
Rum Ortodoks Patrikhanesi, İmparatorluğun yönetimine katılan imtiyazlı bir
kuruluş haline geliyordu[11].
Öyleyse Yunan ayaklanması niçin patlak verdi?
Sabırlı
ve kararlı bir padişah olan II. Mahmut, yıllardan beri zayıflamakta olan
Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden dinçleştirmek için eyleme geçince, Yanya
Valisi Tepedelenli Ali Paşa ile arası açılıyor; onun 1820'de padişaha karşı
ayaklanması, Yunan ayaklanmasına da neden oluyordu. Ali Paşa'nın
başkaldırmasından yararlanan Grek âsiler, Türklerin gücünü bölmek için
ivedilikle harekete geçiyorlardı[12].
Başta
vali Hurşit Paşa olmak üzere, Mora'daki Osmanlı yetkililer, Grekler arasındaki
akımın farkına varınca, Tripolitsa kentinde toplanarak, yerel Grekleri,
silâhlarını yetkililere teslime ve bazı Grek önderleri durumu kendileriyle
görüşmek üzere, kişisel olarak Tripolitsa'ya gitmeye çağırıyorlardı. Ancak, bu
Grek önderler, verilen emre karşı çıkıyor ve ayaklanmayı körüklüyorlardı.
Yunanlılar, Mora'daki ayaklanmayı 6 Nisan 1821'de şu sloganla başlatıyorlardı: "Mora'da
tek bir Türk bırakılmamalıdır". Âsiler, bu slogana tamamen uyacak ve tüm
Türk ve öteki Müslümanları yok etmeye başlayacaklardır[13].
Yunan Ayaklanması Nasıl Başladı?
Ayaklanma
şöyle başlamıştır: 1819'da Filiki Eteria'ya üye kaydedilmiş olan Patras
metropoliti Yermanos, Tripolitsa'ya gitmek için almış olduğu emirden
kaygılanarak yola çıkıyor; bir dağ kenti olan Kalavrita'ya yakın Ayia Lavra
manastırında konaklıyor; orada, kendisi gibi, ne yapacaklarına karar veremeyen
öteki piskoposlarla buluşuyor; sonunda, Türklerin kendilerini hapse atacakları
veya öldürecekleri yolunda bizzat bir mektup sahteleyerek orada bulunanlara
okuyor; halkın arasında baş gösteren coşkudan yararlanarak, 6 Nisan 1821'de
isyan bayrağını çekiyor ve Grekleri silâhaltına çağırıyordu. Âsilerin ilk
bayraklarının üzerinde, altı üste getirilmiş bir hilâlin veya kesilmiş bir Türk
kafasının üzerinde bir haç'ı tespit ediyordu[14].
Metropolit,
öteki piskoposlarla birlikte Patras'a dönerek, orak, sopa ve kamalar taşıyan ve
sayıları gittikçe kabaran ayak takımı onlara eşlik ediyordu. Piskoposlar,
geçilen her yerde, Grek güruhu, "dinsiz Müslümanları yok etmeye"
kışkırtıyor; kleftes olarak anılan haydutlarla armatoli olarak
anılan Grek uç bekçileri, dağlardan inerek Türk köylerini yağmalamaya başlıyorlardı.
Çok geçmeden, ayaklanmanın elebaşları, âsiler üzerindeki etkilerini yitiriyor;
tüm ülke, her yanı kasıp kavuran silâhlı âsilerin eline geçiyordu. İngiliz
yazar William St. Clair'a göre, Grekler arasındaki bu "vahşice öç alma
iştiyakı, çok geçmeden katletme zevkine dönüşüyordu". David Howarth adlı
başka bir İngiliz yazar da, "Grekler, bu cinayetleri işlerken, herhangi
bir neden aramıyorlardı. Kan dökme şehvetine kapıldıkları için
öldürüyorlardı" der[15].
Bu sırada, Patras'taki Rus konsolosluğu, Filiki Eteria ile Mora'daki Eteria
ajanları arasında yapılan yazışmaları kolaylaştırıyor; âsilerle Rus
hükümeti arasında bağlantı kuruyordu[16].
Türkler Yok Ediliyor
1821
yılı Mart ayında, Mora'da 50.000'e yaklaşık Müslüman'ın yaşadığı tahmin edilir.
Bunların arasında kadın ve çocuklar da vardı. Bir ay kadar sonra Grekler
paskalyalarını kutlarken, Mora'da tek bir Müslüman kalmamıştı. Aralarından pek
az sayıda kişi kaçarak, müstahkem kentlere sığınmışlarsa da, açlık çekmeye
başlamışlardı. Her yanda öldürülen Türklerin gömülmemiş cesetleri çürüyordu.
Yine İngiliz yazar St. Clair şöyle der: "Yunanistan'ın Türkleri pek az iz
bıraktılar. 1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi
olmadan, yok edildiler".
St.
Clair şöyle devam eder:
"20.000'i aşkın Türk erkek, kadın ve çocuk,
birkaç hafta süren boğazlamalar sırasında Grek komşuları tarafından
katledildiler. Onlar kasten ve vicdan azabı duyulmadan öldürüldüler...
Çiftliklerde veya tecrit edilmiş toplumlar halinde yaşayan Türk aileler, kısa
bir sürede öldürüldüler; yakılan evleri, cesetlerinin üzerine yıkıldı. Olaylar
başlayınca evlerini bırakarak en yakındaki kente sığınmaya çalışanlar da, Grek
güruh tarafından yollarda öldürüldüler. Küçük kentlerde, Türkler, evlerine
kapanarak kendilerini korumaya çalıştılar, ama pek azı kurtulabildi. Bazı
yerlerde açlığa dayanamayarak, hayatlarının bağışlanacağına dair onlara söz
veren âsilere teslim oldular, ama yine de öldürüldüler. Ele geçirilen Türk
erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla çocuklar köle olarak âsilere
dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı.
Mora'nın her yanında, sopa, orak
ve tüfeklerle silâhlı Grek âsiler, çevreyi dolaşarak öldürüyor, yağmalıyor ve
ateşe veriyorlardı. Çoğu kez Ortodoks papazlar, onlara önderlik ediyor ve bu
sözde 'kutsal' eylemlerinde onları kışkırtıyorlardı"[17].
Rum Ortodoks Kilisesi'nin tarihini yazan İngiliz yazar Steven Runciman, kilisenin Basil (Vasili) gibi büyük babalarının, 1821'de Mora'da isyan bayrağını çeken piskoposların bu hareketinden tiksinti duyacaklarını kaydeder[18]. Bu, Yunanlıların bağımsızlık veya kurtuluş savaşı değildi; Türklere ve öteki Müslümanlara karşı başlatılmış olan bir yok etme savaşıydı ve başlıca kışkırtıcılar, Rum Ortodoks Hıristiyanlardı.
|
|
Diri Olarak Ateşte Yakılan Türkler
Nisan
ayında Hidra, Spetsa ve Psara adalarının Grek sakinleri âsilere katılıyor;
Osmanlı bayrağını taşıyan gemilere saldırıyor; gemicileri yakalayarak öldürüyor
veya denize atıyorlardı. Mekke'ye Hacca gitmekte olan birçok Müslümanları da
yakalayarak öldürüyorlardı. St. Clair, Howarth ve Miller gibi İngiliz
yazarların anlattıklarına göre, bir Türk gemisinin 57 tayfası yakalanarak,
zafer çığlıkları arasında Hidra adasına götürülüyor ve orada, sahilde, diri
olarak ateşte yakılıyorlardı[20].
Tesalya,
Makedonya ve Halkidiki 'de birçok Grekler ayaklanmaya katılıyor ve acımasızca
Türklere saldırıyorlardı. Bazı bölgelerde âsi önderler, bütün Greklerin
ayaklanmaya katılmalarını sağlamak amacıyla Türkleri kasten kırımdan
geçiriyorlardı. Türk komşularını gaddarca öldüren alelâde Grek köylüler, bu
ayaklanmayı dinsel yok etme olarak görüyor; onlara önderlik eden piskoposlarla
papazlar da aynı görüş ve duyguları paylaşıyorlardı[21].
Monemvasia ve Navarin Kırımları
1821
yılı Ağustos ayında, sarılmış bulunan Monemvasia adlı küçük kentin
Müslümanları, açlığa ve hastalığa dayanamayarak, âsilere teslim oldukları
halde, gaddarca boğazlanıyor; bu olaylar, Batı Avrupa'da "liberalizmin ve
Hıristiyanlığın bir zaferi" olarak ilân ediliyordu[22].
Birkaç gün sonra, Navarin Müslümanları da aynı akıbete uğruyor; 2.000 ile 3.000
arası Müslüman öldürülüyordu. Türk kadınlar çırıl çıplak soyularak altın eşya
bulmak için üzerleri aranıyor; kurtulmak için denize atlayan bazı kadınlar suda
vurularak öldürülüyor; Müslüman çocuklar, denize atılarak boğduruluyor;
yavrular ise, annelerinden koparılarak, kayalara çarpmak suretiyle canlarına
kıyılıyordu. Yarı çıplak ve korku içinde canlı tutulan Müslüman kız ve erkek
çocuklar, daha sonra fahişe olarak satışa çıkarılıyor; bazıları aklını oynatmış
bir halde yıkıntılar arasında dolaşıp duruyorlardı[23].
Çok
geçmeden Mora'daki kentleri, surlar dışında başı kesik cesetlerin çürümesinden
meydana gelen bir koku sarıyor; başıboş köpekler ve vahşi kuşlar, cesetleri
parçalıyor; ölü dolu kuyulardaki sular zehirleniyor; veba salgını baş
gösteriyordu. Her yanda, iskeletleşmiş ve korku içinde bulunan Müslüman genç
kız ve erkek çocuklar, yarı çıplak biçimde inliyorlardı. Bu arada Navarin
Grekleri, orada vuku bulan korkunç kırımı övünerek anlatıyorlardı. Greklerden
birisi, 18 Türk'ü öldürdüğünü övünerek açıklıyor; başka birisi, 9 kadın ve
çocuğu yataklarında bıçaklayarak nasıl öldürdüğünü anlatıyordu.
Bu
acımasız katiller, kısa bir süre önce ırzlarına geçerek, kol ve bacaklarını
kestikten sonra surlardan aşağı attıkları kadınların cesetlerini, Helen savına
yardımcı olmak üzere Avrupa'dan gelmiş bulunan gönüllülere gururla
gösteriyorlardı[24]. Ama bu korkunç sahneler
Avrupalı gönüllüler üzerinde iyi izlenim bırakmıyor, onlarda şok ve tiksinti
duyguları uyandırıyordu. Almanyalı Lieber, gönüllüleri, hala hayatta olan ve ırzlarına
tecavüz edilen bu kadınlara tasallût etmeye çağıran Grek âsilere karşı ne kadar
nefret ve tiksinti duyduklarını anlatır[25].
Tripolitsa Kırımı
Mora'da
Türk valinin ikamet ettiği ve 35.000 Türk, Arnavut, Musevi ve öteki sakinlerden
oluşan Tripolitsa kentinde, 5 Ekim 1821'de yapılan ve iki gün süren kırım
sonunda 10.000 kişi öldürülüyor; onların çoğunun kafaları kesilerek vücutları
parçalanıyordu[26]. Paralarını gizledikleri
sanılan Müslümanlara işkence yapılıyor ve St. Clair'la Howarth, İngiliz Sömürgeler
Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, "kollarıyla ayakları
kesilerek ateşte yavaşça yakılıyorlardı". Hamile kadınlara neler
yapıldığını tahmin edebilirsiniz.
Çoğu
kadınlardan oluşan 2.000'e yaklaşık tutsak, büsbütün soyularak, kentin dışındaki
bir vadiye sürülüyor ve orada öldürülüyordu. Bu olaydan sonra, haftalarca açlık
içinde kıvranan Müslüman çocuklar, ümitsizlik içinde şuraya buraya koşuyor;
coşku içinde olan ve ağızları köpüren Grek âsiler tarafından boğazlanıyor veya
vurularak öldürülüyordu[27].
Yunan tarihinin sözde "kahramanları" arasında yer alan baş çapulcu
Thedoros Kolokotronis de, bu korkunç kırım ve yağmalara zevkle katılıyordu[28].
Tripolitsa kırımı sırasında kentte bulunan ve aralarında İskoçyalı Albay Thomas Gordon da olan Avrupalı subaylar, oradaki tüyler ürpertici sahnelere şahit oluyor ve bazıları, daha sonra bu olayları bütün çirkinlikleriyle anlatıyorlardı. Albay Gordon, bu Helen/Grek/Yunan/Rum barbarlıklarından o kadar tiksiniyordu ki, Greklerin hizmetinden çekiliyordu. Bu sahnelere dayanamayan Almanyalı Helen dostu genç doktor Wilhelm Boldemann, zehir içerek intihar ediyordu[29].
Hayal kırıklığına uğrayan Helen yandaşı öteki kimi Avrupalılar da intihar
ediyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder