24 Ekim 2017 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 41


TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI  BÖLÜM 41




_ CUMHUR BAŞKANINI SEÇEMEYEN MECLİS  TURLARI..,

Köşk için kaç tur attılar?

YASEMİN ARPA
NTV-MSNBC
Güncelleme: 10:06 TSİ 
16 Nisan 2007 Pazartesi


Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde en çok turu 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk attı. 
Korutürk, 15 turda seçilebilmişti. 
82 Anayasası’yla tur ve seçim süresi sınırlandırıldı. 
Özal, Demirel ve Sezer 3’üncü turlarında Köşk’e çıktılar.

CUMHURİYET TARİHİMİZDE SEÇİLEN TÜM CUMHURBAŞKANLARIMIZ HABERLERİ..

1982 Anayasasından önce cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili olarak süre ve tur sınırlaması yoktu. 82’ Anayasası’nda süre 30 gün ve 4 tur ile  sınırlandı.

11. Cumhurbaşkanının seçilmesine ilişkin süreç, 16 Nisan Pazartesi günü başlayacak. 
Adaylık başvuru süreci 25 Nisan Çarşamba günü saat 24.00’te tamamlanacak. 
Cumhurbaşkanı seçilebilmek için ilk iki turda 367, 3 ve 4. turda 276 oy gerekiyor. 1961 Anayasası’nda turlar uzayıp gidebiliyordu. 
Tur ve süre sınırının olmaması siyasi krize neden olunca 1982 Anayasası ile cumhurbaşkanlığı seçimi 30 günlük takvime bağlandı. 

1982 ANAYASASI’NDA KRİZ GİDERİCİ HÜKÜM

Türkiye Büyük Millet Meclisi 12 Mart 1980 günü Cumhurbaşkanı seçimlerine başlamış; ama 12 Eylül 1980 tarihine gelindiğinde hâlâ  Cumhurbaşkanı   seçememişti. 
1982 Anayasasının öngördüğü seçimlerin yenilenmesi yaptırımı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallandığından, 
Meclisin Cumhurbaşkanı seçememesi ihtimali çok daha az. Milletvekilliklerinin sona ermesini istemeyen milletvekillerinin salt çoğunluğu şu ya da 
bu şekilde dördüncü tura katılan iki adaydan biri üzerinde toplanıyor. Bu hüküm, 1982 Anayasası’nın öngördüğü kriz giderici hükümlerden biri. 

1982 Anayasası kriz giderici tedbirler almakla birlikte, Cumhurbaşkanının seçimi için “üye tamsayısının salt çoğunluğu” kuralından vazgeçilmedi. 
Dördüncü turda, en çok oy alan adayın Cumhurbaşkanı seçilmesi görüşü kabul edilmemiştir. Anayasa’da, devleti temsil edecek kişinin hiç olmazsa,
 Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyunu alması gerektiği fikrine sadık kalındı. 

Anayasa Uzmanları: 184 oyla oturum açmak hiledir

Anayasa Hukukçuları: 367 aranır

Hukukçular, “Cumhurbaşkanı TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir. İlk iki turda 367, üçüncü turda da 276 katılım 
aranır. 184 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim Anayasa’ya karşı hiledir” dedi.
Anayasa uzmanları Prof. Dr. Fazıl Sağlam ve Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu, 367 şartını değerlendirdi.
Prof. Dr. Fazıl Sağlam, “Cumhurbaşkanının Meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile seçilmesi, yasama organı için ilk üç oylamada bağlayıcı 
bir kural. Peki bu bağlayıcılığı Meclis’in üçte biri ile toplanarak nasıl sağlayacaksınız? Bir ilkokul öğrencisi bile bunun mantıken mümkün 
olamayacağını bilir” dedi. Sağlam, ilk üç oylamaya en az başkan (Meclis Başkanı) + 367 üyenin katılması gerektiğini açıkladı:

BAĞLAYICI KURAL

“Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk üç oylamasına neden Meclis üye tam sayısının en az üçte ikisinin katılması gerektiğini şöyle açıklamak istiyorum. 
Bu konuda iki anahtar kural var: Birincisi, Anayasanın 102. maddesinin ilk fıkrası: 
‘Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile seçilir.’ Bu bir Anayasa kuralı mı? 
Evet. Üstelik  Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk üç oylamasında kesin olarak geçerli bir Anayasa kuralı. O halde geliyorum diğer maddeye: Anayasa’nın 11. 
maddesi. Bu madde diyor ki: 
‘Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
’ Yani kısacası cumhurbaşkanının meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile seçilmesi, yasama organı için ilk üç oylamada bağlayıcı bir kural. 
Peki bu bağlayıcılığı Meclis’in üçte biri ile toplanarak nasıl sağlayacaksınız ? Bir ilkokul öğrencisi bile bunun mantıken mümkün olamayacağını bilir.”

SAĞLAM: BAŞKAN+ 367 ÜYENİN KATILMASI ZORUNLU

Sağlam, “Şayet cumhurbaşkanının meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile seçilmesini öngören kural bağlayıcıysa, o zaman ilk üç oylamaya 
en az başkan (Meclis Başkanı)+ 367 üyenin katılması gerekir, -çünkü başkan oy kullanamaz- Aksi takdirde Anayasa’nın bağlayıcı bir kuralı 
dolanılmış olur. Başka bir ifadeyle Anayasa’ya karşı hile yapılmış olur” dedi. 

YÜZBAŞIOĞLU: 184 KİŞİ İLE 367 OY NASIL BULUNUR?

Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu da Anayasa’nın 102. maddesinin cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili özel hüküm olduğunu ve farklı yoruma sebep 
olacak yorumların temelinde 1961 Anayasası’ndan kalan alışkanlıkların yattığını söyledi: “Bizce Anayasa’nın 102. maddesinin hükmü son derece 
açıktır. Diğer türlü ‘efendim ben 184’le oylama yaparım’ derseniz, işin mantığı kalmıyor. Yani ilk 2 turda 367 oy aranan bir seçim sonucu 184’le 
nasıl yapılır? 3. turda da yine 276 oy aranan da yapılmaz. Yani burada 184’ün hiçbir tutarlığı yoktur.” 
Yüzbaşıoğlu, 367 milletvekililin cumhurbaşkanı seçimi için şart olup olmadığına ilişkin tartışmaların ve farklı yorumların nereden kaynaklandığı 
sorusuna şöyle açıklık getirdi: 
“Hukukta her zaman farklı yorumlar olur. Burada da Anayasa’da farklı yoruma sebep olacak yorumların temelinde 1961 Anayasası’ndan kalan 
alışkanlıkların yattığını düşünüyorum. Konuyla ilgili olarak bir Anayasa’nın 96. maddesi var. TBMM’nin genel olarak aldığı tüm kararlardaki  toplantıda karar sayısını belirleyen kurallar, bir de 102. maddede cumhurbaşkanı seçiminde özel olarak düzenlediği toplantıda karar yeter sayısı var.
Farklı görüşler, bu iki madde arasındaki bağlantıdaki yorumlardan kaynaklanıyor.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin 96. maddedeki genel kural dışında 102. madde ile özel toplanma ve karar sayısı çerçevesinde yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Yani 102. madde cumhurbaşkanı seçimi bakımından 96. maddedeki toplantıdaki karar sayısına ilişkin genel kurala istisna getiren bir düzenlemedir. Zaten Anayasa’nın 96. maddesi de Anayasa’da başkaca hükümler yoksa Meclis’in toplantı yeter sayısının üçte bir, karar yeter sayısının da dörtte birden bir fazla olmasını öngörüyor. Bu kural kanun çıkarma, karar alma olmak üzere Meclis’in diğer faaliyetlerinde geçerli genel kuraldır. 

Özetle genel kural olarak Meclis, en az 184 üye ile toplanır, ve en az 139 milletvekili ile de karar alır. Ama bu kural, Anayasa’da başkaca istisnalar 
yoksa geçerlidir. Anayasa da başkaca hükümler olan hallerden biri de 102. maddedeki cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili haldir. 102. maddenin birinci fıkrasında ‘Cumhurbaşkanı, TBMM’nin üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir. Meclis toplantı halinde değilse derhal toplantıya çağrılır’ der. Arkasından burada bir sayı öngörmüştür. Cumhurbaşkanı seçici milletvekili sayısı ile cumhurbaşkanı seçerken oylamaların nasıl yapılacağı öngörülmüştür. Anayasakoyucu, cumhurbaşkanı seçiminin ‘gizli oylama’ ile yapılmasını öngörmüştür. Ve bu oylamalar yapılırken de üçte iki üyenin Meclis’te hazır bulunmasını öngörmüştür. Bu fıkranın manası budur, böyle yorumluyoruz. Takip eden ikinci fıkrada cumhurbaşkanı seçiminde takvim öngörülüyor. ’30 gün önce başlanır’ diyor, görev başındaki cumhurbaşkanının görev süresi dolmazdan önce.
 ‘İlk 10 günde adaylar ortaya çıkar. Kalan 20 günde de 4 tur oylama yapılır’ diyor. 

Son fıkrada da, de 3’er gün ara ile yapılacak 4 tur oylamadan sözeder. Bu dört tur oylamanın ilk ikisinde 3’te 2 çoğunluğu alan aday çıkmışsa, 
o seçilmiş olur. Bu sağlanamazsa üçüncü turda salt çoğunluğu sağlayan aday varsa o seçilir; bu da bulunamamışsa ücüncü turda en çok oyu 
alan iki aday dördüncü tura katılır. Dördüncü turda salt çoğunluğu alan aday seçilir. Yine seçilememişse derhal TMBB’i seçimleri yenilenir’ diyor. 
Burada takvimiyle beraber cumhurbaşkanı için ayrık (istisnai) bir düzenleme öngörülmüş. Ve burada (üçüncü fıkrada) seçilebilmek için yeter 
sayısı ayrıca belirtilmiş.”


276 OY SAĞLANAMAZSA SEÇİMLER YENİLENİYOR

TBMM Danışma Kurulu, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın başkanlığında toplanarak, seçim turlarının hangi günlerde yapılacağını belirleyecek. 
En az 3’er gün arayla yapılacak oylamaların ilk iki turunda, üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunun (367) oyu sağlanamazsa 3. tur oylamaya 
geçilecek ve 3. turda üye tam sayısının salt çoğunluğunu (276) sağlayan aday, cumhurbaşkanı seçilmiş olacak. Bu turda üye tam sayısının salt 
çoğunluğu sağlanamadığı takdirde, 3. turda en çok oyu alan iki aday arasında 4. tur yapılacak. 3 ve 4. turlarda seçilmek için bir aday üzerinde 
276 oyun toplanmış olması yeterli. Ama o oylamaya 367 kişinin katılması şartıyla. 367 kişi oylamaya katılmak şartıyla 3. ve 4. tur oylamalarda 
276 oy alan aday seçilmiş olur. Yani seçilmek için 367 şart değil. Seçim yapılabilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunması şart. 
Bu oylamada da cumhurbaşkanının seçilebilmesi için gerekli olan 276 oy sağlanamazsa TBMM seçimleri yenilenecek. 

ATATÜRK VE İNÖNÜ

İlk Cumhurbaşkanı Atatürk ile 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM’de oylamaya katılan milletvekillerinin tümünün oyunu alarak seçildi. 
29 Ekim 1923-10 Kasım 1938 tarihleri arasında cumhurbaşkanlığı yapan Atatürk, oylamaya katılan 158 milletvekilinin; 
11 Kasım 1938-22 Mayıs 1950 tarihleri arasında cumhurbaşkanlığı yapan İnönü de 348 milletvekilinin tamamının oyunu aldı. 
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 22 Mayıs 1950- 27 Mayıs 1960 tarihleri arasında bu görevde bulundu. Bayar, seçime katılan 453 parlamenterin 
387’sinin oyunu alarak cumhurbaşkanı seçildi. 

GÜRSEL SAĞLIK SORUNLARI NEDENİYLE AYRILDI 

4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, 27 Mayıs 1960 askeri harekatı sonrasında kurulan Milli Birlik Komitesi Başkanlığı ve Devlet Başkanlığı 
görevinde bulundu. Gürsel bu görevini 25 Ekim 1961’e kadar sürdürdü. Cemal Gürsel, 26 Ekim 1961’de TBMM’de yapılan seçime katılan 607 
parlamenterden 434’ünün oy alarak cumhurbaşkanı seçildi. Gürsel, geçirdiği rahatsızlığın ardından verilen, “Cumhurbaşkanlığı görevine devam 
edemeyeceğine” ilişkin rapor sonucu, 28 Mart 1966’da TBMM kararıyla bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı. 
Cevdet Sunay, 28 Mart 1966 ile 28 Mart 1973 tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin 5. Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. Sunay, oylamaya 
katılan 532 parlamentermenterden 461’nin oyunu aldı. 

KORUTÜRK 15. TUR OYLAMADA SEÇİLDİ 

Fahri Korutürk, TBMM’de yapılan 15. tur oylamanın sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı seçildi. 6 Nisan 1973- 6 Nisan 1980 
tarihleri arasında bu görevde bulunan Korutürk, oylamaya katılan 557 parlamenterin 365’inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçildi. 

KENAN EVREN FARKLI YOL İZLEDİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ise 12 Eylül 1980 askeri harekatı ile Milli Güvenlik Konseyi ve Devlet Başkanlığı görevine 
getirildi. 18 Eylül 1980’de Devlet Başkanı olarak ant içen Evren, 7 Kasım 1982’de yapılan Anayasanın halk oylamasında, 
Anayasanın Geçici 1. Maddesi uyarınca Cumhurbaşkanı oldu. 9 Kasım 1982’da Cumhurbaşkanlığı görevine başlayan Evren, 9 Kasım 1989’a kadar 
cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. 

ÖZAL, DEMİREL VE SEZER 3. TURDA SEÇİLDİ 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 9 Kasım 1989 ile vefat ettiği 17 Nisan 1993 tarihleri arasında bu görevde bulundu. 
TBMM’de yapılan 3. tur oylama sonucunda Cumhurbaşkanlığına seçilen Özal, oylamaya katılan 285 milletvekilinden 263’ünün oyunu aldı. 
Özal’ın adaylığına karşı çıkan SHP ve DYP, oturuma katılmadı. 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 16 Mayıs 1993-16 Mayıs 2000 tarihleri arasında görev yaptı. Oylamaya katılan 431 milletvekilinden 
244’ünün oyunu alan Demirel, 3. tur oylamada cumhurbaşkanı seçildi. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, TBMM’de yapılan 3. turda, oylamaya katılan 533 milletvekilinden 330’unun 
oyunu alarak 16 Mayıs 2000’de görevine başladı. 

http://arsiv.ntv.com.tr/news/405058.asp#storyContinues


***

_ KURTARILMIŞ BÖLGE VE ŞEHİRLERİN YAKILMASI.

12 Eylül öncesi ve sonrası Devrimci hareketler.,!!-

"Bir kere yanlış trene bindiyseniz, Koridordan ters tarafa Yürümenizin hiçbir faydası yoktur. Ancak Trenden inerek Yanlıştan Dönebilirsiniz.”
(Friedrich Nietzsche)


Devrimci Hareketlerin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi ve Sonrası Üzerine bir Değerlendirme.


12 Eylül Askeri Darbesi ve nedenleri üzerine 34 yıldır yazılıyor. Ama bu sürecin  başlıca aktörlerinden olan devrimci-sosyalist solun gerek askeri 
darbe öncesi süreçteki, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine esaslı bir muhasebe yapılmadı.

Bilindiği gibi 12 Mart 1971 yılında generallerin muhtırasıyla iktidar görevden alınmış ve  başta silahlı mücadeleyi  savunan örgütler olmak üzere 
tüm sol yapılanma tasfiye edilmiştir.  Bu dönemde henüz daha yeni tarih sahnesinde yerini almış olan silahlı mücadele savunucusuTHKO, THKP/C 
ve TKP/ML örgütleri daha kuruluş aşamasında  fiziki olarak etkisiz duruma getirilmişti. Bu üç hareketin lider kadrolarının nerdeyse tamamı devlet 
tarafından katledilmiş, sağ kalan az sayıdaki lider kadro ise hapsedilmişti.

12 Mart 1971 yılında yapılan askeri darbe sonrası tutuklanan devrimci kadroların önemli bir kısmı, 1974 yılında bir af yasası sonucunda serbest 
bırakıldı. 1974 affıyla serbest bırakılan bu kadrolar,  geçmişin muhasebesinden uzak ,12 Mart 1971 öncesi bağlı oldukları akımları yeniden 
yapılandırmak için harekete geçtiler.  Geçmiş hataları değerlendirmeye çalışanların sesi ise bu hengamede duyulmaz oldu.

Özelikle 1976 yılı sonrası yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti de arkasına alan bu devrimci kadrolar, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ile fiziki 
olarak etkisiz kılınan örgütlerini, çok kısa bir zamanda yeniden ve daha güçlü olarak yeniden yapılandırmayı başardılar. Öyle ki, 12 Mart 1971 
Askeri Darbesi’nin arifesinde ortaya çıkan ve kadro ve taraftarları bakımından sayıları birkaç yüzle ifade edilebilen THKO, THKP/C ve TKP/ML 
akımlarının mirasçısı olan yapılanmalar, 1977 yılında sayıları binlerle, on binlerle ifade edilen kadro ve taraftarlarıyla yeniden tarih sahnesindeki 
yerini almıştı.

Bu kadar kısa bir sürede bu düzeyde bir büyüme ne devrimci akımların, ne de devletin öngörebileceği bir durumdu. Bu beklenmedik büyüme 
egemen güçleri paniğe düşürürken, devmi,devrimci solu ise, kazanılmamış bir zaferin sarhoşu yapmıştı. Başlangıçta gençlik içinde yükselen 
hareket, kısa sürede toplumun tüm ezilen kesimlerini etkiler hale gelmişti. En küçüğünden en büyüğüne devrimci hareketler hemen her ezilen 
toplumsal kesim içinde kendine taraftar bulabiliyordu.  Böylesi bir ortamda devrimci hareketler,  ne 12 Mart 1971 öncesi sürecin bir muhasebesini 
yapmış, ne 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi gelişen olayların nedenlerini analiz edebilmiş, ne de bu sürece bağlı olarak gelişen ya da 
gelişebilecek karşı saldırıların ne anlama geldiğini anlayabilmişti.

74 affı ile hapishanelerde çıkan kadrolar önce bu ana akımlar etrafında bir araya geldiler, sonra da hızla birbirinden ayrışarak onlarca örgüte 
bölündüler. Bu gruplar arasında anlaşılması ve izah edilmesi güç bir düşmanlık ortaya çıktı. Öyle ki, aynı geleneğin mirasçısı olduğunu iddia 
eden ve aynı geleneğin temel tezlerini savunan gruplar arasında bugün bile açıklanamayan  düşmanlıklar ortaya çıktı.

Bu gruplar, birbirleriyle olan ayrılıklarını ne ideolojik olarak, ne de politik olarak açıklayabilecek analizler yapamıyorlardı. Ama her grup bir diğer 
grubu, “mirasa ihanet”le ya da “revizyonist, oportünist, pasifist” olmakla suçluyordu.

12 Mart öncesi tarih sahnesine çıkmış  ana akımları eleştirmek adeta ihanetle eşanlamlıydı. Dolayısıyla da ayrılıklar, 12 Mart öncesi ortaya çıkmış 
olan bu yapılanmaların eleştirisi üzerinden değil, bu akımların çizgisine ve pratiğine koşulsuz bağlılık yarışı üzerinden oluyordu. Yani bir grup, 
var olan yapılanmadan koparken, mevcut yapılanmayı mirasa uygun davranmamakla suçlayıp ayrılıyordu.

Devrimci-sosyalist  solun önemli bir kısmını biri birine düşman kamplara bölen nedenler ne ideolojikti ne de politik. Ama buna rağmen her ayrılık 
kendisine bir taban bulabiliyordu.

12 Eylül öncesi kitleselleşen sol,  ne  yazık ki, siyasallaşamamıştır. Bu kof kitlesellik, devrimci solun 12 Eylül’ün hemen ertesinde çöküşününün en 
büyük nedenlerinden biridir.

1970-80 arası süreçte, Devrimci-Sosyalist hareketin bir kesimi, halkın akın akın kırdan şehirlere aktığı bir dönemde,  bu göçün tam aksi 
istikamette, savaşmak için kırlara çekilmeye hazırlanıyordu;  bir diğer kesim ise, şehirleri esas almakla birlikte, kitlelerle birlikte değil, kitlelerden 
kopuk ve ayrı durup, ayrı vurmayı tercih etmekteydi.


Kitlelerle kurulan bağ ise, kitlelerin dar güncel  ihtiyaçları üzerinden kurulmaktaydı. Örneğin; “hazine arazisi” diye adlandırılan araziler kırsaldan 
şehirlere göç etmiş yeni proleter ordunun neferlerine dağıtılıyordu, yeni oluşan gecekondu mahallerinin güvenliği sağlanıyordu, buralara yol 
yapılıyordu, yiyecek taşınıyordu vs. vs…

 Daha sonra ise, oluşan yeni mahalleler örgütler tarafından bölgelere ayrılıp, taksim ediliyordu. Her örgüt kendi bölgesinin devleti gibi hareket 
ediyordu; istediğini bölgesine sokuyor, istemediğini sokmuyordu, mahkemeler kurup insanları yargılıyor, kurallar ya da yasalar koyarak tebaanın 
bunlara uymasını istiyordu. Bu kadar kitleselleşmiş görülen,  öncülük adı altında aslında kitlelerin ardından nal toplayan Solumuz dışardan objektif 
bakıldığında,  egemenler  için büyük bir tehlike oluşturmuyordu. Ancak Türkiye’yi bölgede stratejik bir ileri karakol olarak gören uluslararası 
sermaye yine de işini sağlama almak istiyordu.

Egemenler  bir yandan Sol örgütlerin içine sızmaya çalışıyor, bu sızmalar vasıtasıyla örgütler atomik bir biçimde bölünüyor, bir yandan da  NATO 
merkezli Gladio’nun Türkiye kolu olan Kontrgerilla ve sivil Faşist güçler devreye sokuluyordu. Kontrgerilla güdümlü silahlı faşist ve paramiliter 
komandolar üzerinden devrimci harekete, işçi sınıfına, öğrenci gençliğe, çeşitli meslek örgütlerine, Alevi toplumuna ve düzenle barışık olmayan 
kimi tanınmış şahsiyetlere karşı sistemli saldırılar örgütlendi.


Bu saldırılarla hem devrimci hareketin enerjisi tüketildi, hem de devrimciler bu saldırılarla yerel mevzilere hapsedilerek bir savunma hattına 
hapsedildi.  Anti-faşist mücadele, faşist paramiliter güçlerle çatışmak ve hesaplaşmak ile sınırlandırıldı. Kitleler bu mücadelenin içine çekilemedi. 
Egemenler bu yolla sol hareketin işçi sınıfı ve diğer ezilenlerle bütünleşmesini engelledi, bir yandan da devrimci hareket  bu terör ortamının bir 
parçası haline getirilerek kitlelerden koparıldı.

Devlet eliyle örgütlenen terör o derece başarılı oldu ki, örgütlü terörün sonucunda iyiden iyiye demoralize olan mücadele içindeki kitlelerin önemli 
bir kısmı, bir askeri darbenin gerekliliğine bile ikna oldular; yalnızca ikna olmakla da kalmadılar, 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldığında bu kitlelerin 
bir kısmı darbeye aktif destek verirken, önemli bir kısmı da pasif destek verdi.
Böylece 12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı direnişin öznesi olabilecek iki temel güçten biri olan işçi sınıfı, daha darbe yapılmadan büyük ölçüde saf 
dışı bırakılmıştı.

12 Eylül 1980 Darbesi’ni örgütleyenler o derece başarılı olmuşlardı ki, darbe günü geldiğinde darbeye karşı direnebilecek olan kesimlerin 
direnebilecek takati ve enerjisi kalmamıştı. Bundan dolayıdır ki bir toplum bu kadar kolay teslim alınabildi. Öyle ki, cezaevlerinde işkence altında 
inleyen devrimcilerin aileleri bile, cezaevlerindeki zulme rağmen, “buna da şükür, hiç değilse çocuklarımız yaşıyor” diyebilmekte ve bu yolla 
12 Eylül paşalarına üstü örtülü minnet duyabilmekteydiler.

Sol, MHP’nin misyonunu kavramaktan uzaktı. 
MHP, klasik bir faşist hareketin karakteristik özelliklerini taşıyor olmakla birlikte, ne 1980 öncesi, ne de 1980 sonrası süreçte iktidarı isteyen bir 
hareket olmamıştır. Örneğin 20. Yüzyılın ilk yarısında tarih sahnesine çıkmış olan Batı Avrupa’daki faşist hareketlere baktığımızda, bu hareketlerin 
tek hedeflerinin iktidara yürümek olduğunu görürüz. Ama MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an 
olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.

MHP’nin 1980 öncesi misyonu ise, gelişen kitle mücadelesine saldırmak ve yükselen toplumsal hareketi ezmek, en azından terörize etmek ve bir 
kaos ortamı yaratarak askeri darbenin koşullarını hazırlamaktı. MHP, kendisinden istenileni layıkıyla yerine getirmiştir.
MHP gibi oldukça kitlesel olan faşist bir hareketi de yedeğine alan Kontrgerilla, dört yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bir askeri 
darbenin koşullarını fazlasıyla hazırlamakta hiç de zorlanmamıştır.

Dört yıl gibi bir sürede binlerce cinayet işlenmiş, Maraş ve Çorum örneklerinde olduğu gibi toplu kıyımlar örgütlenmiş ve bütün bunların sonunda 
da bir askeri darbenin gerekliliği fikri geniş kesimlerde kabul görür duruma gelmiş ve darbe yapılmıştır. Uluslararası oyunun senaryosu egemen 
güçler tarafından yazılmış, ortaya konulmuş ve karşı ya da taraf olan her kesim bu oyunun bir parçası haline getirilmişti.

Devrimci hareket ise bu oyunu bozacak bir öngörünün sahibi olamadı. Her devrimci grup kendi “kurtarılmış” mahallesine kapanarak, kendini bu 
mahallenin hükümdarı ilan etti. Bırakalım devlet güçlerini ya da faşistleri bir yana, diğer devrimci grupların bile bu mahallelere girmesi yasaklandı. 
Sanki herkes kendi küçük devletini ilan etmişti. “Kurtarılmış bölge” olarak tanımlanan bu mahallelerde yasa koyucu ve yargı, bu bölgenin hâkimi 
olan devrimci gruptu. Hâkim olan grup yasaları belirliyor, mahkemeler kuruyor, kimlik kontrolü yapılıyordu. Asıl trajik olan ise, bütün bunlar 
“Halk adına”, halksız ve halka rağmen, çoğu zaman da halka karşı yapılıyordu.

Devrimci grupların büyük çoğunluğunun işçi sınıfı ve ezilen diğer topluluklarla bağları yok denecek kadar azdı.  Buna karşın negatif anlamda işçi 
sınıfı ve ezilen diğer kesimler üzerindeki etkisi oldukça fazlaydı. Çünkü sol kendi içinde düşman kamplara bölünmüştü. Ve sosyalist gruplar 
birbirlerini ‘Sosyal Faşist”, ‘Goşist”, ‘Maocu Bozkurt” olarak tanımlayarak, birbirlerinden rahatça insan öldürür olmuştular.

Emekçiler ve ezilenler hem devrimci hareketlere, hem de kendi çıkarlarına o derece yabancılaşmıştılar ki, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin en temel 
hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını ve ezilenleri atomize etmek olduğu halde, işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük bir çoğunluğu darbeye aktif, 
pasif ya da kerhen destek sunmuştu. Bu bakımdan, 1982 Anayasası’nın %92’lik bir kabul oyu alması bile, darbecilerin ne derece başarılı 
olduklarının bir kanıtıdır.

Demek ki darbeden 2 yıl sonra bile, yani grevlerin yasaklanmış olmasına, toplu sözleşme hakkının ve her türlü örgütlenme özgürlüğünün ortadan 
kaldırılmış olmasına, ücretlerin dondurulmuş olmasına ve her türlü özgürlüğün ortadan kaldırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler 
darbecilere güvenoyu vermiştir.

34 yıl sonra bugün ise sol hala 12 Eylül’ün yarattığı tahribatları silmiş olmaktan uzaktır. Bir tek Kürt Özgürlük Hareketi 1984 Ağustos atılımı ile 
12 Eylül zulmünden hesap soran, inkarı ve imhayı önleyen bir duruşun ve mücadelenin sahibi olabilmiş, adeta kendi küllerinden doğan Anka 
kuşu misali, 12 Eylül’ün bir silindir gibi ezdiği kesimlere umut veren örnek bir mücadele  geliştirerek, 12 eylül karakollarını Kürt halkının 
kafasından söküp atmıştır.

Geldiğimiz noktada Türkiye devrimci hareketi ise kendini tekrardan , hem de kötü bir tekrardan öte bir gelişme ve örgütlenme yaratmaktan 
uzak görünmektedir. Hala geçmişe güzellemeler yapılarak gençlik örgütlenmeye çalışılmakta, Kürt mücadelesinin başarısı hazmedilmeyerek,  
Kürt hareketi milliyetçilik ve ırkçılık yapmakla suçlanmaktadır. Oysa yapılması gereken Kürt Özgürlük Hareketi ile ilkeli bir ittifaktır. Yapılması 
gereken sol bir cephenin örülmesidir. Bu ise Kürt hareketini dışlayarak olanaklı değildir. CHP’nin kuyruğuna takılarak ise hiç olanaklı değildir.

Bugün Türkiye ve Kürdistan halkları için görünürdeki tek olanaklı seçenek HDP görünmektedir. HDP her ne kadar bir parti de olsa aslında 
yapılanmasına ve programına bakıldığında tam bir halklar cephesidir. Hiçbir toplumsal, siyasal, sosyal, sınıfsal örgütlenmeyi dışlamayan, aksine 
sentezleyerek ortak bir amaç etrafında birlikte davranma umudu yaratan yegane siyasal yapı olarak karşımızda HDP duruyor.  
HDP içinde yer alınarak ve HDP güçlendirilerek yüzde 80’i siyasal islam, ulusalcı, milliyetçi, ırkçı ideolojilerin peşine takılmış emekçi kitleleri 
yeniden kazanabilir ve sola yeniden itibar kazandırabiliriz.

http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=2499%3A12-eyluel-oencesi-ve-sonras-devrimci-hareketler&catid=36%3Akonuk-yazlar&Itemid=1

BİR  DİĞER  GÖRÜŞ.. CÜMLE İÇİNDEKİ KELİMELERE  DİKJKAT EDİN AGIZBİRLİĞİ YAPILMIŞ SANKİ !!!

Sosyalist Solun 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi ve Sonrası Tutumu Üzerine

Biz bu yazıda 12 Eylül Askeri Darbesi’nin değil, gerek askeri darbe öncesi süreçte, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçte sosyalist solun tutumunun muhasebesini yapmaya çalışacağız. Çünkü askeri darbe ve askeri darbenin nedenleri üzerine neredeyse 30 yıldır yazılıyor ama bu sürecin en başlıca aktörlerinden olan sosyalist solun gerek askeri darbe öncesi süreçteki, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine bir muhasebe yapılmadı. ‘Bir dönemin muhasebesi” adı altında yazılanlar ise, bir muhasebeden ziyade, ya günah çıkarmaya dönüktü ya da iman tazelemeye dönük. Biz ise bugüne kadar yapılmayanı yapmaya çalışacağız.
Burada bir noktanın daha altını çizmek istiyoruz. Bu yazı kapsamında sosyalist sol başlığı altında yalnızca ve yalnızca Türkiye’deki sosyalist solu tartışacağız, Kürt solu ve Kürt ulusal hareketi bu tartışmanın kapsamı dışındadır. Çünkü Kürtler ve Kürdistan’da verilen mücadele kendi içinde özgünlüklere ve farklı dinamiklere sahiptir. Bunun da ötesinde Kürtler için 12 Eylül’ün anlamı ve sonuçları oldukça farlıdır. Bu nedenlerden dolaylıdır ki Kürdistan coğrafyasını ve bu coğrafyanın ulusal kurtuluşçu ve devrimci güçlerini tartışmamızın dışında tutacağız. 

12 Eylül 1980 Öncesi Süreç ve Sosyalist Sol

Bilindiği gibi 12 Mart 1971 yılında askeri bir darbe yapılmış ve sosyalist solun üç ana akımı olarak henüz daha yeni tarih sahnesinde yerini almış olan THKO, THKP/C ve TKP/ML fiziki olarak etkisiz duruma getirilmişti. Bu üç hareketin lider kadrolarının nerdeyse tamamı devlet tarafından katledilmiş, sağ kalan az sayıdaki lider kadro ise hapsedilmişti.

12 Mart 1971 yılında yapılan askeri darbe sonrası tutuklanan devrimci kadroların önemli bir kısmı, 1974 yılında bir af yasası sonucunda serbest bırakıldı. 1974 affıyla serbest bırakılan bu kadrolar, 12 Mart 1971 öncesi bağlı oldukları akımları yeniden yapılandırmak için harekete geçtiler. 

Özelikle 1976 yılı sonrası yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti de arkasına alan bu devrimci kadrolar, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ile fiziki olarak etkisiz kılınan örgütlerini, çok kısa bir zamanda yeniden ve daha güçlü olarak kurmayı başardılar.

Öyle ki, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin arifesinde ortaya çıkan ve kadro ve taraftarları bakımından sayıları birkaç yüzle ifade edilebilen THKO, THKP/C ve TKP/ML akımlarının mirasçısı olan yapılanmalar, 1977 yılında sayıları binlerle, on binlerle ifade edilen kadro ve taraftarlarıyla yeniden tarih sahnesindeki yerini almıştı.

Aslında bu düzeyde bir büyüme ne sosyalist solun, ne de devletin öngörebileceği bir durumdu. Dolayısıyla da bu beklenmedik büyüme egemen güçleri paniğe düşürürken, sosyalist solu ise, kazanılmamış bir zaferin sarhoşu yapmıştı. Dolayısıyla da sosyalist sol, ne 12 Mart 1971 öncesi sürecin bir muhasebesini yapmış, ne 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi yükseliş sürecinin nedenlerini analiz edebilmiş, ne de bu sürece bağlı olarak gelişen ya da gelişebilecek karşı saldırıların ne anlama geldiğini anlayabilmişti. Ve 12 Eylül 1980 yenilgisinin ilk adımı da bu yolla atılmış olmuştu. 

1974 yılında çıkan bir ‘af yasası” sonrası cezaevlerinde bulunan 12 Mart öncesinin kadroları, kısa bir zaman içerisinde yeniden bir araya geldiler ve yeniden ayrıştılar. Bu yeniden ayrışmanın sonucunda ortaya, hem de 2–3 yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir zaman zarfında, neredeyse birbirleriyle hiçbir uzlaşma zemini kalmayan siyasi gruplar ya da örgütler çıktı.
1977 yılına gelindiğinde ise, her biri kendini 12 Mart öncesinin üç ana akımı olan THKO, THKP/C ve TKP/ML örgütlerinin mirasçısı olduğunu iddia eden onlarca grup mevcuttu.

Ve tabii ki bu gruplar arasında anlaşılması ve izah edilmesi güç bir düşmanlık ta mevcuttu. Öyle ki, aynı geleneğin mirasçısı olduğunu iddia eden ve aynı geleneğin temel tezlerini savunan gruplar arasında bile izah edilemeyen bir ‘düşmanlık” vardı.

Bu gruplar, birbirleriyle olan ayrılıklarını ne ideolojik olarak, ne de politik olarak izah edebiliyorlardı. Ama her grup bir diğer grubu, ‘mirasa ihanet”le ya da ‘revizyonist, oportünist, pasifist” olmakla suçluyordu.

12 Mart öncesi tarih sahnesine çıkmış bu üç akımı eleştirmek ihanetle eşanlamlıydı, dolayısıyla da ayrılıklar, 12 Mart öncesi ortaya çıkmış olan bu üç yapılanmanın eleştirisi üzerinden değil, bu üç akımın çizgisine ve pratiğine koşulsuz bağlılık yarışı üzerinden oluyordu. Yani bir grup, var olan yapılanmadan koparken, mevcut yapılanmayı mirasa uygun davranmamakla suçlayıp ayrılıyordu.

Sosyalist solun önemli bir kısmını biri birine düşman kamplara bölen nedenler ne ideolojikti ne de politik. Ama buna rağmen her ayrılık kendisine bir taban bulabiliyordu. Bunun en büyük nedeni ise, sosyalist solun kendisini politik olarak kazanılmış değil, sosyal bağlar yoluyla etkilenebilen bir kitleye dayanma özelliğine sahip oluşuydu. 

Bundan dolayıdır ki sosyalist sol, 12 Eylül öncesi devasa bir kitleselleşmeye ulaştığı halde, kitlesel olarak siyasallaşamamıştır. Sosyalist solun 12 Eylül sonrası çok kısa bir süre zarfında ani çöküşünün en önemli nedenlerinden biri de işte bu siyasallaşamamış kof büyümedir.
12 Eylül öncesi sosyalist solun durumu bu merkezdeyken, kitle hareketlerinde muazzam bir kabarış ve kendi sorunları eksenli de olsa bir siyasallaşma söz konusuydu. 

Bir yandan 12 Mart Askeri Darbesi’nin yaratmış olduğu cendereyi kırmaya çalışan emekçi kesimlerin yeniden mevzi kazanma mücadelesi, bir yandan 70’li yıllara damgasını vuran kırsaldan şehirlere göç olayı dolayısıyla şehirlerde kendilerine yer açmaya çalışan yeni proleterler, bir yandan yeni liberal politikalar dolayısıyla ekonomi içerisindeki önemi gittikçe azalmış olan tarım sektörünün yıkımı dolayısıyla mağdur olan küçük üretici ve tarım emekçilerinin direnişi, bir yandan 12 Mart Askeri Darbesi’nin askeri kışlalara çevirdiği üniversitelerden yükselen ve ‘özgür üniversite, özgür eğitim” talep eden öğrenci hareketi, bir diğer yandan ise, yeniden muazzam bir yükselişe geçmiş olan sosyalist ve ulusal Kürt uyanışı tarih sahnesinde yeniden yer almaya başlamıştı. Özcesi; toplumun neredeyse bütün taşları yerinden oynamış durumdaydı.
Sosyalist solun ise bütün bu kitlesel uyanışa öncülük edebilecek vizyonu ve yeterliliği mevcut değildi. Aslında sosyalist sol bu sosyal hareketlerin neredeyse tamamında yer almaktaydı ama bu hareketlerin birbirleriyle bağını kurmaktan ve bu sosyal hareketlerin kendilerinden menkul taleplerini siyasal iktidara karşı örgütleyebilmekten yoksundu. 1 Mayısı 1977, gerek sosyalist sol ile kitleler arasındaki organik kopukluğun anlaşılması bakımından, gerekse de gelişen kitlesel yükselişin uluslararası sermaye açısından ileride yol açacağı sıkıntıların anlaşılması bakımından bir milat olmuştur.
Ama ne yazıktır ki 1 Mayıs 77’nin bir milat olduğunu uluslararası sermaye anlamış, sosyalist sol ise anlamamıştır.
Sosyalist solun bir kesimi, kitleler akın akın şehirlere göç ederken, onlar, savaşmak için kırlara çekilmeye hazırlanıyordu; bir diğer kesim ise, şehirleri esas almakla birlikte, kitlelerle birlikte değil, kitlelerden kopuk ve ayrı durup, ayrı vurmayı tercih etmekteydi.
Kitlelerle kurulan bağ ise, kitlelerin dar ihtiyaçları üzerinden kurulmaktaydı. Örneğin; ‘hazine arazisi” diye adlandırılan araziler kırsaldan şehirlere göç etmiş yeni proleter ordunun neferlerine dağıtılıyordu, yeni oluşan gecekondu mahallerinin güvenliği sağlanıyordu, buralara yol yapılıyordu, yiyecek taşınıyordu vs. vs… 
Daha sonra ise, oluşan yeni mahalleler örgütler tarafından bölgelere ayrılıp, taksim ediliyordu. Böylece her örgütün bir bölgesi ve tebaası olmuş oluyordu. Hal böyle olunca da her örgüt kendi bölgesinin devleti gibi hareket ediyordu; istediğini bölgesine sokuyor, istemediğini sokmuyordu, mahkemeler kurup insanları yargılıyor, kurallar ya da yasalar koyarak tebaanın bunlara uymasını istiyordu.

Asıl trajik olanı ise, itaat eden ya da ‘eyvallah” diyen bu tebaa, kazanılmış topluluk olarak görülüyordu. Aslında mevcut durumu ve yönelişi bakımından sosyalist sol, sermayeyi tehdit edebilme potansiyeline sahip değildi. Bu anlamıyla sosyalist solun fiziki olarak büyümesi tek başına bir tehdit oluşturmuyordu. Ama sosyalist solun kısa sürede bu derece büyüme göstermesi, toplumsal uyanışın devasa bir boyut almasıyla bir arada düşünüldüğünde, bu durum uluslararası sermaye açısından ciddi bir tehdit oluşturma potansiyeli taşımaktaydı. 

Emperyalizmin ve onun yerli ortaklarının ihtiyacı, Türkiye’nin uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıydı. Daha özlü bir ifadeyle, Türkiye’nin uluslararası sermayeye uyumlanması gerekiyordu. Bu uyumlanma programının adı daha sonraları konulacaktı; bunun adı: 24 Ocak Kararları idi.
Ama bu uyum programının, devasa kitle hareketlerinin ve kitlelerle çarpık bağına ve kitlelerden kopukluğuna rağmen oldukça kitlesel bir sosyalist solun olduğu koşullarda uygulanabilme şansı pek yoktu.
Bir başka önemli nokta ise, Türkiye’nin emperyalizm için bölgesel önemiydi. Zira Türkiye, gerek ABD, gerekse de diğer Batılı devletler için göz ardı edilebilecek bir ülke değildi. Çünkü Türkiye, gerek jeostratejik, gerek jeopolitik olarak Batılı egemen devletler için hayati bir öneme sahipti.
Türkiye, emperyalizmin bölgedeki üç ileri karakolundan birisiydi, bir diğer ileri karakol olan Şah Rıza Pehlevi kontrolündeki İran kaybedilmek üzereydi ve İran ve Türkiye olmaksızın üçüncü ileri karakol olan İsrail’in yaşama şansı yoktu; bu ise emperyalizmin felaketi demekti.

Emperyalizmin, enerji kaynakları üzerindeki kontrolünü kaybetmesi demek, onun felaketi demekti. O halde felaketin esiri olmak yerine, felaketin efendisi olmak gerekiyordu.

Bunun yolu ise Türkiye gibi bir işbirlikçi ülkeyi her ne pahasına olursa olsun kaybetmemekten geçiyordu. Strateji belliydi, her ne pahasına olursa olsun Türkiye kaybedilmeyecekti. Bu stratejinin başarıya ulaşabilmesi için uygulanacak yol ise, bilinen bir yoldu; önce bir kargaşa ve terör ortamı yaratılacak, geniş topluluklarda bir umutsuzluk ve korku hâkim kılınacak ve her zaman ki gibi ‘kahraman Türk ordusu, aziz Türk milletinin huzuru ve güveni için” sahnedeki yerini alacaktı. Öyle de oldu.

NATO merkezli Gladio’nun Türkiye kolu olan Kontrgerilla ve sivil Faşist güçler devreye sokuldu. Kontrgerilla güdümlü silahlı faşist ve paramiliter komandolar üzerinden devrimci harekete, işçi sınıfına, öğrenci gençliğe, çeşitli meslek örgütlerine, alevi toplumuna ve düzenle barışık olmayan kimi tanınmış şahsiyetlere karşı sistemli saldırılar örgütlendi. 
Bu saldırılar üzerinden hem sosyalist solun enerjisi tüketildi, hem sosyalist sol bu saldırılar dolayısıyla yerel mevzilere hapsedilerek bir savunma hattına hapsedildi, hem bu yolla sosyalist solun işçi sınıfı ve diğer ezilenlerle bütünleşmesi engellendi, hem de sosyalist sol bu terör ortamının bir parçası haline getirilerek, sınıftan ve kitlelerden izole edildi.
Devlet eliyle örgütlenen terör o derece başarılı oldu ki, örgütlü terörün sonucunda iyiden iyiye demoralize olan mücadele içindeki kitlelerin önemli bir kısmı bir askeri darbenin gerekliliğine bile ikna oldular; yalnızca ikna olmakla da kalmadılar, 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldığında bu kitlelerin bir kısmı darbeye aktif destek verirken, önemli bir kısmı da pasif destek verdi.
Böylece 12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı direnişin öznesi olabilecek iki temel güçten biri olan işçi sınıfı, daha darbe yapılmadan büyük ölçüde saf dışı bırakılmıştı.

Bir diğer temel özne olabilecek Kürt halkı ise, bu sürecin kendisi için ne anlama geldiğini kavramaktan ve direnişi örgütleyebilecek bir örgütten yoksundu. 
12 Eylül 1980 Darbesi’ni örgütleyenler o derece başarılı olmuşlardı ki, darbe günü geldiğinde darbeye karşı direnebilecek olan kesimlerin direnebilecek takati ve enerjisi kalmamıştı, bundan dolayıdır ki bir toplum bu kadar kolay teslim alınabildi. Öyle ki, cezaevlerinde işkence altında inleyen devrimcilerin aileleri bile, cezaevlerindeki zulme rağmen, ‘buna da şükür, hiç değilse çocuklarımız yaşıyor” diyebilmekte ve bu yolla 12 Eylül paşalarına üstü örtülü minnet duyabilmekteydiler.

Peki, kitlelerdeki bu ruh haline ve askeri cuntanın kitleler üzerindeki muazzam terörüne ve ideolojik etkisine rağmen devrimci hareket direnebilir ve darbeye karşı bir direniş örgütleyebilir miydi?

Evet, devrimci hareket buna rağmen direnebilirdi. Peki, başarı şansı var mıydı? Kesinlikle hayır. Ama buna rağmen direniş gerekiyordu.
Bu konuya girmeden önce, devrimci hareket, ‘12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hazırlık sürecinin bir parçası olmaktan kurtulup, darbe planının boşa çıkarabilir miydi?” sorusunu cevaplamak gerekiyor.

Bu sorunun cevabını kesin bir dille verebilmek mümkün gözükmemektedir. Ama şurası kesin bir gerçektir ki en azından, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi geçici bir başarı sağlamış olsa bile, uzun vadede kaybetmeye mahkûm olurdu. Ve 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi aracılığıyla, hem de hiçbir direnişle karşılaşılmadan hayata geçirilen ve gelinen aşamada artık hâkim hale gelmiş olan politikaların ve değerlerin bu ölçüde kabul görmesi engellenebilirdi.
Örneğin Güney Amerika ülkelerinde de benzeri darbeler örgütlenmiş ve bu darbeler üzerinden sermayenin varlığı idame ettirilmiştir ama darbeler aracılığıyla ezilen örgütlü mücadeleler, her seferinde daha güçlü olarak tarih sahnesine yeniden çıkmıştır.

Bu yüzden, aynı şeyin Türkiye’de olmamasını ya da askeri darbenin bu derece başarılı olmasını ve sonuçlarının kalıcı olmasını tek başına 12 Eylül 1980 Darbesi aracılığıyla uygulanmış olan sistemli şiddet, sistemli manipülasyon vb. gibi nedenlerle açıklamak doğru olmaz. Eğer 12 Eylül Askeri Darbesi’nin bu derece başarılı olmasının nedenlerini doğru anlamak istiyorsak, bu durumda, aynı zaman da devrimci hareketin gerek 12 Eylül’ün örgütlenme sürecinde izlemiş olduğu politikayı ve bu süreç karşısındaki tutumunu, gerekse de 12 Eylül sonrası izlemiş olduğu politikayı ve bu süreç karşısındaki tutumunu da hesaba katmamız gerekmektedir. Zira devrimci hareketin bir toplumsal kurtuluş programına sahip olmayışı ya da programsızlığı, beslendiği uluslararası referanslar, perspektifsizliği, politik kültürü, demokrasi kültürü, sınıfa ve sınıf mücadelesine ilişkin yaklaşımı, faşizm ve faşizme karşı mücadele kavrayışı vb. faktörler, hem 12 Eylül Darbesi’ni hazırlayanların ve gerçekleştirenlerin işlerini muazzam derecede kolaylaştırmış, hem de 12 Eylül Askeri Darbesi’nin başarılı olmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır.

Muhakkaktır ki sosyalist sol oldukça doğru bir politika izlemiş olsaydı bile, bir askeri darbe kaçınılmazdı. Zira 1976–80 arası sürece damgasını varan fiili durumun uzunca bir dönem devam etmesi mümkün değildi ve bir kırılma mutlaka yaşanacaktı. Bu süreç ya bir devrimle aşılacaktı ya da bir askeri darbeyle kırılacaktı. 

Sosyalist solun hiçbir sektörü, bir devrim programına ve toplumsal bir harekete önderlik yapabilecek yeteneğe ve hazırlığa sahip değildi. Dolayısıyla da bu sürecin bir askeri darbe ile kırılması kaçınılmazdı. Ama buna rağmen, en azından 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sonuçlarının bu derece yıkıcı ve bu derece kalıcı olmasının önü alınabilirdi.

Nasıl mı? Sosyalist solun yapması gereken ilk şey, 12 Eylül öncesi sürecin ne anlama geldiğini ve egemenler tarafından başarılmak istenenin ne olduğunu doğru analiz etmekti.

Örneğin MHP’nin misyonunun çok iyi kavranması gerekiyordu. MHP, klasik bir faşist hareketin karakteristik özelliklerini taşıyor olmakla birlikte, ne 1980 öncesi, ne de 1980 sonrası süreçte iktidarı isteyen bir hareket olmamıştır. Örneğin 20. Yüzyılın ilk yarısında tarih sahnesine çıkmış olan Batı Avrupa’daki faşist hareketlere baktığımızda, bu hareketlerin tek hedeflerinin iktidara yürümek olduğunu görürüz. Ama MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.
MHP’nin 1980 öncesi misyonu ise, gelişen kitle mücadelesine saldırmak ve yükselen toplumsal hareketi ezmek, en azından terörize etmek ve bir kaos ortamı yaratarak askeri darbenin koşullarını hazırlamaktı. MHP, kendisinden istenileni layıkıyla yerine getirmiştir.
MHP gibi oldukça kitlesel olan faşist bir hareketi de yedeğine alan Kontrgerilla, dört yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bir askeri darbenin koşullarını fazlasıyla hazırlamakta hiç de zorlanmamıştır.
Dört yıl gibi bir sürede binlerce cinayet işlenmiş, Maraş ve Çorum örneklerinde olduğu gibi toplu kıyımlar örgütlenmiş ve bütün bunların sonunda da bir askeri darbenin gerekliliği fikri geniş kesimlerde kabul görür duruma gelmiş ve darbe yapılmıştır. Uluslararası oyunun senaryosu egemen güçler tarafından yazılmış, ortaya konulmuş ve karşı ya da taraf olan her kesim bu oyunun bir parçası haline getirilmişti.

Bu oyunu bozabilecek tek güç, sosyalist sol idi. Eğer sosyalist sol, MHP’nin misyonunun ne olduğunu doğru kavrayıp, MHP üzerinden neyin başarılmak istendiğini doğru kavramış olsaydı, bu bile ortaya konulmak istenen oyunun bozulması için kâfi gelebilirdi. 

Ama sosyalist sol, MHP üzerinden tezgâhlanan tuzağa kolay düşmüş ve bütün bir enerjisini faşistlerle çatışarak tüketmiştir. 
Hâlbuki mesele faşist bir yükselişin önünü kesmenin ötesinde bir karaktere sahipti ve asıl tehdit olan, faşist bir yükselişten ziyade, bu yükselişin ardına saklanan maksat idi. Asıl maksat ise devletin, sermayenin ve toplumsal güç dengelerinin uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasıydı.

Eğer sosyalist sol bunu kavrayabilmiş olsaydı ve buna uygun bir politika ve strateji geliştirebilseydi; işçileri, meslek guruplarını, Alevileri ve Kürtleri bu zeminde mücadele etmeye kazanabilseydi, ne faşist hareket, dolayısıyla da devlet bu kadar kolay başarılı olabilirdi, ne de sosyalist sol 12 Eylül Askeri Darbesi karşısında bu derece yalnız ve savunmasız kalırdı.
Ama sosyalist sol bunu yapmak yerine, yanlış yönde, üstelikte kitlelerden kopuk ve kitleler adına davranmayı tercih etti. Her devrimci grup kendi ‘kurtarılmış” mahallesine kapanarak, kendini bu mahallenin hükümdarı ilan etti. Bırakalım devlet güçlerini ya da faşistleri bir yana, diğer devrimci grupların bile bu mahallelere girmesi yasaklandı. Sanki herkes kendi küçük devletini ilan etmişti. ‘Kurtarılmış bölge” olarak tanımlanan bu mahallelerde yasa koyucu ve yargı, bu bölgenin hâkimi olan devrimci gruptu. Hâkim olan grup yasaları belirliyor, mahkemeler kuruyor, kimlik kontrolü yapılıyordu. Asıl trajik olan ise, bütün bunlar ‘Halk adına”, halksız ve halka rağmen, çoğu zaman da halka karşı yapılıyordu.

Sosyalist solun işçi sınıfı ve ezilen diğer topluluklarla bağları yok denecek kadar azdı ama buna rağmen negatif anlamda işçi sınıfı ve ezilen diğer kesimler üzerindeki etkisi oldukça fazlaydı. Çünkü sosyalist sol kendi içinde düşman kamplara bölünmüştü. Ve sosyalist gruplar birbirlerini ‘Sosyal Faşist”, ‘Goşist”, ‘Maocu Bozkurt” olarak tanımlayarak, birbirlerinden rahatça insan öldürür olmuştular. Sosyalist solun emekçi kitleleri ve ezilenleri örgütleyebilecek yeteneği ve bir programı yoktu ama buna rağmen emekçi ve ezilen kitleler sosyalist sola yakınlaşabilir ve onun dayanışmasını talep edebilirlerdi. Ama sosyalist solun bu derece düşman kamplara bölünmüş olması ve emekçilerin dağınık gücünü merkezileştirmek için değil de, onları kendi düşmanlıklarına taraf yapma yönünde bir davranış içinde olması, emekçiler ile sosyalist solun arasındaki kopukluğu daha da aşılmaz hale getirmiştir.
Emekçiler ve ezilenler hem sosyalist sola, hem de kendi çıkarlarına o derece yabancılaşmıştılar ki, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin en temel hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını ve ezilenleri atomize etmek olduğu halde, işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük bir çoğunluğu darbeye aktif, pasif ya da kerhen destek sunmuştu. Bu bakımdan, 1982 Anayasası’nın %92’lik bir kabul oyu alması bile, darbecilerin ne derece başarılı olduklarının bir kanıtıdır.
Demek ki darbeden 2 yıl sonra bile, yani grevlerin yasaklanmış olmasına, toplu sözleşme hakkının ve her türlü örgütlenme özgürlüğünün ortadan kaldırılmış olmasına, ücretlerin dondurulmuş olmasına ve her türlü özgürlüğün ortadan kaldırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler darbecilere güvenoyu vermiştir. 
Bunun tek nedeni, işçi sınıfının ve ezilenlerin 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ‘terörü önlemek, kardeş kavgasına son vermek ve vatandaşın refah ve huzuru için” yapıldığına inandırılmış olması değil, aynı zamanda kendi sınıf ya da topluluk çıkarlarına yabancılaştırılmış olmalarıdır.
Darbeciler başarılı olmuşlardır derken, kastettiğimiz budur. Ama en başta da belirttiğimiz gibi, darbecileri başarılı kılan, sosyalist sol çevrelerin tam da egemenlerin istediği biçimde bir davranış sergilemiş olmalarıdır. Aksi davranış bile bu oyunun bozulması için yeterdi. Tabii ki buna rağmen bir askeri darbe yapılacaktı, ama bu durumda ne darbe karşısında sosyalist sol yapayalnız kalacaktı, ne de 12 Eylül Askeri Darbesi üzerinden hâkim kılınan düzen hâkim kılınabilirdi.
Egemenler planlarını iki aşamalı olarak hayata geçirdiler, ilk aşama, sosyalist solu kitlelerden tecrit edebilecek bir zemine çekmek ve orada tutmak ve örgütlenen terör ortamı vasıtasıyla kitleleri paralize ve demoralize etmekti ki, MHP üzerinden bunu gayet iyi başardılar; ikinci aşama, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile hedefleneni başarabilmek için, devrimci güçleri tutsak alarak etkisizleştirmek ve dışarıdaki kitleleri kolayca itaate zorlamaktı ki, bunda da başarılı oldular.
Peki, bütün bu olumsuzluklara rağmen sosyalist sol 12 Eylül Darbesi karşısında direnebilir miydi? Ya da bir direniş gerekli miydi? Her iki soruya da bizim cevabımız, ‘Evet”tir.

12 Eylül Askeri Darbesi Karşısında Sosyalist Sol

Sosyalist sol, her ne kadar da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hazırlanma sürecince kendisinden beklenen devrimci rolü oynayamamış, dolayısıyla da darbe karşısında hem işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütsüz olarak darbecilerin cenderesine düşmesine yol açmış, hem de kendisi darbeyi yalnız başına karşılamak zorunda karşılamış ise de; her şeye rağmen darbeye karşı bir direniş örgütleyebilirdi.
Ama bu da olmadı. Darbenin yapıldığı gün itibariyle, sanki sosyalist sol da darbenin arkasındaki güçler tarafından kontrol ediliyormuşçasına bir anda sokakları terk etti. Silahlı eylemler, suikastlar, kitlesel ya da dar grup gösterileri, işgaller bir anda son buldu.
Kimi sosyalist örgütler ‘savaşa devam” kararı aldılar ama savaşmadılar. Kimi örgütler ise ‘geri çekilme” kararı aldılar. Kimi örgütler ise, ‘önce bekleyip görelim, bakalım cunta sağcı mı yoksa solcu mu” diyerek, adeta devlet tarafından ortadan kaldırılmayı beklediler.
Nihayetinde direniş kararı alan örgütün de, bekleyip görmeyi tercih eden örgütün de, geri çekilme kararı alan örgütün de pratikteki tutumları ve akıbetleri aynı oldu. Sosyalist solun ana gövdesi hapishanelere dolduruldu, önemli sayılabilecek bir parçası Avrupa’ya sığındı, dışarıda kalmayı başaranlar ise ya izlerini kaybettirdiler ya da kazanacak olanın baştan belli olduğu çarpışmalarda adeta birer intihar eylemcisi gibi öldüler.
Hâlbuki sosyalist sol, kitlelerden kopuk olmasına ve kitle desteğinden yoksun olmasına rağmen, en azından kendi seksiyonları arasında büyük cephe örgütlenmeleri oluşturabilir, büyük ve örgütlü bir direniş gösterebilir ve bu yolla en azından cuntayı yıpratıp, onu teşhir ederek uzun vadede kitlesel bir destek sağlayabilirdi.
Henüz daha kitlesel tutuklamalar olmadan ve sosyalist solun ana gövdesi dışarıdayken bunu başaramayan sosyalist sol, bunu ana gövdesi cezaevlerine hapsedildiğinde yapmaya çalışmıştır. Daha doğrusu sosyalist solun bir kısmı bunu yapmaya çalışmıştır. Sosyalist solun en önemli kitle gücüne sahip sektörü olan Devrimci Yol ise, bunu bile yapmamış, özellikle Ankara Mamak’ta devlete teslim olmuştur.
Ne büyük bir trajedidir ki sosyalist sol, kitlelerin içindeyken bütünleşemediği ve kazanamadığı kitleleri, kitlelerden fiziki olarak tecrit edildiği bir mekânda, cezaevlerinde kazanmaya çalışmış, kitlelere olan çağrısını tutsak edildiği mekânlardan, hem de militanlarının bedenlerini ölüme yatırarak yapmaya çalışmıştır. Ve ne yazıktır ki sosyalist solun zindanlardan yaptığı çağrı bir kuğu çığlığından öteye gidememiştir.
Ve zamanla durum öyle bir hal almıştır ki, sosyalist solun cunta karşısındaki tavrı, cuntanın cezaevlerindeki teslim alma politikasına karşı direnip direnmemeye endekslenmiştir. Artık söz konusu olan, ‘devrimci onuru” koruma mücadelesidir. Sosyalist sol, sınıf mücadelesinin esas alanları fiziki olarak bulunduğu cezaevleriymiş gibi davranmaya başlamış ve her şey bu merkeze göre örgütlenmeye başlamıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden önce olduğu gibi, darbeden sonrada sosyalist sol fiilen sınıf siyasetinin gereklerini anlayamamış ve buna uygun davranamamıştır.
Örneğin 1980–2009 yılları arasında cezaevlerinde yüzlerce eylem yapılmış, onlarca açlık grevi ve ölüm orucu örgütlenmiştir ama bu eylemlerin hiçbirisi sınıf mücadelesini eksenine alan eylemler değildir. Eylemlerin hepsi ya hapishanelerdeki işkenceye ya da kötü hapishane koşullarına karşı yapılmış, bu uğurda binlerce insan sağlığını, onlarca insan ise yaşamını yitirmiştir.
Ama bir gün olsun cezaevlerinde siyasi gündeme karşı bu tür eylemler yapılmamıştır. Örneğin 12 Eylül Anayasası 1982 yılında referandum adı altında kitlelere onaylattırılıp, bu yolla cuntaya bir meşruiyet kazandırılırken, sosyalist sol bu olaya karşı cezaevlerinde kitlesel eylemler yoluyla tepki verip, bu yolla mevcut anayasanın teşhirini yapmayı düşünmemiştir.
Yine aynı şekilde toplu sözleşme ve grev hakkı ortadan kaldırılıp, işçi sınıfı tamamen silahsızlandırılarak burjuvaziye teslim edildiğinde, cezaevleri bu olayla da ilgilenmemiştir. Zonguldak’da madenciler, maden ocaklarının kapatılmasına karşı adeta şehirdeki yaşamı durdurduklarında, cezaevlerindeki sosyalist sol bu sürecin de dışında kalmıştır.
Özcesi sosyalist sol, mücadelenin merkezine cezaevlerini, dolayısıyla da cezaevleri koşullarını ve kendisini koymuştur. Sosyalist solun 12 Eylül karşısındaki tutumu bundan ibarettir.
Tabi ki 12 Eylül Askeri Darbesi karşısında silahlı bir takım direnişler de olmuştur. Kırsal alana çekilen kimi örgüt militanları, kırlarda bir direniş cephesi örgütlemeye çalışmışlardır. Ama bu tür münferit girişimler sosyalist solun genel tutumu olarak değerlendirilemez.
Sosyalist solun sektörlerinin darbe karşısındaki asıl tutumları, esas olarak cezaevi sürecinde şekillenmiş ve cezaevi merkezli olmuştur. Bu bakımdan her bir örgütün cezaevlerindeki tutumu ne ise, darbe karşısındaki tutumu da odur.
Örneğin Devrimci Yol militanı guruplar da kırsal alana çekilip, bir gerilla mücadelesi girişiminde bulunmuşlardır, ama bu girişimi Devrimci Yol’un cunta karşısındaki tutumu olarak değerlendirmek doğru olmaz. Devrimci Yol’un cuntadan hemen sonra cunta karşısındaki tutumu ve daha sonraki süreçte Mamak Cezaevi’ndeki ve merkezi davanın görüldüğü mahkemedeki tutumu ne ise, Devrimci Yol’un tutumu da odur.
Tabii ki devrimci örgütlerin cezaevlerinde ortaya koydukları tutum da oldukça önemliydi. Aynı şekilde cunta yönetimi için devrimci hareketin cezaevlerindeki tutumu hayati bir önem taşımaktaydı. Çünkü cunta yönetimini için devrimci hareketi etkisiz kılmak yeterli değildi. Cunta yönetimi, hem devrimci hareketi etkisiz kılmak, hem de onu teslim almak istiyordu. Bu bakımdan da cezaevlerindeki tavır çok önemliydi.
Bundan dolayıdır ki cunta yönetimi için Mamak Askeri Cezaevi’nde aldığı sonuç çok önemliydi. Mamak Askeri Cezaevi’nde devrimciler ile faşistler aynı hücrelere kapatılmış, barıştırılmış ve onlara birer asker olduğu kabul ettirilmişti. Mamak Askeri Cezaevi’nden çekilen görüntüler her yana dağıtılmış ve bunun üzerinden cuntanın şefleri, ‘Bakın, biz kardeş kavgasına son verdik. Daha düne kadar birbirleri öldüren bu kandırılmış gençler, artık bir arada yaşıyorlar” mesajları vermişlerdi.
Bundan dolayıdır ki hem cuntanın şefleri için hem de sosyalist sol için cezaevlerindeki tutum çok önemliydi. Eğer Mamak Askeri Cezaevi’ndeki utanç verici tutumu bir yana bırakırsak, esas olarak sosyalist solun cezaevlerindeki tutumu devrimcidir ve direnişçi bir geleneğin yaratılması bakımından hayati bir rol oynamıştır.
Eğer sosyalist solun genel tutumu Devrimci Yol’un Mamak’taki merkezi tutumu gibi olsaydı, 12 Eylül Askeri Diktası’nın sosyalist sol üzerindeki tahribatı çok daha onarılmaz olacaktı. En azından cunta yönetimi bunu başaramamıştır.
Devrimci Yol merkez davasında yargılananların aksine, genel olarak sosyalist solun militanları, asker değil, devrimci olduklarını, teslim alınamayacaklarını ilan etmiş, mahkemelerde ise, amaçlarını savunmaktan çekinmemişlerdir.
12 Eylül Askeri Cuntası karşısında sosyalist solun tutumu tartışılırken, Devrimci Yol’un, sosyalist solun bütününden ayrı tutularak değerlendirilmesi gerekir. 
Birincisi, Devrimci Yol, cunta öncesi temsil ettiği kitle bakımından neredeyse sosyalist solun üçte birini temsil ediyordu. Dolayısıyla da 12 Eylül Cuntası karşısında takınacağı tavır oldukça belirleyiciydi.
İkincisi, Devrimci Yol, 1977–1980 sürecini örtülü ve ilan edilmemiş bir ‘içsavaş” olarak tanımlamış, bu sürece uygun olarak bir hazırlık yapmak gerektiğini ilan etmiş, bu süreçte yaşanan çatışmalarda ve cunta sonrası süreçte yüzlerce militanını yitirmiş bir hareket olmasına ve merkezi bir yürütmesi, direniş komiteleri, il, ilçe ve bölge komiteleri olan bir yapılanma olmasına rağmen, 12 Eylül 1980 Cuntası’na karşı direnmediği gibi, 12 Eylül Askeri Mahkemeleri’nde ne yaptıklarını, ne de yapmak istediklerini savunabilmiştir. Dolayısıyla da diğer örgütlerin aksine, ideolojik bir mevzi savaşı bile verememiştir.
Bu örgütün militanları dağlarda, şehirlerde ve idam sehpalarında kahramanca ölüme gidip, düşmanın yüzüne karşı amaçlarını haykırmaktan sakınmazlarken, Devrimci Yol’un yöneticileri, adeta nedamet getirircesine, kendilerinin bir ‘örgüt değil, bir dergi çevresi” olduğunu ilan etmekte bir sakınca görmemişlerdir.
Tabii ki 12 Eylül Cuntası karşısında gerek cezaevlerinde, gerekse de kırsal alanda direniş göstermiş yüzlerce Devrimci Yol militanı da vardı, ama bu direnişleri Devrimci Yol’un bir duruşu olarak mütalaa etmek doğru olmaz.
Ama şu da bir gerçektir ki, Devrimci Yol militanlarının kırsal alana çekilerek bir direniş örgütleme girişimleri, Devrimci Yol’un merkezi olarak çökertilmesinden çok sonra olmuştur. 
Dahası kırlara yöneliş, merkezi bir inisiyatifin değil, yerel inisiyatiflerin bir yönelişidir.
Ve kırlara çekilme hareketi, planlı ve merkezi bir gerilla savaşı başlatmaktan ziyade, şehirlerde tutunamamaktan kaynaklanan zorunluluktan dolayı gündeme gelmiştir. Daha sonraları bu zorunlu kırsala yönelme, merkezi bir harekete dönüştürülmek istenmiş ama dönüştürülemeden dağıtılmıştır.
Devrimci Yol, bu yazının kapsamı dışında ele alınması gereken bir fenomen olduğundan ve yalnızca siyasi değil, aynı zamanda, hatta ve hatta daha ziyade sosyal bir fenomen olduğundan, Devrimci Yol ile ilgili söylenecekleri burada noktalamak istiyoruz.
Özetleyecek olursak: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sosyalist sol, 12 Eylül Cuntası tarafından bir sürecin öznesi olarak ilan edilmiş olsa da, durum bu değildir ve sosyalist sol, 12 Eylül öncesi sürecin bir öznesi değildir. Sosyalist sol, 12 Eylül Cuntası’nı hazırlayan güçler tarafından maniple edilmiş, dolayısıyla da kendi tarihsel misyonunu oynayamamıştır.
12 Eylül sonrası ise yine aynı şekilde sosyalist sol, askeri cunta karşısında doğru bir tutum takınamamış ve bu tutumuyla cuntacıların işini, cuntacıları bile şaşırtacak ölçüde kolaylaştırmıştır.
Ama hiç değilse sosyalist sol, bütün yanlışlarına ve sınıf mücadelesi eksenli olmayan özelliğine rağmen, cezaevlerinde geliştirdiği direniş çizgisiyle ve Devrimci Yol merkezinin teslimiyetine rağmen ideolojik bir direniş hattı oluşturmuş ve hiç değilse bu alanda cuntacıları durdurmayı başarmıştır. 
Bu bakımdan 12 Mart dönemi devrimcilerinden devralınan direnişçi mirasa sahip çıkılmış ve bu miras yaşatılmıştır. Bu bakımdan sosyalist solun hakkını teslim etmek gerekiyor.

Sonsöz Yerine

Eğer sosyalist sol, gerek sınıf mücadelesi, gerek toplumun yeniden yapılandırılması, gerekse de sosyalist hareket açısından bir kırılma ve dönüm noktası olan 12 Eylül Askeri Darbesi’nin muhasebesini yapmak ve nihayetinde de bu süreci aşmak istiyorsa bunun yolu, kendisiyle hesaplaşmaktan geçmektedir.
Ne darbecilerin yargılanması ve mahkûm edilmesi, ne darbecilerin günün birinde özür dilemesi 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yol açtığı sonuçları ortadan kaldırmayacaktır. Daha doğrusu, tarihin tekerleğini geriye çevirmek mümkün olmadığından, yeniden başa dönmek mümkün değildir. Sosyalist sol, öncelikle yenildiğini kabul etmek zorundadır. Yenilgi de nihayetinde sınıf mücadelesinin bir gereğidir. Önemli olan yenilginin nedenlerini iyi kavrayabilmek, onları mahkûm edebilmek ve en nihayetinde de aşmaktır. Kendi küllerinden yeniden doğabilmenin biricik yolu budur.
Ne yazıktır ki, aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen sosyalist sol ne 12 Eylül öncesi süreçteki talihsiz tutumu, ne darbe karşısında, ne de darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine pek tartışmamaktadır. 
12 Eylül Askeri Darbesi’nin uluslararası sermaye ve sınıf mücadelesi açısından yol açtığı sonuçlar ve sosyalist solun bu süreçteki talihsiz tutumu yerine, 12 Eylül Cuntası döneminde yapılan zulüm ve bu zulüm karşısında zindanlardaki kahramanca direnişler konuşulmaktadır.
Biz bu yaklaşımın siyasi bir yaklaşım olmadığı kanaatindeyiz. Nihayetinde düşman, düşmanlığını yapmış, düşmanlığının gerektirdiği gibi davranmış ve nihayetinde de büyük ölçüde maksadına ulaşmıştır.
Maksadına ulaşamayan ve asıl yenilen ise sosyalist hareket ve sınıf mücadelesi olmuştur. Dolayısıyla da sosyalist solun yapması gereken, darbecilerin yargılanmasını talep etmek değil, kendi 12 Eylülünün bir muhasebesini yapmak ve kendisini yargılamaktır.
Aksi takdirde, tarihsel misyonu tarihin akışını değiştirmek olan sosyalist sol açısından tarih bir tekerrürden ibaret olmaktan öteye gitmeyecektir.

http://www.komunistzemin.org/yazilar/1/104/sosyalist-solun-12-eylul-1980-askeri-darbesi-oncesi-ve-sonrasi-tutumu-uzerine/

AMA DURUM HİÇTE  BURADA ANLATILDIGI GİBİ DEĞİLDİ  12 EYLÜL ÖNCESİNİ YAŞAYANLAR  FATSA OLAYLARINI  CORUMUN  HALİNİ  
KAHRAMAN  MARAŞ OLAYLARINI ( KAHRAMAN DAHİ DİYEMEDİLER  CÜMLE KURARAKEN ) MARAŞ OLAYLARI DEDİLER
HATTA BU ŞEHİRLER YAKILIP YIKILMADAN  ÖNCEDE KIZILIRMAK NEHRİ SINIR  TÜRKİYE HARİTASINI 2 YE BÖLDÜLER.. 

_ DOGU KOMİNİST SOSYALİST DEVRİMCİ TÜRKİYE..
_ BATIYA İSİM KOYMAYA BİLE TENEZZÜL ETMEDİLER..

KURTARILMIŞ  BÖLGE ADINI VERDİKLERİ YERLERDEKİ KENDİ DÜŞÜNCESİNDE OLMAYAN TÜRK HALKININ DA KAPILARINA X  İŞARETİ KOYUP 
GEÇE ATEŞE VERİP İNSANLARI ( DEVRİM YAPACAKLARYA  SOSYALİSTLER YA ÖZGÜRLÜK VE İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARI YA BU ZÜMRE )  
İÇERİDEKİLER DİRİ DİRİ YAKMA YOLUNA GİTTİLER.. DOĞUDAN BATIYA  GÖÇ BAŞLADI BU ÜLKEDE..

FATSA OLAYLARI; OKUYUNUZ..,

Terzi Fikri ve Fatsa Olayları

Mesleği terzi olduğu için "Terzi Fikri" olarak anılan Fikri Sönmez, 1979 Belediye seçimlerine Fatsa'dan solun bağımsız adayı olarak katıldı. 
Fikri Sönmez bağımsızdı ancak örgütsüz değildi. Yaşamı boyunca devrimci mücadelenin içinde oldu.

14 Ekim 1979 günü yapılan seçimde bütün adayların toplamından (!) daha fazla oy alarak belediye başkanı seçildi. 
Türkiye'de daha önce hiç denenmemiş bir örgütlenme biçimi olan halk komitelerini oluşturdu. İki ayda bir yapılan halk toplantılarıyla Fatsalıların yönetime doğrudan katılımı ve komite üyelerinin denetimi sağlandı. Böylece Fatsa'da katılımcı, denetlenen ve hesap verebilen bir yönetim anlayışı geliştirildi.

İlk olarak düzenlediği "Çamura Son'' Kampanyasıyla yıllardır süren ve 50 kişinin koleradan ölmesine neden olan sorunu halkın desteğiyle kısa sürede çözerek sokakları çamurdan temizledi. 
Ardından "Fatsa Halk Kültür Şenliği" düzenlendi. Halkın geniş katılımıyla düzenlenen şenlik, aydın ve sanatçıların Fatsa'da yaşananlara tanıklık etmesini sağladı. 
Hemen arkasından karaborsaya, kaçakçılığa ve tefeciliğe son kampanyası başlatıldı. Kararlı davranılınca karaborsa, kaçakçılık ve rüşvet kısa sürede ortadan kalktı. 
Aylardır maaş alamayan personeline eski alacaklarıyla birlikte, düzenli maaş ödenmeye başlandı. 
İçki, kumar ve kadınlara dayak atılması gibi sorunların yanı sıra kan davası, arazi anlaşmazlığı gibi sorunların çözülmesi için çalışıldı.

Bu gelişmeler birilerini çok rahatsız etmişti. Halkın sorunlarının kararlı ve yiğit önderin öncülüğünde çözülmesi hazmedilir bir şey değildi çünkü. 
Öyle ki, elliden fazla insanın öldüğü Çorum olayları sırasında Başbakan Süleyman Demirel "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın"diye açıklama yaparak Fatsa'yı hedef gösterince bütün gözler ilçeye çevrildi.

SİYASETİN EZBERİNİ BOZMUŞTU

8 Temmuz 1980 günü çok sayıda askeri birliğin sevk edildiği Fatsa'ya ertesi gün dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren kuvvet komutanlarıyla birlikte geldi. 
Büyük bir operasyon olacağı anlaşılınca Fatsa'nın AP, CHP ve MSP'li İlçe Başkanları 10 Temmuz günü ortak basın açıklaması yaptılar ve "Her yerde kan var, biz burada huzur içindeyiz. Fatsa'da komünist işgal yoktur. Halk vardır. Halkın yönetimi vardır. Fatsa'da ateş ile barut yok, böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye?" diye sordular. 
Ancak bu açıklama kâr etmedi, 12 Temmuz sabahı Fatsa'ya operasyon başladı, Fikri Sönmez halk meclisi temsilcileriyle birlikte gözaltına alındı, ağır işkenceler gördü ve 18 Temmuz'da da tutuklandı. 
Terzi Fikri yargılandığı dönemde de gerici-faşist basının hedefi oldu. Hatta şimdinin demokrasi havarisi Nazlı Ilıcak köşesinde "Fatsa'yı bir terzi parçası mı yönetecek?" diyebilme cüretini göstermişti.

Cezaevi direnişlerinin en önünde yer alan Fikri Sönmez, 14 Mayıs 1985 günü kalbine yenik düştü. 
Terzi Fikri yıllar önce siyasetin ezberini halkın örgütlü gücüyle bozmuştu.
Bence nasıl örgütleneceğiz, ne yapmalıyız sorularına cevap arayanların onu anlamaktan başka çaresi yok.

Ersoy Soydan 
Kaynak : Birgün Gazetesi


Çorum Olayları ; OKUYUNUZ

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87orum_Olaylar%C4%B1


GENEL OLARAK..,

O günlerde komunist ülkelerde gizli ajanlar tarafından cinayetler işlenmeye başlanmıştı amaçları tabiki provokasyondu.

Bu büyük iç savaş provalarından ilki belki de “Malatya Olayları” diye bilinen, Malatya’da CHP’nin 52 yıllık iktidarını yıkarak 11 Aralık 1977’de belediye başkanı seçilen Hamit Fendoğlu’nun, 17 Nisan 1978’de gelini ve torunları Bozkurt ve Mehmet ile birlikte şehit edilmesi olayıdır. Diğer olaylarda olduğu gibi “Hamido”nun da şehit edilmesi olayına bir ülkücü fail bulunması gerekiyordu. Aranan fail Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) eski genel başkanı Muharrem Şemsek’ti! 

Bugün olduğu gibi o günlerde de Türkiye başta KGB olmak üzere CIA ve MOSSAD’ın eylem ve cinayet işleme alanı haline gelmişti. Bu olay da bunların işiydi. Bu servislerin satın aldığı hainler vasıtasıyla gerçekleştirilen katliamlar toplumsal hayatımızda derin yaraların açılmasına sebep oluyordu. Muharrem Şemsek’in suçsuzluğu kısa sürede anlaşılacaktı ama karanlık kişiler amaçlarına ulaşıp, çıkan olaylarda masum insanlar hayatlarını kaybettikten sonra... 

Malatya olaylarına gelinmesindeki en büyük nedenlerden biri de ülkücülerin yaptığı büyük mitingdir. 15 Nisan 1978 tarihinde MHP’nin düzenlediği büyük mitinge iktidardaki CHP’nin her türlü olumsuzluğa, tehdit ve bütün engellemelerine rağmen çok büyük bir katılım olmuş ve Türkiye siyasi tarihindeki en büyük miting olarak tarihe geçmiştir. Hiçbir taşkınlığın ve yasadışı olayın yaşanmadığı bu yürüyüş ve mitingde yaklaşık olarak yarım milyon insan toplanmıştı. Yürüyüşe geçen kortej Cemal Gürsel meydanından Tandoğan’a saatler sonra gelebilmişti. İşte SSCB, ÇİN, ABD ve MOSSAD, CIA, KGB bundan korkuyordu… Bu kitlesel büyüme durdurulmalıydı! 

Hamido’ya gönderilen bombanın bir benzeri de üç gün evvel CHP’den istifa eden (Maraş) Pazarcık eski ilçe başkanı Memiş Özdal’a gönderilmişti. Ancak bu paket postanede patlamış ve iki posta görevlisi ölmüştü. Yapılan araştırmalar sonucu Türkiye büyük bir gerçekle yüzleşiyordu! İçişleri Bakanlığının 24 Nisan 1978 tarihinde Güvenlik Dairesi Yabancı Faaliyetler Bölümünün 10568 sayılı yazısına dayanılarak valiliklere gönderdiği yazıda Hamit Fendoğlu ve PTT memurlarının ölümüne sebep olan bombalar Almanya’da faaliyet gösteren yasadışı “Türkiye Gizli Ermenistan Kurtuluş Örgütü” tarafından imal edilerek amacına ulaşması sağlanmıştır. (Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, Cilt 3, sh, 228) 

Bunlarla yetinmeyenler bu sefer gözlerini Sivas’a çevirmişlerdi. Sivas’ta Ramazan’ın son günü (3 – 4 Eylül 1978) patlak verip bayramın birinci günü de devam eden olaylarda 10 kişi ölmüş yüzlercesi de yaralanmıştı. Burada da aynı oyun sahneye konmuş maalesef istediklerini almışlardı. Bu olayda da diğerlerinde olduğu gibi bir ülkücü fail bulunmuştu. Bu seferki fail Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu olacaktı. Ne var ki sonunda ÜGD genel başkanının suçsuzluğu anlaşılacak ve olayların arkasında İGD, TİKKO, DEV-YOL, Acilciler gibi komünist terör örgütleri çıkacaktı. 

Kısacası Türkiye’nin her yerinde cinayetler işleniyor, kurtarılmış topraklar ilan ediliyor, Kars kalesine Rus, Antep kalesine Çin bayrağı çekiliyordu… ODTÜ’de Türk bayrağı indiriliyor, istiklal marşı söylenmiyordu… Konya’da istiklal marşı okunurken yuhalanıyor, protesto etmek için bir grup yere oturuyor, meydanlarda Karl Marks, Friedrik Engels, Lenin, Stalin, Mao ve bilumum komünistlerin posterleri dolaştırılıyordu… 

İşte Türkiye’nin “manzarayı umumiyesi” buydu! 

Katliamların arkasında kim var? 

Maraş katliamı gibi büyük olayları çıkarmak kimin işine yarayabilir sorusuna cevap aramak ve bu cevabı milletimize duyurmak sağduyu sahibi herkesin görevidir. 12 Eylül öncesinde komünist fırtınanın son hızıyla estiği günlerde meydana gelen gerek toplumsal ve gerekse kişisel katliamlarda bu olayları kimin teşvik edip tasarladığını ve uygulamaya koyduğunu merak edenlere şu basit cevabı verebiliriz! 

Yapılan katliamlar kime menfaat sağlıyorsa ve işlenen cinayetlerde kullanılan yöntem kime ait ise bu işleri onlar yapmıştır! O hâlde Türkiye gibi bir ülkede bunları kimler yaptırabilir? Bu yöntemler kimin yöntemleridir? 

Türkiye’deki toplu katliamların ve siyasî cinayetlerin arkasında SSCB’yi görmekteyiz. Toplu katliamları ve siyasî cinayetleri bir yöntem olarak kullanan SSCB bu yöntemle hem düşman kabul ettiği muhaliflerini ortadan kaldırır ve hem de iç savaş aşamasından sonra işgale başlar. Komünizmi ve komünistleri deşifre ederek milletini uyanık olmaya davet eden kişi, kurum, dernek, parti ve sendika gibi sivil toplum teşkilatlarının Rus ve Çin hükümetleri tarafından kurdurulan veya beslenen ya da desteklenen komünist örgütlerce yok edilmeleri sağlanır. 

Çarlık Rusya’sından komünist Rusya’ya kadar bütün Rus yönetimleri İstanbul’u ve boğazları ele geçirmeyi millî bir politika olarak kabul etmiştir. Rus milli politikası içinde Kars, Ağrı ve Ardahan özel önem taşımaktadır. Onlara göre buralar ele geçirilmeli ve Türkler Anadolu’dan sökülüp atılmalıdır. 

Türkiye üzerinde çok büyük politikaları olan Rusya bu amaçla beynelmilel komünizmin de yardımıyla yüzlerce örgüt kurdurmuş bunlara para, silâh, mühimmat, teknoloji ve beyin gücü yardımı yapmıştır. Genellikle yasadışı yöntemleri kabul eden Rusya ihtilalciliği bir yöntem olarak benimsemiştir. Ayrıca Ernesto Che Guevara, Carlos Marighella, Alberto Baya gibi Latin Amerika ve Ho Şi Minh gibi Vietnam gerillacılığını da Türkiye’de kullananlar olmuştur. Başta romantik (komünist ve) maceraperestler arasında taraftar bulan komünizm daha sonra pembe romantizmden, kanlı kızıl komünizme dönüşüyordu. Bu andan itibaren Türkiye’de toplu ve kişisel siyasi cinayetlerin arkasında Rusya, Çin, Arnavutluk ve Bulgaristan gibi komünist blok ülkelerini ve DEV-GENÇ, THKO, THKP-C, DEV-YOL, DEV-SOL, POL-DER, PKK ve DHKP-C vs. vs. gibi çeteleri görüyoruz. 

Türkiye’nin millî politikaları, Rus millî politikaları ile devamlı çatışmıştır. Başta Atatürk olmak üzere hiçbir Türk hükümeti Rusya’ya onların istediği kadar taviz vermemiştir. Bu yüzden Rusya kendi nüfuzu altına alamadığı Türkiye’nin hem İslâm ülkeleri ve hem de batı ile iyi ilişkiler geliştirmesine mani olmak için Türkiye’de bir kamuoyu oluşturmuş ve mitingler düzenletmiştir. Türkiye’nin istiklâlini koruma ve kendi kaderini çizebilme isteğine hiçbir zaman saygı duymamış ve sürekli olarak Türkiye’yi bulunduğu pakt ve ittifaklardan koparmak istemiştir. Bunu yaparken de ortada kalacak olan Türkiye’yi nüfuzu altına alarak zamanı gelince işgal etmeyi hedeflemiştir. Bu amaçla Türkiye içindeki milliyetçi fikirlere acımasızca saldırmış, bu akımın tek ve gerçek temsilcisi olan ülkücüleri hayvanî yöntemlerle katletmişlerdir. 

Suikast ve siyasî cinayetlerin yanı sıra kitlesel katliamlara da başvuran komünistler 1917’den beri uyguladıkları “devrimci şiddeti” Türkiye’de de uygulamışlardır. Rus ihtilâli adını verdikleri katliamları ile ve Çin’in yaptığı gibi ırk, cins, yaş ve din ayrımı gözetmeksizin herkesi öldürdüler. Bu katliamlarda ise hep aynı yöntemi kullandılar. Başta Ermenilerin 1915 – 1919 yılları arasında Türklere uyguladığı yöntemler olmak üzere; Rus, Çin, Kamboçya, Kuzey Kore ve diğer komünist ülkelerin uyguladığı yöntemler Türkiye’de Malatya, Sivas, Maraş, Çorum ve diğer illerde uygulandı. Öldürmek istediklerine her türlü işkenceyi yapan komünistler özellikle Kahramanmaraş’ta büyük vahşet yaşatmışlardır. İşkence ederek öldürme ya da öldürdükten sonra işkence etme bunların en belirgin özellikleridir. Ümraniye, 1 Mayıs mahallesinde işkence edilerek öldürülen 5 ülkücü işçi buna en zalimce örnektir. Keza 1915-1919 yılları arasında Ermenilerin Türklere yaptığı zulmün tarifi imkânsızdır. Aynı yöntemleri Maraş’ta 1978’de de kullanmışlardır. Bu yöntemler ayrıca Yahudiler tarafından da sıklıkla kullanılmış ve halen kullanılmaktadır. 

Zaten Türk milletinin mayasında işkence ederek öldürme diye bir şey yoktur. Türkler tarihin hiçbir anında öldürdüğü insanların karnını deşmemiş, gözünü oymamış veya tecavüz etmemiştir. Ancak bu yöntemler ne yazık ki komünizm ve komünistler arasında bir yöntem, baskı ve yıldırma amaçlı olarak kullanılmıştır. Bu yöntemleri gerek Kurtuluş savaşında ve gerekse Kıbrıs savaşında Yunan ve Rumların da kullandığını biliyoruz. Aynı yöntemleri PKK adlı cinayet şebekesi de kullanmıştır. 

Bunun bir başka örneğini ise 1978 yılında Maraş’ta yaşadık. Ne yazık ki “Alevi-Sünni çatışması” gibi gösterilen ancak Rus, Ermeni, komünist çeteler ve diğer emperyalist devletlerin ortak yapımı olan bu katliamın üzerindeki sır perdesini kaldırıyoruz. 

Bu olay da tıpkı “Deniz Gezmiş ve arkadaşları” gibi milletimize yalan ve yanlış bilgilerle aktarılmış, bunun sonucu olarak ise ülkücüler suçlanmaya çalışılmıştır. 

Güneş Ne Zaman Doğacak! 

Maraş olayları “Çiçek sinemasının” bombalanmasından sonra başlamıştır. Ama yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi öncesinde gelişen olayları görmezden gelemeyiz… 

Evvela Güneş Ne Zaman Doğacak adlı filmin içeriğine bakmakta fayda vardır. Benim de (tarihini pek hatırlayamadığım büyük bir ihtimalle 1979’da) seyrettiğim bu film o günlerde iyice kuduran komünist teröristlerin değil bütün solcuların tepkisine sebep olmuştu. Hiç unutmuyorum Tirebolu’da annem, babam ve ben ailece gitmiştik. Renk Sinemasında oynuyordu… 

Film, komünizmin bütün pisliğini o günkü film teknolojisi, senaryosu, oyuncuları ile gözler önüne seriyordu. Dolayısıyla bu filmden Türk Milliyetçilerinin gocunacağı hiçbir şey yoktu. Aksine komünistlerin ve solcuların alınacağı, utanacağı pek çok şey vardı. Çünkü filmin konusu 1940’lı yılların Türk yetkililerince Ruslara teslim edilen ve bunlar daha Türk topraklarından Rus topraklarına adımlarını dahi atmadan 1940’lı yılların yöneticilerinin gözü önünde kurşunlanarak öldürülen soydaşlarımızın hayatını anlatıyordu. 1940’lı yıllarda ise Türkiye’de CHP iktidarda idi. İşte sırf bu yüzden CHP’liler tepki göstermiş olabilirler. Komünistlerin tepkisi ise o iğrenç ve insanlık dışı yüzlerinin açığa çıkmasındandır. 

Bu film hakikaten büyük gürültü koparmıştı. Filmin yönetmen asistanı İsmail Güneş’e göre bu olayların arkasında SSCB ve KGB var! İsmail Güneş filmi çekerken başlarına gelenlerin pişmiş tavuğun başına gelmediğini iddia ediyordu. Buna göre ekip film daha çekim aşamasında iken Rus konsolosluğunda görevliler tarafından çekilmemesi konusunda nazikçe uyarılmışlar. Çekime devam eden ekibe saldırılar olmuş, stüdyo basılmış. Saldırılar bunlarla bitmemiş. Filmin negatiflerinin yıkandığı Lale stüdyosu üç kişi tarafından basılmış, üzerinde adı yazılı olması gereken filmi arayan komünistler kutunun üzerinde başka bir ad yazıldığı için muratlarına eremeden oradan uzaklaşmışlar. 

Filmi Rus konsolosluğundaki görevliler ve onların tetikçilerinden kurtaran ekibin karşısına bu sefer de “sansür kurulu” çıkmış. Ancak sansür meselesi de filmin kadın başrol oyuncusu Oya Aydoğan’ın CHP senatörü bir yakını sayesinde aşılmış. Aslında film Maraş’tan önce Karagümrük ve Beşiktaş’ta gösterildiği sinemalarda saldırıya uğramış. 

İsmail Güneş o kadar iddialı konuşuyor ki ona hak vermemek elde değil. Ona göre “bu iş ne sağ sol ne de Alevi Sünni çatışması değildi.” Sovyetler bu filmi oynatmamak için elinden geleni yapmış ve bunda kısmen başarılı olmuştur. 

Çiçek sineması bombalanıyor. 

İşte bu film bütün Türkiye’de olduğu gibi Maraş’ta da halkın yoğun ilgisi ile karşılaşıyordu. Bu ilgi solu ve POL-DER’i tedirgin etmişti. POL-DER’li polisler bu ilgiyi dağıtmak için tehditlere başvuruyorlardı. “Bu arada sinemayı telefonla arayıp filmin oynatılması durdurulmazsa sinemanın bombalanacağı yönünde tehditler gelmeye başlıyor. Emniyet de bu yönde baskıyı artırıyordu.” (Ökkeş Kenger, Kahramanmaraş Olaylarının Perde Arkası, sh, 56) Bu tehditler ne sinema sahiplerini, ne ülkücüleri ve ne de Maraşlıyı yıldırmamıştı. 

En sonunda komünist çetelerin istediği oluyor ve 19 Aralık gecesi Çiçek sineması bombalanıyordu. Bunun sonrasında 7 kişi çeşitli yerlerinden yaralanarak hastanelerde tedavi altına alınıyordu. Bu arada olan olayları muhabiri olduğu Hergün Gazetesi ve Genç Arkadaş dergisine haber vermek için PTT’ye telefon etmeye koşan bir kişi daha sonra olayların 1 nolu sanığı olarak gözaltına alınacak ve binlerce ülkücü gibi o da işkenceye ve iftiraya maruz kalacaktı. Bu kişi Ökkeş Kenger’den başkası değildi. Ancak herkes Ökkeş Kenger’i olayları başta Ankara olmak üzere Türkiye’ye ilk duyuran kişi olarak bilir. Bu yıllarca böyle bilinmiştir. Fakat işin doğrusu hiç de öyle değildir. Teori Dergisinin 38.sayısında yazdığına göre bu görevi de (!) Aydınlıkçılar yerine getirmiştir. Teori dergisinde şu iddialara yer verilmektedir: 

“O zamanki Ecevit iktidarı katliamın başladığını partimizden (TİİKP) öğrendi... Parti daha ilk andan itibaren özel bir basın bürosu oluşturup neredeyse saat başı çıkardığı bildirilerle gerçekleri halka ve dünyaya duyurdu.” (Teori, TİİKP Bilançosu, Şubat 1993 sayı, 38, sh, 19) 

Filmin oynadığı sinemadan gelen müthiş bir patlama sesi ile dışarı çıkan ilk kişinin şüpheli davranışları etrafındaki vatandaşların gözünden kaçmıyor ve yakalanarak polise teslim ediliyordu. İlerde kendisinden CHP militanı diye bahsedilecek vali olmasına rağmen Tahsin Soylu’nun konu ile ilgili şu açıklaması her şeyi bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.“Sinemada Güneş Ne Zaman Doğacak adlı bir film oynuyordu. Ben filmi görmedim. Ama komünizmi yeren bir filmmiş. Sinemaya bomba atılması olayı ile ilgili olarak Pazarcık ilçesinin Demirciler köyünden sol görüşlü Salman Ilıksoy adındaki bir şahıs yakalandı ve tutuklandı.” 

İrfan Özaydınlı: Olayları solcular başlattı! 

Buna benzer bir açıklamayı da zamanın CHP’li içişleri bakanı İrfan Özaydınlı yapmıştır. Bakan İrfan Özaydınlı “olayları solcular başlattı” dediği için görevden alınıyordu. Görüldüğü gibi Maraş’ın ve Türkiye’de asayişin en yetkilileri olan Maraş valisi Tahsin Soylu ve içişleri bakanı İrfan Özaydınlı MHP’yi ve ülkücüleri olayın en başından aklamış oluyorlardı. Fakat Ecevit CHP grup toplantısında yine kışkırtıcı bir konuşma yaparak âdeta olayları solun başlattığı yönünde açıklama yapan vali ve içişleri bakanına gözdağı veriyordu. Bunun üzerine Salman Ilıksoy serbest bırakılıyor ve bütün oklar Ökkeş Kenger, ÜGD ve MHP üzerine çevriliyordu. Ecevit katliamlar başladığı zaman yaptığı tarihî grup toplantısında şunları söylemiştir. “...Nihayet K. Maraş’ta soykırım oldu; katliam oldu... Kendilerini milliyetçi gibi göstermeye kalkışanlar bunu yapmaya çalıştılar... Bunlar milliyetçi olamazlar.” İşte Ecevit bu defa çok haklıydı. Çünkü bu katliamı yapanlar, ilerde anlaşılacağı gibi solun her çeşidi, komünist ve Ermenilerdi, ülkücüler değil! 

20 Aralık gecesi yani Çiçek sinemasının bombalanmasından bir gün sonra solcuların gittiği Akın kıraathanesi de bombalanıyordu. Akın kıraathanesinin bu olay için seçilmesindeki yegâne sebep bir gece önceki sinema bombalanması olayının intikamının alındığı havasını yaymaktı. Nitekim bu gayeye ulaşıyor ve solcuların gittiği Akın kıraathanesine atılan bombadan aradıklarını bulamayan ve ortamı daha da gerginleştirmek isteyenler tarafından 21 Aralık günü Endüstri Meslek Lisesi öğretmenlerinden sol görüşlü Mustafa Onbaşıoğlu ve Hacı Çolak okulun önünde öldürülüyorlardı. 

Çiçek Sinemasının ve Akın kıraathanesinin bombalanması ve iki öğretmenin öldürülmesi eylemlerini DEV-SAVAŞ adlı terör örgütünün gerçekleştirdiği daha sonra yapılan mahkemelerde ortaya çıkarılmıştır. Görüldüğü gibi komünistlerin safha safha uygulamaya koydukları bu planlar ile MHP’nin, ÜGD’nin ve Türk milliyetçilerinin hiçbir alâkası yoktur. Gerçekler böyle olmasına rağmen her olaya bir ülkücü sanık bulmakla görevli POL-DER ve basın hemen harekete geçerek failleri ülkücülerin arasında aramaya başlıyorlar. Bu tezgâhı kurmak hiç de zor olmuyordu. Nasıl olsa bombalanan kıraathane solcuların, öldürülen öğretmenler de solcular idi. O yüzden maya hemen tutmuş ve Maraş’ta olağanüstü olaylar yaşanmaya başlanmıştı. Ertesi gün yani 22 Aralık günü öğretmenlerin cenazeleri kaldırılacak ve cenazede bazı eylemler yapılacaktı. Bu kararların alındığı toplantılara hem öğretmenleri öldüren hem de bombalama eylemlerini gerçekleştiren DEV-SAVAŞ yetkilileri ile ileride Maraş davasında yargılanıp idam cezası alacak olan ve arkadaşı Adil Ovalıoğlu’nu öldürmekten sanık sandık cinayeti zanlısı, Ermeni Gabris Altınoğlu da katılıyordu. Bu toplantılarda alınan kararlar gereği, gerekirse silâh kullanmak bile serbestti. 

Vali Tahsin Soylu: Solcular sağcılara saldırabilir! 

Aynı akşam Vali Tahsin Soylu nasıl olduysa Gaziantep Zırhlı Birlik Komutanına yazdığı yazıda “K.Maraş’ta cenaze törenini bahane eden solcular, çok kuvvetli yandaşlarıyla, sağ görüşlü kişi ve kuruluşlara saldırabilirler. Bu yüzden olaya müdahale edebilmek için kuvvet bulundurulmasını istiyorum”diyordu. 

Bütün bunlar olurken aynı vali Tahsin Soylu bu sefer “İçişleri bakanlığı, şereflerine lâyık bir tören yapılmasını istiyor” diyerek herkesin cenazeye katılmasını teşvik ediyor, okullar ve devlet daireleri tatil ediliyordu. Daha önce TÖB-DER ve Yürükselim mahallesinde beş örgüt tarafından (TÖB-DER, TKP/ML-DHB, TDKP/HK, DEV-SAVAŞ ve TİKP) alınan karar gereğince plan uygulanıyor, iki öğretmeni öldüren DEV-SAVAŞ cenaze töreninin hazırlıklarında da başı çekiyordu.” Marksist-Leninist bölücü terör örgütleriyle Marksist-Maoist bölücü terör örgütleri kendi yandaşlarınca öldürülen öğretmenlere görkemli (!) bir cenaze töreni düzenlemek için aralarındaki çekişmeyi bir süreliğine rafa kaldırmışlardı. Yıllardır milliyetçi muhafazakâr yapısı nedeni ile bir türlü sızamadıkları Maraş’ta kendilerinin ispatını ancak bu yolla yapabileceklerine inanıyorlardı. Üstelik kan içicilerin kanla yazılır dedikleri devrimin ilk ayağını da burası oluşturuyordu. 

Okulların ve devlet dairelerinin tatil edilmesinin ardından komünist katiller çarşıları dolaşarak bütün esnafı dükkân kapatmaya zorluyorlardı. Bundaki amaç mümkün olabildiğince kalabalık toplamaktı. Böyle gergin bir ortamda morgdan alınan cenazeler, cenaze namazı (!) için Ulu cami’ye doğru yola çıkarılmışlardı. Tarihler 22 Aralık 1978 cuma gününü işaret ediyordu! 

Adı geçen öğretmenlerin cenazesinin kalkacağı gün çeşitli yollarla halkı Ulu Cami’ye toplamayı sürdüren komünistler, tahriklerine olanca hızı ile devam ediyorlardı. Hatta o kadar ileri gidiyorlardı ki, duyan kulaklarına inanamıyordu. Ama ne yazık ki komünistler “Maraş müftüsünün resmî araçla kentte dolaşıp halkı (Alevilere karşı) kışkırttığı” (Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, sh, 97) dedikodusunu yayarak Ulu cami etrafında binlerce kişinin toplanmasını sağlıyorlardı. Bu söylentileri Hürriyet gazetesi okuyucularına şöyle duyuruyordu: “Saldırganlara dinamit lokumu ve silah dağıtıldı. Adını açıklamayı sakıncalı bulan bir yetkili, Maraş müftüsünün resmi araçlarla kenti dolaştığını ve halkı kışkırtıcı konuşmalar yaptığını, olayların bundan sonra başladığını öne sürdü” (Hürriyet Gazetesi, 26.12.1978) 

Bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sayılır… (!) 

Bu arada akıllara durgunluk veren bir iddia daha ortaya atılıyordu. Aynı gün “Bağlarbaşı imamı Mustafa Yıldız Cuma namazında (22.12.1978) oruç ve namazla hacı olunmaz, bir Alevî öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır diye vaaz verdiği” (Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, sh, 150) dedikodusu yayılır. Artık ok yaydan çıkmış, herkes her söylenene inanır hale gelmişti… Zaten istenilen de buydu... 

Ulu cami Maraş tarihinde çok önemli bir yer işgal etmektedir. Ayrıca Maraş’ın en büyük camisidir. İşte komünist militanlar yapacakları katliamın mümkün olduğunca büyük olması için özellikle Cuma günleri tıklım tıklım olan Ulu cami’ye bu yüzden cenazelerini getirmek istemişlerdir. Aslında maksat tabii ki cenaze namazı kılarak dini vecibelerini yerine getirmek değildi. Bu arada yeri gelmişken şunu da belirtmekte fayda var: Türk solu tıpkı ağa babaları Lenin. Stalin. Mao. Rusya, Çin, Enver Hoca, Tito v.s. gibi din düşmanıdır. Üstelik “…Sünni İslâm düşmanı” (Mahmut Çetin, Perinçek ve Aydınlık Hareketi, sh, 268) 

Oradaki hain ve sinsi plan Cuma namazını kılanları tahrik ederek öldürebildiklerini hemen orada katletmekti. Bu arada cenazeleri alan topluluk önlerine çıkan her şeyi tahrip ederek Ulu cami önüne geldiler. Bütün bu azgınlığın arkasından gelecekleri sezen Maraşlılar da Cuma namazından çıkanlarla beraber Ulu cami önünde toplanmaya başladılar. Karşılıklı slogan atmalar ve komünistlerin Peygamberimize (S.A.V) hakaret etmeleri ise sinirleri iyice gerdi. İşte “bu anda polisten (POL-DER) ve kortejde bulunan militanlardan topluluğun üzerine ateş edenler oluyordu.” Tabii provokatörler de (kışkırtıcı) boş durmayarak halkın galeyana gelmesine yardım ediyorlardı. 

Cenazeleri bırakıp kaçıyorlar. 

Kan temeline oturtulan devrimin ilk kıvılcımı sayılabilecek Maraş olaylarının patlak verdiği gün bir başka kıvılcım da Elbistan’da çakılmıştı. Bir CHP senatörü olan Hilmi Soydan o tarihlerde ülkenin istikbalini MHP’de gördüğünden partisi CHP’den ayrılıp MHP yetkililerine “artık MHP’de siyaset yapacağını” söylemişti. Senatör Hilmi Soydan TÖB-DER’de yapılan hain plan sonrasında DEV-SOL militanı Ali Sarıaslan tarafından katlediliyordu. Bu cinayetle olayların boyutunu ve alanını genişletmeyi uman katiller Hilmi Soydan’dan başka MHP ilçe başkanı, ÜOD başkanı ve Ülkü-Bir başkanını da öldürmeyi planladıklarını daha sonra itiraf edeceklerdi. 

Ulu cami’de karşılıklı slogan ve taş atmalardan sonra Maraşlıların kararlı tutumları karşısında militanlar cenazelerini de bırakarak burayı terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu konuyla ilgili Avukat Selahattin Aydın 30.06.1980 tarihinde Adana 1 nolu sıkıyönetim mahkemesinde şöyle demiştir.(Kaçan teröristleri kastederek) “Bir kısmı da askerî araçlarla olay yerinden uzaklaştırılmış... Hastane civarında askeri bir cemseden militanlarca açılan ateş sonucu Cemil Karadutlu adında sağ görüşlü bir genç vurularak öldürülmüş... Bu grup içinde bulunan DİSK bölge temsilcisi solcu Mehmet Taşkesen topluluğu silahla tarıyor ve bir vatandaşı ağır yaralıyor... Aynı gün akşam, Yürükselim mahallesinde Memili Bakıca ve Hamza Yıldız isimli sağ görüşlü gençleri öldürüyorlar...” 

22 Aralık Cuma günü ve akşam öldürülen üç kişinin cenazeleri 23 Aralık günü defnedilecektir. Cenazeye bütün Maraşlı katılarak bir kez daha sola geçit ve taviz vermeyeceğini gösteriyordu. Geceden Yürükselim mahallesinde askerlerin tedbir aldığını gören Maraş sakinleri hiçbir şeyden habersiz hastanenin olduğu yere doğru ilerliyordu. Bu duygu ve düşüncelerle öldürülen gençlere duyulan acılar ve katillere duyulan kin ile yoğrulan bedenlerin üzerine bir anda mermi yağıyordu. Geceden kurulduğu belli olan bu tuzağın içine düşenlerden ilk anda 30 kişi hayatını kaybediyordu. İlk tetiğin çekilmesinden hemen sonra diğer mahallelerde de katliam başlıyordu. Komünist teröristlerin daha önce seyyar satıcı ve milli piyango satıcısı kılığında Maraş'a soktuğu katiller yine daha önce hazırladıkları silâhlarla sağcı-solcu, alevi-Sünni ayrımı yapmadan katliamı sürdürdüler. Bastıkları evlerde hiçbir ayrım yapmadan çocukları, kadınları, yaşlıları bile öldürdüler. Üstelik bununla da yetinmeyip evleri ateşe verdiler. Savunmasız gördükleri her şeyi leş yiyici sırtlan sürüsü gibi talan ediyorlardı. Katliamlar yapan komünistlerin bu görevi 25 Aralık 1978 tarihine kadar sürüyordu. 26 Aralık günü olayın gerçekleri herkes tarafından görülüyordu. Resmî açıklamalara göre 111 ölü ve yüzlerce yaralı vardı. 

Sivil otoritenin kasıtlı tutumları sonucu askerî birlikler olaya çok geç müdahale etmiş ve cinayetlerin artmasına neden olmuştur. Güvenlik güçlerinin geç gelişi komünistlerin işine yaramıştır. Bu konuda “olayları solcular başlattı” dediği için istifa ettirilen içişleri bakanı İrfan Özaydınlı’nın yerine gelen Hasan Fehmi Güneş bakın ne diyor! 

Bundan iki yıl önce “78’liler Federasyonu” tarafından düzenlenen “Maraş Katliamı ve Gerçekler” konulu panelde konuşan Hasan Fehmi Güneş, “dönemin hükümetinin katliamı önleyebilecek güce sahip olduğunu” iddia etti. Güneş, “ciddi bir devlette böylesi katliamların engellenmesinin mümkün olduğunu, hükümetin ‘kötü yönetimi nedeniyle’ katliamın durdurulamadığını” söyledi. “Ben de hükümetin üyesiydim. Maraş’ta bu tür hareketlerin olacağı sinyalleri geliyordu” diyen Güneş, olaylarda hükümetin sorumluluğu olduğunu itiraf ediyordu. 

Sadece Maraş’ta çıkan olaylarda birkaç gün içinde yüzden fazla insanın ölümüne rağmen Ecevit, kendi dönemlerinin barış ve kardeşlik dönemi olduğunu iddia etmiştir. 

“Yapılan yargılamalar neticesinde MHP ve diğer ülkücü kuruluşlar hakkında suç duyuruları reddedildi.” (Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, sh, 156) Ancak Ecevit hükümetinin ve POL-DER’li polislerin bütün oyunlarına rağmen adalet karşında hesap veren MHP ve ülkücü kuruluşların beraat etmesine karşılık, başta Garbis Altınoğlu olmak üzere pek çok komünist yargılanmış ve suçlu bulunmuşlardır. Adı geçen Ermeni katil Garbis Altınoğlu Türk milletine hem Ermeni ve hem de komünist kişiliğiyle yaptığı bütün kötülüklerin cezasını Maraş katliamının bir numaralı sanığı, tertipçisi, teşvikçisi ve uygulayıcısı olduğu gerekçesiyle yargılandığı mahkemece suçlu bulunmuş ve idama mahkûm edilmiştir.


“Yahudiler mi dediniz? Onlar, Yumurtalarını pişirmek için. Dünyayı ateşe vermekten Çekinmeyen. Lanetlilerdir...”
Necip Fazıl Kısakürek 

http://www.siyasiforum.net/viewtopic.php?f=7&t=6958



******************


SİYASAL KİRLİLİKTEN TEMİZ TOPLUMA

 DOÇ. DR. AHMET ÖZER

         Bu gün karşı karşıya olduğumuz soygun ve talan düzeninin teşhiri sadece bugünü değil yarını da ilgilendiriyor. Çünkü siyasetin geleceği de bu durumu belirleyecek ve etkileyecektir.

Muhtemelen ya bu kirliliğe bulaşan (ve yıllardır hükmünü sürdüren) siyasi kadrolar tasfiye olacak ya da daha da güçlenerek tüm sistemi ele geçireceklerdir. Çünkü durum siyasetle yakından ilişkilidir. Bu kadroların tasfiyesi ya da daha da yerleşmesi sonuçta bir sistem sorunudur. Sistemi değiştirmeden bu düzeni değiştirmek mümkün değildir.

         Türkiye’de kirlenmeye neden olan unsurların başında siyaset yapma tarzı yer almaktadır. Çünkü devlet, siyaseti bir meslek haline getirmiş olanlar için yönetilmesi gereken bir aygıt olarak görmekten çok paylaşılması gereken bir ganimet olarak  görülüyor. Siyasi iktidara talip olan siyasi elit bu ganimete ulaşmak için büyük çaba ve para harcıyor. Söz konusu siyasi elitin peşinden gidenler de çoğunlukla  bu ganimetten pay alma güdüsü ile hareket ediyorlar. “Bal tutan parmağını yalar.”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz.”  deyimleri bu durumun halk arasında ne kadar yaygın hale geldiğini gösteriyor. Bu kısır döngü, çift ahlaka dayanan ikili bir yönetim tarzını ortaya çıkarıyor. Bir yanda kitaplarda yazılı olan, mitinglerde, demeçlerde savunulan sözde ve teoride savunulan yönetim anlayışı; öte tarafta bankaların soyulduğu, vurgun ve talanın yürürlükte olduğu bir sistem pratikte gelişmeye devam ediyor. Bir yandan herkesin yararına ‘tümü’ ve ‘geneli’ sürekli vurgulayan formel devlet anlayışı, öte taraftan bu soygunun yoksullaştırdığı halk kitleleri yer alıyor. Bir yanda yapanın yanına kar kaldığı siyaset şemsiyeli bürokratik devlet anlayışı, öte tarafta programlarında yer alan ama bir türlü işlemeyen, işletilemeyen şeffaf demokratik devlet özlemi yer alıyor. Asıl sorun da bu ikili, riyakar ilişki ve işleyişin yarattığı yeni tarz yaşama biçiminde ve bu uçurumun yaratığı girdapta yatıyor. Ve kangren yapı, kamu kaynaklarını yutan korroprasi bilindiği halde -belki bilerek- bir türlü düzeltil(e)miyor.

         Bu gün bazı bankaların içini boşaltarak soyanların adalet önüne çıkarılmasının halkta yaratmış olduğu infial ve destek bu uçurumun boyutlarını gösteriyor. Bir taraftan toplumda temiz siyaset arzusu yükselirken, öte taraftan eğer sürece diğerleri gibi sonuç vermezse ve toplumun bu konuda adalet talepleri yerine getirilmezse soygun düzeni bir kez daha kesintisiz sürmeye devam edecektir. Unutulmamalıdır ki temiz topluma giden yol temiz siyasetten geçiyor. Gelinen noktada Türkiye’nin her zamankinden çok temiz siyasete ihtiyacı vardır. Siyasi partiler bu ihtiyacı karşıladıkları oranda halk desteğini güçlü bir biçimde alabilecek, böylece de güçlendikleri oranda politikalarını uygulama fırsatını elde edeceklerdir. Ancak bu hemen olacak bir iş değil. Böyle bir sonuca ulaşmak için atılması gereken adımlar vardır.

•Her şeyden önce sistem yeniden yapılanmalıdır. Mevcut sistem tıkanmıştır. Artık işlememekte veya kötü işlemektedir. Toplum bu bozuk düzene, eskimiş kurumlara ve işlemeyen sisteme karşı değişim istiyor. Ancak değişim, demokratikleşme ve şeffaf yönetim bazı kesimlerin (bu soygun düzeninden pay alanların) işine gelmediğinden ayak diremekte ve engellemektedirler. Bu oyunu bozmak gerekir. “Kral çıplak!” demenin vakti gelmiş ve hatta geçmektedir de. Artık örgütlü bir siyasal gücün halkın sesi olarak bunu gür bir biçimde haykırması gerekiyor.

•İkincisi, mafya, siyaset ve devlet ilişkileri açığa çıkarılmalı, bu ilişki ağını kuran bürokratlar teşhir edilerek adalet önüne çıkarılmalıdır.  Adalet sistemi herkese eşit ve adil uygulanan, hızlı işleyen bir yapıya kavuşturulmalıdır. Çünkü adaletin işlemediği ya da geç işlediği yerde mafya doldurmaktadır. Bu da ona rant, güç hatta prestij kazandırmaktadır.

•Üçüncüsü, devleti ve toplumu dipten saran ve kemiren ağa karşılık, üstte ise hamaset nutukları ile toplumu oyalayan ve uyutan siyaset mekanizması ve onun aktörleri teşhir edilmelidir. Bu bağlamda “örgüt-lider-delege-milletvekili oligarşisi” içinde “yağmacı kültürün taşıyıcısı” haline gelmiş olan siyaset yapma tarzına son verilmelidir. Kuşkusuz buna en iyi son verecek güç kamuoyunun baskısı ve halkın oyudur.

•Dördüncü olarak, lider sultasına son verilmeli, parti içi demokrasi, örgüt, kadro, tüzük ve programlar buna göre düzenlenmelidir. Adaylar seçimde yapacakları dev harcamaların kaynağını açıklamalı, seçilmişleri izleme ve denetleme kurulları yaygınlaştırılmalı, bu kriterlere uymayan seçilmişleri “geri çekme” sistemi ile görevine son verme mekanizması geliştirilmelidir. Unutulmamalıdır ki kendisi demokratik olmayan bir parti ülkeye demokrasi getiremez ve kendisi temiz olmayan siyasal kadrolar temiz toplumun yolunu açamazlar.

•Son olarak (bu yazımın sınırları içinde) şu söylenebilir: Devlet yapılanması içinde KİT’lerin ve kamu bankalarının siyasi kirliliği cazip hale getiren konumları değiştirilmelidir. Siyasi iktidarlar genellikle kamuya ait  olması gereken kaynakları kendi kişisel çıkarları için kullanmakta veya eşe-dosta ve siyasi bağımlılarına peşkeş çekmektedir. Ve bunu yapanlar adeta ödüllendirilircesine  tekrar seçilmekte ve daha üst görevlere gelebilmektedirler. Çünkü sistem kirliliği teşvik eden bir yapı kazanmıştır. Hal böyle olunca tek tek dürüst insanlarla sonuca gidilemez. Çünkü birini değiştirirseniz sistem diğerini yaratıyor. O halde soruna sistemle başlamak gerekiyor. Bunun için de önce anayasa değişikliğinden başlanmalı ve acilen siyasi partiler yasası değiştirilerek adil ve demokratik hale getirilmelidir. Ondan sonra ortaya çıkacak bir siyasal irade, cesur ve hür biçimde sorunun üzerine giderek yukarıdaki değişiklikleri gerçekleştirebilir.

http://www.angelfire.com/oz/sosyo/temiztoplum.htm


...

NOT; 

FARKLI BİR HABER..

ÖZALIN YALAN HABERLERİNİ YAYINLAMAKTAN BIKTIM

http://www.gecmisgazete.com/haber/4-yildir-tv-ozal-in-yalanlarini-okumaktan-biktim

http://www.angelfire.com/oz/sosyo/siyasaliktidar.htm


ŞAHSİ ÖZEL NOTUM VE GÖRÜŞÜM..



BENİM YAŞADIKLARIM VE 12 EYLÜL  ÖNCESİ  SONRASI..;

 12  EYLÜL  ABD  EMRİYLE OLMAMIŞTIR..
     < ABD NİN EMRİ DEĞİL YAZDIKLARIMI OKURSANIZ HAK VERİRSİNİZ..SANIRIM,.. ÜLKE OLARAK '' SEN KENDİ SORUNUNU KENDİN ÇÖZEMEZ İSEN BİRİLERİ GELİR KENDİ CIKARLARINIDA DÜŞÜNEREK SORUNUNU ÇÖZER '' BAŞINADA ASKERİNİ  DİKER GİDER..  

BİR ÜLKEDE 3 AYDA BİR 4 AYDA BİR HÜKÜMET KURULUR İSTİFA ETTİRİLİR Mİ? HEMDE KOALİSYON SİYASİLER KENDİLERİ  GEÇİNEMİYOR Kİ SOKAKTA HALK BİRİ BİRİYLE GEÇİNSİN.? 

YA MECLİS 117 TUR CUMHUR BAŞKANINI SEÇEMEMİŞ BAŞSIZ DEVLET YİNE 
AYAKTA İYİ DURDU BU HALKIN SABRI YÜZÜNDEN.. EKENOMİK ANBARGODA CABASI BU MİLLET İLAÇ BENZİN BULAMADI BU ÜLKEDE..
KENDİ KENDİNİ BESLEYEN 7 ÜLKEDEN BİRİYDİK 3 SENTE MUHTAÇ ETTİLER BİZİ.. >

< Bırakın YANAN  YAKILAN Şehirleri Kasabaları Mahallerde 
Caddeler Sokaklar bölünmüş ( KURTARILMIŞ BÖLGE İLAN EDİLMİŞTİ ) diğer cadde deki akrabana ziyarete gidemiyordun sağ bölge sokagı.., 
sol bölge caddesi bacak kadar bebeler ellerinde silah kime gidiyorsun kimin nesisin filancayı tanıyormusun nesi oluyorsun soruları hastamız var 
cenazemiz var akraba ziyaretine gidemediğimiz günler de değil aylarda değil seneleri yaşadık sıkıyönetim var asker polis bu kadar soru 
sormuyordu.. ankaradan kızılcahamama benzin anlamay gittim desem gülersiniz ama gittik ( Abd ve Avrupa kıbrıs harekatı sonrası   HIRİSTİYAN ALEMİ KENDİ CIKARLARINI DÜŞÜNEREK ( RUM YUNAN İNGİLİZ İTTİFAKI ) >

( YUNANİSTAN KRALI İLE  İNGİLTERE KRALLARI AKRABADIR ) 
Anbargo uygulamış Ekenomik Krizdeyiz... KAPINDA Araban var Benzinin yok Yaşayanlar bilir..

Bizler yaşadık 12 Eylül Yasaları değiştirilmese idi bugün pkk uzantısı bırakın Atatürk meclisi bu ülke sınırlarının içine giremezdi Bunca Şehidi de vermezdik  ölen her asker subay polis benim güvenliğimi sağlayan kanunların uygulayıcısı ilk mercilerdir  bu insanımızdır  neden öldürüp Şehit edersiniz ki?  size bu Hakkı Kim veriyor.?

< .. HA O GÜNKİ SİYASİLER HA BU GÜNKİ SİYASİLER  AYNI  PARTİ İSİMLERİ DEĞİŞTİ..KENDİLERİ DEĞİŞMEDİ..
Bugünki siyasiler Apoyuda  ÖZEL ADA DA BU HALKIN VERGİLERİYLE EL BEBEK BESİYE ÇEKMEZDİ.. BENİM ASKERİMİ POLİSİMİ ÖLDÜRME HAKKINI KENDİNDE 
GÖRÜYORSAN TÜRK KANUNLARININDA SANA VERDİĞİ ÖLÜM HAKKINI KABULLENECEKSİN DEMEKTİR..
BİZ NE YAPTIK ADA DA BESLEMEKLE KALMADIK TERÖRİSTE 20 ÜZERİ PİŞMANLIK YASASI CIKARTTIK ADALETİ KENDİ SİYESETÇİMİZ SARSTI.. 
SIKIŞINCA DA..SUÇUDA 12 EYLÜLE ATTI 12 EYLÜLÜN ZEMİNİNİ DE HAZIRLAYAN BU ZİHNİYETTİR.. > 

SAYGIYLA..

*******

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder