30 Eylül 2017 Cumartesi

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2


 A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2


ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak 
gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki 
Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus 
devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 


ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel 
ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve 
güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik 
ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. 
Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri 
aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece 
ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. 
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine 
giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin 
tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama 
kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları 
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç 
potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş 
aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir 
oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış 
baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya 
getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, 
kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası 
ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi 
için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD 
öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu 
düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup 
etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle 
görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla 
bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin 
karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal 
devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu 
aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika 
merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik 
Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa 
ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir 
bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika 
Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu 
yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni 
kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın 
başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan 
İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri 
Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını 
gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu 
kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir 
politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki 
hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile 
beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra 
ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. 
Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha 
bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona 
erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a 
karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri 
örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı 
ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı, 
soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine 
girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci 
imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile 
Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 
Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, 
dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere 
ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin 
ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci 
yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan 
ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 Böylece ABD 
hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu 
Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum, 
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri 
Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden 
yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve 
yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin 
dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve 
Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir 
otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz 
kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın 
merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi 
altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında 
kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen 
süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini 
görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı 
adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için 
hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde 
yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal 
değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki 
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir 
kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve 
buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin 
yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya 
bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme 
gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, 
dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında 
yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk 
ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek 
için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal 
yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde 
yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile 
Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan 
etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde 
etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa 
kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu 
ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin 
üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu 
tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin 
Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması 
gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine 
gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine 
bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve 
Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da 
üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak 
başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak 
Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye 
göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve 
yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip 
olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper 
gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin 
merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen 
gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya 
bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, 
aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper 
gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa 
yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin 
varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça 
göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, 
Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine 
gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük 
ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan 
gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri 
altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder