“Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor”
“Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor”
“Efendiler!
Eğer bu Millet, bu Memleket, parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında, Şunun bunun Şahsi şerefi de Parça Parça olur. Biz o Genel şerefi kurtarabilmek için, harekete geçen millete Ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelik, bir gaye uğrunda feda ettik (…) Bunu anlamayıp da, milleti hala kendi kafalarının keyfine göre, idare etmeye kalkışan kuvvetler artık birer belâdır. Belâ çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır.” ATATÜRK
Türk Devriminin ve Anadolu Türk Aydınlanmasının yaratıcısı olan Atatürk, kısa hayatının 26 yılını asker olarak yaşamış ve bunun da 11 yılında savaş alanlarında muzaffer bir komutan olarak bulunmuştur. Henüz daha 16 yaşındayken, Manastır Askeri Lisesi’nde Sıtma’ya yakalanmış, Trablusgarp’ta gözlerinden ve Dünya Savaşının sonlarında böbreklerinden rahatsızlanmıştı. 1920 de dalak büyümesi saptanmış, Cumhuriyetin ilan edildiği günlerde ve 1927 de iki kez kalp krizi geçirmişti. Görüldüğü gibi Atatürk ne yazık ki, sağlıklı bir bünyeye sahip değildi.
Atatürk’ün sağlığı 1935’den sonra bozulmaya başladı denilebilir. Karaciğer yetersizliğinin ilk belirtileri olan kaşıntı, burun kanaması, halsizlik ve yorgunluk 1937 yılında başlamıştır. Bu dönemde karaciğer hastalığı olabileceği düşünülmediği gibi şikayetleri günü birlik giderilmeye çalışıldı. Falih Rıfkı o günleri anlatırken diyor ki, “ Atatürk bizim elimizden, yirminci asrın en büyük milli kahramanı milletinin elinden, bir büyük deha insanlığın elinden gidiyordu”
Atatürk 21 Ocak 1938’de kaplıca sularından faydalanmak ümidiyle Yalova’ya gelir. Kaplıca Prof. Nihat Reşat Belger’in yönetimindedir. Belger, karaciğerde büyüme ve sertleşme saptar. Kaşıntı ve burun kanamasını da buna bağlayarak siroz tanısı koyar. Etraftakiler telaşlanırlar ve hemen Ankara’dan özel doktoru olan Neşet Ömer çağırılır. Neşet Ömer de muayene eder, tanı doğrudur. Ne yazık ki, tanıda bir gecikme olmuştur.
Eğer tanı erken konulsaydı, Atatürk daha bir süre yaşayabilirdi belki, ama O’nun gibi yüksek şahsiyetler kendi alışkanlıkları içinde kendilerini bulurlar ve bu alışkanlıklar içinde yaşarlar. Atatürk Yalova’da 11 gün gerekli istirahat ve tedaviden sonra kısmen iyileşir. Bursa’ya gelir ve Merinos’un açılışını yapar. Akşam Çelik Palas’ta şerefine verilen baloda vals yapar, sonra orkestradan Sarı Zeybek çalmasını rica eder. Bir kahramanlık ayini yaparcasına Zeybek’i oynayan Atatürk kadere ve doğaya karşı başkaldırıp, yıkılmadığını, ayakta kaldığını ispat etmek ister gibidir. Balodan çıkışta tek başına yürürken yorulduğunu hisseder, arabasına bindiğinde şoföre “ Çabuk ol çocuk, üşür gibi oluyorum…” der. Yaveri arabanın camlarını kapatırken “Ne güzel bir geceydi” sözleri dökülür dudaklarından.
Ertesi günü Mudanya üzerinden İstanbul’a, Dolmabahçe Sarayı’na gelir. Uyandığında ateşi vardır, Neşet Ömer “ Zatürre ” tanısı koyar. Bir hafta tedaviden sonra Balkan Antant’ı sebebiyle Ankara’ya geçer. 27 Şubat’ta Balkan devlet adamlarıyla görüşmelerde bulunur, akşam verilen davete katılırsa da ayakta duramayacak haldedir. Başbakan Bayar, yurtdışından uzman getirilmesine izin istediği halde Atatürk “ Ortada Hatay Sorunu var. Hastalığım hariçte duyulursa fena olur ” diyerek karşı çıkar. Atatürk’ün sağlık durumu hakkında ilk konsültasyon 6 Mart günü yapılır. Türklüğün bu büyük dehası artık dönülmez bir yolda ve sonsuz ölüm ülkesinin eşiğine doğru ağır ağır ilerlemektedir.
Mart’ın 16’sında Başbakan Bayar’a “Çocuk, ne yapacaksan çabuk yap. Ben hastayım” demesi üzerine Paris Tıp Fakültesi’nden aynı zamanda Patolog da olan, karaciğer uzmanı Prof. Fissenger davet edilir. Fissenger 28 Mart günü Çankaya’da Atatürk’ü muayene eder ve karaciğerde büyüme ile karında sıvı saptar. Ayrılırken Fissenger Başbakan Bayar’a “Söylediklerimi yaparsa 7-8 yıl daha yaşayabilir” demesine karşın, Atatürk sadece 3 gün önerilerine uydu.
Ne acıdır ki 1938’in 19 Mayıs törenleri O’nun Ankaralılarla son buluşması olacaktır. Törenden hemen sonra Hatay sorununa verdiği önemi göstermek amacıyla, kendisine son darbeyi vuracak olan yorucu Mersin ve Adana seyahatlerine çıktı. Bu seyahatler sonunda Fransız hükümeti Hatay konusunda tüm koşullarımızı kabul ettiklerini açıkladılar.
Adana’dan Ankara’ya döndüğünde bitkindir. Ertesi gün pek yorgun olarak İstanbul’a hareketinde Gar’da, Şükrü Saraçoğlu’nun Falih Rıfkı’nın kulağına eğilerek söylediği şu sözler durumu açıklar niteliktedir: “Falih, Atatürk’ün derisinin rengine bak. Bu bir ölü rengi”. 27 Mayıs’ta İstanbul’a varır. Önce Savarona Yatında, sonra Dolmabahçe Sarayındaki sıkıntılı dönem başlar. Buldurduğu Tıp Sözlüğünden hastalığı hakkında oldukça bilgi edinmiş ve ne yazık ki, bundan kurtulamayacağını anlamıştır. Haziran ile birlikte sıkıntıları giderek artmaya başlar. 8 Haziran’da ikinci gelişinde Fissenger hastalığın ilerlemiş olduğunu görür. 19 Haziran’da Romanya Kralı Karol’u kabul edip, ertesi gün de dörbuçuk saat süren Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder. Durumu giderek bozulunca 8 Eylül’de Fissenger 3. kez gelir.
Her ne kadar Atatürk’ün ölümüne sebep olan hastalığın “alkole bağlı siroz” olduğu kabul ediliyor ve Türk doktorlar ile Avrupa’dan çağrılanlar arasında görüş birliği var gibi görülse de, 8 Eylül’de Neşet Ömer, Nihat Reşat Belger ve Fissenger tarafından imzalanan ortak raporda Fissenger “Laennec tipi skleroz hepatit yani alkole bağlı siroz olamaz. Söz konusu olan Hanot tipi hipertrofik skleroz hepatittir, yani alkol dışı bir nedene bağlı sirozdur” notunu düşmüştür.
Atatürk doktorların alkol konusundaki uyarılarını hem ciddiye almıyor hem de inanmıyordu. Bir gün Hasan Rıza Soyak Atatürk’e dilinin döndüğü kadar ve nezaketle ve hoşgörüsüne sığınarak “her akşam içmekten vazgeçmesini ve böylece bundan kendisinin de memnun kalacağını” ifade edince, “Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki, içmeye mecburum. Kafam çok, ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum…” demiştir. Daha hastalığın başlangıcında İsmet Paşa’ya “ben bunun alkole bağlı olmadığını göstereceğim” dediyse de ne kendisi, ne de bundan kuşkulananlar gerçeği zamanın koşulları içinde hiçbir zaman öğrenemediler.
Tanıda geç kalındığını Atatürk kendisi de fark eder ve Cenevre’de bulunan Afet İnan’a 14 Haziran’daki mektubunda şunları yazar: “Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Zamansız ayağa kalkmak, yürümek, burunda yapılan atuşmanlar üzerine gelen kusma, yapılan istirahatleri hiçe indirmiştir”
Çok istemesine karşın o yılki Zafer Bayramı törenlerine katılamaz. Sabiha Gökçen’e “Ulusal heyecan 1922’lerdeki gibi ayakta tutulabiliyor mu? Gazeteler 30 Ağustos’un önemini iyi belirtmişler ve iyi değerlendirmişler mi?” diye sorar. O günlerde Berlin’den G. Bergmann ve Viyana’dan H. Eppinger gibi uzmanların gelmesi de durumu değiştirmez.
7 Eylül günü, Trablusgarp’ta Tabip Binbaşı olan Mim Kemal’le, Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal’i kader yine karşı karşıya getirdi. Mim Kemal meşhur bir Profesör olmuş, arkadaşı Binbaşı Mustafa Kemal ise, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür artık. Ancak Atatürk ağır hastadır, karnındaki asitten mustariptir. Mim Kemal Öke 7 Eylül’de karnından sıvı alırken (ponksiyon yaparken) Atatürk, ona “ Haydi bakalım, Trablusgarp’ın Mim Kemal’i! Mustafa Kemal elinde…Suyu nasıl bir iğne ile alacaksın? Yanındakilere hissettirmeden gösteriver.”
Dr. Mim Kemal iğnenin ucunu gösterir ve “ Lütfen itimat ediniz Atatürk…Lütfen. Trablusgarp’ın Mim Kemal’ine olduğu kadar itimat ediniz. Ne bir şey duyacaksınız, ne de en ufak bir ihtilat, tehlike ihtimali var. Üzerinizdeki bu ağır yükü alacağız ve rahat edeceksiniz ” Mim Kemal’in asit’i almasıyla Atatürk rahatlar tabii.
Vasiyetini 15 Eylül’de yazdırır. 18 Eylül’de Dolmabahçe’de Başbakan Bayar ile 4 yıllık ekonomik planı görüşür. Bayar’a “Bizim bu işleri bitirebilmemiz için en çok 3 yıla ihtiyacımız var… Bir umumi harbi bu yıl değil, gelecek yıldan itibaren beklemelidir” sözleriyle bir öngörüde daha bulundu.
İlk komaya 21 Eylül’de girdi. İki gün sonra gözlerini açtığında başucunda bekleyen Afet İnan’a “…Ölüm demek böyle olacakmış, kızım” sözleri dökülür ağzından. 16 Ekim günü 4 gün süren bir koma dönemi daha oldu. 29 Ekim’de durumu iyice ciddileşince, törenlere katılamayacağını anlar ve yapacağı konuşmayı Bayar’dan rica eder. Dolmabahçe önünden geçen gençlerin coşkusu karşısında Neşet Ömer ve Salih Bozok’a “Duyuyor musunuz? Cumhuriyeti emanet ettiğimiz gençlerimiz... Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu ülkesi biliniz ki, Türkiye olacaktır. Gençliği köreltmek isteyenler çıkacaktır. Tarihe bakınız, ulusların mutluluğuna, esenliğine gölge düşürecek bedbahtların çıktığını görürsünüz” diyerek bir kez daha gençliği verdiği önemi dile getirir.
8 Kasım’da girdiği komadan çıkamayan Atatürk, 10 Kasım günü son nefesini verirken, başucundaki doktorlar derin bir sessizlik ve keder içinde ölüm raporunu düzenledikleri sırada Hasan Rıza Soyak’ın şu sözleri yankılanır: “Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor.”
Atatürk’ün ülkesine adadığı 57 yıllık yaşamı sona erer, ancak kendisi bu gerçeği daha önceleri belirtmiş ve “ Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ” demişti. Ölümü üzerine Falih Rıfkı diyor ki“ Atatürk’ün ölümünü görmüş olanlar, bir daha kime ağlayacaksınız? En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk tarihinin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü ”
Hayatını ve şahsiyetini, yok olmaktan kurtardığı Türk ulusunun hizmetine sunan, Türk’ün gıpta ettiği, övdüğü ve övündüğü niteliklerin hepsini kişiliğinde barındıran Atatürk, hala Türk ulusuna ruhundaki ateşten canlılık vermektedir. Aziz hatırası sönmez bir meşale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutmaya devam edecektir.
Prof. Dr. Metin Kale,
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder