8 Ocak 2015 Perşembe

27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 6



27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 6



27 MAYIS 1960 İHTİLALİ İNKILAP MI ?

Uzun süre tereddüt gösteren “Kurmay” komiteciler, sonunda alttan gelen baskılara dayanamayarak, ihtilal yapmaya karar vermişler ve harekat planlarını yapmışlardı.

26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan gece saat 03:00'te belirlenen hedeflerde olunacaktı. Ankara'daki parola: İNKILAP’TI.

26 Mayıs günü Kurmaylar birer, ikişer Harp Okulu’nda toplanmaya başladılar. Harp Okulu Komutanı General Sıtkı Ulay da son haftalarda ihtilale ikna edilmişti. Sıtkı Ulay’ın Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı

ile ilgili endişeleri vardı. Ve bu endişesini dile getirdiği zaman, “orası tamamdır” cevabını alıyordu. 21 Mayıs Harp Okulu Yürüyüşü’nden sonra Sıkıyönetim Komutanlığı bütün subayların birliklerinde yatmalarını emretmişti. Dolayısıyla herkes görev başındaydı. İhtilalden haberi olanlar heyecanlı, ama harekat planı ile ilgili olarak bir o kadar da tereddüt içindeydiler. Saat 03:00’e yaklaşırken, atılacak “ilk kurşun” bekleniyordu.

Ankara’da 27 Mayıs 1960 gecesiyle ilgili en son açıklamalardan biri, Aydınlık gazetesinde çıktı. Aydınlık, eski M.B.K. üyesi ve eski Tabii Senatör Suphi Karaman'ın anı ve belgelerine dayanarak, Ankara'da 27 Mayıs'ın başlamasını şöyle anlatıyor:

“Ankara'da hareket sabah 03.30'da başladı. Kurmay Albay Muzaffer Yurdakuler üç Harp Okulu öğrencisi ile Ankara Merkez Komutanı Tuğgeneral Muzaffer Ülgen'i harekata katılması için ikna etmeye gitti. Harekatın başladığı haberini alan Tuğgeneral Ülgen sevinçle Albay Yurdakuler'in boynuna sarıldı. Merkez komutanlığı Devrim’e katıldı.

Yanına üç Harp Okulu öğrencisi alan Suphi Karaman, Kurmay Binbaşı Akkoyunlu'dan aldığı takviye ile Sıkıyönetim Karargahı’nı ele geçirdi”

Ne kadar ilginç değil mi? Harp Okulu'nda toplanmış 30 - 40 subaydan bir kaçı yanına üçer Harp Okulu öğrencisi alarak Merkez Komutanı Tuğgeneral Muzaffer Ülgen'i "ikna" ediyor; Sıkıyönetim karargahını “ele geçiriyor!”

Anlatılanlar şüphesiz yalan değil, ama eksik. Bazı şeyler nedense atlanarak anlatıldı mı, olayları anlamak da zorlaşır...

Birinci olarak, Harp Okulu’ndan başlayan harekat niçin 03.30 başladı? Saat 03.00’te hedeflerinde olmaları gerekirken, niye 03.30’da yola çıktılar? Neyi beklemişlerdi?

İkinci olarak, neden Merkez Komutanlığı, Sıkıyönetim Karargahı üçer Harp Okulu öğrencisini peşine takan bir Albay'la bir Yarbay'a hemen, hiç direnmeden teslim oluverdi? Niçin Merkez komutanı Tuğgeneral Muzaffer Ülgen, Alb. Yurdakuler’e derhal “ikna” olup, “boynuna sarıldı”? Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kolayca “ele” geçirilmesinin altındaki sır neydi?

İhtilal bildirisini, radyodan okuma görevini “davudi” sesinden dolayı alan Alpaslan Türkeş, bu görevini saat 05:25 te yerine getirdiği halde, ihtilalin başarısı üzerine, kendini "Kudretli Albay" ilan ettirmişti. Üstelik ihtilal bildirisini Radyoevi’nde tamamlamasına rağmen! Bu “Kudret”i nereden geliyordu?

Olayları, romansı bir havada anlatmaya çalışan bir yazarın kitabındaki bazı bölümler, Ankara’da ihtilalin başlayışını farkında olmadan biraz aralıyor:

(Muzaffer Yurdakuler) Muammer Ülgen dirense vuracaktı. Karargahta verilen karar bu. Kapı açıldı. General Ülgen olağanüstü bir durum olduğunu anladı.

- İşte İhtilal!

Muammer Ülgen heyecanlandı.

- Nal seslerine bak!

Ülgen kulak verdi. Yüzü heyecanla gerildi.

- Genç subay heyecanlı konuşmasıyla hepimizi o sabaha götürdü. Sabahın alacasında süvarilerin nal seslerini duyar gibi olduk."

“... o sırada sabahın alacası başlamış artık, uzaktan nal sesleri geliyor, genç subay bir deprem anı yaşıyor, gözleri parlayarak sağ elini kaldırıyor:

“- İNKİLAP!”

Karşısındaki subayın da gözleri parlıyor. Aslında çok iyi arkadaşlar ama paroladan önce birbirlerine inanmıyorlar. Parolanın heyecanında bir an bakışıp sarılıyorlar. Sonra göreve!”

Nal sesleri bir ritimdir, at hızlanıp yavaşladıkça da bir başka ahenk alır. Hele onlarca, yüzlerce at süvarilerinin yönelttiği istikamete yöneldiklerinde, sanki bir orkestranın hızlı savaş nameleri çalınıyordur. Seyretmesine doyulmaz bir manzara yaratır atların dörtnala koşan adımlarının uyumu. Anadolu halkı aşinadır zor günlerde ortaya çıkan nal seslerine. Dosta cesaret verir, düşmana korku.

İşte 27 Mayıs gecesi de, “nal sesleri” ihtilalcilere cesaret, hükümet kuvvetlerine korku salarak Ankara caddelerini çınlatmaya başlamıştı. 27 Mayıs İhtilali'nin "İlk Kurşun"u nal sesleri oldu.



FETHİ GÜRCAN ÇANKAYA DİRENİŞİNİ KIRIYOR
“Fethi Gürcan her haliyle bambaşka bir yapıya sahipti. Üstün bir cesareti ve aksiyoner bir karakteri vardı. 27 Mayıs'ta bir yüzbaşıyken koskoca bir süvari alayını ele geçirip, onları ihtilale sokmuştu.”

43. Süvari Alayı’nda harekat saat 02:30 da başlamıştı. Ve verilmiş karar gereğince, saat tam 03:00'te Süvari Alayı’nın iki birliği başlarında Fethi Gürcan ve Nusret Kocabey olduğu halde Çankaya Köşkü’ne dayanmıştı, yani hedeflerindeydi.

Dolayısıyla, Ankara'da harekat o sıradaki ordunun hiyerarşisine bağlı olmadan, 43. Süvari Alayı Komutan ve Komutan muavininin enterne edilmesiyle başladı. İhtilalin hiyerarşisi olması gereken Harp Okulu’ndaki komiteciler bir saat geri kalmışlardı. Çünkü, komutanı hükümetin emrinde olan koskoca bir süvari alayını ele geçirmek oradaki beş on subay için oldukça zor bir görevdi. Şehir merkezinde böylesine büyük bir alay ele geçirilemezse, durumu daha da kritik olan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nı alt etmek imkansızdı.

Onun için 43. Süvari alayının ihtilali başlatmasını beklemişlerdi ve saat 03:00’te hedeflerinde olmaları gerekirken, ancak 03:30 dan sonra hedeflere doğru yola çıkmışlardı. Belki bu bir saatte yaptıkları tek iş: Sv. Yr. Reşit Çölok'u 43. Süvari Alayı'na enterne edilen komutanın yerine göndermeleriydi, denilebilir.

Nusret Kocabey:

“Beklentimizin olduğu günlerde ertelemeler oluyordu. Sonunda, işte, 27 Mayıs günü kararlaştırıldığında, Fethi Gürcan karargah bölük komutanıydı. Ben Alay Birlik Komutanıydım.

Artık her şey konuşulmuş. Kimin nereye, hangi tepeye, hangi sırta, hangi bölgeye yerleşeceği, ne yapacağı kararlaştırılmıştı.

Bir “Çık Emri” bekleniyordu. Bu program yapılıncaya kadar da işte Milli Birlik Komitesini teşkil eden karargahla, komuta heyetiyle, dolaylı da olsa, direkt de olsa temaslarımız oldu.

Artık bizim ne yapacağımız belliydi. Ama alay mensupları diğer alay birlikleri için bu söz konusu değildi.

Bunu yapan, bilen Fethi Gürcan’la biziz.

O akşam Alay komutanı ve Alay komutan muavinini üzülerek evlerinden alarm var deyip getirip tevkif etmek zaruretinde kaldık. Benim birliğimin saraçhanesine, o ikisini hapsettik.

Alay komutanını ve muavinini bu şekilde tevkif edip hapsedince dışarıdan birliğe komuta etmek üzere Reşit Çölok isminde süvari yarbay gönderildi.

O, alayın kalanını, geri kalan birlik komutanlarını alarm varmış biçiminde bir duyuruyla bir araya getirdi ve bu şekilde bir askeri müdahale olacağını alay mensuplarına o duyurdu. Yani, Alayı bir alarm var diye topladık. Reşit Çölok, biz alay komutanıyla vekilini tevkif edince tayin edilen alay komutanıyım diye geldi. Diğer birlik komutanlarına alarm için bir yerler söylendi ama onların aslında bu konuyla doğrudan ilgileri ve bilgileri yoktu.”

Sv.Yzb. Nusret Kocabey motorize birliğin, Sv.Yzb. Fethi Gürcan da bir süvari birliğinin başında iki koldan Çankaya’ya hareket etmişlerdi. İşte duyulan, Bahçelievler semtinden Çankaya Köşkü'ne doğru dörtnala giden bu süvarilerin ve Ankara'nın diğer bölgelerine yönelen süvari birliklerinin nal sesleriydi. Ankara halkı 27 Mayıs 1960 İhtilali’ni önce nal seslerinden, sonra radyodan öğrendi.

Sadece sivil halkın ihtilali öğrenmesi ötesinde, ihtilalci subayların da harekete geçmeleri için işaret fişeği, nal sesleri oldu.

Fethi Gürcan ve Nusret Kocabey’e bağlı süvari birlikleri, tam da komitece karar verilmiş zamanda, saat 03.00’de hedeflerine ulaşmışlardı. Bu bilgiyi, ihtilali planlayan dar kadro içindeki Kr. Alb. Sami Küçük’ün açıklamaları da onaylıyor.

“1. Harekat planı gereğince 27 Mayıs saat 03.00 dan itibaren Süvari Alayı’nın bir grubundan bazı birlikler Çankaya Köşkü’nün kuzey kısmında mevzilenmişlerdi.”

Ankara'da, “ikna” metotlarının dışında, hiyerarşiye rağmen başlatılan ihtilalin yarattığı sonuçları ileride inceleyeceğiz.

Artık, nal seslerinin yarattığı coşku ve moral, kısa zamanda Ankara sokaklarını sarmıştı ve bütün hedefler teker teker kolayca düşüyordu. Biri ve en önemlisi hariç: Cumhurbaşkanlığı Köşkü.

HEDEF ÇANKAYA!
Saat 02:30 - 03:00 arasında bütün bunlar olmuş ve süvari birliklerinin çoğu dörtnala Ankara'nın Hukuk Fakültesi önü, Tandoğan Meydanı gibi önemli noktalarına sürüyorlardı atlarını. Hiçbiri Yzb. Fethi Gürcan ve Yzb. Nusret Kocabey'in Çankaya'ya doğru yol aldığını bilmiyordu.

Nusret Kocabey:

“Devlet Başkanı’nın tevkif edilme görevinin bize verildiğini çok evvelden biliyordum. Aylarca evvelden bizim alay seçilmişti yani. Çünkü bizim alaydan başka birlikler kimisi Etimesğut’ta, kimi bilmem nerde uzak mesafelerde. En yakın olan, hareket kabiliyeti en fazla olan asker olması itibariyle ve şekillenen icraatı yerine getirmek için… Dolayısıyla çok yakın olduğumuz için bu yakınlıktan kaynaklanıyor. Bir de çok tehlikeli bir iş. Buna pek gönüllü de çıkmıyordu. Yani diğerleri gibi, bir alarm verildi, çıktık ama ne olduğunu bilmiyoruz diyemeyiz.

Bizim konumumuz artık inkarı mümkün olmayan bir şekildeydi. Buna da razı olan bizlerdik. Diğerleri herhalde yavaştan almayı tercih ediyorlardı. Yani olumsuz olduğu zaman bir kaç kişi yanardı.

Benim birliğim bu amaçla bir değişikliğe tabi tutuldu. Bir kısmı atlı kaldı Bir kısmı da motorize ekip yapıldı. Ama, bu amaçla yapıldı. Hareket için, eğitimde üstünlük sağlayabilmek için.”

Şehrin merkezinde olmanın ötesinde, kimsenin talip olmadığı, Devlet başkanının tevkif edileceği tehlikeli bir göreve razı olan genç subaylardı bunlar. Çünkü inandıkları dava uğruna sonuna kadar gidebilecek şekilde yetişmiş ve yetiştirilmişlerdi.

“Yavaştan almak”, akıllarından bile geçmiyordu”.

“Bir alarm verildi, çıktık ama ne olduğunu bilmiyoruz” diyemeyecek şekilde riske girmeyi göze alıp, alay komutanı ve muavini enterne etmişlerdi. Yani, artlarında kaçabilecekleri kayıkları yakmışlardı. Bunu da bilerek ve isteyerek yapmışlardı.

Nusret Kocabey anlatmaya devam ediyor:

“Yrb. Reşit Çölok, diğer birlikleri bu şekilde düzenlerken Fethi ile ben birliklerimizle Riyaseti Cumhur Muhafız Alayına devir teslim almak üzere anlattığım gibi hareket ettik.

Yolda Emniyet Genel Müdürlüğünün yeni meclis binasının Jandarma Genel Komutanlığının arasındaki binadan geçerken polis, bekçi gibi görevlileri tevkif ettik. Saat iki buçuk üç gibi, gece. Daha Harp Okulunda filan bir hareket yoktu. Bu şekilde Fethi’nin birliği benim birlikle Çankaya’nın köşk sırtlarına vardık.”

Daha Harp Okulu’nda bir hareket yokken, yani “kurmay”lar “ikna” icraatına başlamadan, yola çıkan Yzb. Fethi Gürcan ve Yzb. Nusret Kocabey, gördükleri polisleri tevkif etmeye başlamışlardı. Çünkü, polis Üniversite öğrencilerine İstanbul ve Ankara’da saldırıp acımasızca dövmüş, coplamıştı. CHP mitinglerinde gericilerin saldırılarına, İnönü’nün taşlanmasına göz yummuştu. Bu davranışlarından dolayı, polise karşı öfkeliydiler.


CUMHURBAŞKANLIĞI KÖŞKÜ'NÜN ELE GEÇİRİLİŞİ – OSMAN KÖKSAL’IN YALPALAMASI
Yzb. Fethi Gürcan ve Yzb. Nusret Kocabey, köşke vardıklarında bir jandarma taburunun mevzilenerek savunmaya geçmiş olduğunu gördüler. İhtilaldeki görevleri Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün ele geçirilmesinde Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’na destek olmak ve Cumhurbaşkanı’nı tevkif etmekti.

Komite üyesi Kurmay Albay Osman Köksal Genelkurmay'daki komiteci arkadaşları tarafından ihtilalde Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün kolay düşürülmesi için Muhafız Alayı Komutanlığı'na atanmıştı. 27 Mayıs gecesi “yavaştan” alışını, kendi komutasına bağlı olmayan güçlü bir Jandarma Muhafız Taburu’nun köşkü savunuyor olmasına bağlıyacaktı.

Osman Köksal:

“Köşkü, 27 Mayıs’tan önce ve 27 Mayıs günü güçlü bir Jandarma Muhafız Taburu savunuyordu. Bu tabur, garnizonu Ankara içinde bulunan Jandarma Muhafız Alayı’nın bir taburu idi. Tabur başyaver’e bağlı idi. Bütün emirleri ondan alırdı. Benimle ve Muhafız Alayı ile hiçbir ilişiği yoktu.

Jandarma Muhafız Taburu, köşkü, köşk ortada kalmak üzere çepeçevre savunuyordu. Savunması bir araba tekerleğini andırıyordu. Taburun bir bölüğü yaverler dairesi civarında ihtiyatta bulunuyordu.

Muhafız Alayı, bu savunma tekerleğinin dışında bulunuyor ve köşkün bu yakın savunmasına tek bir erle dahi katılmıyordu. Jandarma Muhafız Taburu’nun savunduğu hat, Muhafız Alayı için son savunma hattı idi. Muhafız Alayı, bu savunma hattının ilerisinde çeşitli muharebe şekillerini uygulayarak, köşkü koruyamaz duruma düşerse ancak, bu hatta (Jandarma Taburunun Savunduğu hatta) çekilerek ve bu hatta direnecekti.”

Kr. Alb. Osman Köksal, kendisinin Muhafız Alayı Komutanı olarak atanmasını sağlayan “kurmay” komiteden Kr. Alb. Sezai Okan ile birlikte Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı enterne edecek bir plan hazırlamışlardı. Celal Bayar, köşkün savunmasına ilişkin bilgi almak istediğinde, Köksal, ona bu “kurnaz” plan doğrultusunda açıklamalarda bulunuyordu.

“Bayar, sözü bir ihtilal olasılığına getirdi:

- Eğer bir ihtilal olursa, böyle bir ihtimal dahilinde, bir plan hazırladınız mı, Köşk'ü savunmak için?

- Elbette, dedi Köksal. Köşk'ün çevresini çok güçlü bir ihtiyat kuvvetiyle muhafaza altına alacağız. Çevre müdafaasında tatbik edilen sisteme göre, büyük ölçüde ihtiyat kuvveti ayıracağız! Diyelim ki, müdafaadan ümit kesildi; bu takdirde Sayın Cumhurbaşkanı’nı bizzat bölük kumandanının idare edeceği bir tanka bindirmek gereği doğacak. Tehlike bölgesi bu tankla aşıldıktan sonra da, araba ile, ihtilalcilere mukavemet eden birliklerin yanına götürülecek. Tabii bütün bunlar en kötü ihtimallere göre hazırlanmış planlar!…

Köksal, aslında böyle bir planı, ihtilal komitesinden Sezai Okan'la birlikte hazırlamıştı. Bayar'ın bineceği tankın bölük komutanını bile saptamıştı: Yüzbaşı Erek. Ne var ki, Yüzbaşının görevi, Bayar'ı kaçırmak değil, ihtilal karargahına götürüp teslim etmekti.”

Plana bakın, Cumhurbaşkanını kandırarak ihtilal yapacak “kurmay” Alb. Osman Köksal! Bu tırnak içindeki kurmaylar da bir alem. Ya “ikna” metodunu seçiyorlar, ya da “kandırma”!!! Planın yarısı kendisini kurtarmaya göre tasarlanmış, öbür yarısı da ruhsuz! Kılını kıpırdatmıyor harekete geçmek için.

Yzb. Fethi Gürcan ve Yzb. Nusret Kocabey Köşk'ün dışında, birliklerinin başında Muhafız Alayı'nın harekete geçmesini beklediler. Fakat uzun bir süre beklemelerine ve Ankara'nın çeşitli yerlerinden silah sesleri gelmesine rağmen Muhafız Alayı'nda bir hareket yoktur.

Cumhurbaşkanını kandırarak birine bindirecekleri tanklar bile gelmişti. Kr. Alb. Osman Köksal’ın ortalıklarda dolaşmasına rağmen hiçbir aksiyoner harekette bulunmadığını gören ihtilalci tank birliğinin komutanı ihanete uğradıklarını söyleyerek Çankaya Köşkü’nden hızla uzaklaşır.

Tank Birliği Komutanı’nın “ihanete uğradık” diyerek kaçması üzerine, kendi komutanlarını hapsetmiş ve yoldaki polisleri toplamış olan iki Sv.yüzbaşısı kaybedecek bir şeyleri olmadığını konuşarak köşke girmeye karar verirler.

Nusret Kocabey:

“Biz orada Osman Köksal’ın da bizden yana olduğunu ve köşke girerken herhangi bir müdahaleyle karşı karşıya kalmayacağımızı zannediyorduk. Osman Köksal'ın bize, başta, birlikte olduğunu, Muhafız Alayı'na çıktığımız zaman, Muhafız Alayı’nın bütün bireylerinin, neferinden komutanına kadar olaydan haberdar edilmiş olacaklarını bir savunma durumuyla karşılaşmayacağımızı anlatmışlardı; bizi inandırmışlardı.

Köşkün önüne geldiğimiz zaman Fethi de ben de neferlerin birliklerin küçük komutanların böyle bir konumdan haberdar olmadıklarını gördük, bize herhangi bir şekilde yardımcı olmayacaklarını anladık. Osman Köksal'ın birlik içerisinde dolaştığını fakat, bizim geldiğimizi gördüğünü, bizim büyük bir azimle yaklaştığımızı gördüğü halde birliğine bir şey söylemediğini gördük.

Durmuş Çınar isminde bir yüzbaşı, tank birliğiyle gelmişti. O, işte bir yanlışlık bir ihanet var düşüncesiyle incelemek üzere aşağılarda şehre doğru bir yerlere hareket etti.

Bu bizde çok olumsuz bir tepki ve ani kararlar almamıza dönük sonuçlar verdi tabi. Belki biraz daha bekleyecektik. Fakat Fethi'yle ikimiz onun da o halini görünce, yani Fethi'yle hareketi başlatmak zorunda kaldık. Aslında belki de Osman Köksal da çok yakını olduğu Devlet Reisi’nin önünde açıkçasına böyle bir olayı başlatamama sıkıntısı içerisindeydi. Dolaylı olarak bizi desteklemiş olması ihtimali çok büyük. Onu kabul etmek zorundayız. O zaman Fethi Gürcan'la ben, artık ok yaydan çıktı düşüncesiyle zorla köşke girdik.

Biz ilerledikçe asker çaresizlik içerisinde yani Muhafız Alayı birlikleri çaresizlik içerisinde, şaşkınlık içerisinde ya kenara çekiliyor ya gerilemek suretiyle önümüzü açıyorlar. Fethi Gürcan’ın bana nazaran yüksek olan bir yerde bazı Muhafız Alayı Birliği mensuplarına darp yaptığını eliyle yumruğuyla müdahale ettiğini gördüm.

Muhafız Alayı yakın korumaya daha elverişli silahlarla ve eğitimle mücehhezdi (hazırlanmıştı). Sonra neferlerin subay ve astsubayların Devlet Reisi’ne bağlı olduklarını zannediyorum. Yani bizle bir işbirliğine girdiklerini de zannetmiyorum. Çünkü karşılaştığımız olaylarda saniye farkı meselesiydi. Bize silah çekmeleri veya üzerimize saldırmaları. Bizim ufak bir hareketimiz bir kaçamak hareketimiz veya aşırı bir dengesizliğimiz hemen olayı aleyhimize çevirecek.

Fethi Gürcan, tek, yani bu konuda kellesini koltuğa alan işte Fethi Gürcan’la bendik. Fethi Gürcan da ben de başka türlü eğitilmiştim. Bu olayda faydalı olur diye birliğimin yarı kadarını motorlu vasıtalara çevirmişlerdi… havan topları getirmişlerdi. Fethi Gürcan da karargah bölüğünde. Benim birliğin ateş gücü çok fazlaydı. Erler ona göre eğitilmişti. Sırf bunun için altı aydır, bir senedir ben erleri böyle bir olaya şartlandırıyordum. Hazırlanıyordum.

Fakat Fethi Gürcan'ın birliği takımlar halindeydi, yani muhabere takımı, istihkam takımı, hizmet takımı gibi daha çok hizmet erlerinin, sanatçıların filan olduğu kesimdeki adamları aldı. Fethi onlarla çok iyi eğitilmiş bir muhafız alayının içerisine girdi. Fethi Gürcan'ın işi bana nazaran daha zordu ve zaten Muhafız Alayı’nın etrafında sayısal olarak koyduğum adam az fakat kalitesi yüksekti. Ama Fethi Gürcan'ın ihtiyacı sayısal olarak Muhafız Alayı’nın önünde daha fazlaydı.”


Süvari Başçavuş Hayri:

“Yzb. Fethi Gürcan koşarak havan birliğinin başında bulunan Yzb. Nusret Kocabey’in yanına gitti konuştular. Yzb. Fethi Gürcan tekrar koşarak yanımıza geldi. Bölüğü avcı zincirine soktu. Bölüğü Menderes’in köşkünü üç sıra halinde muhafaza altına almış Jandarma Bölüğü’nün üzerine doğru ilerletti. Aradaki mesafe yirmi beş metreye indiği sırada ismini bilmediğim bir jandarma üsteğmeni elleri kalçasında:

“Yüzbaşım yaklaşmayın” dedi. Bu sırada ben de Yzb. Fethi Gürcan’ın hemen yanındaydım.. Üsteğmen’in bu ikazı üzerine, Yüzbaşı bana baktı; ben durumu anlamıştım. Bölüğümüzün sağımda bulunan erlerini işaretle soldaki tümseğin altına aldım.

Yzb. Fethi Gürcan:

“Üsteğmenim vaziyeti görüyorsun. Erlerini topla ve buradan çek kan dökülmesin.” dedi

Jandarma Üsteğmeni:

“Ben kumandanımdan emir almadım emniyet tertibatını bozamam.” dedi.

Jandarma Üsteğmeni benim, Yzb. Fethi’nin ve Tğm. Muzaffer’in arasında kaldı.. Üsteğmen bütün rica ve ikazlara rağmen müşkülat çıkarmaya devam edince Yzb. Fethi Gürcan evvela elindeki tabancası ile Üsteğmen’in ensesiyle omuzu arasına vurdu sonrada kasıklarına doğru tekme attı.

Bu sırada Teğmen Muzaffer: “Müsaade eder misiniz üsteğmenim.” dedi ve üsteğmenin tabancasını aldı. Bu sırada bazı jandarma erleri makineli tabancalarını atış vaziyetine getirdiler.

Üsteğmen bağırıyordu:

“ Beni erlerimin karşısında tekmeleyeceğinize çekip vursanız daha iyi edersiniz.”

Yzb. Fethi Gürcan:

“Erlerine söyle silahlarını indirsinler, göstereceğim yere gelsinler yoksa namussuzum vururum.” dedi ve elindeki tabancanın ateşleme çekicini kaldırdı. Tğm. Muzaffer’le beraber jandarma üsteğmeni aralarında olduğu halde uzaklaşırken jandarma erlerine “Toplanın” diye bağırdı. Ve bana “Hayri sen işi hallet” dedi.

Jandarma erleri arasında bir kaynaşma oldu ve toplanmaya başladılar.

Bir Jandarma çavuşu:

“Başçavuşum durumu taktir ediyorum. Emredin. Nereye gidelim ?” dedi

“Yürüyüş kolunda beni takip edin” dedim ve sol ilerimde bulunan çimenlik sahaya ilerlemeye başladık.

Bölüğümüzün eratı da jandarmaları takip ediyordu. Biraz ilerimde yanağından yaralı Kurmay Albay; Yzb. Fethi Gürcan, Tğm. Muzaffer ve Jandarma Üsteğmeni münakaşa ediyorlardı. Biraz sonra Yüzbaşımla Jandarma Üsteğmeni kucaklaşıp öpüştüler ve Jandarma Üsteğmeni’nin tabancası iade edildi. Birkaç metre sağda Başçavuş Nihat Bingöl bir kısım jandarma erlerine tüfek çattırmış ve eratı tüfek çatısının uzağında bir yere almıştı..

Ben de Jandarma bölüğüne tüfek çattırdım. Ve eratı tüfek çatısının uzağında bir yere aldım. Bölüğümden bir mangayı tüfek çatısının muhafazası ve bölgenin emniyeti için bıraktıktan sonra kalan erlerle Yzb. Fethi Gürcan’ı takip ettim. Köşkün kapısına geldiğimiz sırada Celal Bayar’ı merdivenlerden indiriyorlardı.”

FETHİ GÜRCAN – NUSRET KOCABEY – BURHANETTİN ULUÇ
Artık, açılan yoldan ihtilalcilerden bazıları da birer ikişer geçmeye başlamışlardı. Bunlardan biri de 21 Mayıs Harp Okulu yürüyüşüne sonradan katılıp başında yürüyen Veteriner General Burhanettin Uluç idi. Yanına bir kaç harp okulu öğrencisini almış olan Uluç Paşa, kavga dövüş temizlenen yolda ilerliyordu.

Nusret Kocabey:

“Ben de devlet reisinin bulunduğu binaya girdim. O sırada Burhanettin Uluç isminde bir generalin iki harbiyeliyle beraber bize yaklaştığını gördüm.

Biz ilerledikçe o da arkadan birkaç Harbiyeliyle beraber arkamızdan geliyordu. Birden içeri girdik. Biz içeri girince, Devlet Reisi’ni alınca o da arkamız sıra yetişti yani; yoksa Burhanettin Uluç bir takım harbiyeliyle önden gidiyordu, biz birlik olarak arkasından gidiyorduk şeklinde değildi.

O sonradan geldi. Zaten girmiştik içeriye, ilerliyorduk. O da arkadan geldi, Eee, baktık, bir paşa. Elbette bizden yaşlı, daha tecrübeli, saygımız var. O da bizden yana olduğuna göre tanımadığım halde ona söz hakkını bırakmıştım. Kendisi benden yüksek rütbeli olduğu için söz hakkını ona verdim. O da Devlet Reisi’nin bulunduğu odaya girdi Konuşmaları o yaptı.



Devlet Reisi çıktı. Evlatlığı sandığım bir hanım kız vardı yanında. Yanında emir subayı vardı. Bir iki nefer vardı orada. Ben makineli tabancamı belime dayadım. Burhanettin Uluç'a, işte bir konuşmayla kendisini teslim almasını talep ettim.

Burhanettin Paşa da, işte artık milli iradeyi kendilerinin temsil ettiğini artık askeri yönetimin idareye el koyacağını ifade ediyordu. Devlet Reisi olan Celal Bayar: ‘Ben milli iradeyle geldim gene milli iradeyle buradan çıkışımı sağlayabilirsiniz’ şeklinde devamlı olarak direniyordu. Güçlü bir insandı. Yani burada telaş yüklü olmak yerine mücadelenin ilk adımını atarcasına bir direnişi vardı.

Konuşma uzayınca ben makineli tabancamla belinden itmek zorunda kaldım. Darp yapmak zorunda kaldım. O da, birden bire çok küçük bir tabancayı kolunun yeninden çıkardı. Alnına doğru götürdü, Celal Bayar. Demek ki herhalde kaba kuvvet kullanacak bana, daha da kötü durum olacak düşüncesiyle tabancasını çekip intihara o zaman teşebbüs etti. Ben elinden bir yere sarıldım. Yere beraber yuvarlandık. Yere düştük. Tabancasını aldım elinden. Sonra mukavemeti kırıldı devlet reisinin.

Muhafız Alayı da zaten daha doğrusu, benim Devlet Reisi’nin bulunduğu yere girdiğim zaman, çevremdeki neferler karşı koyuyorlardı. Yani her an bir şey patlamak üzereydi. Yani kimse bana, “buyur Celal Bayar’ın yanına git al” demedi.

En basit orada bir garson biçiminde ve yahut ta ne bileyim ben, bahçede çiçekleri toplamak üzere görevlendirilmiş nefer bile karşı koyuyordu. O yüzden herhalde Devlet Reisi’ni almasaydık kısa bir sürede askeri müdahalecileri bertaraf edeceklerini tahmin ediyorum... Kesinlikle inanıyorum.”


Üst. Muzaffer Güney:

“27 Mayıs gecesi köşke geldiğimizde iki grup halindeydik. Biz jandarma taburunun mevzilendiği yerdeydik. Nusret Kocabey öbür grubun başındaydı. Ben Fethi Gürcan Yüzbaşı’mla beraberdim ve başka subay yoktu. Bizim birlik muharip değildi, hizmet sınıfından oluşuyordu.

Orada Harp Okulu’nda topçuluk hocamız olan Bnb. Abdullah Tardu’yu bir duvarın üzerinde otururken gördüm. Yanına gittim ve selam vererek burada tek başına ne yaptığını sordum. “Baktım bazı birlikler buraya geliyor, ben de geldim“ dedi.

Bir süre bekledik. Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal oralarda dolaşıyordu ama bir şey yaptığı yoktu. Fethi Gürcan ve Nusret Kocabey iki koldan köşke girmeye karar verdiler.

İlk önce bizim birlik Fethi Gürcan en önde jandarma taburunu yararak ilerlemeye başladık. Fethi Gürcan’ın kararlılığı yüzüne ve bakışlarına o kadar yansımıştı ki jandarmalardan hiçbiri engel olmaya çalışmıyor, aksine ağır ağır geri çekiliyorlardı.

Muhafız Alayından bir astsubay Fethi Gürcan’ın önüne geçip engellemeye çalıştı. Fethi Gürcan onu hızla itekleyip geçti. Ardından bir er önüne çıktı. Bu sefer Fethi Gürcan onu da bağırarak kovaladı.

Sonra ben muhafız alayı komutan muavini bir albayın tabancasını aldım.

Süvari Astsubay Münip Tepeci, Albay Köksal’ın silahını almak istedi. Alb. Osman Köksal, kendisinin de ihtilalcilerden olduğunu zorlukla açıklayabildi

Biz bu işleri yaparken Nusret Kocabey de öbür taraftan girip Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı derdest etmişti."

Bu sırada “Kurmay” Karargaha Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile ilgili haberler geliyordu.

Emin Aytekin:

“..Tank bölüğü kumandanı heyecanla gelip Madanoğlu’na köşkün mukavemet ettiğini, teslim olmadıklarını ve Osman Köksal’ın da birlikleriyle bize iltihak etmesinin mümkün olmadığını mutlaka oraya bir kuvvet gönderilmesi icap ettiğini söyledi.

...Ve ben o esnada Madanoğlu’na bir piyade taburu ve bir bir tank bölüğünü emrime vermesini, köşke gidip köşkün düşürülmesi ameliyesini gerçekleştireceğimi söyledim. O da muvafakat etti. Aşağı indiğim zaman Sami Küçük’ü gördüm. Onu da yanıma aldım. ...Yolun ilerisinde ve yaverler dairesi civarında bir süvari grubu gördüm. Fakat görünen sadece atlardı. Erlerin ve subayların nerede olduğu belli değildi.”

Süvari erleri ve subayları neredeydiler??? İhtilal’in başarısı üzerine Emin Aytekin'le seneler süren “Köşkü kim teslim aldı?” tartışması yapan Osman Köksal, Emin Aytekin'in yazdıklarını çürütmek isterken, farkında olmadan bizi daha fazla gerçeğe yaklaştıran açıklamalar yapar.


Osman Köksal:

“..Yaverler dairesi köşkün 70 – 80 metre sağ (Köşkün önünden geçen caddeye göre) bir binadır.

.. Jandarma Muhafız Taburu’nda tek bir at dahi yoktur. Olsa idi bile atlar, savunma mevziinin odak noktasında bulunmazdı....

Muhafız Alayında aşağı yukarı 700 – 800 atı bulunan, 150 – 200 atlı süvari bölüğü vardı. Bunlar da Jandarma Taburunun savunması dışında idi."

Oysa, köşke dışarıdan gelen 43. Süvari Alayı’na bağlı Süvari Grubu savunma mevziinin odak noktasını delerek köşke girmişti. İlk Kurşun hedefine varmıştı, hem de 12'den vurarak.


KİM KÖŞKÜ DÜŞÜRDÜ?
27 Mayıs İhtilali’ni anlatan kitapların köşkün ele geçirilişiyle ilgili bölümleri tam bir karışıklık içinde kaldı:

Müşerref Hekimoğlu:

“… modern eğitimli Muhafız Alayı ile korunan bir devlet başkanı nasıl böyle kolayca ele geçirilebilmişler, bu kolaylığı hangi plan sağlamıştı?”

Sami Küçük köşke geldiğinde gördüğü ihtilalci subayları anlatırken satır aralarında ortalıkta dolaşan süvari erlerinden bahseder. Başlarında subayları olmayan süvari erleri!

“ Sami Küçük elinde tomsonu Köşk’e girdi. Holde bir kalabalık. Bir sivil, Burhanettin Uluç ve… Sivili tanımadı önce. Sonra Bayar olduğunu anladı.” (a.g.e., s. 135)

Oysa Albay Sami Küçük, 27 Mayıs İhtilalinin hemen ertesinde yaptığı açıklamalarda Süvari erleri ile “talim elbiseli bir iki subayı” gördüğünü yazılı olarak belirtmişti.

“Bu sırada Veteriner General Burhanettin Uluç, yalnız, elinde şapkası yaya olarak bu yoldan yukarı çıkmakta idi. Kendisine bilgi verdim.

Köşkün merdivenleri önüne gelince, benden daha evvel buraya gelen Kur. Alb. Emin Aytekin bana: “Celal Bayar teslim olacak. Üç subay isteniyor. Sen silahlısın, sen teslim al” dedi. Etrafıma bakınca yanımda Tank Bnb. Muzaffer Karan’ı gördüm. Onu ve bir de teğmen alarak içeri girdim.

İçerde bir sivilin etrafında 10 kadar süvari eri ile talim elbiseli bir iki subayı ve o siville münakaşa eden General Burhanettin Uluç’u gördüm. Erleri aralayarak sivilin yanına yaklaştım ve Burhanettin Uluç’a münakaşa zamanı olmadığını, kendisini götüreceğimizi, sağ koluna girmesini rica ettim, bende sol koluna girerek kendisini dışarı çıkardık. Bu sırada Muzaffer Karan ilk plan gereğince Celal Bayar’ı Harp Okuluna tankla götürmede ısrar etti ise de orada hazır bulunan Muhafız Alay Komutanının station vagonuna bindirerek Harp Okuluna getirdik.”

Sonra bir köşk'ü kim teslim aldı kavgası sürüp gidecektir senelerce. Kazanılmış bir ihtilaldeki kendi mevcudiyetlerini ballandıra ballandıra anlatırlarken, biri 700 - 800 kişilik Süvari grubunu görmeyecek (Osman Köksal), diğeri atları gördüğünü söyleyecek fakat Subayların ve erlerin nerde olduğu belli değildi diyecek (Emin Aytekin), bir diğeri savunma hattının içinde Köşk'te Celal Bayar'ın yanında talim elbiseli iki subay ve on kadar Süvari erinden bahsedecek (Sami Küçük) satır aralarında.

Görevini yapmaktan başka bir iddiası olmayan Yzb. Fethi Gürcan ve arkadaşı Yzb. Nusret Kocabey ise, isimsiz “Nefer” olmaya yatkın yapılarıyla, “devlet hiyerarşisini” parçalamışlardı ve artık ihtilalin hiyerarşisine uymanın gönül rahatlığı içindeydiler.

Nusret Kocabey:

“Bu şekilde Burhanettin Uluç yüksek rütbeli bir general olduğu için onun komuta etmesini daha yerinde bulduğumuz için Devlet reisini Burhanettin Uluç’a teslim ettik. O da yanlarındaki harp okullularla beraber onu götürdüler. Ben birliğimi topladım. Fethi birliğini topladı. Oradan alayımıza biz geri döndük.

O gün, o civarda Sami Küçük’ten başka Milli Birlik Komitesi’nde yer alanlardan kimseyle karşılaşmadım. Yani Devlet Reisinin alınması, eğer ihtilalin oturmasında etken olarak olmuşsa, orada bu olaya gelişte Durmuş Çınar tankçı, Sami Küçük Milli Birlik Komitesinden, Fethi Gürcan, ben vardık. Başka kimseyi ben görmedim. Burhanettin Uluç. Onu söylemiştim. Onun dışında birliğiyle gelmiş veya Milli Birlik Komitesi içindeyken o çevrede olmuş olabileceklerden kimseyle karşılaşmadım. Sami Küçük’ü gördüm sadece.”

En büyük sermaye temsilcisi, İş Bankası kurucularından, “sabık ve sakıt” Cumhurbaşkanı Celal Bayar, bir 27 Mayıs gecesi sabaha karşı çok iyi korunan Cumhurbaşkanlığı Köşkünden apar topar Yassıada'ya yollanmasının bilinçaltıyla ölünceye kadar “Bu kış komünizm gelecek” diye sayıkladı durdu.

27 MAYIS – İSTANBUL
İstanbul’da, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Harekat Dairesi Başkanlığı’nın emriyle harekat başladı.

Yani hiyerarşiye uygun bir ihtilal hareketiydi.

“26–27 Mayıs gecesi ben İstanbul Örfi İdare Kumandanlığı Harekat Başkan Muavini idim...”

Üniversite bahçesinde benim de katıldığım ‘harekat’ toplantısında, harekatın, çeşitli sebepler dolayısıyla (a.b.ç.), Örfi idare kumandanlığı karargahından verilecek kısa bir harekat emri ile başlamasını kararlaştırdık”

Ateşli ihtilalci Orhan Erkanlı, harekat emrini alır almaz Tankları hedeflere doğru yola çıkardı.

“İlk aranan, Erkanlı’nın 3. Zırhlı Tugayı idi. Erkanlı sabredememiş, birliklerini yol üzerine çıkartmış, tankların motorları yarım saattir çalışmaya başlamıştı bile... Örfi İdare Karargahının ‘hareket’ emri gelir gelmez, jeep’ine atlıyor ve kafile şehre doğru yola çıkıyordu.”

“Planlamaya göre Ankara ve İstanbul radyolarından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sesi aynı zamanda duyurulacak. İstanbul'da her şey saat gibi işliyor, telefonlar durmadan çalıyor, telin öbür ucundaki ses hedefin ele geçtiğini bildiriyor... Ama Ankara'dan haber yok hala.”

“… radyo Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sesini duyurmaya hazırlandı. Hiç direnme olmadı ama Ankara'dan ses yok. Beklemek gerekiyor”

İstanbul'da duruma tamamen hakim olunmuştu. Fakat, radyo yayınlarından Ankara'nın sesi çıkmıyordu.


Teyfik Subaşı:

“Bu düşüncelerle yorgun Harbiye'ye geldim. Harbiye'nin giriş kapısı, binanın merdivenleri, koridorlar velhasıl her taraf yüzlerce subay ile doluydu. Herkes, yakınlık derecesine göre, bir küme içinde yer almıştı. İhtilalin olduğu, bundan sonraki durumun ne olacağı, olayları ve hazırlığı bilmeyenlerce tartışılıyordu. Veya tam zamanı idi. Kotarılmış bir sonuçtan pay kapmak, hoş olurdu.

Ahmet Yıldız, Ordu Harekat Odası’nın kapısına iki nöbetçi dikmiş ve içeriye kimseyi aldırmıyordu. Ben bozulmuştum. Yüzbaşı Terzi'nin tepkisi daha da şiddetli oldu. Orhan Erkanlı'yı bulmaya çalışırken, bu gruplara da gözüm takılıyor ve bazı olayların tanığı oluyordum. Eğer Ankara'dan ses çıkmazsa, bizim halimiz ne olacaktı? Akıl satmaya kalkanların, bizi itham etmeyecekleri nereden belli idi? Konu bir yargılamaya dönüşse, kim birlik yürütmüş ise isyancı sayılacak ve hesabı görülecekti.”

Aslında, ihtilali tasarlayan komite için İstanbul o kadar da önemli değildi. Esas hedefler ve “Siyasi İktidar” Ankara'daydı. Yoksa İstanbul'da sıkıyönetim yumuşak geçiyordu. Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk Fakültesi'nin duvarları Sıkıyönetim Komutanı’nın emriyle otomatik silahlarla tarandığı için, delik deşik olmuş ve öğrenci gösterileri engellenmişti. İstanbul'da ise Sıkıyönetim Komutanı bu kadar gayretkeş olmamıştı. 27 Mayıs sabahı da kolayca ihtilale “ikna” edildi.

Ankara'daki komitenin ihtilali başlatmak için ayak sürümesi, Orhan Erkanlı'yı gerekirse “İstanbul Hükümeti” kurma fikrine kadar sürüklemiş, fakat bu fikrinde yalnız kalmıştı. Dolayısıyla, 27 Mayıs gecesi de, yine her şey Ankara'da “çözümlenmek” zorundaydı. Ve Ankara’da çözümlendi.

27 MAYIS İHTİLALİ SABAHI
Genç subaylar, başarılarının rantını akılarına bile getirmeksizin, atlarına binip gün boyu halkın coşkulu tezahüratlarına katarak nameleştirdikleri nal sesleriyle ihtilalin coşkusunu Ankara sokaklarına yaymaya koyulmuşlardı. Komitenin planladığı darbe, gençlik ve halkla kaynaşarak dörtnala Devrim'e doğru koşuyordu.

Daima büyük bir fedakarlıkla bütün olayların içinde yer alan Teğmen Erol Dinçer, 27 Mayıs’ta ise, izinli olmasından da kaynaklanan bir irtibat kopukluğundan (irtibatı sağlayacak olan Tğm. Yılmaz Akkılıç Ankara dışında olduğundan), geç kalmıştı. İhtilal planları çerçevesinde Dinçer’in görevi, güvenmedikleri 43. Süvari Alayı’ndaki Keramettin Yüzbaşı’yı tevkif etmek ve onun bölüğünü alıp çıkmaktı. İrtibat kopukluğuna rağmen, ihtilalin başladığını anlar anlamaz hemen olaya katıldı.

Erol Dinçer:

“27 Mayıs irtibat kopmuş durumda. Kurtuluş’ta evdeyim. Sabah kalktım bir baktım ihtilal olmuş. Baktım etrafta askeri öğrenciler var. Hemen durumdan görev çıkardım. Askeri tıbbiyeliler de harekete geçmişler. Onları örgütledim. Cebeci Karakolu’na el koydum. Öğrencileri görevlendirdim. Çevrede oturan Tahkikat Komisyonu üyelerini, DP Milletvekillerini filan toplamaya başladık. Sonra hemen alaya gittim. ‘Yahu’ dedim, ‘bana niye haber vermediniz?’ Hem irtibat kopukluğu, hem de 43. Süvari Alayı Komutanı’nı marangozhaneye kapatma önerime ‘ayıp olur’ diyen adamların etkisi falan...”

MENDERES’İN TUTUKLANMASI
Menderes 27 Mayıs günü Eskişehir'deydi. Hv. Alb. Muhsin Batur ve ihtilalci havacılar harekete geçmek için sabaha kadar “Radyo anonsunu“ beklemişlerdi. İhtilal tarihinin birkaç kez ertelenmesi nedeniyle emin olmak istiyorlardı. İstanbul ve Ankara radyolarından anonsları duyunca harekete katılmaya koyuldular.

İhtilal konusundaki tedirginlikleri nedeniyle, şehirlerinde bulunan Menderes konusunda hiç bir planları yoktu. Olsaydı, en azından Menderes ve yanındakileri gözleyecek, izleyecek bir tedbir almaları gerekirdi.

İhtilale katılmaya karar verdikten sonra yapılan organizasyon ayarlamaları yüzünden kaybedilen zamanda Menderes, Polatkan ve küçük çaplı maiyeti çoktan otomobillerle şehri terk etmişti.

Muhsin Batur ve ihtilalci havacılar, daha önceden yolları tutmayı da akıl edememişlerdi!..

İhtilalin Ankara ve İstanbul'daki başarısını öğrendikten sonra, Kütahya'daki Hava Er Eğitim Tugayı ile telefon irtibatı kurularak Menderes, Polatkan ve maiyetinin yakalanmaları sağlandı.

Böylece Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan sonra Başkakan Adnan Menderes de tutuklanmış oldu.

Üniversite gençliği ve Ankara halkı, gördükleri subayları omuzlarında taşımakta, tezahüratları tüm caddelerde çınlamaktaydı.

Memur kenti Ankara halkı, gençliğin dövüldüğünü görmüş, aydınların, gazetecilerin tutuklandığını izlemiş, İnönü’nün taşlanışında “Kurtuluş Savaşı kazanımlarına” karşı çıkıldığını hissetmişti. Ağaların ve tarikatların arkasında teşkilatlanmış kasabalı ve köylü öfkesinden ürkmüştü. D.P’ye ve yöneticilerine kızgındı. Bu belayı tepelemiş ordu gençliğini bağırlarına basmakta zerrece çekinmediler.

Ankara’yı bir bayram havası sarmıştı.

Damat Metin Toker de, hemen 27 Mayısçı olacak, fakat tıpkı Paşa kayınpederi gibi çağırdıkları gücü, “çağrılı güç”ü seyretmekten öteye gidemeyecekti.

Metin Toker:

“27 Mayıs öğleden sonra Ankara’yı gören herkes vicdanında en ufak tereddüt duymadan emin olmuştur ki, bu hareket beğenilen bir hareket olarak alkışlanmaktadır”.

Menderes ve hükümetini istifa ettiremeyince az mı uğraşmışlardı İsmet Paşa ile birlikte, bu ihtilal için? Kendisi, bizzat İnönü'nün “Propaganda Şefi” idi. Ama, “damat”lıkla bahşedilen “şef”lik, “kayınpederin ömrü” ile sınırlı kalmaya mahkumdu. Türkiye hala “doğu”luktan çıkamadığı için, “yetenek” değil “yakınlık” önemliydi.

27 Mayıs sabahı, Paşa babasıyla birlikte, DP'nin devrilişini büyük bir şevkle izliyorlardı. İktidarın artık ellerinde olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki, “uykusuz gecelerin” yaklaştığının farkında değillerdi. 


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder