AYANDON
( GİDİPTE DÖNEMEYEN CESUR İNSANLARIN ÖYKÜSÜ )
GİDİPTE DÖNEMEYEN CESUR İNSANLARIN ÖYKÜSÜ
“Dünya öyle bir bütündür ki, özgürlük bir yerde kaybedilince, her yerde kaybedilmiş demektir.”
1934 yılında Prag’da yapılan felsefe kongresinde, kongre katılımcıları için hazırlanan rozetin üzerinde, “Veritas Vineit” yazıyor, Türkçe’si “Hakikat Yener”.
Biz kendi hakikatimizi, hakiki bir biçimde ve kendi hakikatlerimiz olarak hazırlayıp sunamazsak, başkalarının hakikatinin esaretine girer ve yeniliriz. Oysa aynı zamanda “Hakikat Özgürleştirir”. Demek ki yenecek ve özgürleştirilecek olan bizim kendimize ait hakikatlerimizdir.
Başkasının hakikatleri ile yenilip, hürriyetimizi yitirmemek için, hakikatleri sadece sosyal bilimlerin çeldirici ve belirsiz çerçevesi ile değil; aynı zamanda hayat pratiklerinin bir yansıması olan edebiyatın, belirgin, şaşırtıcı ve keskin üslubu ile sunmak ve bu güçten faydalanmak mecburiyetindeyiz.
Roman edebiyat sahasının en önemli alanlarından; dolayısıyla hayatın. Bir milletin entellektüelleri, milli meseleleri sadece tarih, sosyoloji, psikoloji ve felsefe çerçevesinde ele alınmamalıdır. Bugün edebiyat, enperyalizm ve ideolojilerin en güçlü silahlarındandır. Beynelmilel emperyalizm, çokuluslu şirketlerin bir endüstri haline getirdiği yayıncılık sektörü aracılığı ile çok ciddi tahribatlar oluşturmaktadır. Bunu engellemek için milli bir edebiyat, bu tahribata karşı bir duruş sergilemek ve bunu toplum katmanlarında yaygınlaştırarak acilen başarmak zorundadır.
Bugün, Osman Pamukoğlu, asker kimliğinin ötesinde, telif eserleri ile bu boşluğu doldurma mücadelesi vermektedir. 1993-1995 yılları arasında, Hakkari Dağ ve Komando Tugayı ve Hakkari Güvenlik Komutanlığı yaptığı dönemlerde kazandığı birikimlerini, 10 sene sonra kaleme almış ve kitabının adına oldukça manidar biçimde, “Unutulanlar Dışında Yeni Bir şey Yok” ismini vermiştir.
Unutulmaması gerekenlerin unutulması, hakikat adına ne kadar korkunç bir yenilik. Bu yenilikte, yenilgiye giden bir yol var. Bu yenilgide, tükenmeye götüren bir kol var.
Osman Pamukoğlu, bir stratejist; Osman Pamukoğlu, bir savaşçı; Osman Pamukoğlu, bir komutan; Osman Pamukoğlu bir devlet adamı; Osman Pamukoğlu, bir felsefe adamı; Osman Pamukoğlu, gerilla el kitabı yazarlarını ve uzmanlarının referans göstermek zorunda olduğu adeta bir gerilla ve gerilla savaşının uzmanıdır.
Ve Osman Pamukoğlu edebiyatçı kimliğini de ekledi çok yönlülüğüne. Yazılan bir bilgi, unutmamanın ve unutturmamanın en doğru ve işlevsel yöntemi. Roman ise yazılı bir bilginin, geniş halk kitlelerine ulaştırılmasının en etkin yollarından.
Pek çok kitabı var Osman Pamukoğlu’nun, son kitabının bir roman olduğunu bilmeden kitapçıdan satın aldım. Daha önceden de herhangi bir kritiğine rastlamadım. Doğal bir beklenti ile yeni bir Güneydoğu ve Türkiye analizi diye düşündüm. Kitapta, Ayandon başlığının altında “Gidip de dönemeyen cesur insanların öyküsü” yazıyor. İç Başlıkta roman olduğunu farkettim. Yine doğal bir beklenti ile bir Güneydoğu romanı olduğu beklentisine girdim.
Roman “Takvimler 26 Ocak 1915 yılını gösteriyordu.” diye başlıyor. Düşündüm ki, Birinci Dünya Savaşı ve günümüzde kimilerince adı “Düşük Yoğunluklu Savaş” olan Güneydoğu sorunu arasında romanda geçişler oluşturacak. Hayır, roman, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Karadeniz’de geçiyor. Tabi o zamanla şimdiki zamanlar arasında paralellikler kurmak okuyucunun mukayese yeteneğine bırakılıyor.
Romana kendimi kaptırdığımda ise artık beklentilerimin farkında olmadan beni terk ettiğini gördüm. 253 sayfayı çevirip romanı bitirdiğinizde, içinizde bir şeyler artarken bir şeyler de eksiliyor.
Osman Pamukoğlu’nun tabiat tasvirleri çok güçlü. Şüphesiz O’nun tasvirleri ile başka yazarların, özellikle Rus yazarların, tabiat tasvirleri arasında paralellikler kurmaya çalışacaklar olabilir. Oysa, Osman Pamukoğlu, tabiat tasvirlerindeki gücü, kendi tabiatından alıyor; kendi tabiatından ve yaşadığı coğrafya tabiatının keskinliğinden ve kesinliğinden.
O bir Karadeniz çocuğu. Karadeniz’i en iyi bir Karadenizli anlatabilir. Dağların haşmetini ve ürkütücülüğünü, bölgedeki dağlar kadar, ömrünü yurdunun diğer dağlarında geçirmiş bir insan tasvir edebilir. Kışı tasvir ederken sizi üşütmesi, pek çok kışta üşümesinden kaynaklanıyor. Bir insanın donma sürecini, okuyucuyu adeta donduracak bir üslupla, ancak bu olayı yaşayan veya defalarca şahit olan bir insan anlatabilir. Kitapta donan bir insan nasıl yardım edilmesi gerektiğinin bilgisi roman akıcılığında verilirken, sizde donma tehlikesi geçiren bir insana ilk yardım yapabilecek bir donanım elde ediyorsunuz.
Osman Pamukoğlu; kimbilir karda, kıyamette, kamçı gibi insanın vücudunda patlayan kaç fırtına sığdırmıştır, fırtınalı ömrüne. Osman Pamukoğlu sizi karın, donun, fırtınanın ayazında üşütürken, Karadeniz’de üşütmekten de geri kalmıyor.
Ayandon, her ne kadar Sinop’un Ayancık ilçesinin eski adı olsa da, o aynı zamanda bir fırtına ismi. Karadeniz’e özgü olan, denizi adeta kudurtan ve dalgalandıran, denizin altını üstüne getirirken, üstündeki her şeyi, koskoca gemilerde dahil, dibini boylatan cinsten, ne zaman patlayacağını ancak erbabında bilinen, bazen de romanda olduğu gibi birden patlayan güçlü bir fırtına. Denizin kudurmuşluğunda ve kucağında duyuyorsunuz ayandonun şiddetini. Süleyman, Yusuf, Haydar ve Nuri’nin yanında bu fırtınayı iliklerinize kadar yaşıyorsunuz.
Evet, roman Birinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Devlet seferberlik ilan etmiş ve 46 yaşından genç olanları cepheye taşırken, geride kalanlara da vazifeler yüklemiş. 46 yaşın üzerinde ki dört tane sevkıyat kayıkçısının macerası var romanda. Bir milletin top yekun yaşadığı bir maceranın, mecrası var dört sevkıyat kayıkçısında ve romancımızda.
Rum çetelerinin varlığında ve merakında, kayıklarını tamir etmek için bir rum vatandaşımızın yardıma gelişi, Ayandon ile üşüyen içimizi ısıtıyor. Parçalanan kayıkta, Çanakkale’ye götürülecek erzak vardır. Hepsi denize saçılmıştır. Kayık tamir edilmeli ve yeni tedarik edilecek erzak yetiştirilmelidir, cephedeki Mehmetlere. Sevkiyatçılarımızın çare üretme gayretlerindeki titizliğe benzer bir titizlikle, özenerek kurmuş Osman Pamukoğlu romanın retoriğini.
Türk milletinin felaket ve sefalet anlarında bile asalet ve zarafetini nasıl muhafaza ettiğini, iç geçirerek okuyor ve bu millete bir kez daha iman tazeliyorsunuz. Edebiyatımızda Osman Pamukoğlu’nun romancılığı ile tazeleniyor.
Osman Pamukoğlu, akıcı, yakıcı, keskin ve şiddetli bir üslubun roman kıvamında, nasıl oluşturulacağının sahnelerini, usta bir biçimde, doğal gelişen şaşırtıcı sürprizler hazırlayarak veriyor okuyucuya.
Roman adeta günümüzün 1915’lerdeki daha şiddetli ve felaketli kesiti. Misyonerlerden, azınlık okullarına kadar her tesirin ince muhasebesi var. Bu muhasebenin günümüze düşen bilançocunu çıkarmak okuyucunun vazifesi.
Rum çeteler ve Türk isimli hainler bir yanda; öbür yanda Kocadayı ve Rum kayık ustası Damyani. Bu milletin sadece Danko isimli hainleri yok, Türk isimli Değirmenci Recep gibi hainleri de çok. Bu milletin sadece Koca Tahir’lerden dostu yok, Damyani isimli sadıkları da var.
Romanda her ne kadar milletine yabancılaşmış da olsa namuslu bir aydın olan Necip’in şahsında, halk hissediş ve pratiklerinin, yabancılaşmış aydın paradigma tasavvuru ve aforizmalarından ne kadar güçlü olduğu canlı diyologlarla sunuluyor.
Koca Tahir’in; bilgelik, akıl, zeka, aptallık, feraset ve insiyak hakkında öyle bir söylevi var ki, Osman Pamukoğlu, bir halk bölgesi aracılığı ile pedagoji ve felsefe dersi vermeyi de ihmal etmiyor romanda. “Hayatın belirsizliklerle dolu oluşunun, hayata ait bir hürriyet alanı” olduğunu vurgusu oldukça çarpıcı. İnsanın hürriyet özlemi yanında insanın içindeki ve dışındaki hayatınında bir hürriyeti olduğu ve insanın hürriyetinin hayatın hürriyeti tarafından kuşatılmış olmasının bilgisi, insanın esaret ve hürriyet alanlarını yeniden gözden geçirmesini gerektiriyor. Sadece Kocadayı aracılığı ile değil, romanın diğer kahramanları ile de çok değerli aforizmalar sunuluyor okuyucuya.
Romanın tek paragraflık bir özeti zihnimde şu şekilde oluştu. Vazife şuuru ve insiyatif alma zarureti. Durumdan vazife çıkarma lafazanlığı değil, üstüne vazife olmayan ve boşta kalmış vazifeleri de üstlenme ve hiçbir şeyi eksik bırakmadan tamamlama şuuru. Yarım kalmış iş, başlanmamış işten daha çok sıkıntılar açabilir insana; insana ve millete. Romanda bu millete mensup olmanın mesuliyetinin, çocuğundan ihtiyarına nasıl doğal bir iş bölümü halinde örgütlenerek halledilebileceği var. Vazife almak için emir bekleyenin gövdesi semirir, konuşması geğirir, vazife alışı da, vaziyet alır tarzda seyirtir gibidir.
Ayandon, bu ülkenin fırtınalarından. Bu ülkenin başka fırtınaları da var. Bu ülkenin fırtınaları olduğu kadar, tatlı esintili meltemleri de vardır. Kışları olduğu kadar, baharları ve yazları da var. Ne mutlu baharı ve meltemleri hazırlayanlara.
Bu milletin ayandonları ve devrilen kayıkları hep olacaktır.Ancak kayığı tamir edecek ve yola devam edecek iradeyi, imkansızlıkları yenerek ortaya koyacak imanı her zaman sergileyecektir.
Osman Pamukoğlu, yenilmeyecek ve özgürleştirecek hakikatlerimizi, kendi hakikatlerimiz olarak, bir roman kıvamında ve usta bir romancı kıvraklığında sunuyor okuyucuya.
Romandan bir cümle ile başladığım yazıyı, aynı cümlenin yakıcılığı ile bitirmek istiyorum. Okuyucu da bu sözün bilinci ile başlasın okumaya, okumaya ve yaşamaya; “Dünya öyle bir bütündür ki, özgürlük bir yerde kaybedilince, her yerde kaybedilmiş demektir.”
Ayhan Eralp
Gaziantep Üniversitesi
25 Şubat 2007
Gaziantep Üniversitesi
25 Şubat 2007
http://hepar.org.tr/ayandon.aspx
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder