Obama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Obama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2017 Salı

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler, BÖLÜM 3


“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve  Çeşitlemeler, BÖLÜM 3





İSRAİL ve ABD 

Denebilir ki, ABD ve İsrail’in Kürt milliyetçiliği meselesine yönelik çıkarları arasındaki fark politikaları arasındaki farktan daha fazladır. İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” peşinde koşan bir dış politikası ve stratejisi var mıdır? Bu sorunun cevabı “evet” ya da “hayır” olabilir ama bu araştırılması ve tabu olmaması gereken önemli bir konudur. İsrail’in bölgedeki ülkeleri atomize etme 
yönünde bir isteği ve belki de çabası olduğu yönünde genelde kabul gören bir anlayış vardır. 

Türkiye’nin İsrail’e karşı bırakın tehdit olmayı sorun dahi çıkarmadığı dönemlerde bile bu ülkenin hem K. Irak Kürtlerini hem de PKK’yı desteklediği düşünülmektedir. İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış 
bir çaba içine girebilir. Bu nedenle, İsrail ile bozuşmanın Türkiye için varoluşsal bazı riskleri olabileceğini söylemek “İsrail muhipliği” olarak algılanmamalıdır. Tabii bu aşamada İsrail’in Türkiye’den ümidi kalıcı olarak ne zaman keseceği, istese bile bir Kürt devleti kurulmasını tek başına sağlayıp sağlayamayacağı gibi sorular akla gelmektedir. 

< K. Irak Kürtlerinin Türkiye’ye bağımlılıkları Ankara tarafından bir dış politika leverajı olarak kullanılamamıştır. >

Türkiye AKP döneminde dış politikada İran ve Suriye ile yakınlaşır ve İsrail’den uzaklaşırken Kürt meselesini “kullanma sırası” da el değiştirmektedir. 
İsrail’in K. Irak Kürtleri ile ilişkisinin uzun tarihi bilinmekte ve PKK ile de bir bağlantısı olduğundan şüphelenilmektedir. Ancak bu ikincisi ile ilgili şüphelerle kanıtlar arasında bir uçurum olduğunu da kabul etmeliyiz. İsrail’in “dostları” dahil herkes aleyhinde “kartlar biriktirmeye” meraklı olduğu, bunu “radarlara yakalanmadan” yapmaya ehil olduğu ve aslında bu topraklarda gözü olduğu yönündeki varsayımlara dayalı bu şüphe Türklerde oldukça güçlüdür. 

Bu tür sorulara aşağıdaki türden neden, motivasyon ve açıklamalar sayılabilir. ABD, 

• Bölge ülkelerini korkutmak ve onları diken üstünde tutmak için, 
• Kürt meselesini bölgedeki gelişmeleri etkileyen bir araç olarak kullanmak için, 
• Geçmişte birçok kez kullanıp sonra ortada bıraktığı Kürtlere “haklarını” geç de olsa teslim etmeyi bir tür ahlaki ve emperyal sorumluluk olarak gördükleri için, 
• Kendine bağımlı bir Kürt devletinin enerji, üs, istihbarat sağlayarak kendi işine yarayabileceğini ve böyle bağımlı bir devletle petrol anlaşmaları yaparken daha rahat ve buyurgan olabileceğini hesaplayarak (zannederek), 
• İçgüdüsel olarak ve üzerinde yeterince düşünmeden, devletleri etnik ve mezhep açısından bölmeyi ve bu parçaları sürekli birbirleriyle kavgalı tutma güdüsüyle, 
• Bölme seçeneğini bugün için değilse bile bir ihtimal olarak saklı tutmak için, 
• Kendi çıkarlarından bağımsız olarak bunun İsrail için iyi olacağını hesaplayan Lobi’nin etkisiyle, Kürt devletinin kurulması yönünde adımlar atıyor olabilir. 

ABD’nin devlet politikası Kürt devleti kurmak değilse bile, bu politikayı etkileyen ve oluşturan bazı kesimlerin, hem bir Kürt devleti oluşmasının şartlarını oluşturma ve hem de başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri ile ilişkileri stratejik düzeyde korumanın mümkün ve arzulanır bir şey olduğuna inandıkları düşünülebilir. 

Irak’ın parçalanmasının İsrail ve ABD açısından sonuçları neler olabilir? Bu sonuçlar öngörülebilir mi? ABD ve/veya İsrail bu sonuçları öngörebileceklerini düşünürler mi? Özellikle 2003–2007 arasında Irak’ta yaşananlar ABD’ye böyle büyük çaplı ve kompleks süreçleri öngörme ve yönetmenin zorluğu ve “jeopolitik mühendislik denemelerinin” beklenmeyen ve istenmeyen sonuçlar meydana çıkarabileceğine dair dersler vermiş olmalıdır. Ayrıca yaradılış olarak muhafazakâr ve temkinli bir karaktere sahip Obama’nın Irak’ı bölme sürecinin ABD lehine yönetilebileceği konusunda çok şüpheci olacağını varsayabiliriz. Obama’nın önüne bu yönde görüş ve planlar geldiğinde/gelirse buna iltifat etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ama elbette ABD dış politikasında Başkan’ın kontrolü ve hatta bilgisi dışında unsurlar olabileceği ihtimalini de kolaylıkla savuşturanlardan değiliz. Tekrar seçilmesi halinde 6 yıl daha Başkanlık yapacak olan Obama’nın kişisel olarak Kürt devletine ebelik yapmak gibi isteği ve hatta belki de lüksü olduğunu düşünmek zordur. Ama aynı Obama, aslında S. Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin içinde demokratikleşmeyi Bush gibi büyük bir tantana ile desteklemekten kaçınsa da, Türkiye’de Kürt meselesi konusunda 
siyasal sürece müdahil olmakta bir sakınca görmeyebilmektedir. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’nin kendi iç işlerine müdahale edilmesine açık ve hatta istekli bir görüntü vermesi olabilir. 

ABD’ye, eğer bir Kürt devleti kurulursa bunun büyük ihtimalle sürekli komşularıyla ve kendi içinde çatışma yaşayan ve bu nedenle sahip olduğu enerji kaynaklarını uluslararası pazarlara taşımakta büyük zorluk çeken, otoritesini toprakları üzerinde tam kuramayan, uyuşturucu ve uluslararası terör örgütlerinin muhtemelen kendilerine liman bulabileceği bir “başarısız devlet” olacağı anlatılmalıdır. 

<  İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış bir çaba içine girebilir. >

Eğer Kürtler bir şekilde “kirişi kırabilirlerse” geride kalan Şiilerle Sünnilerin de beraber yaşamayı başaramayacakları ve ortaya en azından bir süre için ve bir derece İran’ın kontrolüne girebilecek bir Şiistan ile başta Ürdün olmak üzere birçok Arap devleti için istikrarsızlık kaynağı olabilecek bir Sünnistan 
çıkacağı düşünülebilir. Bunlar ABD ve İsrail’in mutlu olacağı gelişmeler değildir. Bunlara ek olarak bölünme sürecinin hızlı, kolay, kansız ve düzenli olmayacağı ve Irak’ı oluşturan grupların birbirleriyle ve alt grupların kendi içlerinde sonu gelmeyen Lübnanvari bir iç savaş senaryosu da yazılabilir. 

Batı Türkiye’yi “elinden kaçırdığını” düşünmeye başlarsa Kürt meselesinde Türkiye aleyhine pozisyonlar almak ve eyleme geçmek konusunda kendini daha rahat ve hatta istekli hissedebilir. Ancak buradaki soru ve sorun Türkiye kendisine büyük bir bağlılık ve “muhabbetle” sarıldığında bile Batı’nın aslında bu tür bir yaklaşımı olup olmadığının açık olmamasıdır. Kürt devletinin kurulma ihtimali, kurulursa Türkiye’ye zarar verme şekli ve ABD’nin bu süreçteki niyet, 
plan, yetenek ve çabalarını abartmanın da zararları olabilir mi? Bu korkular bir şekilde Türkiye’ye zarar verecek gelişmelerin gerçekleşme ihtimalini arttırıyor olabilir mi? Acaba gereksiz bazı evhamlara kapılarak bir Kürt devleti ihtimalini arttırıyor, bunu başkalarının “aklına getiriyor”, onlara bizi korkutma ve bize dolaylı ve muğlak bir şekilde de olsa şantaj yapma imkanı veriyor olabilir miyiz? Belki. Ama ABD Türkiye’ye zarar verecek gelişmeler için bir çaba içinde 
değilse bile bu tür şüpheleri savuşturma yönünde özel bir çaba da göstermiyor gibidir. Bu çaba eksikliği, niyetleri ile ilgili Türk kamuoyunun büyük bir kısmında olan kuşkuların boyutunun farkında olmadığı, durumun vahametini kavramadığı ya da belki de bunun problem olarak görmenin ötesinde kendine avantajlar sağladığına inandığı şeklinde yorumlanabilir. 

Washington ve Ankara’nın Türkiye’deki “Kürt sorunu”na bakışları arasında stratejik, askeri ve insani düzeyde farklılıklar olduğu söylenebilir: Kendi federal bir ülke olan ABD “Türkiye’nin ille de üniter bir ülke olmaya devam etmesinde ısrarlı değildir.” Washington Ankara’nın Kürt meselesi konusunda siyasi ve sosyal açılımlarda bulunmasından ziyadesiyle mutlu olacaktır. 

ABD, PKK’yı Türkiye’deki Kürtlere bazı kültürel haklar, ayrıcalıklar ve otonomi verilmesini sağlamanın tek yolu olarak görüyor olabilir. Ama ABD bunları niye istesin? Washington’un bu ara çözümleri Türkiye’nin çözülmesini ve sonunda Büyük Kürdistan’ın kurulmasını sağlayacağı için arzuladığını düşünenler çoktur. Ama ABD Türkiye’deki Kürt sorununa “teknik” ve insani bir konu olarak bakarken de optimal çözümün bu olduğu sonucuna varmış olabilir. Ancak ABD’nin telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetli olduklarını düşünmek de şart değildir. ABD ve AB’nin bu konuya yaklaşımları iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir. 

Sorunun uluslararasılaştırılması kaçınılmaz değildir ama ciddi bir ihtimal haline gelmektedir ve Türkiye açısından ciddi riskler barındırmaktadır. 

Önümüzdeki dönemde PKK’nın ateşkes ve silah bırakma safhalarında konuyu bu düzleme getirmek isteyeceğini tahmin etmek zor değildir. ABD bir Kürt devleti kurulmasını özel olarak istemiyor ve bunu çabalamıyorsa bile sanki en azından o ihtimali ortadan kaldırmak da istememekte ve “gerektiğinde elinin altında böyle bir seçenek olmasını” arzu etmektedir. Ayrıca ABD bölgeden çok uzakta olduğu için sonuçlarına ancak kısmen kendi katlanacağı için Türkiye’den farklı olarak hata yapma lüksüne sahiptir. 

Türkiye PKK’ya destek veren ve göz yuman aktörlere karşı kapsamlı, kararlı, sabırlı ve bedellerini de ödemeye hazır olduğunu gösterdiği bir cezalandırma politikası güdememiştir. Türkiye’nin bölünmesi mümkün müdür? İsrail ve/veya ABD bunu ister mi? 

Bunun mümkün olduğunu düşünüyorlar mı? Bunun için çaba harcıyorlar mı? Şimdi değilse bile “gerekirse” harcarlar mı? Nasıl? Böyle bir istek ve planları varsa bile onları vazgeçirmek mümkün olabilir mi? Buna karşılık şöyle diyenler çıkabilir: “Nereden çıkarıyorsunuz bunları? Bunu niye istesinler? Adamların zaten yeterince derdi var. Bir de böyle bir şeyle niye uğraşsınlar? ABD Irak’ı bölen güç olarak görülmek istemeyecektir. Bir Kürt devleti ve onu ortaya çıkarmak İsrail ve/veya ABD için yarattığı imkânlardan çok daha fazla zorluk ve sorun çıkarır. Hem böyle bir şey isteseler bile buna güçlerinin yeteceğini niye düşünüyoruz? “Türkiye’nin bütünlüğünü başka ülkelerin iyi niyetine, insafına ve akıllı olmasına bırakmak doğru olmaz. K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulması ve ABD’nin bunu resmen tanıması, koruması ve desteklemesi durumunda Ankara’nın Washington ile ilişkisini toptan değiştireceğini ABD’ye hiçbir şüpheye yer kalmayacak netlikte anlatmak lazımdır. 

SONUÇ 

Bazıları artık bağımsızlığın PKK’nın söyleminden bile düştüğünü söyleyerek farazi olarak da olsa “Kürt devleti” hakkında bu kadar konuşmanın ve kafa yormanın “modası geçmiş”, gereksiz, anlamsız ve son tahlilde zararlı olduğunu iddia edebilir. Ama bölünme endişesini temelsiz ve kendine güvensiz bir “paranoya” diye niteleyen ve kolaylıkla karikatürize edenler aslında Türkiye’yi önemli bir entelektüel savunma hattından mahrum bırakıyor olabilirler. 
Türkiye bir Kürt devletinin Kürtler dâhil herkes için büyük riskler, belirsizlikler ve zorluklar ortaya çıkaracağı, maliyetinin getirisinden çok daha fazla olacağı, “nereden bakarsanız bakın buna değmeyeceği” konusunda eğitici bir rol üstlenmelidir. 
AKP’nin Türk siyasi hayatını domine etmesi, başta TSK olmak üzere devletçi ve güvenlikçi kurumlar ve bakış açısının etkisinin azalması, Türk devletinin çözülmeye başladığı algısı, yavaşlasa ve heyecanını kaybetse bile yaşamaya devam eden AB süreci, ABD’nin K. Irak’taki varlığı ve bu sırada PKK’ya karşı gösterdiği son derece müsamahakâr tavır, son dönemde teknolojinin 
de yardımıyla Kürtler arasında sınır-aşan ilişkilerin artması ve PKK’nın “dayanıklılığı” gibi faktörler bazı Kürtlerin bağımsızlık veya ona yakın hedefler konusunda umutlarını korumalarını mümkün kılmıştır. “Kürt açılımı” da Türkiye’deki Kürtlerin beklentilerini, taleplerini ve bunları açıkça ifade etme isteklerini arttırmıştır. Bu sürecin muğlak, ucu açık ve vaatkar karakteri Kürtlerin ileride tatmin olmalarını da zorlaştırabilir. Mağduriyet psikolojisi, “neredeyse her şeye hakları olduğu” duygusu, hakları talep ederken sorumluluktan kaçınma isteği Türkiye’deki Kürtlerin siyasi duygusal hayatında giderek daha da etkinleşmektedir. 

 < “Artık işin işten geçtiği”, “cinin şişeden çıktığı”, “entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve “ bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı ” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. >

Kürt elitleri ve PKK’nın taleplerinin ve nihai amaçlarının muğlaklığı, saydam olmayışı ve değişkenliği Kürt olmayanların konuya bakışını olumsuz yönde etkilemektedir. Referandum sonuçları Kürt meselesinin Türkiye’de evrilirken aldığı durumun bu konulara karşı hassas olduğu düşünülen milliyetçi muhafazakâr kesimler için bile artık/aslında o denli öncelikli olmayabileceğini 
düşündürtmektedir. Türkiye’de Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bölgelerinde Türk-Kürt çatışması bir-iki korkutucu ama sınırlı olay dışında büyük ölçekli ve kontrol dışı şiddete dönüşmemiştir. 
Yabancı gözlemcilerin ve Kürtlerin bu durumun başka bir ülkede olsa farklı şekiller alabileceğini yeterince takdir etmedikleri söylenebilir. Bu durumun (şiddet içeren sivil etnik çatışmanın yokluğu) devam edeceğinden ise emin olunamaz. Türk-Kürt toplumsal ilişkilerinin yakınlarını kaybetmiş bir-iki akrabanın kızgınlıklarının kontrolden çıkmasının ya da yabancı unsurların 
kolaylıkla provoke edebileceği tezgâhların sonucunda kontrolsüz bir çatışma ve şiddet sarmalına girmeyeceğinden emin olabilir miyiz? Etnik gerilim ve çatışma, Türkiye’nin üniter yapısının bozulması, Türkiye’nin fiili olarak ya da resmen bölünmesi, PKK’nın sadece kırsal bölgelerde, güvenlik güçlerine ve sınırlı eylemlerin ötesinde şehirlerde, sivillere karşı ve çok büyük çaplı terör 
eylemlerini tırmandırması, Kürtlerle Kürt olmayanlar arasında sosyal hayatın geneline yayılan bir husumet oluşması, Türkiye’nin K. Irak’ta uzun süreli, maliyetli, çok kayıp verdiği ve askeri olarak amaçlarına ulaşamadığı sınır ötesi bir harekâta girişmesi düşünülemez ihtimaller değildir.3 

Görülebilir bir gelecekte Kürt devletinin kurulması mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Sonucu, başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. Türkiye belli aralıklarla bu devlete neden, nasıl ve ne kadar karşı olduğunu gözden geçirmeli ve bu “davaya” olan imanını tazeleme lidir. Ayrıca bu muhalefetin Kürt karşıtı bir şey olmadığını göstermek ve Türkiye’nin içindeki Kürt meselesinin daha da ağırlaşmasına neden de olmaması gerekir. Ayrıca Kürt devletinin kurulmasını engellemek de yeterli değildir. Bu zorlu amacın dışında ve ötesinde Türkiye’deki Kürtlerle Kürt olmayanların bir şekilde beraber yaşamayı öğrenmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde Kürtler dâhil Türkiye önümüzdeki on yılları da “diken üstünde”, insanlarını ve kaynaklarını bu soruna harcayarak ve “huzursuz” bir şekilde geçirebilir. 

“Artık işin işten geçtiği”, “cinin şişeden çıktığı”, “entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve “bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda uzun süre koruduğu pozisyonları ve argümanları büyük bir hızla terk etmesi “domino dinamiklerini” harekete geçirebilir. Türkiye’nin çözüldüğü yönünde bir algının oluşması Türkiye’nin hasımlarını cesaretlendirebilir, iştahını ve taleplerini artırabilir, aralarındaki işbirliğinin derecesini yükseltebilir. 

< Sonucu başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. >

Kürt devleti sonuçta, Kürtler dâhil, kimse için iyi olmayacaksa bile bu öngörüyü şimdiden herkesin paylaşacağından emin olamayız. Bu yönde şüpheleri olan Kürtlerin bir kısmı bile yine de “bir denemek” istiyor olabilirler. Kürtleri bu sevdadan vazgeçirmek için güç, kararlılık, şefkat, kardeşlik ve terapi gibi “araçları” hem de “birbirinin ayağına dolandırmadan” kullanmak gerekecektir. 
Bu dönemde Türkiye’nin, diğer komşularla beraber K. Irak’la ilgili oluşan görüş birliğini eylem birliğine taşıması; bütün yükü tek başına çekmek yerine diğer 
başkentlerin de “taşın altına ellerini koymalarını” sağlaması; ABD’nin ülkeye Kürtler lehine sınırları korumak için dönmesine mahal vermemesi ve K. Iraklı Kürtlere “dükkânın onların olmadığını” hissettirmesi gerekecektir. 21. YÜZYIL 

DİPNOTLAR;


* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi Başkanı, ajp1914@yahoo.com 
1 Okuyucu yazıyı bitirdiğinde kafası başladığından da karışık olabilir.
Bunun yazının bir kusuru olarak görülmemesini umuyoruz. Aslında muhtemelen makalede böyle başlığa sahip bir yazıyı okumaya karar veren türde insanların daha önce duymadıkları ve açıkça ya da belli belirsiz düşünmedikleri çok az şey vardır. Ama yine de okumaya devam edilmesinde fayda olabilir. Yazı meseleye olabildiğince cesur, makul ve pratik açılardan yaklaşmaya çalışacaktır. 

Objektif olmak için de elden gelen yapılacaktır ama bu konuda kesin bir söz veremiyoruz. 
2 Sınır ötesi operasyonların gerekliliği için bkz. Nihat Ali Özcan, “Operasyon Neden Gerekli?”, Yeni Şafak, 17 Ekim 2007. 
3 Bu ifade böyle bir harekatın ille de maliyetli ve başarısız olması gerektiği şeklinde algılanmamalıdır. 

21 YY DERGİSİ SAYI 22

***

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler, BÖLÜM 2


“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve  Çeşitlemeler, BÖLÜM 2






< K. Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti PKK için Emsal, heyecan, koruma ve destek anlamına gelebilir. >

Barzani’nin bu yaklaşımının Türkiye’yi sınır ötesinde müdahale etmekten caydırmak ve “Kürt kamuoyunun hassasiyetlerinin savunuculuğunu yapmakla” sınırlı olabileceğini düşünüyoruz. 
Her şeye rağmen bağımsız bir Kürt devletinin mevcudiyeti, Türkiye’deki ayrılıkçı hareketler için emsal yaratabilir, onlara heyecan verebilir ve bağımsızlık konusunda bir engellenemezlik duygusu oluşturabilir, güvenli geri bölgelerini 
korumalarını sağlayabilir ve lojistik desteği garantiye alabilir. 
Türkiye’nin K. Irak’a etkili istihbaratla beslenmiş, sürpriz unsurunu başarılı şekilde kullanan, büyük çaplı ve/veya sürekli ve etkili askeri operasyonlar düzenlemesi ve K. Irak’ı PKK için güvenli bir bölge olmaktan 
çıkarması gerekir. PKK militanlarının önemli bir kısmının ve belki de çoğunun Türkiye’de olması bu üslerin örgüt için stratejik önemi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.2 PKK terörü ileride niye bırakacak olabilir: 

< Komşu Ülkelerin bir Kürt Devletini engellemek için gösterecekleri çaba sınırlıdır. >

• Talepleri yerine geldiğinde, 
• Yoruldukları ve bıktıklarında, 
• Amaçlarına ulaşamayacaklarını düşündüklerinde, 
• Sınır ötesindeki güvenli üslerini, dış destekçilerini, mali kaynaklarını, temsil ettiklerini iddia ettikleri toplumun yardımı ve saygısını kaybettiklerinde, 
• Talepleri değilse bile başka kazanım ve “ödüllere” ulaştıklarında, 
• Bölündükleri, davanın değerine duydukları inançlarını yitirdikleri, “buna değmeyeceğini” düşündüklerinde, 
• Yok edildikleri ve özellikle lider kadrosu kendilerini sürekli tehdit altında hissettiğinde. 
Değişik radikal amaçlar için Türkiye’de kan dökmeye ve ölmeye hazır Kürtler her zaman olacaktır. Bu nedenle Kürt militanları yakalamanın ya da öldürmenin bu mücadele açısından getirisi gerçekten sınırlıdır. Ama bu sınırlılık askeri operasyonların gereksiz ya da yararsız olduğu anlamına da gelmez. Türkiye’nin kontr-terör operasyonlarında ağırlığı örgütün liderlerini yok etmeye ve dolayısıyla kendilerini güvende hissetmelerini engellemeye vermelidir. Çünkü örgütün terörü bir araç olarak kullanmaktan vazgeçmesinin en önemli anahtarı muhtemelen bu liderlerin hesaplarını değiştirmekten geçmektedir. Bu 
kişiler kendilerini sürekli tehdit altında hissederlerse askeri araçlar dışındaki seçenekleri daha bir dikkatle ele alacaklardır. 

PKK liderliği şiddeti ve hatta silahı bıraksa bile içinde buna karşı olan gruplar örgütten ayrılarak teröre devam edebilirler. 
Örgüt danışıklı bir hareketle bilerek üyelerinin bir kısmını bu yola sevk edebilir. 
PKK ile ateş altında ve özellikle askeri anlamda inisiyatif örgütte olduğu zaman pazarlık etmek karşı tarafta şiddetin sonuç verdiği intibaını yaratabilir. 
Türkiye PKK’ya karşı askeri olarak yapabileceği her şeyi yapmış değildir. PKK ile uygun kanallar vasıtası ile görüşülebilir ama bu PKK kamplarına etkili ve sürekli askeri operasyonların alternatifi değildir. İkisi aynı anda yürütülebilir. 

BARZANİ ve K. IRAK 

K. Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti, başka şeylerin yanında, emsal yaratarak, Türkiye’deki bazı Kürtlerde “onlar yapabiliyorsa biz de yapabiliriz” düşüncesini güçlendirerek Türkiye için sorun yaratabilir. Ayrıca bu devlet Türkiye’deki Kürtlerin hamiliğine soyunarak Türkiye’nin içişlerine müdahale etmeye kalkabilir. PKK’nın burada konuşlanmaya devam etmesi halinde Türkiye’nin bu bölgelere operasyon düzenlemesi ilave hukuki ve siyasi zorluklar çıkarabilir. Bu 
devlet ayrıca Türkiye’ye yönelik yayın faaliyetleri ile Kürt halkına yönelik propaganda faaliyetlerinde bulunabilir. 

Bu devletin enerji nakil hatları nedeniyle Türkiye’ye belli bir bağımlılığı olacaksa da, 
a) bu karşılıklı bir bağımlılık olacağı için, 
b) zamanla alternatif hatlar mümkün olabileceği için, 
c) bu farazi Kürt devletinin dört komşusunun ortak bir cepheyi, araya giren güvensizlikler, ? sona kalmama? endişesi, değişen çıkar algılamaları ve hesapları gibi nedenlerle koruyamamaları mümkün olabilir. 

Özellikle Suriye’nin dış baskılar, ekonomik ihtiyaçlar ve beklentiler, “kendi içindeki Kürt sorununun kaşınmaması vaadi” gibi faktörlerle bu cepheyi terk etmesi mümkün olabilir. Diğer komşu ülkelerin bir Kürt devletini engellemek için gösterecekleri çaba ve yapacakları fedakârlık muhtemelen sınırlıdır. Türkiye’deki Kürtlerin sayısı ve meselenin burada vardığı boyut dikkate alındığında Iraklı Kürtler Türkiye’ye karşı da önemli kozlara sahip olduklarını düşünüyor    olabilirler. 

K. Iraklı Kürtlerin inşa ettikleri şey gerçek bir devletten eksik olabilir ama aradaki mesafe giderek azalmaktadır ve bu grubun kendine güveni giderek artmaktadır. Ancak, ABD’nin Irak’tan 

< PKK liderleri kendilerini sürekli tehdit altında hissederlerse, Askeri araçlar dışındaki seçenekleri daha bir dikkatle ele alacaklardır. >

SOFA (Status of Forces Agreement) uyarınca çekilmesi eğer anlaşma revize edilerek veya yeniden yazılarak kesintiye uğramaz ve ertelenmezse Iraklı Kürtleri onların da tahmin ettiği zor bir dönem bekleyebilir. ABD Irak’tan çekilirken Kürt devleti ihtimali azalıyor ya da erteleniyor ya da 
bitiyor mu? Kürtler eğer bu dönemde kazanımlarını korur ve sağlamlaştırabilir  lerse orta ve uzun vadede nihai bağımsızlık için fırsat kollama şansını koruyabilirler. Kürtlerin ABD çekilmeden bir oldu-bitti ile kriz yaratarak Kerkük sorununu kendi lehlerine çözmeyi ve sonra da Washington’u bu “çözümün garantörü” yapmayı denemeleri ve hatta sürpriz bir şekilde bağımsızlık ilan etmeleri göz ardı edilemeyecek ama kendileri açısından da riskler barındıran ihtimallerdir. ABD’nin çekilmesinden sonra Kerkük, petrol, sınırlar ve merkez ile federal birimler arasındaki güç ve yetki dağılımı, Peşmerge ordusunun statüsü gibi konularda Kürtlerin pazarlık gücü azalabilir. ABD Irak’tan çekildikten sonra ülkeye tekrar bu sefer Kürtleri korumak için gelebilir mi? ABD’nin ülkedeki 
askerlerinin çok büyük bir bölümünü çektikten sonra da komşuları caydırmak için Irak’ta sınırlı ve hatta sembolik büyüklükte de olsa bir güç bırakması ciddi bir ihtimaldir. 

TÜRKİYE ve K. IRAK 

Türkiye’nin K. Irak’ın imarında oynadığı rol nedeniyle “sonradan pişman olması” ihtimali vardır. Türkiye ile K. Irak arasındaki ekonomik ilişkinin önemli oranda Kürtler tarafından yürütüldüğü söylenebilir. Bu ekonomik ilişkiler sınırın iki tarafı arasındaki entegrasyonu artırmaktadır. 

Türkiye’nin K. Irak’la gelişen ekonomik ilişkilerin sonucunda bu aktörün Ankara’ya karşı kalıcı ve kendini yeniden üreten bir bağımlılık ilişkisi içine girdiğini iddia etmek ise kolay değildir. Barzani giderek kendini Türkiye’ye bağımlı, muhtaç ya da borçlu hissediyor değildir. Mesela, bölgede Türk şirketlerinin üstlendiği büyük müteahhitlik projeleri tamamlandığında artık K. Iraklıların bu anlamda Türkiye’ye bağımlılığı ortadan kalkmaktadır. Hatta denebilir ki, bu projeleri yapan şirketler hizmetlerinin karşılığını alabilmek 
için K. Irak yönetiminin iyi niyetine ihtiyaç duymakta, Türkiye ile ilişkilerin iyi gitmesini istemekte ve bu nedenle K. Irak’ın Türkiye’de lobiciliğini üstlenmektedir. K. Irak elektrik, enerji kaynaklarının pazarlanması, dış dünyaya açılma ve tüketim maddeleri konusunda Türkiye’ye önemli derecede ihtiyaç duymasına rağmen, bu bağımlılık Ankara tarafından bir dış politika leverajı olarak kullanılmadığı için Kürt liderler de kendilerini bu bağımlılığı çok dikkate almak zorunda hissetmemişlerdir. Barzani ve Talabani, “Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız” diyerek Ankara’yı tehdit ettikleri halde ve “bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz” ve “bir daha Kürt, Kürt kanı akıtmayacak” diyerek PKK’ya göz yummaları ve belki de destek vermelerine rağmen Türkiye tarafından son dönemde bu aktörlere sürekli gül atılmıştır. Barzani Türkiye’den korkması gerektiği kadar korkmamaktadır. Çünkü ona bunun için yeterince neden ve kanıt gösterilememiştir.

Son dönemde K. Iraklı Kürt liderler PKK’ya karşı hemen hiçbir adım atmadıkları halde Türkiye’den saygı ve müsamaha gördükleri ve destek alabildiklerini görünce Türkiye ile pazarlık yapmanın ve onu “ütmenin” kolay olduğu sonucuna varmıyorlar mıdır? Türkiye’nin Barzani ile geliştirdiği yakınlaşmanın terörle mücadele konusundaki getirileri eğer varsa bile bunun henüz çok belirgin olduğunu söylemek zordur. Bu ilişkinin Türk iç siyaseti ile ilgili boyutlarının daha güçlü ve AKP tarafından daha fazla önemsenir olduğunu söylemek pek haksızlık olmayabilir. 
Türkiye’nin K. Irak Kürt toplumu ve siyaseti üzerine organize edilmiş bilgi ve tahlil birikimi tehlikeli derecede sınırlıdır. 

<  Kürtler PKK’nın kendilerini götürmek istedikleri yerin farkındalar ve gerçekten oraya gitmek istiyorlar mı? >

Konuyla ilgili uzmanlığın kapalı kurumlarda diğerlerinden daha güçlü ve derin olduğunu umuyoruz. Barzani ve Talabani’nin toplum, siyaset ve ekonomi üzerindeki güçlerinin doğası ve kaynakları, dış politika ve güvenlik konularında karar alma mekanizmaları, bölgedeki muhalif grupların fikir ve kadroları, Kürt toplumunun günlük dertleri ve Kerkük, PKK, Türkiye ve İran ile düşünce ve duyguları gibi konular başta olmak üzere birçok konuda ciddi çalışmalar yapabilecek durumda olmak “günü geldiğinde” Türkiye’ye önemli avantajlar 
kazandırabilir. Iraklı Kürtlerle kafalarında, gündemlerinde ve sofralarında ne olduğunu bilmeden gireceğimiz mücadeleyi kaybetmemiz ciddi bir ihtimaldir. 
K. Irak’ta Türkiye’nin güvenliğini ve siyasi çıkarlarını kucaklayan türden bir Kürt devletinin ortaya çıkması teknik olarak mümkün olabilir mi? PKK’ya izin vermeyen, Türkiye’nin iç işlerine karışmayan, Kerkük’ü içermeyen, Türkiye ile enerji başta olmak üzere her yönde işbirliği ve Türkiye lehine asimetrik bir bağımlılık ilişkisi içinde olan, Türkmenlere çoğunlukta oldukları bölgelerde 
müzakere edilmiş otonomi veren, irredantist yollara sapmayacağını ilan eden ve davranışlarıyla da bunu doğrulayan bir Kürt devleti Türkiye açısından kabul edilebilir midir? Ama bu tür bir aranjman sağlanabilir mi? Sağlansa bile bunun 
kalıcılığından ve güvenilirliğinden emin olunabilir mi? K. Iraklı Kürtlerle böyle bir anlaşmaya “teşne” olunduğu görüntüsü verilirse bölgedeki diğer ülkeler de K. Iraklı Kürtlerle “sona kalmadan” kendi pazarlıklarını yapma yoluna gitmek ister ve Kürt devleti karşıtı blok dağılmaz mı? Türkiye sahip olduğu avantajları kullanarak K. Iraklı Kürtlerden yukarıdaki paragraftaki taleplerini onların devlet kurmalarına razı olmadan da elde edemez mi? 

K. Iraklı Kürtler Kerkük sorunu sürüncemede kalarak tam çözülmese, ya da, Kerkük’ün Kürtlerin idaresine bırakılmadığı ama buranın doğal kaynaklarından uzun bir süre önemli bir pay almalarını içeren bir anlaşma ile beraber bağımsızlık ilan etseler bile, Türkiye hala buraya askeri müdahale etmeyi düşünecek midir? Kaldı ki, bu tür senaryoları bırakın bugünkü ortamda AKP Hükümeti’nin K. Iraklı Kürtlerin sürpriz bir bağımsızlık kararına askeri güç kullanmayı içeren sert bir karşılık vermesini tahayyül etmek kolay değildir. 

Iraklı Kürtler için denize en yakın yol Suriye üzerinden geçendir. Ama muhtemelen onlara ABD’nin de yardımıyla “ikna edilmesi en kolay” komşu – özellikle AKP iktidardayken - Türkiye gibi görünmektedir. Kendilerine yönelik askeri tehdit olabilecek ülke yine Türkiye olabilir. 

İran da istihbarat ve örtülü operasyonlar malum yetenekleri nedeniyle K. Iraklı Kürtleri tedirgin etmektedir ama öte yandan da ABD ve İsrail’in gözü üzerinde olduğu ve bu ülkelerdeki bazı kesimler İran’ı vurmak için bahane ararken Tahran’ın Kürtlere karşı sınır aşan büyük çaplı bir askeri harekât düzenleyeme yeceğini bilmektedirler. 

BATI ve KÜRT DEVLETİ 

ABD ve/veya İsrail bir Kürt devletini niye isteyebilir? 

a) Çıkarları bunu gerektirdiği için. 
b) Çıkarları bunu gerektirmese bile onlar öyle düşündükleri/sandıkları için. 
c) İstemeseler bile bölgede başka nedenlerle attıkları bazı adımlar bu tür bir sonuç doğurabilir. 
d) Bu ülkelerin içinde bazı gruplar bu amacı kovalayabilirler ve ülkelerinin dış politikasını bu yönde şekillendirmeye muvaffak olabilirler. 
e) Türkiye’yi bölmek bu ülkelerin çıkarlarına hizmet etmese bile Türkiye’yi 
“kabahatleri” yüzünden cezalandırma güdüsüyle bu yola meyledebilirler. Aslında böyle bir istek, plan ve çabaları yoksa bile öyle düşünülmesi başta Kürtlerin bir kısmı olmak üzere bu gelişmede çıkarı olan başka grupları cesaretlendirebilir: 

“ABD ve/veya İsrail’in rüzgarını da arkamıza aldık. Olacak bu iş.” 

<  ABD’nin Kürt meselesi hakkındaki telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetli olduklarını düşünmek de şart değildir. ABD ve AB iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir. >

AVRUPA 

Böyle bir başlık açmak Avrupalı ülkelerin bu konuda ortak veya ona yakın bir pozisyonları olduğunu varsaydığımız anlamında görülmemelidir. Örneğin, Yunanistan’ın bu konu ve ihtimale bakışı muhtemel diğer ülkelerden ciddi farklılıklar içermektedir. Batı?da, özellikle uzaktaki ve kendilerine zarar vermeyen teröristlere yönelik, “bu adamlar bir ‘dava’ için ölmeye ve öldürmeye 
bu kadar hazırlarsa herhalde ‘davaları’ haklı olmalı” diye özetlenebilecek kolaycı, “kestirme” ve belki de her zaman açıkça formüle edilmeyen bir anlayış vardır. Bu yaklaşım Avrupa’nın terörü algılamasının elbette tek kaynağı da değildir. Ama yine de Avrupalıların özellikle kendi kıtaları dışındaki bu tür gruplara yaklaşımında söz konusu yaklaşımın etkili olduğunu varsayabiliriz. 
PKK’nın Avrupa değerlerini ihlal eden aşırı milliyetçi ve şiddet kullanan bir örgüt olması yeterince dikkate alınmamakta ve kınanmamaktadır. Avrupa’nın bu çelişkisinin nedenleri arasında Türk tarihi ile ilgili önyargılı okumalar ve bilinç altındaki Osmanlı-Türk korkusu sayılabilir. Bu durum Türkiye’de –tamamen de haksız olmayan bir şekilde - Avrupalıların kendisini bölmek istediği ya da en azından böyle bir gelişmeden rahatsız olmayacağı şeklinde yorumlanmaktadır. 
Belki bunlardan da önce altının çizilmesi gereken Türklerin Avrupalıların bilinçaltında işgal ettikleri olumsuz yer; büyük ve “acımasız” Türkiye’ye karşı küçük ve “mazlum” Kürtleri desteklemenin ya da en azından onlara sempati duymanın dayanılmaz çekiciliği; devletler bazında bu desteğin dış politika 
getirileri olabileceğine dair belki muğlak ama güçlü beklenti ve PKK’ya karşı tavır almanın kıtada huzuru bozabileceği endişesi gibi faktörler Avrupa’nın PKK’ya karşı gevşek ve müsamahakar tutumunu açıklamakta ama elbette mazur kılmamaktadır. AB Türkiye’yi bilinçli bir şekilde Kürt devletine mi hazırlıyor? 
Avrupalıların “Türkiye küçülürse o zaman belki onu içimize alabiliriz” diye bir düşünceleri varsa bile bunu ne açıkça ne de ima yoluyla ifade etmiş değillerdir. Öte yandan bir Kürt devleti ortaya çıkacaksa bile bu sürecin kanlı ve “olaylı” olacak olması, Avrupa’ya enerji akışını menfi şekilde etkileyecek olması, çok sayıda mülteciyi Avrupa kapılarına itme ihtimali, Avrupa’nın bölgeye riskleri olan uzun süreli ve maliyetli barış oluşturma ve koruma misyonları gönderme ihtimalinin doğması gibi nedenlerden dolayı böyle bir gelişmenin AB’nin çıkarına olmayacağını düşünmek daha kolaydır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler, BÖLÜM 1

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve  Çeşitlemeler, BÖLÜM 1



Şanlı Bahadır KOÇ*
21 YY DERGİSİ SAYI 22


Bunun yazının bir kusuru olarak görülmemesini umuyoruz. Aslında muhtemelen makalede böyle başlığa sahip bir yazıyı okumaya karar veren türde insanların daha önce duymadıkları ve açıkça ya da belli belirsiz düşünmedikleri çok az şey vardır. Ama yine de okumaya devam edilmesinde fayda olabilir. Yazı meseleye olabildiğince cesur, makul ve pratik açılardan yaklaşmaya çalışacaktır. 
Objektif olmak için de elden gelen yapılacaktır ama bu konuda kesin bir söz veremiyoruz. 

Bu yazıda K. Irak’ta ve/veya Türkiye’de Kürt devletinin kurulma ihtimal ve senaryolarını, bunların Türkiye’ye muhtemel etkilerini ve konu hakkında bölgesel ve uluslararası aktörlerin hesap ve politikalarını tahlil etmeye çalışacağız.1 

TÜRKİYE ve KÜRTLER 

Türkiye’de bugün Kürt meselesine biraz da kötümser gözlüklerle bakan biri kolaylıkla aşağıdaki türden kaygılara sahip olabilir: 

• K. Irak’ta bir Kürt devletinin altyapısı büyük ölçüde oluşmuştur; 
• Türkiye’de Kürtçülük ve Kürt milliyetçiliği çok önemli entelektüel, siyasi, hukuki ve (hatta coğrafi) kazanımlar elde etmiştir; 
• Türk Hükümeti’nin bu konulara yaklaşımı yeterince güçlü, kararlı, akıllı ve organize değildir; 
• Hem Irak hem de Türkiye’de Kürt ayrılıkçılığının önündeki en büyük güçlerden biri olan Türk Silahlı Kuvvetleri neredeyse hiçbir zaman olmadığı kadar moral, inisiyatif ve hatta belki de prestij kaybetmiştir; 
• Türkiye’de Kürtler ile Kürt olmayanlar arasındaki karşılıklı şüphe ve kızgınlık 1990’larda terörün bugünkünden çok daha şiddetli olduğu günlerdekinin bile ötesine geçmiştir; 
• Türkiye’de Kürt sorununun kontrol edilmez boyutlara ulaşması ve belki de ülkenin bölünmesinde çıkarı, planı ve gücü olduğundan şüphelenilen yabancı unsurların Türkiye’yi cezalandırma ve ona zarar verme isteklerinin artabileceği bir döneme girilmiştir; 

Bu kadar kötümser olmayan bir bakış açısı ile bakıldığında ise, 

• ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine girmesiyle Irak’ta resmen bir Kürt devletinin kurulma ihtimalinin zayıfladığı, 
• Bölge ülkelerinde bu tür bir devleti engellemeye yönelik irade ve koordinasyonun nispeten arttığı, 
• PKK’nın bağımsızlık yönündeki talebini - ne kadar samimi ve kalıcı olduğu tartışmalı olsa da – daha aşağılara çektiği, 
• Yaşanan her şeye rağmen Türklerle Kürtler arasında büyük çaplı şiddet içeren çatışmaların yaşanmadığı, 
• Kürtlerin önemli bir kısmının Türkiye’ye yönelik bağlılık, muhabbet, ihtiyaç ve katkısının hala devam ettiği ve 
• Türkiye’deki Kürtlerin sürekli olarak, kahir ekseriyetle, baskı altında kalmadan kendi kararıyla ve güçlü bir şekilde bağımsızlık isteyeceğini düşünmenin kolay olmadığı söylenebilir. 


Türkiye’de başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere bürokrasinin siyaset üzerindeki gölgesi birçok açıdan sorunluydu. Ancak, öte yandan son dönemde bu kuruma yönelik yapılan entelektüel ve fiili taarruzun dışarıda destek bulmasının en önemli nedeni sivilleşmenin ve demokratikleşmenin ötesinde bu kurumun Türkiye ve Irak’ta Kürt meselesinin belli bir şekilde çözülmesinin önündeki en önemli engel olması ile ilgisi olabilir. Bir Kürt devletinin önündeki en büyük engel Türkiye’nin bunu engelleme yeteneği ve iradesidir. Bu kırılırsa / kırıldığında bu amaca ulaşmak mümkün olabilir. Bağımsızlık isteyen Kürtler ve bu amaca “insani” ya da stratejik amaçlarla kafa yoran diğerlerinin bu durumun farkında olmaları ve söz konusu engeli aşmak için planlar geliştiriyor 
olması ciddi bir ihtimaldir. 

Türkiye’nin geri kalanında üniter yapının değişmesine ve diğer daha sınırlı 
adem-i merkeziyetçi önerileri destekleyen veya bunu gerektiren talep, ihtiyaç ya da şartlar yoktur. Her şeye rağmen, Kürtlere “hak etmedikleri halde” kültürel veya siyasi otonomi vermek doğru olabilir mi? 

Bu Kürtlerin ne kadarının talebidir? PKK yanlısı partilerin bölgeden, Kürtlerin tamamından veülke genelinden aldığı oy (kabaca söylersek sırasıyla % 40–50, % 20–30, % 5–7) ülkenin siyasi yapısını değiştirmek için yeterli değildir. Peki ya Kürtleri başka gruplar da takip ederse? Bunun daha ileri taleplerin ilk adımı olmadığından nasıl emin olunabilir? Türkiye’nin “çözüldüğü” ve bütün “kutsal” pozisyonlarını birer birer ve hızla terk ettiği görüntüsü oluşursa bunun dışarıdaki 
bazı hasımlarımızı da cesaretlendirmek gibi sonuçları olabilir mi? 
Kürtler PKK’nın kendilerini götürmek istedikleri yerin farkındalar ve gerçekten oraya gitmek istiyorlar mı? Kürtlerin “kendi başlarına” ve/veya sancılı on yıllar alması muhtemel olan bir pan-Kürdist süreçten sonra bölgedeki diğer Kürtlerle birleşerek, hem şimdikinden hem de bir çözüme ulaştıktan sonra Türkiye’de yaşayabileceklerinden daha iyi bir hayatları olacağını düşünmek 
aşırı iyimserlik olur ve bunu denemekte ısrar etmeleri kendileri açısından akıllıca olmaz. 

Bağımsızlık, federasyon ve hatta otonominin Kürtler için hangi sorun ve maliyetleri getireceği bu grup tarafından yeterince anlaşılmıyor olabilir. Milliyetçiliğin, hele “geç kalmış” ve henüz olgunlaşmamış ergin olmayan 
milliyetçiliğin genelde rasyonel ve pragmatik olmadığı söylenebilir. Türkiye’deki Kürt milliyetçiliği kendini paylaşım, ekonomik programlar ve refah talepleri değil kimlik üzerinde tanımlamaktadır. Kürt milliyetçiliğinin kimlikle ilgili talepleri ülkenin bütünlüğüyle ilgili makul endişeleri arttırmadan tatmin edilebilir mi? 





Bazı Kürtler, ülkedeki diğer etnik grupların talep etmediği statü ve ayrıcalıkları talep ederek, ülkedeki herkesin parçası olmayı ve oluşturmayı kabul ettiği “Türk kimliğini” reddederek kendileri dışındakilerin tepkisini çekmektedir. Kürtlerin 
bu yaptığı “mızıkçılık” ve hatta “şımarıklık” olarak algılanmaktadır. 
Türkiye’nin bir parçası olmanın Kürtler için bir sorun ya da yük değil avantaj olduğu, “Türk olmayı” kabul etmenin belli bir etnik grubun hegemonyasını kabullenmek değil büyük bir şemsiyenin altında toplanmak olduğu anlatılamamıştır. Türkiye’nin ekonomik, siyasi, sosyal ve diplomatik alandaki ilerleme ve başarıları Güneydoğudakiler dahil Kürtlerin radikal siyasi taleplerini 
gözden geçirmelerini ve “en akıllıca” yolun bu başarıların bir parçası olmak olduğu düşünmelerini sağlayabilir mi? Yoksa milliyetçiliğin “başarı, refah ve rahatlık” değil de daha duygusal ve hatta mazoşist amaçlar peşinde koşan rasyonel olmayan bir yönü olduğunu mu düşünmeliyiz? 
Türkiye’deki Kürtlerin ülkedeki diğer etnik gruplara kıyasla farklı ve ayrıcalıklı bazı durumları vardır. Kürtler Anadolu’daki tarihlerinin Türklerden de, Türkiye’deki Türk milletini oluşturan ya da onun içinde yoğrulmuş diğer etnik gruplardan da eski olduğunu iddia etmektedirler. 
Kürtler ayrıca sayı olarak büyük bir gruptur. Yakın zamana kadar tek bir bölgede yoğun olarak yerleşmişler ve bugün de önemli bir kısmı ülkenin değişik bölgelerinde yaşıyorlarsa da Güneydoğu’da baskın durumdadırlar. Kürt yerel liderlerin Osmanlı döneminde de merkezi otoriteye karşı bugünkü Türkiye’nin diğer bölgelerine kıyasla fiili anlamda daha büyük bir otonomileri olmuştur. 
Bölge feodal yapıdan milli devletin bir unsuru olma sürecini uzun ve gecikmeli bir süreçte yaşamış, bu süreci tamamlayamadan terör batağına saplanmış ve bu arada ekonomik ve sosyal açıdan ülkenin geri kalanına kıyasla daha da geriye düşmüştür. Kürtler için sınırın hemen ötesinde K.Irak’ta en azından ilk başta bazı gözlere bir ölçüde çekici gelen bir deney yaşanmaktadır. Bütün bunlar Kürtleri Türkiye’deki birçok etnik gruptan farklı bir noktaya getirmektedir. 
Ancak yine de bu farklılık Kürtlerin istediği türden bir ayrıcalığı gerektirir ve haklı çıkarır mı? Türklerde, Doğu’daki Kürtlerle ilgili olarak, vergi vermekten kaçındıkları, başta elektrik olmak üzere hizmetlerden kaçak olarak yararlanma eğiliminde oldukları; batıdaki Kürtler hakkında ise, gasp başta olmak üzere suç oranının yüksek olduğu, mafyalaşma eğiliminin arttığı, uyuşturucu kullanımının arttığı, bu grubun uyuşturucu ticaretinden kazandığı gelirleri batıda yasal 
sektörlere yatırım yaparak kullandığı, devletten doğuda üretim ve istihdam yaratma karşılığı aldıkları teşvikleri batıya taşıdıkları türünden giderek daha geniş çevrelerce paylaşılan bir dizi algılama vardır. Biz bu algılamaların ne kadar gerçeği yansıttığını ölçecek durumda değiliz ama bu durumun Kürtlerle halkın diğer kesimleri arasındaki mesafe ve açıları olumsuz şekilde etkilediğini görmek zor değildir. 

< PKK ile K. Irak yönetimi arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleks ve değişkendir ve dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. >

PKK yanlısı partilerin Kürtlerin ekonomik ve sosyal sorunlarına ciddi derecede ilgisiz olmaları ve belediyelerde hizmet açısından gösterdikleri düşük performans bölgede Kürtlerin oylarının önemli bir kısmını almaya devam etmelerini engellememiştir. AKP’nin bu partilere ciddi bir rakip haline gelmeye başlaması sorunun çözümü ve bu partilerin “kendilerine çeki düzen vermeleri” 
açısından kısmen umut vericidir. Ama AKP’ye oy veren bölgede yaşayan Kürtlerin radikal taleplerde bulunup bulunmadıkları tam açık değildir. Bu kişilerin bir kısmı bağımsızlık da dahil amaç ve taleplere sahip oldukları halde, kısa vadede daha iyi hizmet almak istedikleri için, AKP’nin bu taleplerin karşılanması için daha akıllıca bir ara yol sunduğuna inandıklarından da din dahil başka faktörlerin etkisiyle AKP’ye yönelmiş olabilirler. Kürtlerin önemli bir kısmı PKK propagandasının da etkisiyle yoğun olarak yaşadıkları bölgenin bilerek ve planlı bir şekilde geri bırakıldığına inanmaktadır. 

Ama Türk bürokrasisi ve devletinin işleyişini biraz bilen biri bu iddianın doğru olamayacağını da bilir. Bölgenin nispeten geri kalmışlığını açıklamak için merkezden bu tür bilinçli çabadan değil, coğrafi ve iklim şartlarının zorluğu, denize ve büyük pazarlara olan mesafe, daha geç tasfiye olan ve halen de etkisini tam yitirmemiş feodal yapı, devlet kurumlarının buraya girmekte ve etkili olmakta geç kalması, zorlanması ve belki en fazla bu noktada devletin beceri ve 
hayal gücü eksikliği göstermesi ile son dönemde de terörün özellikle Türk ekonomisinin dinamizm yaşadığı döneme denk gelerek bu gelişmenin bölgeye de yansımasını engellemesi gibi nedenler sayılabilir. Son yıllarda bölgeye yapılan kamu yatırımı ve harcamaları ve verilen teşviklerle buradan toplanan vergi ve bölgenin ülkenin geri kalanına yaptığı ekonomik ve sosyal katkı arasında ciddi bir uçurum olduğu söylenebilir. Güvenlik ortamı sağlanmadan özel sektörün bölgenin kaderini etkileyecek ölçekte yatırım yapmayacağı görülmüştür. 

Radikal Kürt milliyetçilerinin Kürtlere en büyük zararı veren grup olduğu düşüncesini tekrarlamak muhtemeldir ki bazı kulaklara “eskimiş bir devlet propagandası” olarak gelecektir. Ama bu cümlenin ciddi oranda hakikat barındırdığı bize açık görünmektedir. Türkiye’deki Kürtlerin kaderi sayıları az olmayan bir azınlığın zorlaması, yönlendirmesi ve kandırmacaları ile kendilerinden çalınmaktadır. Bunun farkında olan ve buna karşı mücadele etmek isteyenlerin sayısının bunu açıkça ifade edebilenlerden çok daha fazla olduğunu düşünebiliriz. ABD işgalinden sonra K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulup kurulmayacağını takip ederken Kürt meselesinin Türkiye’nin içinde nasıl önceden düşünülemez noktalara evrildiğini gözden kaçırmış olabiliriz. K. Irak’taki durumun Türkiye’nin içindeki bu gelişmede önemli bir payı olmuş olabilir. Bu arada K. Irak’ın Türkiye Kürtleri için emsal ve feyiz kaynağı olması için ille de 
resmi bir Kürt devleti kurulmasının gerekmediği ortaya çıkmıştır. AKP ve Fethullah Cemaati Türkiye’nin Kürt devletini engelleme iradesini zayıflatıyorlar mı? Başbakan Erdoğan Kürt devletini engelleme yönünde bir ihtiyaç, risk ve ivedilik hissediyor mu? Başbakan’ın bazı danışmanları etnik kökenleri nedeniyle bu riski küçümsüyor olabilirler mi? Kürt devleti kurulmasını arzu edenler AKP iktidarı ve Cemaat’in artan ve derinleşen gücünü ve bu soruna yaklaşımlarını 
kendileri için fırsat olarak görüyorlar mı? Bu iki aktör, Türk milliyetçiliğine ve askeri güç kullanımına mesafeleri; dış etkilere ve fikirlere belki sağlıksız derecede açık olmaları; içlerinde önemli sayıda ve üst pozisyonlarda Kürt ve Kürtçü barındırmaları ve “eski” Türk devletinin yapısını, ideolojisini ve kurumlarını aşındırma ve hatta onu toptan değiştirme yönündeki istek, çaba 
ve yetenekleri nedeniyle Kürt devleti isteyenleri umutlandırıyor olabilir. Bu iki aktörün belki de kısmen yukarıdaki nedenlerle tam tersine sorunun çözümü için bir fırsat sunduğunu düşünenler de vardır.

 <  PKK “adam öldüre öldüre” Siyasi bir Kürt kimliği yaratmayı başarabildiyse de bugün bile bağımsızlık isteyenlerin azınlıkta olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. >

PKK 

İddia edilebilir ki, bundan 30 yıl önce Türkiye’deki Kürtlerin çok azında bağımsız bir devlet isteği güçlü olarak vardı. PKK “adam öldüre öldüre” siyasi bir Kürt kimliği yaratmayı başarabildiyse de bugün bile bağımsızlık isteyenlerin azınlıkta olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Ama bu durum Kürt devletinin gerçekleşme ihtimalini tek başına ortadan kaldırmamaktadır. 
Son on yılda Türkiye’de Kürtler lehine yapılan değişiklikler bu grup tarafından önemli ölçüde PKK’ya -ve bir ölçüde AB’ye- ciro edilmiştir. PKK’nın dayanıklılığı, her türlü ideolojik söylemine rağmen özellikle diplomatik anlamda esnekliği 
ve “çevikliği”; tüm eksik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Kürt halkının azımsanmayacak bir kısmının istekli veya zoraki desteğini sağlayabilmesi ABD tarafından not ediliyor olmalıdır. PKK’nın tutum, talep, tarz ve araçları zaman içinde şartlara göre değişmiştir. PKK ne istediğini biliyor ve her attığı adım o nihai hedefe dönük denebilir mi? PKK, eğer varsa, bu amaca yönelik attığı adımlarda stratejik hatalar yaptı mı? PKK ne kadar yekpare, hiyerarşik ve bağımsız bir örgüttür? Yabancı aktörlerden, “Kürt kamuoyu”ndan, Türkiye dışı Kürt lider ve entelektüellerden ne kadar etkileniyor? PKK’nın Kürtler arasındaki desteğinin ve meşruiyetinin kaynakları ve derecesini tespit etmek kolay değildir. PKK liderleri şiddetle elde edilebileceklerin sınırına geldiklerini düşünüyorlar mı? Silahı, “daha onunla yapacak çok şey olduğunu düşündükleri” 
için mi, silahsız bir hayatı tahayyül edemediklerinden mi, kendilerini korumak için mi, yoksa “abilerinin” de bunu istediklerinden daha emin olmadıkları için mi bırakmıyorlar? PKK kendini gelecekteki bir “Kürdistan”ın silahlı kuvvetleri olarak mı görüyor? 

PKK K. Irak’ta kurulacak Kürt devletinin Türkiye’ye kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılmak isteniyor olabilir. PKK terörü, K. Irak’ta kurulabilecek bir 
Kürt devletini Türkiye’nin 

1) Fiiliyatta kabullenmesi, 
2) Resmi olarak tanıması, 
3) Onunla işbirliği yapması, 
4) Onu koruma altına alması, 
5) Onunla federasyon kurması amacına hizmet edebilir. 

K. Irak’ta bir süre sonra “saygınlık kalkanı” kazanmış bir Kürt devleti kurulursa PKK değişik isim ve şekillerde Kürtlerin bölgedeki “vurucu gücü” rolünü oynayabilir. 
Ama bu noktada ABD’nin dikkat etmesi gereken bir denge vardır: PKK Türkiye’nin K. Irak’taki kurguyu bozmasının nedeni ve mazereti de olabilir. 
K. Irak’taki hakim elitler ile PKK arasında ideolojik ve sosyal farklar olmasının pratik sonuçları olacak mı? Kürt aktörler arasında var olan çelişkileri gün yüzüne çıkarmak ve bunlardan istifade etmek kolay olmayabilir. Kürtler bu farklılıkları ve çelişkileri belli bir düzeyin üzerine çıkarmamaya kararlı görünmektedir. “Kürtlerin birbirini keşfetmesi” ve “Kürt dayanışması” gibi motifler güçlenmektedir. PKK ile K. Irak yönetimi arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleks ve değişkendir ve dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. Bu ilişkide, rekabet, şüphecilik, düşmanlık ve hatta çatışmanın yanında karşılıklı “göz yumma”, nihai ortak çıkar ve kader algısı, işbirliği, “Kürt kamuoyunun kabul etmeyeceği adımlardan sakınma” gibi boyutlar vardır. İki aktör de diğerinin bahçesinde bayrak göstermekte ama belli bir noktanın 
ötesinde diğerini zorlamaktan kaçınmaktadır. Ama zaman zaman pan-Kürdist pozlar takınsa da Barzani’nin şu anda elinde olan mutlağa yakın gücü ve petrolü Türkiye Kürtleri ve onların bağımsızlık isteyen kesiminin lideri PKK ile paylaşmak isteyeceğini düşünmek zordur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

20 Ocak 2017 Cuma

ABD Türkiye'de Neyin Peşinde? G-20'de Obama-Erdoğan Görüşmesi ve Açıklamaların Şifreleri!



ABD Türkiye'de Neyin Peşinde? G-20'de Obama-Erdoğan Görüşmesi ve Açıklamaların Şifreleri!



Yazar: Cahit Armağan DİLEK
17 KASIM 2015 SALI

Erdoğan yönetiminin çok önem verdiği G-20 zirvesi sona erdi. Evet, zirve Türkiye'nin ev sahipliğinde yapıldı; ama Türkiye Cumhuriyeti hükümetini zirvede göremedik ve Türkiye'de sanki iki başlı bir yönetim varmış görüntüsü veren şekilde tamamen CB Erdoğan'ı merkeze alan bir organizasyon şeklinde gerçekleşti.  Buradan iç politikaya mesaj verilmesinin de hesaplandığını söylemek hiç de abartı olmayacaktır. CB Erdoğan için en önemli anlar, kuşkusuz ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmeydi. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, CB Erdoğan'ın heyete MİT Müsteşarını dahil etmesi demokratik batılı ülkelerde hiç de gördüğümüz bir durum değildi. Aksine istihbarat şeflerinin ülkenin diplomatik ve siyasi ilişkilerde ön planda tutulması, heyetlere dahil edilmesi Ortadoğu Arap ülkelerine mahsus bir şeydi. Bu haliyle verilen mesaj Türkiye açısından hiç de olumlu olmadı.
Obama-Erdoğan ortak basın toplantısına gelince; CB Erdoğan açıklamalarında Obama ile şahsi dostlukları olduğu algısını yaratacak şekilde "dostum Barack Obama" ya da "sevgili Barack" gibi ifadeler kullanmasına karşın Obama, "CB Erdoğan" ifadesini kullandı. CB Erdoğan, ABD ile Türkiye'nin model ortak ve stratejik ortak olduğunu ifade etmesine rağmen Obama bunları duymazdan gelip Türkiye'nin IŞİD karşıtı koalisyonun önemli bir ortağı olduğunu belirtmekle yetindi ve NATO müttefikliğine dikkat çekti. Bu ifadeler, ABD'nin Türkiye ile ilişkileri hangi çerçeveye oturttuğunu göstermesi açısından dikkat çekiciydi ve CB Erdoğan'ın beklentisini boşa çıkarmış oldu. 

Obama: Türkiye-Suriye Sınırının Güçlendirilmesini Konuşuyoruz

Basın toplantısında Obama'nın söylediği bir ifade Türk medyasında yeterince dikkat çekmedi. Obama, IŞİD'in halen kullanma imkanı bulduğu Türkiye-Suriye sınırını güçlendirmek için neler yapılması gerektiğini görüştüklerini söylemişti. Aynı gün öğleden sonra Obama'nın ulusal güvenlik danışmanı yardımcısı da açıklamalarında hemen hemen aynı ifadeleri kullandı. G-20 zirvesinden birkaç gün önce aynı ifadeleri Pentagon sözcüsü de kullanmıştı.  Peki, bu açıklamalar ne anlama geliyor? Amerikan F-15C uçaklarının Türkiye'nin talebi üzerine Türk hava sahasını korumak üzere İncirlik'e gönderilmesinin açıklanmasından sonra yapılan bu açıklamalar aslında durumu çok daha kritik bir hale getiriyordu. Obama'nın G-20 zirvesinin son günü yaptığı basın toplantısında IŞİD'e karşı yapılacaklardan bahsederken uçuşa yasak saha, güvenli bölge ve kara harekatını dışlayan ancak yine sınır güvenliğine vurgu yapan açıklaması kuşkusuz Türkiye-Suriye sınırına işaret ediyordu.

G-20 Zirvesi Sürecindeki Diğer Gelişmeler

G-20 zirvesi devam ederken ilginç gelişmeler de basına yansıdı. Pentagon sözcüsü, uçuşa yasak saha-güvenli bölge oluşturulmasının gündemlerinde olmadığını açıkladı. Obama da son basın toplantısında uçuşa yasak sahanın neden oluşturulamayacağını net olarak açıkladı. Böylece Erdoğan yönetiminin çok önem verdiği bu konu bir kez daha ABD tarafından yok sayıldı. ABD, Suriye Demokratik Güçlerine ikinci kez silah ve patlayıcı yardımı gönderdiğini açıkladı. Yardımın hedeflendiği gibi Suriye Arap Koalisyonuna ulaştığını iddia etti, tabi halen inanan varsa. Ama bu kez ilkinden farklı olarak havadan değil kara yoluyla ulaştırılmış. Peki bu yardım nereden geçmiş olabilir? Ya Türkiye üzerinden ya da Peşmerge üzerinden. Her iki seçenekte de Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD kontrolündeki bölgeden geçmiş olacaktır. Bu durumda PKK/PYD'nin bu kargodan paylarını almadıklarını söylemek hayatın normal akışına hiç de uygun değildir.
Diğer taraftan Obama'nın ulusal güvenlik danışman yardımcısı: “ABD'nin PYD/YPG'ye yönelik tavrında değişiklik olmadığını belirterek Türkiye'nin terör örgütü dediği bir örgütle işbirliğine devam edeceklerini bir kez daha açıkça beyan etti.” Buna karşılık hiçbir Türk yetkiliden karşı bir cevap gelmemesi de dikkat çekicidir.

Bunların dışında Türkiye uzun menzilli hava savunması kapsamında Çin'den almayı öngördüğü ihaleyi iptal ettiğini duyurdu. Böylece Türkiye'nin hava savunması ABD'nin Avrupa'ya kurmakta olduğu (her ne kadar Türkiye kapsama alanı içinde olmasa da kağıt üzerinde ve siyasi söylemlerde kalmak üzere) Füze Kalkanı Projesine emanet edilmiş oldu. Bir diğer gelişme de Dışişleri Bakanı’nın kara harekatıyla ilgili açıklaması oldu. Bakan Türkiye'nin tek başına kara harekatı yapmayacağını söyledi. Halbuki aynı Bakan daha birkaç gün önce IŞİD'e karşı kapsamlı askeri harekatlardan bahsediyordu.

ABD Neyin Peşinde?

G-20 zirvesinin hemen öncesinde ve sürecinde meydana gelen gelişmeler ve yapılan açıklamalar ile IŞİD'le mücadele kapsamında bugüne kadar yaşananlar hep birlikte değerlendirildiğinde şu sonuçlara ulaşabiliriz: Suriye'deki kriz ve iç savaş kapsamında AKP iktidarının öngörülerinin ve taleplerinin hiçbiri gerçekleşmedi.  Son olarak uçuşa yasak saha ve güvenli bölge taleplerinin Obama tarafından bir kez daha masa dışında bırakılması bunun son somut örneği oldu. ABD önce IŞİD, sonra Suriye'deki Rus askeri varlığı ile münferit hava sahası ihlallerini bahane göstererek "hatırı sayılır" bir Amerikan askeri varlığını Türkiye'ye konuşlandırmaya devam ediyor. Son olarak Türkiye'nin hava sahasının korunmasının Amerikan savaş uçaklarına emanet edilmesi ABD'nin ele geçirdiği inisiyatifin Türkiye açısından kötü bir tezahürüdür. Çünkü bu bir anlamda egemenliğin devri ya da en azından paylaşılmasıdır.

Bir ilginç gelişme de Çin'den alınacak uzun menzilli füze ihalesinin NATO sistemlerine entegre edilemeyecek olması ve teknoloji transferi yapılamayacak olması nedeniyle iptal edilmesidir. Aslında Çin füzesinin alınmasının gerçekleşmeyeceğini bu işin içinde olan herkes herhalde biliyordu. Çin füzelerinin NATO sistemlerine entegre edilemeyeceğini, bu durumda da kullanımının anlamsız olacağını söylemek için uzman olmaya bile gerek yoktu. Halbuki bu yılın başlarında yapılan açıklamalarda Çin'in teknoloji transferi yapacağı ve füzelerin NATO sistemlerine entegre edilmeden kullanılacağı ifade edilmişti. Anlaşılan o ki, AKP iktidarı Çin füzesi alımını Batı, özellikle ABD'ye karşı kamuoyunun bilmediği hususlarda bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalıştı. Bu pazarlıkta ne oldu da Çin füzesi ihalesi iptal edildi anlaşılır değildir. Belli ki Türkiye bu pazarlıktan bir şey kazanamadı. Çünkü Suriye krizinin başlangıcında Türkiye'ye yerleştirilen 3 ayrı noktadaki Patriot sistemlerinden ikisi alelacele çekildi, İncirlik bölgesini koruyan halen duruyor. Acaba bu yolla Türkiye'ye füze savunmasında yalnız bırakılacağı mesajı mı verildi de Türkiye Çin füzesinden vazgeçmek zorunda kaldı? Çünkü uzun menzilli hava savunma ihalesinin iptal edilmesi de Türkiye'nin hava savunmasını görünürde NATO ama aslında ABD'ye emanet etmesi anlamına gelmektedir.

Bunların yanında perde arkasında yürüyen, belki Türk karar vericilerin de farkına varamadığı bir gelişme, Türkiye-Suriye sınır güvenliği konusunda yaşanıyor. Uçuşa yasak saha ve güvenli bölge seçeneğini gündeme almayan ABD daha IŞİD krizinin ilk günlerinden bu yana dile getirdiği sınır güvenliği konusunu yeniden en üst perdeden yoğun bir şekilde gündeme getirmiş durumdadır. Daha önceleri Türkiye'den IŞİD'in geçişlerini önlemek üzere sınır güvenliği için gerekli tedbirlerin almasını isteyen ABD şimdilerde bu konularda müşterek bir işbirliğinden, Türkiye'ye nasıl destek sağlayacağından bahsetmektedir. Kaygım hava sahasının korunmasında olduğu gibi Amerikan askeri kuvvetlerinin bu sefer karada sınır güvenliği gerekçesiyle Türkiye'de konuşlanmasıdır. Çünkü İncirlik Mutabakatıyla oluşturulan algı buna ortam hazırlamaktadır. Amerikalı yetkililerin açıklamasında açıkça ifade ettikleri gibi IŞİD'le mücadelenin gerektirdiği kadar askeri kuvvet (hatırı sayılır sayıda) Türkiye'ye getirilecek ve IŞİD'le mücadele sona erinceye kadar Türkiye'de kalacaktır. Adı İncirlik olmasına rağmen Amerikaların anladığı sadece hava kuvvetlerinin Türkiye'de konuşlanması değildir, muhtemelen IŞİD'le mücadele için gerekirse kara kuvvetleri, özel kuvvet birlikleri de Türkiye'de konuşlanabilecektir. Böyle bir askeri yığınaklanmayı sadece IŞİD'le mücadele kapsamında görmek saflık olacaktır.

Haziran ayında Tel Abyad'ın düşmesi üzerine Türkiye'nin Suriye’nin kuzeyine müdahalesinin konuşulduğu bir dönemle hızlı bir adımla İncirlik Mutabakatını uygulamaya koyduran ABD, Türkiye'nin müdahale ateşini söndürmüştü. Yine 1 Kasım seçimleri sonrasında Türkiye'nin bu sefer yoğun bir şekilde kara harekatını konuştuğu bir dönemde ABD'nin Türkiye-Suriye sınırını güçlendirmek için destekten bahsetmesi dikkat çekicidir. (Sonrasında AKP iktidarının yavaş yavaş kara harekatının olamayacağına yönelik açıklamaları ise daha da dikkat çekicidir.) 

Yine kaygım o dur ki, AKP iktidarının gel-gitler gösteren açıklamaları ABD'yi kuşkulandırmakta ya da ABD'ye fırsatlar yaratmaktadır. ABD de Suriye’nin kuzeyindeki projesini gerçekleştirmek üzere Türkiye'nin güneye doğru sınırı geçmesini kontrol etmek (ve gerektiğinde önlemek) üzere savaş uçaklarından sonra kara kuvvetlerini de Türkiye'de konuşlandırmanın hesabını yapmaktadır. Aynı kaygımın devamı odur ki bu destek Türkiye-Suriye sınırının güçlendirilmesiyle kalmayacak, sınırın Türkiye tarafında hem havadan hem de karadan ABD askerinin kontrol ettiği Türkiye'ye karşı; fakat Suriye’nin kuzeyindeki PKK/PYD varlığını korumaya yönelik bir uçuşa yasak saha-tampon bölgeye dönüşmesidir. Bunun bir adım ilerisi de bu bölgenin Türkiye içinde güneydoğuyu kapsayacak şekilde genişlemesidir.

Evet, oyun büyük ve oyun içinde oyun oynanıyor. Bu oyunları çözebilmek ve bozabilmek için acilen Türkiye'nin milli çıkarlarını merkeze alan bir yaklaşımın izlenmesi hayatidir. 



***

20 Ekim 2016 Perşembe

Obama’yı Don Kişot Sananlar





Obama’yı Don Kişot Sananlar,






EROL MANİSALI
08 Kasım 2008 Cumartesi


Obama’nın başkanlığı Amerika, dünya ve Türkiye’de ne gibi sonuçlar doğuracak?

- ABD’nin dış politikasında “yumuşama ve esneklik” gelebilir mi?

- Amerika iç politikasında sosyalleşebilir mi?

- ABD’nin BOP uygulamaları ve buna bağlı Türkiye politikaları değişebilir mi?

Bu öngörüleri yapanlar her şeyden önce, Obama’nın kimliğinden çok Demokratların ve Cumhuriyetçilerin koşullanmalarını göz önüne almalılar. Bunun yanına “her iki partinin de Amerikan kapitalizminin ikiz kardeşleri oldukları gerçeğini” yerleştirmeliler.

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki farklar dış politikada değil “içerdedir”. Bu da esaslı bir fark değildir, popüler deyimle,“marjinal nitelikte” değişikliktir.

İçerdeki kimi sosyal uygulama farkları dışında büyük değişiklik beklemek doğru olmaz. Ancak Obama’nın psikolojik olarak dünya kamuoyunda bir makyaj operasyonu yapacağını kabul edelim.

Bush gibi ilkel, saldırgan ve faşist kimlikli bir başkandan sonra Obama’nın siyah, zeki ve olağanüstü konuşma yeteneği ile psikolojik savaşı kazanacağı kesindir. Amerika yine eski Amerika olacaktır ama, ambalajı olağanüstü bir biçimde değiştirilmiş olarak…

- Soğuk Savaş sonrasında Clinton’ın, “Amerika’nın en önemli Ortadoğu planlarını başlattığını unutmayalım”. Güleç yüzlü ve sempatik davranışlarının arkasında, vahşi kapitalizmin keskin dişleri var gücü ile çalıştı.

- ABD’yi “dev şirketler oligarşisi” yönetir. Öndeki stratejistler, yazarlar, profesörler oligarşinin belirlediği politikaların pazarlanmasını ve ön hazırlıklarını yaparlar. Onlar, “vücuda göre elbise diken terzilere benzer”. “Vücut elbiselerin değil, elbiseler vücudun biçimini alır”.

Obama dünyada “değişik bir Amerika vitrini” sergileyecektir. Latin Amerika’dan sıcak ve coşkulu sesler daha şimdiden gelmeye başladı. Siyah Afrika’da “duygusal söylevler” sık sık görülecektir.

Ortadoğu’yu etkiler mi?

-Obama’nın İran ve Suriye ile “görüşmelerden yana tavrı”;

-Afganistan ve Irak konusunda, “Bush saldırganlığına karşı” yumuşak duruşu Amerika’nın uygulamalarına gerçekten yansıyabilecek mi?

Siyah derili bir başkan yüzünden Amerika’nın Ortadoğu’daki sömürgeci politikalarının değişebileceğini düşünmek “Batı kapitalizmini, fazla hafife almak olur”.

Diğer bir deyişle, Amerikan kapitalizmini başkanlar değil kapitalizmin oligarşisi yönetir. Buna dış politika da dahildir. W.W.Bush, Clinton, G.W.Bush hattına baktığımızda, arada bir “Demokrat’ın” gelişi ana çizgiyi değiştirmemiştir. Amerika’nın Soğuk Savaş sonrasında artan küresel saldırganlığı aksamadan sürmüştür.

Obama da bu hattın bir parçası olmak zorundadır. Zaten “ona seçtirilen” yardımcısı Biden, bu çizginin değişmeyeceğinin en önemli göstergesidir.

BOP’ta bazı yumuşama sinyalleri görülebilir. Obama’nın sırtına eklenen Amerika’daki büyük ekonomik bunalım ve çöküntü BOP’u fiilen etkileyecektir. Amerika’nın “asılma ve dayatma gücü” büyük yara aldı.

Obama ekonomik krizin yarattığı bu zorunluluğu, “sanki kendi yumuşama tercihiymiş gibi” kullanıp pazarlayacaktır.

Ya Türkiye açısından?

Çoğunluk, Ermeni ve Güneydoğu sorunlarında Obama’nın Bush’tan çok farklı olarak Türkiye’yi zorlayacağına inanıyor. Ben buna katılmıyorum. Bush döneminde “örtülü dayatmalar ve çifte standartlar” işin en tehlikeli yanını zaten oluşturuyordu. Washington Ermenistan, Güneydoğu ve Kıbrıs konularında istediklerini Ankara’dan (AKP’den) bir bir koparırken Türkiye’ye destek veren sahte bir görüntü sergiledi.

-Kuzey Irak konusunda dış talepler tek tek yerine getirildi.

-Gül Ermenistan’a giderek, “adeta, onların taleplerini meşrulaştırdı”.

-Kıbrıs konusunda ABD’nin (ve AB) bir dediği iki edilmedi.

Yardımcısı Biden, Obama’nın kulağını çekip bunları anlatmayacak mı? O da yetmezse Brown Londra’dan Washington’a uçup acemi çaylağa haddini bildirecektir.

Sonuç olarak Obama ABD’nin ambalajını düzelten bir figür olacaktır. Kazara çizmeyi aşmaya kalkarsa o koltukta zaten fazla kalamaz. Amerikan (ve Batı) kapitalizmi buna izin vermez, hele karşılarında dev adımlarla gelen Çin ve Hindistan varken.

Yakın tarih bunu kanıtlamıyor mu, ne değişti ki?

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/20668/Obama__8217_yi_Don_Kisot_Sananlar_.html

29 Aralık 2015 Salı

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 8



SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 8




Obama ve Sahte Atatürkçüler




İnan Kahramanoğlu,

“Atatürkçü Obama”!

Obama'cı Cumhuriyet Gazetesi












Obama'cı Cumhuriyet Gazetesi


Cumhuriyet gazetesi Obama’nın ziyareti boyunca verdiği mesajları o kadar çarpıtarak verdi ki, okuyanlar Obama’nın AKP’nin ipini çekmek için Türkiye’ye geldiğini zannedeceklerdi neredeyse.


Obama’nın iki günlük Türkiye ziyareti ile bir kez daha ortaya çıktı ki, içimizdeki Amerikanofillerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değilmiş. Ve bazılarının içindeki Amerika aşkı gerçekten de bambaşkaymış.
Obama Türkiye gibi dünyada Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu bir ülkeye gelirken böylesine bir hüsnü-kabulle karşılanacağını bekliyor muydu bilinmez ama herhalde Türkiye’nin bu özelliğinin yanı sıra işbirlikçisi bol bir memleket olduğunu da söylemiştir birileri. Söylemedilerse adam kendisi bizzat görmüş oldu.
Obama’nın ziyareti sırasında ulusalcılar da dahil olmak üzere sevinç gösterilerinde dozu kaçıran pek çok kesim vardı. Obama’yı yağlamak için sıraya girenler arasında dudak uçuklatacak cinsten diyebileceğimiz tespitse Fatih Altaylı’dan geldi;“Atatürkçü Obama”!

Şimdi buna güler misin, Ağlar mısın?

Fatih Altaylı şaka filan değil, son derece ciddi bir biçimde şöyle yazmış: “ Anıtkabir’de yazdıkları ve bu konuşmasıyla Atatürkçü olduğunu gösterdi ”

Bizimkilerin bu Amerikan seviciliğini yalnızca Obama’nın başkanlık koltuğuna oturmasından sonra estirilen “ Değişim ” le açıklamak da mümkün değil. Öyle olsa belki anlaşılır bir durum deyip geçebilirdik. Ama dedik ya, durum hiç de öyle değil. Bugün Obama’ya güzelleme düzenlerin hemen tamamı daha önce Bush, ondan önce de Clinton için aynı şeyi yapıyorlardı. Clinton, biliyorsunuz, Türkiye’ye geldiğinde kucağına aldığı küçük bir çocuğa burnunu sıktırmıştı da gazete ve televizyonlarda aylarca bundan bahsedilmişti.

Bush’un ziyareti esnasında da yine pek bir şey değişmemişti. Gerçi Bush Amerikan emperyalizminin en saldırgan döneminde ve Irak işgalinin en kanlı günlerinde koltukta bulunduğu için azıcık daha mesafeyle karşılanmıştı ama Amerikancılarımız onu da boş geçmemişlerdi.Buna rağmen Amerikanofillerimiz toplum olarak tarihsel hafızamızın pek de kuvvetli olmamasına güvendiklerinden olsa gerek “Kötü çocuk Bush gitti, iyi çocuk Obama geldi” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımla açıklamaya gayret ettiler Obama’ya olan derin muhabbetlerini.

Ulusalcıların Obama aşkı


Tuncay Özkan'ın Obama'ya mektubu













Tuncay mektubuna bilindik tebrik cümleleriyle başlamış ve İlhan abisi gibi Obama’ya gaz vermeye girişmiş: “Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum” Evet Tuncay böyle diyor; Amerika’yla birlikte dünyaya medeniyet götürecekmişiz!


Ama birileri, hatta tüm toplum unutsa bile tarih unutmuyor. Bugün Obama’ya yapılan övgüleri aynı çevreler yıllardır bütün ABD başkanları için tekrarlıyorlar.
Tabii Obama biraz daha “renkli” bir kişilik olarak görüldüğü ve iyi bir imaj mamülü olduğu için methiyede ölçüyü kaçıranların sayısı daha fazla oluyor sadece. O kadar ki, Obama’nın Ayasofya çıkışında gördüğü kediyi sevmesini bile manşetlere taşıdı necip Türk basınımız. E ne yapsın adam, hep Amerikancı köpekleri sevecek değil ya, bırakın biraz da kedi sevsin!
Obama’nın Türkiye ziyaretinde sadece Tayyip ve Gül’le değil muhalefet liderleriyle de görüşeceği açıklanmıştı. Tabii bu görüşme isteği hemen büyük bir nezaket örneği olarak gösterildi ve muhalefet kulislerini hareketlendirdi. Ancak Obama’nın niyeti muhalefeti grup halinde aradan çıkarmaktı. Onurlu muhalefet liderleri içinse kabul edilemez bir durumdu bu! Nihayetinde Obama’nın hepsini teker teker kabul edeceği açıklanınca bu küçük pürüz de temizlenmiş oldu. Obama aynı gün içinde bütün muhalefeti sıraya dizdi ve bu performansıyla da ayrıca alkış topladı.
Amerikancı liderlerimizin, Amerikancı, Kürtçü ve liberal çevrelerin Obama’yla hasbıhale bu kadar meraklı olmasına pek şaşırmadık doğrusu, ama ulusalcı cenahın bu Amerikancı ittifaktan bile hızlı çıkıp Obama’ya seranat çekmesi gerçekten de görülmeye değerdi. Daha düne kadar meydanlarda “Ne ABD, Ne AB, Tam bağımsız Türkiye” sloganı atan kitlelere öncülük etmeye çalışanların aslında ne kadar acınacak durumda oldukları da ortaya çıkmış oldu böylece. CHP lideri Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun baş başa verip Obama’nın “değişim” formülünü CHP’ye uygulayacaklarını açıklamaları ve özellikle Cumhuriyet gazetesinin Obama’nın gelişini selamlayıp tezahürat ekibine katılması en çok göze çarpanlardı.
Cumhuriyet gazetesi Obama’nın ziyareti boyunca verdiği mesajları o kadar çarpıtarak verdi ki, okuyanlar Obama’nın AKP’nin ipini çekmek için Türkiye’ye geldiğini zannedeceklerdi neredeyse.
Cumhuriyet’in ziyaretin ilk günündeki manşeti “laik demokrasi vurgusu” oldu ve “Obama’nın Atatürk’ün mirasını övdüğü” söylendi. İkinci gün ise Obama’nın Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesi manşetteydi ve başlık bu kez Obama’nın “Türkiye’yi üye yapın” çağrısıydı. Böylelikle Cumhuriyet sadece Amerikancılık yapmayıp, “AB’cilikte de sınır tanımam” mesajı veriyordu adeta.
Obama’nın Meclis’te yaptığı konuşma aslında son derece açıktı ama buna rağmen farklı gazetelerde birbirinden çok farklı yorumlara yol açtı. Çeşitli çevreler tam da Cumhuriyet’in yaptığı gibi Obama’nın açıklamalarında kendi işine gelenleri cımbızlayıp haberleştirmeyi tercih ettiler. Ancak bu farklı yorumlar oldukça çelişkili bir durum da yaratmadı değil. Örneğin; Yeni Şafak başta olmak üzere Şeriatçı basın Obama’nın “İslam’la savaşmayız” mesajlarını manşete taşırken Cumhuriyet Ilımlı İslam projesinin artık yolun sonuna geldiğini yazıyordu. Fikirler farklılık gösteriyordu belki ama Obama hayranlığı ve Amerikancılık hepsinin ortak paydasıydı. Bu da Türk siyasetinin kısa bir özetiydi aslında; sağından soluna bütün siyasetler aslında tek bir Amerikancı programın savunucularıydı. Obama’nın gelişi belki de en çok bu gerçeği görmek açısından önemliydi. Cumhuriyet’in sorduğu şekilde sormak gerekirse “Amerikancıların farkı ne”demek belki daha da gerçekçi olur. Zira Obama’nın Bush’tan hiçbir farkı olmadığı ortada ama, asıl sorulması gereken Amerikancı muhalefetin ve iktidarın aralarında bir fark olup olmadığıydı. Obama’nın ziyareti bir kez daha gösterdi ki aralarında bir fark yokmuş.

Ulusalcılığın Sefaleti; “ Onu alma, Bizi al Obama”

Amerikancıları bir kenara bırakalım ama ulusalcılarımızın Obama hayranlığı gerçekten de utanç verici boyutlara ulaştı. Özellikle Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfadan verdiği değerlendirme yazıları buram buram Amerikancılık kokuyordu. “Obama’nın Farkı ne” ve “Obama farkı” başlıklı bu iki değerlendirme yazısında “Başkan Obama Türkiye’ye hoş geldi sefa geldi” deniliyor ve hemen ardından da Obama’dan beklentiler sıralanıyordu. Bu aslında ulusalcıların uzun zamandır AKP’yi yıkmak için ABD desteğini arkalarına alma niyetinin bu kez açıkça ortaya konmasından başka bir şey değildi. Kurgulanan senaryoya göre ABD, Şeriatçı AKP’ye karşı laik cepheyi destekleyecek, ve böylelikle AKP’den kurtulmuş olacaktık. Tabii ABD binbir itina ile iktidara taşıdığı ve yıllardır her türlü konuda da tam bir işbirliği içinde olduğu AKP’den niye desteğini çekecek, ya da diyelim ki bu desteği çekti, neden laik cepheyi tercih edecek, bu soruların mantıklı bir cevabı yok. Ama esas sorun bu da değil. Sorun şu; bugün kendisini ulusalcı olarak lanse eden kesimlerin hiçbirisinin ABD’den icazet almadan herhangi bir iş tutucak cesaretleri yok. Bu açıkça görülüyor. Öyle ki, AKP karşıtı muhalefet kendisini ABD’den alınacak bir desteğe endekslenmiş durumda. Bu tür bir ulusalcılığın AKP’den kurtuluş formülü de Obama’yı yağlayıp “onu alma, beni al” demekten öteye gidemiyor ne yazık ki. Demek ki, ABD istemezse ömür billah AKP ile yaşayacağız! Bu da ulusalcıların sefaleti değilse nedir?

Amerikancı ama laik!

Bu sefalet Cumhuriyet sayfalarında hem de açık açık yazılmış: “Başkan Obama’nın Türkiye’nin laik düzenine karşı bir tasarımın dışında kalmasını bekliyoruz. Amerika’nın uzun vadeli çıkarları da bunu gerektiriyor.. Başkan Obama Türkiye’ye hoş geldi sefa geldi… Biz konuğumuzun eski başkan Bush’tan farkını bu ziyarette görmek istiyoruz”
Neresinden başlasak acaba? Bir kere ABD’nin Kürt-İslamcı tasarımı doğrultusunda kurulup iktidara taşınan ve yedi yıldır açıkça desteklenen AKP iktidarından ABD neden vazgeçecek? İkincisi; laiklik acaba ABD’nin umurunda mı? Öyle ya, adamların böyle bir derdi olsa Ortadoğu’da onca Şeriatçı şeyhlikle iş tutmazlardı. ABD’nin en sadık destekçisi Şeriatçı Suudi Arabistan değil mi?
Ayrıca “ABD’nin uzun vadeli çıkarları da bunu gerektiriyor” ne demek? Nereden biliyorsunuz? Soran mı oldu? ABD’nin çıkarları açısından neyin iyi neyin kütü olduğuna acaba ne zamandır İlhan Selçuk karar veriyor?
“Başkan Obama hoş geldi, sefa geldi” kısmını isterseniz değerlendirmeye bile almayalım. Hatta duymamış, görmemiş olalım. Ama Bush’la Obama arasında ne fark varmış, bunu gerçekten merak ediyoruz. Kaldı ki İlhan Selçuk, Bush’un Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde de aynı beklentilerini Bush’a açık mektuplar yazarak iletmişti. Demek ki, O da aralarında pek bir fark görmemiş; ha Bush ha Obama, ikisine de aynı mektuplar, aynı istekler, aynı vaatler. Ama ille de bir fark aramak gerekiyorsa fark şu; Obama’ya verilen gaz bir hayli fazla. Bizimkiler Obama’yı gazlayıp, “sen Bush’tan farklısın, onun yaptıklarını yapma” diyorlar.
Ama Obama Ermeni meselesi ve Ruhban Okulu başta olmak üzere pek çok konuda Bush’a bile rahmet okutacak açıklamalar yaptı ve bizimkilerin hevesi daha başta kursaklarında kaldı.
Ancak bunun bile bizimkilerin Obama aşkına mani olamadığını görüyoruz. Şu sözler Cumhuriyet’in Obama’dan beklentilerini sıraladığı değerlendirme yazısından: “Ancak Obama’nın eski başkan Bush’tan bir farkı olmalı ve ılımlı İslam devleti gibi bir projeden vazgeçtiği duyumsanmalı”.Tabii hemen, emredersiniz. Cumhuriyet istedi ya, Obama hemen AKP’yi tepetaklak edecek ve Atatürkçü bir iktidara kavuşacak Türkiye. Buna kargalar bile güler ama ne yaparsınız, ülkenin “en Atatürkçü” isimlerinin ülkenin “en Atatürkçü” gazetesinde yazdıkları ne yazık ki bunlar. Bu da Türkiye’nin en büyük talihsizliği değilse nedir?

Ha, farzedelim ki, Obama AKP’den desteğini çekti ve bizimkilerin kurguladığı gibi laik cepheyi destekleme kararı aldı, bunun sonucu ABD’nin bölgesel sömürgeci projelerinin bu kez ulusal güçler vasıtasıyla yürütülmesinden başka ne olabilir? Yani AKP yıkılacak ve laik bir iktidar kurulacak ama Türkiye sözde Ermeni soykırımını kabul edecek, Kürdistan’ı tanıyacak, patrikhanenin ekümenikliğini tanıyacak, PKK ile masaya oturacak …Bu aslında AKP’nin iktidarda kalmasından daha kötü bir seçenek değil mi? Düşünsenize Türkiye’nin parçalanması ve paylaşılması planının Atatürkçü-milliyetçi bir iktidar eliyle uygulandığını. Bu, toplumdaki mevcut direnme potansiyelinin de tümüyle yok edilmesi demek olur ki, gerçekten de en kötü seçenek budur.

Ama yine de kimse heveslenmesin; ABD kiminle iş tutacağını çok iyi bilir ve asla ama asla ulusalcı bir iktidarla iş tutmaz. Bu iki kere iki dört kadar kesindir. Nasıl bu kadar kesin konuşuyorsunuz derseniz; İlhan Selçuk, Bush’a da zamanında mektuplar döşenip “AKP’yi değil bizi tercih et” çağrılarında bulunmuştu ama sonuç hüsran olmuştu. 15, 16 ve 18 Kasım 2006’da İlhan Selçuk’un köşesinden Bush’a seslendiği mektuplarında bugün Obama’ya yaptığı çağrıların aynıları vardı. 

15 Kasım tarihli mektubunda İlhan Selçuk, Bush’a “ Ortadoğu’da Türkiye’yi kullan ” Çağrısı yapıyordu:“ 

Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. 
(...) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor... Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı, dinciler–iktidar dışında-ateş püskürüyorlar, ulusalcılar dincilerden geri kalmıyorlar. (...) Ortadoğu cehennem... 

Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor...

” 16 Kasım tarihli mektup ise daha açık bir şekilde Ortadoğu’da “ABD çıkarları için yeni bir iktidara ihtiyaç olduğu ” vurgusu taşıyordu: “ Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yı kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır... AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor... ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”

Ergenekon tertibi bile ulusalcıların Amerikancılığını yok edememiş
Bunca çabalamaya rağmen, aradan geçen zaman Bush’un İlhan Abi’yi pek de iplemediğini gösteriyor zira bu süreçte ABD, AKP’den desteğini çekmeyi bırakın, bir de Ergenekon tertibini uygulamaya sokarak İlhan Selçuk’un da sanık olarak yargılandığı bir tasfiye operasyonunu da büyük bir hızla uygulamaya soktu. Ordu ve toplumun Atatürkçü kesimleri bu operasyonla o derece pasifize edildi ki, bugün sokağa çıkıp eylem yapmayı bırakın, Atatürkçüyüm demek bile neredeyse suç haline geldi.

Peki bunların müsebbibi kim; ulusalcıların “bizi tercih et” diye yalvardıkları ABD ve başkanı Obama değil mi?

Bu da sefilliğin daniskası değil mi aslında. Adam kalkmış Ordu’nu yok etmek için seni de içine alan bir komplo kuruyor ama sen yine de adamın elini ayağını öpüyor, “medet ya Obama” diyorsun hâlâ. Gerçekten de utanç verici bir durum. Sonunda ölüm bile olsa insan en azından onuruyla ölür, ama bu kadar acizlik, hele hele bir de Atatürkçülük adına yapılıyorsa bunu sineye çekemeyiz, kimse kusura bakmasın!

Tuncay da Silivri’den Amerikancı koroya katıldı

Ulusalcılık gibi temelinde Amerikan karşıtlığı olması gereken bir duruşun bu denli Amerikan muhibbi olması gerçekten de düşündürücü. O kadar ki, Ergenekon tertibi bile ulusalcıların Amerikancılıklarını öldürmeye yetmemiş. Türkiye AKP iktidarına nasıl mahkum edildi, bugün AKP karşıtı muhalefet niçin başarılı olamıyor diye merak ediyorsanız, işte tam da buraya bakmak gerekir. Amerikancı bir ulusalcılık Türkiye’yi kurtarayım derken aslında bir çuval inciri berbat etmiş ve Türkiye’yi ABD-AKP cephesine teslim etmiştir. AKP aslında bu “ulusalcı” Amerikancılarımızın Türkiye’ye hediyesidir. Bu Amerikan muhipleri arasında birisi var ki, onu anmadan geçmek olmaz. Malum kişi; Tuncay Özkan. Nam-ı diğer Zübük Tuncay.

Zübük biliyorsunuz “beni de alın, beni de alın” diye yeri göğü inlettikten sonra nihayet muradına ermiş ve içeri alınmıştı.

Ama Zübük bu durur mu, bu seferde kalkmış Silivri Cezaevi’nden Obama’ya mektup yazmış, Amerikancı koroya katılmış. Ancak bu durum belki de hayırlı olur zira ilk kez kendi küçük taraftar grubundan da Tuncay’a veryansın edip “bu kadar da olmaz” diyenler çıkmış. Hadi hayırlısı. Tuncay mektubuna bilindik tebrik cümleleriyle başlamış ve İlhan abisi gibi Obama’ya gaz vermeye girişmiş: “Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum”

Evet Tuncay böyle diyor; Amerika’yla birlikte dünyaya medeniyet götürecekmişiz! Belki yakında Irak’a olduğu gibi İran’a da medeniyet götürür Amerika ve bakarsınız bu sefer biz de onlarla el ele gönül gönüle katılırız bu işe, ne dersiniz!Ancak Tuncay’ın da hevesi kursağında kalacak gibi zira gönderdiği mektup Obama’ya ulaştı mı, orası bile meçhul.

Dolayısıyla Tuncay için içerden çıkmanın tek bir yolu kalıyor. Biliyorsunuz Tuncay “Apo’yu destekliyorum” diyerek Apo’nun Kürt sorunun çözümü için kullanılabileceğini söylemişti daha önce. Şimdi Obama’nın gelişiyle birlikte Apo’nun içerden çıkıp Meclis’e girme ihtimali de güçlendi. Dolayısıyla Apo yarın Meclis’e girdiğinde belki eski dostu Tuncay’ın bu desteğini karşılıksız bırakmaz, onu çıkarmanın bir yolunu bulur. Bir de bağımsız Kürt devleti kurulursa bakarsınız Tuncay Roj TV’de “anchorman” olarak işbaşı bile yapabilir. Olmaz olmaz demeyin! Söz konusu Tuncay’sa gerisi teferruattır.

“Obama Defol” diyebilmek

Güzel Türkçemizde güzel bir söz vardır; “güleriz ağlanacak halimize” diye. Ulusalcılarımızın iflah olmaz Amerikancılıkları bundan daha iyi açıklanamaz herhalde.

Türkiye ABD’nin BOP projesi içinde bölünüp parçalanırken, bir yanda Ermeni soykırımı iddiaları, bir yanda kürt devleti, bir yanda PKK terörü derken ve bir taraftan da cumhuriyetin temel direklerinden Türk ordusu Ergenekon türü uydurmalarla tasfiye edilirken; ülkeyi kurtarmak adına, Atatürkçülük adına ortaya çıkıp liderlik yarışına girenler bütün bu planların baş tertipçisi ABD başkanını görünce süt dökmüş kediye dönüyorlar. ABD’ye yaranmak için, küçük bir destek koparmak için kırk takla atıyorlar. Bu durumda, belki kızanlar da olacaktır ama, bunları nasıl Atatürkçü kabul edebiliriz, Türkiye’yi bu bataktan bunların çıkaracağına nasıl inanabiliriz?

Mustafa Kemal, Osmanlı’nın işgal edildiği dönemde o günün mandacılarına bakıp “Bir kişi de çıkıp ya istiklal ya ölüm diyemiyor” diye isyan etmişti. Şimdi dünün mandacılarının torunları, bugünün sözde ulusalcıları da aynı şeyi yapıyorlar. Birisi bile çıkıp Obama Defol ” diyemiyor. Ama biz mandacıların değil Mustafa Kemal’in çocuklarıyız ve hiç kıvırtmadan, hem de bütün gücümüzle bağırıyoruz; Obama defol!

(Sayı 232, 13/04/2009)

http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal8.htm


..