28 Temmuz 2018 Cumartesi

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 4


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 4


AB Zirvelerinde, Türkiye İle İlgili Ne Kararlar Alınmıştır?

AB'nin Türkiye'nin önce adaylığına, daha sonra da üyeliğine ilişkin şartları zaman içinde hep değişiklik gösterdi. Bunu AB'nin genişlemesinin ele alındığı zirvelerde görmek mümkündür.

Maastricht Zirvesi (9-10 Aralık 1991): AB Antlaşmasının belirlendiği bu zirvede üyelik için üç şart öngörüldü. Bunlar, "Üyelik başvurusunda bulunan ülkenin Avrupalı olması, demokratik rejime sahip olması ve insan haklarına saygılı olması" diye belirlendi. 

Lizbon Zirvesi (25-27 Haziran 1992): AT Konseyi, Kıbrıs, Malta ve Türkiye'nin başvurularını değerlendirdi. Türkiye açısından Konsey, "Avrupa'nın mevcut politik yapısı içinde Türkiye'nin rolünün üst düzeyde öneme sahip olduğunu ve Türkiye ile 1963 yılında imzalanan ve en üst düzeyde politik diyaloğu öngören Ortaklık Antlaşmasına (Ankara Antlaşması) uygun olarak işbirliğinin geliştirilmesi için bütün şartların bulunduğunu" vurguladı ve komisyondan önümüzdeki aylarda bu temelde çalışmaların başlatılmasını istedi. Burada tam üyeliğin, Ankara Antlaşması dolayısıyla Türkiye'nin hakkı olduğu üstü kapalı olsa da teyid edilmiş oldu ama gereği yapılmadı.

Kopenhag Zirvesi (21-22 Haziran 1993): Bu zirvede, isteyen Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkelerinin topluluğa tam üye olabilecekleri açıkça kaydedildi. Ayrıca "Tam üyeliğin, üyelik için gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getiren ortak üye ülkeler bakımından, mümkün olan en kısa sürede gerçekleşeceği" vurgulandı. Meşhur Kopenhag Kriterleri böyle ortaya çıktı. Bu kriterler tümüyle, demokrasiye henüz geçen doğu bloku ülkelerinin şartları dikkate alınarak hazırlanmıştı. Ancak peşinen AB'nin genişlemesinin bu ülkeleri kapsayacağı belirtilerek, bu ülkelere açık çek verildi ve bir anlamda kriterlerinin diğer ülkeler için geçerli olacağı ilan edildi.

Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye ile işbirliğinin, sadece Gümrük Birliği'nin geliştirilmesi kapsamında tutulması kararlaştırıldı.

Cannes Zirvesi (26-27 Haziran 1995): Bu zirvenin en önemli özelliği toplantılara ilk kez üye devletler dışında ülkelerin de davet edilmesi oldu. Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri, Baltık Ülkeleri, Kıbrıs ve Malta'nın gözlemci olarak çağrıldıkları zirvede, gerek son iki ülke ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması, gerekse de MDAÜ ile Baltık ülkelerinin Birliğe katılmalarının hızlandırılması yönünde bu ülkelere gösterilen istek ve kararlılık ortaya konuldu. Nitekim bu ülkeler için öngörülen malî işbirliği miktarı, Akdeniz ülkelerine sağlanması öngörülen yardımın çok üstünde belirlendi. Ayrıca Birlik, uzmanlarına hazırlattığı Beyaz Kitap ile MDAÜ ile Baltık Ülkelerinin tek pazara zorlanmadan geçişlerine ve üyeliklerinin kolaylaştırılmasına ortam sağladı. Buna karşılık, Türkiye ile ilgili olarak yine sadece Gümrük Birliği'nin tamamlanması konusundaki niyet ve oluşan sıkı bağlardan kaynaklanan memnuniyetin ifade edilmesiyle yetinildi.

Bundan sonraki Madrid, Torino, Floransa gibi zirvelerin tamamında da Türkiye sadece  GB ilişkisi açısından dikkate alındı. 

Dublin Zirvesi (13-14 Aralık 1996): Merkezî ve Doğu Avrupa ile Baltık ülkeleri, Kıbrıs ve Malta bu toplantıya yine davet edildiler. Zirvede, Türkiye ile ilgili olarak, insan hakları standartlarının yükseltilmesine işaret edildi ve ilk kez "Ege sorununa uluslararası normlar çerçevesinde kabul edilebilir bir çözüm bulunması" gündeme getirildi. Konsey, Kıbrıs sorununa BM Güvenlik Konseyi'nin önerileri doğrultusunda çözüm bulunabilmesi için Türkiye'nin etkisini kullanması hususunu da ısrarla tavsiye etti. 

Lüksemburg Zirvesi (12-13 Aralık 1997): Kopenhag Zirvesi kriterlerine uygunluk, bütün katılım müzakerelerinin başlatılabilmesi için ön şart olarak kabul edildi. Ancak aynı zirvede Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Kıbrıs için tam üyelik süreci öngörüldü. Türkiye hariç, adayların tamamının müzakere takvimi belli oldu. 31 Mart 1998'de Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Kıbrıs Rum kesimi ile katılım müzakerelerinin resmen başlatılması kararlaştırıldı. Bulgaristan, Litvanya, Malta, Romanya ve Slovekya ile müzakereler ise 15 Şubat 2000'de başlatılacaktı. 12 aday ülke için müzakere takvimi belli olduğundan Kopenhag kriterlerinin müzakerelere başlamak için ön şart olması kararı, bunlar dışındaki ülkeler için geçerli olacaktı. Dolayısıyla doğrudan ve sadece Türkiye'yi ilgilendirmektedir. 

Bu zirvede, Kıbrıs konusuna geniş bir şekilde yer verildi. Ada'nın bir bütün olarak AB'ye katılımının sağlanması, bu katılımın barış ve uzlaşmayı teşvik etmesi gerektiği ifade edilerek, "Katılım müzakereleri, Kıbrıs sorununa, iki toplumlu ve iki bölgeli federatif bir yapı kurulması yönünde, BM bünyesinde devam eden çözüm arayışlarına da olumlu bir katkıda bulunacaktır. Bu açıdan Konsey, Kıbrıs Hükümetinin, katılım müzakerelerine Kıbrıs Türk toplumu temsilcilerini da dahil etme yönündeki niyetini somutlaştırmasını talep etmektedir. Bu niyetin somutlaştırılabilmesi amacıyla, Başkanlık ve Komisyon gerekli girişimlerde bulunacaktır." denildi.

Türkiye ile ilgili olarak da, Türkiye'nin AB'ye katılmaya ehil olduğu teyid edilip, diğer aday ülkelerle aynı kriterlere göre değerlendirileceği belirtildikten sonra Türkiye'yi her alanda AB'ye yakınlaştırarak, katılıma hazırlamak için bir strateji belirlendi. Ancak 5 maddeden oluşan stratejinin tamamı yine Gümrük Birliği ve malî işbirliği ile ilgili oldu. Hemen arkasından bu stratejinin Kopenhag kriterleri çerçevesinde yeniden inceleneceği belirtildi. Böylece malî yardımlar da Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi şartına bağlanmış oldu.

Avrupa Konseyi, Türkiye'nin AB ile bağlarının güçlendirilmesi için yapılacakları sıralarken, bugün Türkiye'ye dayatılan şartları ilk kez liste haline getirmiş oldu. Türkiye'nin, "AB'de yürürlükte bulunan insan hakları normları ve uygulamalarına uyum sağlaması, azınlıkların haklarını koruması, Yunanistan ile tatminkâr ve istikrarlı ilişkiler kurması, ihtilafların çözülmesinde hukukî yollara başvurması (Uluslararası Adalet Divanı'na gidilmesi) ve BM Güvenlik Konseyi Kararları çerçevesinde Kıbrıs sorununa politik bir çözüm bulmak amacıyla BM gözetiminde gerçekleştirilen müzakerelere destek vermesi" istendi. Liste verildikten sonra da "Şimdi aday ülke olarak düşünülmelidir." denildi. 

Aday ülkeler arasında sayılmadığı gibi, Avrupa Konferansı'na da yukarıda sayılan kriterleri kabul etmesi şartıyla davet edilen Türkiye, Mart 1998'de yapılan bu konferansa katılmama kararı aldı. O dönemde MHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla yaptığım açıklamada, AB'nin bize, bu liste ile "Kıbrıs'ı Yunanistan'a verin ve Türkiye'nin bölünmesini kabul edin, sizi aday ülkeler listesine alalım" dediğini belirterek, üyelik müracaatımızı hemen geri almamız çağrısında bulunmuştum.

Ancak Lüksemburg'da kabul edilmeyen bu şartların tamamı 2 yıl sonraki Helsinki Zirvesi'nde yeniden Türkiye'nin önüne konulacak ve bu kez kabul edilecekti. Helsinki'nin, Lüksemburg'tan tek farkı, "aday ülke" ilan edilmemizdi. Adaylık ilanı uğruna bu çok önemli ve ağır şartların kabulü, o dönemde meseleye prensipler açısından değil, sadece prestij açısından bakıldığını ortaya koymuştur.  Sonraki Cardiff, Viyana ve Köln zirvelerinde de Türkiye'ye yaklaşım değişmeyecekti.  

Lüksemburg Zirvesi'nden Sonra Neler Oldu?

Lüksemburg Zirvesi genişleme sürecinin ilanı olmuştu ve buna göre geleceğin Avrupa'sında Türkiye'nin yeri yoktu. Ama öte yandan net siyasî talepler peş peşe sıralanıyordu. Türk-Yunan ilişkileri, Güneydoğu ile ilgili talepler... Türkiye sert tepki verdi, artık AB ile hiçbir siyasî konuyu konuşmayacaktır.

Bu arada Yunanistan, PKK ve teröristbaşı Abdullah Öcalan'a verdiği destekle tam anlamıyla suçüstü yakalanmıştı. İşte böyle bir dönemde Brüksel adeta Yunanistan'ı kurtarmak istercesine Türkiye'ye el uzattı ve AB Komisyonu, Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin aday ülke ilan edilmesini teklif etti. 

2 yıl içinde ne değişmişti de bu karar alınmıştı? Lüksemburg Zirvesi'nden sonra Türkiye'nin AB ile ilişkilerini kesmesi, planları bozmuştu. Bu şartlar altında Kıbrıs Rum kesiminin üyeliği ve Ege sorunlarında Yunanistan'ın talepleri doğrultusunda ilerlemek mümkün olmayacaktı. Ayrıca Türkiye gibi büyük ve stratejik konumu olan bir ülke başka arayışlara girebilirdi. Elden kaçırılmaması gerekiyordu. 1989 yılında başvurumuzu reddederken de Türkiye'yi açıkça  kontrol altında tutma gereği ifade edilerek, sonu gelmeyecek  bir yol haritası çizilmişti. 10 yıl Gümrük Birliği ile oyalanan Türkiye'nin, yolunun uzatılması için bulunan yeni formül  "özel ilişki ve aday ülke" formülü oldu. Bekleme odası olarak da nitelendirilebilecek bu formülde, Türkiye ne içeri alınacak, ne de dışarı çıkmasına izin verilecekti. AB'nin belgeleri incelendiğinde bu tablo net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.          


AB'ye Çok İlginç Bir Mektup... Kim Yazdı, Ne İstedi?

İddialara göre, Helsinki Zirvesi'nden sadece 1 hafta önce Kuzey Irak'tan AB'ye bir mektup gitti. Kürdistan Demokrat Partisi Parti Meclisi imzalı bu mektubun başlıklarıyla birlikte tam metni şöyledir. 

Kaynak- http//www.pdk.bakur.com/helsinki zirvesi 041299 htm.yahoo 

PARTÎYA DEMOKRATA KURDISTAN - BAKUR

KURDISTAN DEMOCRATIC PARTY - NORTH

KURDISTAN DEMOKRAT PARTISI - KUZEY

AB HELSİNKİ ZİRVESİNE 

AÇIK MEKTUP

10-11 Aralık günleri Finlandiya'nın başkenti Helsinki, Avrupa Birliği'nin en önemli zirvelerinden birini gerçekleştirmenin hazırlıklarını yapıyor. Birliğin milenyum sonrası geleceğini tesbit edecek toplantıda, AB'nin genişletilmesi konusu da gündemin önemli konuları arasında yer alıyor. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye'nin de Avrupa Birliği ile ilişkisi bir çerçeve alacak ve TC Devleti'nin aday üyeliğe kabul edilip edilmemesi de bir karara bağlanacak. 

Partimiz, özellikle Türkiye ile ilgili olarak, AB devletlerinin dikkatini Kürt sorununa çekmelerini ve bu konuda Türkiye' den bağlayıcı taahhütler almasını talep ediyor. Helsinki zirvesi öncesi edindiğimiz kanı, TC Devleti'ne aday üyelik kapısının açılacağı yönündedir. AB devletlerinin aday üyelik şartı olarak gerçekleştirilmesini istedikleri Kopenhag kriterleri Türkiye'de hâlâ tartışma düzeyinde seyretmekte ve Ankara'nın bu kriterleri yaşama geçirmeyeceği şaibesi mevcut bulunmaktadır. Özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda Türkiye'nin bu kriterlere uymayacağını ülkenin en yetkili ağızları dile getirmektedir. TC Devleti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Kürt dilinin olmadığını, böylelikle bir Kürt dilini tanıma gibi bir sorunlarının olmadıklarını dile getirdi. Başbakan Ecevit, tanınacak bir Kürt televizyonunun veya dil özgürlüğünün, ülkeyi parçalama tehlikesi taşıdığını beyan etti. Zaten Ankara Hükümeti'nin ikinci büyük koalisyon partneri MHP'nin Kürt sorunu ile ilgili konsepti herkes tarafından biliniyor. Kürt sorununun varlığı bile kabul edilmiyor. Bu tavırlarla bağlantılı olarak yalnız Kasım ayında onlarca Kürt insanı, Kürtçe dilini praktize ettikleri için ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. TV 21 Kürtçe bir şarkıyı yayınladığı için bir yıl süreyle kapatıldı. Kürdistan'da mahalli birçok radyo Kürtçe müzik çaldıkları için ağır para cezalarına çarptırıldılar ve yayınları durduruldu. 

Bunun yanında Türkiye topluluğa aday ülkeler arasında demokrasi değerlerine tahammülsüzlükte, insan ve azınlık haklarını tanımamakta ve fikir özgürlüğüne zincir vurmakta yalnız Avrupa'da değil dünyada bile en ön sıralarda bulunan ülkelerden biridir. Ayrıca dış siyaset alanında ve komşuları ile ilişkilerinde saldırgan bir politika sahibidir. En önemlisi de, yerküremizin en ağır ulusal problematiklerinden biri olan -Kürt sorunu'nu sırtında taşımaktadır. 

Böylesi bir realitenin yaşandığı Türkiye'nin, AB'ne aday üyeliği tabiidir ki Avrupa nezdinde ağır bazı sorumluluklar da taşımaktadır. Demokrasinin beşiği Avrupa kıtasının bu değer yargılarını taşımayan bir ülkeyi en önemli platformuna taşıması, Avrupa'ya olan inanç ve güveni de sarsacaktır. Eğer AB Helsinki zirvesinde, Kopenhag kriterlerini Türkiye'nin aday üyeliği için askıya alırsa, Ankara üzerinde demokrasi, insan hakları ve çağdaşlaşması yolunda, bugünkü bazı yaptırım imkânlarını da elinden kaçırmış olacaktır.

Partimiz, Türkiye'nin çağdaş dünya ile entegre olmasını, insan haklarına saygılı davranmasını, demokratik değer yargılarını yaşama geçirmesini talep ediyor. Kürt sorununun barış, siyasî diyalog ve çağdaş uluslararası normlar ile çözümünü savunuyor. Bu anlamda Türkiye'nin AB'ne aday üye, hatta üye olmasını destekliyor. Fakat bunun için de ülkenin yukarıda saydığımız normları yaşama geçirmesini istiyor. En azından Helsinki zirvesi ile bağlantılı olarak Türkiye'nin bu normları yaşama geçireceğine dair bağlayıcı bazı antlaşmaların imzalanmasını talep ediyor.

04. 12. 1999

Kürdistan Demokrat Partisi/Kuzey (PDK/Bakur)

Parti Meclisi

Bilindiği gibi, Kopenhag kriterleri, 1993'te AB üyeliğine alınmak için yerine getirilmesi gereken şartlar olarak tesbit edilmişti. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde ise, bu kriterlerin müzakerelere başlanabilmesinin şartı olması kararlaştırıldı. Ancak Türkiye dışındaki tüm aday ülkelerin müzakere takvimi belirlendiği için bu değişiklik diğer 12 aday ülkeyi değil, sadece Türkiye'yi etkileyecek bir karardı. 1997 yılında bu karar alınırken, kriterler arasında herhangi bir öncelik sıralaması ya da tercih yapılmadığını özellikle vurgulamak istiyoruz. Sonraki 1999 Helsinki Zirvesi'nde ise üçüncü bir değişiklik daha yapılarak, Kopenhag kriterlerinin içinden siyasî kriterler bölümü seçildi ve Türkiye'nin adaylık döneminde bunları yerine getirmesi ön şart sayıldı. 

Bu hatırlatmalarda bulunduktan sonra Kuzey Irak'tan AB'ye gönderilen mektuba dönersek; içeriğindeki ifadelerin AB'nin arzuları ile neredeyse bire bir örtüştüğü görülmektedir. Bugün Kuzey Irak'ta parlamentosu, güvenlik güçleri, merkez bankası ve hatta parası ile fiilî Kürdistan devletini kurduğu söylenen Kürdistan Demokrat Partisi'nin Türkiye'nin AB üyeliği ile bu kadar yakından ilgilenmesi ve AB'den bazı taleplerde bulunması kayda değer bir husustur. Özellikle de Helsinki Zirvesi'nden hemen önce, Kopenhag'ın siyasî kriterleri açısından Türkiye'yi bağlayıcı anlaşmalar imzalanmasının teklif edilmesi gerçekten dikkat çekicidir. Siyasî kriterlerin ön şart olmasının, Helsinki Zirvesi'nde gündeme gelmesiyle beraber düşünüldüğünde mektubun önemi daha da artmaktadır. Elbette AB'nin, Kürdistan Demokrat Partisi'nin bir mektubu ile bu kararı aldığını iddia edecek değiliz. Ancak hedeflerin bire bir örtüşmesi ve KDP'nin "Kopenhag'ın siyasî kriterleri açısından Türkiye'yi bağlayıcı anlaşmalar imzalanması" teklifinin hemen ardından gelen, siyasî kriterlerin sadece Türkiye için ön şart olması kararı da herhalde tesadüf olarak değerlendirilemez. Belgelere tam anlamıyla yansıtılmasa da iki tarafın isteklerinin ortak bir formülde buluştuğu veya buluşturulduğu görülmektedir.

Böyle bir mektubun varlığı ilginç bir ilişkiyi de ortaya çıkarmaktadır. Acaba KDP ile AB arasında böyle bir yazışma ne anlama gelmektedir ve bu ilişkiler düzeni nasıl bir çerçeve içinde kurulmuştur? Bunun, cevabı verilmesi gereken önemli bir husus olduğu muhakkaktır. "Kürt sorununun" Türkiye'nin sırtına yüklenilmesi ve AB üyeliğimizin doğrudan bu soruna bağlanması bütünlüğümüze yönelik bir takım planların varlığını ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda da KDP'nin, Kuzey Irak'taki fiilî bir durumun ötesinde, bölgede bir devlet kurma hesaplarının aslî unsuru olarak görülmesi gerekmektedir. Türkiye ile ilgili son derece ağır ifadeler kullanan ve AB'den bir takım taleplerde bulunabilen KDP kimden destek almakta veya kimlere güvenmektedir ki bu cüreti gösterebilmiştir?

Bu arada, bölücü, terör örgütü PKK'nın da Helsinki Zirvesi öncesinde Türkiye'nin adaylığı için çalıştığını hatırlatmak istiyoruz. Zirvenin hemen ardından, 12 Aralık 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde yer alan şu haber dikkat çekicidir:

"PKK'nın yayın organı Özgür Politika, PKK'nın siyasî kanadı ERNK'nın İskandinavya Temsilcisi Havin Güneşer ile Finlandiya Kürt Barış Formu Başkanı Prof. Görün Von Bonsdroff'un Türkiye için diplomasi yaptığını yazdı. PKK temsilcisi AB Dönem Başkanı Finlandiya Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle Türkiye'nin adaylığına Kürtlerin destek verdiğini söylemiştir."

Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın, ilk duruşmasında panik içinde yaptığı şu konuşma ise kendisini kullananlar ile bunların niyetlerini gösteren bir itiraf niteliğindedir:

"Türkiye'de 1993 yılından beri 1925 yılında yaşanan süreç (Batı destekli Şeyh Sait isyanı) gündemdedir. Bugünkü durum Musul ve Kerkük'ün kaybedildiği 1925'ten daha tehlikeli, daha derindir. Lütfen beni anlayın, anlamanızı rica ediyorum. Türkiye'nin bütünlüğü çok önemlidir. İngiltere geçmişte de Musul ve Kerkük'ü böyle oyunlarla aldı."

AB, KDP ve PKK'nın ortak bir noktada buluşması ortaya gerçekten ilginç bir tablo çıkartmıştır. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 3




AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 3



Görüldüğü gibi, Türkiye'yi şüphelendirmeden özel prosedürlerin geliştirilmesinden söz edilmektedir. Bu özel prosedürlerden birisi de 1995'de "Büyük mücadelelerle" elde edildiği söylenen ve AB'ye girişin müjdesi olarak sunulan Gümrük Birliği'dir. Gümrük Birliği'ne 1995 yılında alınmamıza daha 1989 yılında karar verildiği ortadadır. Özel prosedürün bu kısmı yüzünden uğradığımız kayıplar bir yana, aşağıda görüleceği gibi GB'nin karşılığında Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliğinin yolu açılmıştır. 

Özetle AB, sadece Türkiye'nin başvurusu üzerine yeni bir strateji geliştirmek zorunda kalmıştır. Türkiye'nin başvurusunun etkisinin "daha önceki katılma başvurularıyla ilgili olarak benimsenmiş olan pozisyonların etkilerinden daha büyük olacağı" vurgulanmış, bu durum karşısında da, "Türkiye'nin katılma başvurusu üzerinde düşünürken, Topluluğun genel bir strateji benimsemesinin gerekli" olduğu uyarısında bulunulmuştur. Komisyon görüşünde, "Başarılması gereken görevler büyük ve karmaşıktır, çünkü tek pazarın tamamlanması, Avrupa'daki gerilimlerin ve bölünmelerin azaltılması için, sadece ekonomik ve parasal birlik değil fakat aynı zamanda politik birlik yönünde büyük çapta ilerleme eşlik etmelidir." denilerek, Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa'da gerilim ve bölünmeye yol açabileceği ima edilmiştir. 

1995 Yılında Girdiğimiz Gümrük Birliği Ortaklığı Nedir? Ne Getirip, Ne Götürmüştür? 

AET ile ilişkimizin 43 yıl önce başladığını belirtmiştik. Nihaî hedef AET'ye ya da bugünün AB'sine tam üyeliktir. Gümrük Birliği de, bu ortaklığın sadece bir boyutudur. Ancak geçen süre zarfında, bu ilişkide GB dışında bir gelişme sağlanamamıştır. Bu bile Türkiye'nin tek yanlı çabaları ile yürümektedir. Oysa birlik ile ilişkimiz bugünkü üye veya aday ülkelerden çok önce başlamıştı. AB içindeki ülkelerin tamamı AB'ye girişten sonra veya üyelik ile eş zamanlı olarak GB anlaşmasını imzalamışlardır. Aday ülkelerle ise gümrük birliği dışındaki ticarî anlaşmalar imzalanmıştır. AB'ye üye veya üye adayı olmaksızın GB anlaşmasını imzalamış tek ülke Türkiye'dir. Türkiye, 1995 yılında AB'ye girişin adeta son kavşağı olarak sunulan ve 1996 yılında yürürlüğe giren GB Ortaklık Anlaşması ile, karar mekanizmalarında yer almadan, AB'nin üst kuruluşlarınca belirlenen kural ve kararlara uymayı peşinen kabul etmiştir. GB, 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girerken şu beklentilerimiz vardı: 

1- Türkiye'den, AB'ye yapılan ihracatta patlama olacak

2- AB'den ve diğer ülkelerden Türkiye'ye yatırım sermayesi akacak

3- Ülkemize yüksek teknoloji gelecek, her alanda standartlarımız yükselecek

4- AB'nin üçüncü ülkelerle yaptığı imtiyazlı ticaret anlaşmalarından yararlanacağız

5- AB'den büyük malî yardımlar gelecek

6- AB kapısı açılacak ve en kısa zamanda üye olacağız.

Ancak gerek Türkiye, gerekse de AB kaynakları, GB'nin dış ticaret açığımızı arttırdığını, Türkiye'nin, AB'nin dünyadaki 6'ncı, AB'ye girmek için bekleyen ülkeler arasında 2'nci büyük pazarı haline geldiğini göstermektedir. GB, birçok sektörümüzü olumsuz etkilemiş, yabancı sermaye de gelmemiştir. Gümrük Birliği'nin tüm ülkelerin ekonomilerine zarar vereceği bilindiğinden AB fonlarından destek öngörülmüştür. Ancak Türkiye, bu fonlardan ya insan hakları ihlalleri (terörle mücadelede), ya da Yunanistan vetosu yüzünden yararlandırılmamış, bu da ekonomimizi ciddi şekilde etkilemiştir. Yıllık zararın 4.5 milyar dolar olacağı hesaplanmış, buna karşılık Türkiye'ye bugüne kadar sadece 1.5 milyar Euro verilmiştir. Aynı dönemde Polonya'ya 20 milyar, Yunanistan'a 25 milyar Dolar yardım yapılmıştır. Türkiye GB'nin yol açtığı tüm sıkıntılara AB üyeliği için katlanmıştır. Ancak AB, uluslararası anlaşmalardan doğan destek ve yardımları vermemekle kalmamış, üyelik yolunu uzattıkça uzatmıştır. AB ise, Türkiye ile Gümrük Birliği ilişkisinden son derece memnundur. Bu işbirliğinin "faydalarını" anlatmak amacıyla hazırlanan "Türkiye-AB Gümrük Birliği/Refah İçin Birlikte Çalışma" başlıklı bir raporda da bu memnuniyet ifade edilmiştir. Oysa 6 yıllık uygulamanın sonunda bizim açımızdan adeta bu işbirliğinin "Refah" bölümünü AB, "Çalışma" bölümünü Türkiye'nin üstlendiği görülmüştür.

Yunanistan Nasıl ve Ne Zaman Üye Oldu? 

Kıbrıs Rum Kesimi -AB İlişkileri Nasıl Gelişti? 

Türkiye, ilk kez 27 Nisan 1987 tarihinde AB'ye tam üyelik müracaatında bulunduğunda yukarıda detayları verilen raporda, "Topluluk üyesi bir ülke (Yunanistan kast ediliyor) ile Türkiye arasındaki" soruna değinilerek, Kıbrıs konusu gündeme getirilmiş ve Kıbrıs'ın, (birliği, bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü) üzerinde durulmuştur. Yani bir anlamda Türkiye'ye "Yunanistan'la sorunlarını hallet" denilmiştir. Yunanistan ise 1975 yılında üyelik için başvurmuş, 1981'de de üyeliğe kabul edilmiştir. Yunanistan'a, başvurusu sırasında "Türkiye ile sorunlarını hallet" denmediği, Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı başta olmak üzere diğer azınlıkların ihlal edilen hakları hiç hatırlanmadığı gibi, "Yunanistan'ın üyeliğinin AB'nin Türkiye ile ilişkilerini etkilemeyeceği" güvencesi verilmiştir. Ancak bundan 9 yıl sonra Türkiye'nin başvurusunun red gerekçelerinden birisi Yunanistan'la sorunlar olmuştur.

Aynı senaryo Kıbrıs konusunda da uygulanmıştır. Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın, Türkiye'nin üyeliği için ön şart olmadığı güvencesi verildiği halde 1 yıl sonra Katılım Ortaklığı Belgesi ile, Türkiye'nin öncelikle yerine getirmesi gereken siyasî kriterlerin en başına konulmuştur. AB, Kıbrıs sorununu artık Türkiye'nin tam üyeliğinin önündeki en önemli engellerden birisi olarak görmektedir. Ancak nasılsa bu sorunlar, AB'nin Güney Kıbrıs Rum kesimi ile tam üyelik görüşmelerine başlamasına engel teşkil etmemektedir. Üstelik burada AB, ilk andan itibaren uluslararası hukuku çiğnemiştir. Çünkü, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin adaylık başvurusunun kabulü dahi uluslararası antlaşmalara aykırıdır. Londra-Zürih Antlaşması, Garanti Antlaşması ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Kıbrıs'ın Türkiye ve Yunanistan'ın birlikte üye olmadıkları herhangi bir siyasî ve ekonomik birliğe girmesini belli şartlara bağlamıştır (EK-1). Rum kesimi sözkonusu antlaşmalara ve Anayasa'ya aykırı olarak AB'ye müracaat etmiş, AB de, tüm itirazlarımıza rağmen bunu kabul etmiştir. AB, Rum kesiminin adaylık müracaatını kabul etme ve görüşmelere başlama gibi hukuk dışı uygulamalarını bu kesim ile ticarî anlaşmalar yaparak sürdürmüştür.

Rum kesiminin AB'ye adaylık başvurusunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunan ünlü İngiliz Hukukçu Prof.Dr. Mendelson, bu topluluk ile doğrudan veya dolaylı tüm faaliyetlerin de yasak olduğunu hatırlatmaktadır. AB'nin, Rum Kesimi ile ticarî anlaşma yapması da bu kapsamda değerlendirilmektedir. Prof. Dr. Mendelson, Rum kesiminin adaylık başvurusunun ve bunun kabulünün yasal olmadığına ilişkin 21 Eylül 2001 tarihli görüşünde, "Garanti Antlaşması sadece bu birliği yasaklamakla kalmıyor, aynı zamanda bu tür bir birliğe yol açabilecek doğrudan ve dolaylı tüm faaliyetleri de yasak kapsamında mütalaa ediyor." demiştir. 

Özetle; AB'ye göre, sadece Türkiye'nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile sorunu vardır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs'ın ise Türkiye ile herhangi bir sorunu bulunmamaktadır. Türkiye'nin üyeliği için Kıbrıs ve kıta sahanlığı meselelerini siyasî kriter yapan AB, toprağı, sınırları, halkı, hukuku ve siyasî yapısı ile tepeden tırnağa ihtilaf içinde olan Güney Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusunu kabul edip, müzakerelere başlarken bu kriterleri hatırlamamaktadır.

Maalesef, Kıbrıs Rum kesiminin bugün AB'ye girmek üzere olmasına da Gümrük Birliği anlaşmamız sebep olmuştur. Gümrük Birliği Anlaşması'nın imzalanması aşamasında Yunanistan, bunu veto edeceğini açıklamış ve hemen ardından da Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin üyelik görüşmelerine başlanmasını talep etmiştir. Yunanistan'ın veto tehdidi üzerine 24 Şubat 1995 tarihinde AB Komisyonu Başkanlık Bildirgesi'nde Kıbrıs Rum Kesimi ile üyelik görüşmelerine geçileceği duyurulmuş, ancak ondan sonra 6 Mart 1995 tarihinde Türkiye ile AB Gümrük Birliği anlaşması imzalanabilmiştir. Anlaşmanın imzalanmasından yaklaşık 3,5 ay sonra 22 Haziran 1995 tarihinde ise AB-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Ortaklık Konseyi kararları açıklanmıştır. Böylece, AB ve Yunanistan Gümrük Birliği Anlaşması'nı fırsat bilerek, Türkiye'yi kelimenin tam anlamıyla kıskaca almışlar, o günün siyasî şartları sebebiyle gözleri Gümrük Birliği Anlaşması'nı ne olursa olsun imzalama dışında bir şeyi görmeyen dönemin yöneticileri ise, Rum Yönetiminin üyelik görüşmelerine sözlü itirazla yetinmek durumunda kalmışlardır. AB, bu itirazı dikkate almadan GB ortaklık anlaşmasını yapmamızdan 3.5 ay sonra hiçbir şey olmamış gibi Kıbrıs Rum Kesimi ile görüşmelere başlamıştır.

Soykırıma uğradıktan sonra, senelerdir Yunanistan-Rum ikilisinin baskısı ve AB'nin de destek verdiği ambargo altında ezilmeye çalışılan Kıbrıs Türklerine kendi geleceklerini tayin hakkı verilmek istenmemektedir. Bir adada yalnızca tek devlet olur diye evrensel bir kural olmadığı halde, Kıbrıs için dayatma yapılmaktadır. Aynı din ve kültüre sahip Haiti ve Dominik aynı adada (Hispaniola) iki ayrı devlet olarak yaşamakta, Birleşmiş Milletler, Doğu Timor adasındaki Hıristiyan azınlığın referandumla Endonezya'dan bağımsızlığını tanımakta ama iş Kıbrıs'a gelince böyle bir politika izlenmektedir.

Gümrük Birliği Gibi Ticarî Bir Anlaşmaya Siyaset Karıştı mı?

Bu soruya verilecek tek cevap "hem de tepeden tırnağa" olacaktır. Çünkü AB, bu ticarî ortaklığı, yalnız Kıbrıs meselesinin Yunanistan tarafının istediği gibi çözümlenmesine değil, Kürt sorunu, demokratikleşme ve insan haklarının da yine kendi anlayışlarına göre halledilmesine bağlamıştır. Maalesef yöneticilerimizin de, bu şartların tamamını kabul ettiği, hatta söz verdiği öne sürülmüştür. AB, bu isteklerin yerine gelmediğini görünce, -GB'den sadece 1 yıl sonra- Türkiye'yi o kadar ağır ifadelerle suçlamıştır ki, bunların değil müstakbel bir ortaklık, düşmanlar arasında telaffuzu dahi mümkün değildir. Kıbrıs'la ilgili olarak, "Baskı, cinayet, sindirme Avrupa'nın değerleri değildir" ve "20 yılı aşkın bir süreden beri Avrupalı Kıbrıs'ın üçte birini ve Avrupa'yı işgal eden Türkler bugün oralarda Kıbrıslıları öldürüyorlar." diye suçlanan Türkiye'dir. Bu asılsız ve sorumsuz suçlamalardan sonra da Gümrük Birliği'nin durdurulması ve Türkiye'ye yapılacak olan tüm malî yardımların askıya alınması teklif edilirken, AB'nin Yunanistan'ı bahane ederek, "iki yüzlü" davranmaması, bu kararı bilerek ve isteyerek aldığının söylenmesi gerektiği açıkça itiraf edilmiştir. Bilindiği gibi AB, Türkiye'ye yönelik malî yardımların karşılanmamasını daima Yunanistan vetosuna bağlamıştır. Ancak, bunun doğru olmadığını itiraf eden de, görüldüğü gibi, yine AB olmuştur. 

Ticaret-siyaset bağlantısı konusunda daha açık bir kanaate varmamız için  AB'nin kayıtlarının incelemesi yeterli olacaktır.

YER : Strazburg-Avrupa Parlamentosu Toplantısı

TARİH: 18 Eylül 1996 

KONU: Türkiye'de Siyasî Durum (AB-Türkiye Gümrük Birliği ortaklığının 1 yılı da değerlendirilmiştir.)

Van Der Broek (Komiser): Hükümetlerarası Konferansın kapanışından sonraki 6 ay içinde Kıbrıs'ı da aramıza almak üzere görüşmelere başlamak için aldığımız politik karara sıkı sıkıya bağlı kalmalıyız.

6 Mart 1995'teki GB anlaşmasına ait malî destek; hibe şeklindeki 375 milyon ECU'luk özel yardım ve Avrupa Yatırım Bankası'nın 750 milyon ECU'luk bağışı, politik nedenlerden ötürü hâlâ bloke haldedir. Aynı şey ödemeler dengesi desteği için de söz konusudur. Türkiye'ye yapılacak olan 5 malî destekten şu anda bloke edilmemiş olan tek bir tanesi Türkiye'nin MEDA programından istediği katkıdır. 

Türkiye'deki siyasî durum oldukça karmaşık olup, bu aşamada Türk dış politikasının izleyeceği yön ve Avrupa ile ilişkilerinde takınacağı tutuma ilişkin çok ileriye dönük çıkarımlarda bulunmak oldukça güç görünmektedir. Bu sebeple, Türkiye'yi bu forumdan bir kez daha, diğer meselelerin yanında yeni toprak talepleri, askerî provokasyonlar veya başka usullerle Yunanistan ile arasındaki gerginliği tırmandırmamaya çağırıyoruz. Toprak taleplerinin Lahey Uluslararası Divanı'na getirilmesi gerekmektedir. 

Green (Avrupa Sosyalist Partisi Sözcüsü): Kıbrıs, bizim Türkiye ile olan siyasî ilişkilerimizin bölünmez bir parçasıdır, çünkü Kıbrıs'ın kuzeyinin üçte biri Türk güvenlik güçlerinin işgali altındadır. Türkiye'nin, Kıbrıs'ın kuzeyinde 35 bin askeri bulunmaktadır. Kıbrıs, AB'ye tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve Komisyon'dan olumlu görüş almış bir devlettir. Dolayısıyla Kıbrıs'ta gerçekleşen olayları Türkiye ile siyasî ilişkilerimizin ayrılmaz bir parçası olarak ele almak istememiz gayet tabiidir. 

Baskı, cinayet, sindirme Avrupa'nın değerleri değildir.Türk yetkili makamlarının uygulamaları karşısında iyi niyet, beklenti ve vaad gibi kavramlar değerini yitirmiştir. Türkiye ile ilişkilerimizde uzlaşmacı kararların ve çifte standartların yeri yoktur. Açıkça söylemek gerekirse, söz ve vaadlerin siyasî iradeye ve kesin uygulamaya dönüştürülmesi gereklidir. Bu nedenle, benim mensup olduğum siyasî grup Türkiye'ye yönelik tüm malî yardımların askıya alınması için her türlü çabayı gösterecektir.

Caligaris (Avrupa İçin Birlik Grubu Sözcüsü): Yunanistan ile Kıbrıs ve Ege konusundaki artan anlaşmazlığından, İsrail ile vardığı anlaşmadan, Kürdistan'daki askerî mevcudiyetinden ve Irak krizi konusunda benimsediği tavırdan görüleceği gibi Türkiye bu bölgede anahtar unsuru oluşturmaktadır. Gerek içeride, gerekse dışarıda kabulü mümkün olmayan ve ölçü dışı tutumlara gösterilen tepkiyi anlayışla karşılamakla beraber Türkiye'yi uzaklaştırabilecek ve tecrid edecek, iç durumu kötüleştirerek onu uzun zamandır yakınlaşmaya çalıştığı Avrupa'dan ayıracak GB'nin durdurulması kararına hayır dememiz gerektiğine inanıyorum. Bununla birlikte, AB'nin otoritesine zarar veren ve hiçbir sonuca götürür gözükmeyen bir diyaloğun sürdürülmesine de hayır. Bu nedenle Komiser Van Den Broek'un da arzuladığı gibi Avrupa'nın krizleri anlayabildiğini, ancak alaya alınmaya müsamaha edemeyeceğini göstermek üzere tamamen farklı, katı talepkâr ve kuvvetli temeller üzerine bir diyalog tesis edilmelidir. 

Andre-Leonard (Avrupa Liberal, Demokratik ve Reformist Parti Grupu Sözcüsü): Türkiye'deki durum dramatik. Özellikle bugün hükümetin tutsağı durumundaki Sayın Çiller'in ihaneti var. 

Türkiye son olarak 1992 yılında bir Kürt köyünün yanması dolayısıyla Avrupa Adalet Divanı'nda mahkum edildi. İlk defadır ki, Strazburg yargısı, Türk Kürdistanında Ankara'nın askerî eylemlerini ele aldı. 

Piquet (Avrupa Birleşik Sol-Nordik Yeşil Sol Konfederal Grubu Sözcüsü): Parlamentomuz GB anlaşmasını, yetkililerin Türkiye'nin karşı karşıya olduğu sorunları aşmasına yardımcı olacağı gerekçesiyle kabul etmiştir. Fakat hiçbir şey değişmedi, aksine daha da ağırlaştı. Şüphe etmiyorum ki, parlamentomuzun oyunun rengi, büyük çoğunlukla Türk yetkililer ile olan ilişkilerde Komisyon ve Konsey'in katı tutum takınması yönünde olacaktır. Bu bir siyasî gereklilik sorunudur. Bu aynı zamanda AB için haysiyet meselesidir. 

Stirbois (Bağımsız): Bu anlaşmanın çok ciddi bir sonucu var. Bu anlaşma Ankara Anlaşması'nın 28. maddesinin de öngördüğü gibi 65 milyon Türk'ün Avrupa'ya entegrasyonuna kesin bir geçiştir. Yani ülkelerimizde yaşayan mevcut milyonlarca Türk'e 65 milyon ek bir katılım olacaktır. Türk Hükümeti Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için söz vermiştir. 20 yılı aşkın bir süreden beri Avrupalı Kıbrıs'ın üçte birini ve Avrupa'yı işgal eden Türkler bugün oralarda Kıbrıslıları öldürüyorlar. Sanıyorum, hükümetlerimiz bu dehşet verici anlaşmayı ertelemekten yanalar. Hal ne olursa olsun Türkiye'ye metelik yok diyorum. 

Sakellariou (Avrupa Sosyalist Partisi Sözcüsü): Bakanlar Konseyi Başkanının konuşması sırasında yüksek sesle güldüğüm için suçluyum ve özür diliyorum. Ama bir sefere mahsus olmak üzere, hafifletici nedenlerimi kabul ediniz. Ama bundan sonrası için size söz veriyorum, Konsey Başkanlığı Bayan Çiller'in vaatlerinin ayrıntılarına girse bile, gülme dürtümü bastırmaya çalışacağım. Bayan Çiller'in, bu parlamentonun 626 üyesine ve bu arada bana da göndermiş olduğu ve vaadettiği herşeyi gerçekleştirebilmesi için bizlerden kendisine yardımcı olmamız ricasını içeren mektubu hâlâ saklıyorum. Bu mektubu sakladım, çünkü bir Başbakandan her gün mektup almıyorum. Bu mektubu bugün okuduğunuzda, gözlerinizden yaşlar akıncaya kadar gülersiniz, çünkü içerdiği vaadlerin hiçbirisi yerine getirilmemiştir. Sadece Türkiye'deki durumun her dört alanda daha da kötüye gitmiş olmasından dolayı değil, ama Bayan Çiller'in iktidara gelmesini engellemek istediği aynı kişiyi iktidara taşımak için bizim yardımımızı kötüye kullanmış olmasından dolayı... Ciddi olduğumuzu Türkiye'ye gerçekten göstermek zorundayız ve bence bugün için bunun tek yolu, Türkiye'ye yönelik tüm yardımların askıya alınmasıdır. 

Lambrias (Yunanistan Yeni Demokrasi Partisi Sözcüsü): Parlamentomuzun, hükümetlerin çağrısına boyun eğerek, GB'yi kabul etmesinden bu yana henüz 1 yıl bile geçmemiştir. Bu konudaki temel görüş, Bayan Çiller'e, İslamcı Erbakan'ın temsil ettiği tehlikeye karşı Batı yanlısı bir set olarak yardım edilmesiydi. Bugün ise Bayan Çiller, Erbakan'ın bakanıdır. 

Küstahlığın en doruk noktası da şudur: Çilekeş Kıbrıs'a adil, kalıcı ve güvenli bir çözüm bulunması için yapıcı bir diyaloğa katkı yerine, ordularının istila ettiği kuzey kesimine faşist bozkurtlarını göndermektedir. 

Garosci (Avrupa İçin Birlik Grubu): Avrupa ile Türkiye arasındaki GB'yi uygulamalı ve işler hale getirmeliyiz. GB anlaşmasıyla Türkiye'ye Avrupa'ya diyalogda bulunma ve böylece geleceğe daha iyimser bir şekilde bakma imkânını sunuyoruz. Hazin bir geçmişe yeniden dönmekten başka Türkiye için bir alternatif mevcut değildir. AB, üye devletleri ve ilk etapta Yunanistan'ın çıkarlarını daima korumak zorundadır. Herşeye rağmen olumlu şekilde yaklaşmak istediğimiz Türk milleti ve halkı, Avrupa'nın ve özellikle Akdeniz'in gelecekteki senaryosunda büyük imkân ve sorumluluklara sahiptir. 

Schulz (Avrupa Sosyalist Partisi Sözcüsü): Bayan Çiller size söz verdiyse bunu unutun. Bayan Çiller, uluslararası politikanın tartışmasız en inandırıcılığı olmayan kişisidir. Bir düşünün, bu Parlamentonun ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı mücadele konusundaki raportörü, gelecek hafta kalkıp da Parlamento Başkanlığına Le Pen'i önerse ne yaparsınız? Adam ya aklını oynattı veya ahlâk değerlerini yitirdi dersiniz. Bayan Çiller de aynı davranış içinde, çünkü aldattığı sadece Avrupa Parlamentosu değildir. En kötüsü Türkiye'de kendi halkını aldatmış olmasıdır. Böyle bir kişi AP'nin muhatabı olamaz. Bedeli ne olursa olsun, bedeli Türkiye içindeki demokrasi de olsa, AB'nin çıkarlarına hizmet eden herşey iyidir, biz bunu kabul edemeyiz. Biz burada rol dağılımını yapamayız. Ne zaman bir cezaevini ziyaret edeceksiniz, ne zaman Kürdistan'a gidip, orada neler olup bittiğini kendi gözlerinizle göreceksiniz?

Tsatsos (Yunanistan PASOK Sözcüsü): Türkiye'nin AB'ye karşı tutumu kışkırtıcıdır. Bu salonda beklenmedik bir ikiyüzlülükle karşılaştık. Yunanistan AB üyesi olduğu için Türkiye'ye karşı tutumunun ön yargılı olmamasına dikkat etmemiz gerektiği söylendi. Buna ilaveten "Yunan meslektaşlarımıza anlayış gösteriyoruz" denildi. Bu ifadeler ayıptır. Yunanistan hem Avrupa'dır, hem de insanlara karşı şiddete dayanan ve uluslararası hukuku umursamayan bir yönetime müsamaha gösterilmesi için bir gerekçe olarak kullanılmamalıdır. 

Hristodoulou (Yunanistan Yeni Demokrasi Partisi Sözcüsü): Türkiye'nin Kıbrıs trajedisinin Türk-Yunan meselesi olarak gösterilmesi çabalarının da durdurulması gerekmektedir. Bu sorun bütün medenî dünyanın ve özellikle AB'nin sorunudur ve bu çerçevede görülmesi gerekir. 

Aynı toplantıda, Türkiye'nin lehine olmasa da, birkaç parlamenter, sadece AB'nin çıkarlarını düşünerek, objektif değerlendirmeler  yapmıştır. AB'nin Türkiye'ye gerçek bakış açısını ortaya koyduğu için bu görüşlere yer vermekte fayda görüyoruz: 

Dupuıs (Avrupa Radikal İttifak Grubu Sözcüsü): AB'nin Türkiye'ye karşı tutumunda beni rahatsız eden bazı şeyler var. İktisadî açıdan biliyoruz ki, bu anlaşmalardan asıl yarar sağlayan taraf AB'dir. Aslında açık olan şu ki; AB'nin Türkiye'ye karşı gerçek bir politikası yok ve böyle bir istek de yok. Çünkü bunun bedelini ödemek istemiyor. Bu iki yüzlülüğe bir son vermek lazım. İstediğimizi açık olarak söylemeliyiz ve bedeline katlanmalıyız. O zaman Türkiye'de demokrasinin işleyişi ve insan haklarına saygı konusundaki isteklerimiz anlamlı olacaktır. 

Crowley (Avrupa İçin Birlik Grubu Sözcüsü): GB'yi oluşturmamız sebebiyle Türkiye'deki insan hakları durumunun iyileşeceğine, bunun gibi Türkiye GB'ye katıldığı için Kıbrıs adasının tekrar birleşeceğine inanıyordum. Burada gerekli olan, soğukkanlı zihinler, diyalog, uzlaşma, her grubun kendi görüşüne sahip olma, kendi inançlarını ileri sürme ve gelecek için kendi fikirlerini ortaya koyma eşitliğine sahip olmasıdır. Bir elle verirken, bir elle alırsak hiçbir sonuca ulaşamayız. Geçen seneki yanlış kararımızdan sonra, şimdi GB'yi durdurmaya çalışmamız yanlıştır ancak, Türkiye'yi demokratik ülkeler arasına yakınlaştırmak konusunda, Türkiye ile arasında sürmekte olan ihtilafta, üye devletlerden biri olan Yunanistan'ı diyalog ve barışçı yollarla desteklemek konusunda daha kararlı olmalıyız. 

Langen (Avrupa Halk Partisi Sözcüsü): NATO müttefiki Türkiye yeni bir yönelmeye girmiştir ve Bay Erbakan Avrupa vagonunun beşinci tekerleği olmak istememekte, İslam dünyasının lideri olmayı tercih etmektedir. Bizler kendimize şu soruyu sormalıyız: Yunanlı meslektaşlarımızın bugün söylediklerini tamamen anlayışla karşılamama rağmen, acaba biz gelecekte Türkiye ile olan ilişkilerimizi nasıl şekillendirmek istiyoruz? Bu soruyu cevapsız bırakamayız. Biz Türkiye'yi çekmek mi istiyoruz, yoksa kendimizden uzaklaştırmak mı? Bu bizim çıkarımıza olamaz. O bölgede istikrar ve barış Türkiye'siz olamaz, yalnız Türkiye ile olur. Türkiye'nin Avrupa'dan kopmuş ve İslam dünyasının istikrarsız bir faktörü haline gelmesi, Yunanlı dostlarımızın da çıkarına olamaz. Türkiye'nin İslamî bir hükümet ile de Avrupa opsiyonunu açık tutması ve bizden uzaklaşmaması için elimizden gelen herşeyi yapmalıyız. 

Bu toplantı hakkında son olarak, Konsey Dönem Başkanı Mitchell'in, "Konsey, Türkiye'nin Güneydoğusunda halen cereyan etmekte olan şiddet olaylarının Türk yetkili makamları için ne denli ciddi iç güvenlik sorunları oluşturduğunun bilincindedir" şeklindeki sözlerine dahi tahammül gösterilemediğini ve şiddetli bir biçimde protesto edildiğini vurgulamak istiyoruz. 

AB'nin Türkiye ile GB ilişkisinde "siyasî" bakış açısı hiç değişmemiş, sonraki yıllarda da devam etmiştir. Örneğin, AB, Gümrük Birliği kapsamındaki ülkelerin, üçüncü ülkelerle yapacağı ticarî anlaşmalarda da yetki sahibidir. Oysa ki, sözkonusu anlaşmalar içinde ülkemizin millî çıkarları ile ters düşenler bulunmaktadır. Mesela; AB, Kıbrıs Rum Yönetimi ile ticaret anlaşması imzalamıştır. Türkiye, Kıbrıs politikamız sebebiyle bu anlaşmayı üstlenmemiştir. AB, kendi ekonomik çıkarlarını düşünerek özellikle Kuzey Afrika ve Amerika ülkeleri ile yaptığı tercihli anlaşmalardan yararlanmamızı çeşitli yollarla engellerken, Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaptığı anlaşmayı üstlenmemizi ısrarla istemektedir. AB, Kıbrıs Rum Kesimi ile anlaşma yapmamızı 2001 İlerleme Raporu'na taşımış ve baskı yapmaya başlamıştır. Bu anlaşma imzalatılarak, ilk etapta ticarî de olsa Türkiye'nin, Rum Kesimini tanımasının yolu açılmaya çalışılmaktadır. Yine aynı şekilde Kıbrıs ticaretine hizmet eden ve Kıbrıs sicilinde kayıtlı gemiler üzerinde Türkiye'nin uygulamaya devam ettiği kısıtlamaların kaldırılması istenmektedir. Burada kastedilen de Kıbrıs Rum kesimidir.

Maastricht Kriterleri Nedir?

10 Aralık 1991 tarihinde imzalanarak 1 Ocak 1993'de yürürlüğe giren bu kriterler ile Ekonomik ve Parasal Birliğin (EPB) aşamaları, bu süreçte izlenecek ekonomik ve parasal politikalar ile bunların gerektirdiği kurumsal değişiklikler ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Bu çerçevede EPB'nin son aşamasına geçiş öncesinde, üye ülke ekonomileri arasındaki farklılıkların giderilebilmesini temin için bazı makro büyüklükler açısından yakınlaşma kriterleri tesbit edilmiş ve bunlara uyulmaması haline karşılık müeyyideler de belirlenmiştir. Maastricht kriterlerinde, örneğin; 

* Toplulukta en düşük enflasyona sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması ile, ilgili üye ülke enflasyon oranı arasındaki farkın 1,5 puanı,

* Üye ülke devlet borçlarının GSYİH'sına oranı % 60'ı, 

* Üye ülke bütçe açığının GSYİH'sına oranı % 3'ü geçmemesi,

* Herhangi bir üye ülkede uygulanan uzun vadeli faiz oranları 12 aylık dönem itibariyle, fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmaması,

 *Son 2 yıl itibariyle üye ülke parası diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmiş olması şartları getirilmiştir.

Kopenhag Kriterleri Nedir?

22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, AB Konseyi, Avrupa Birliği'nin genişlemesinin Merkezî Doğu Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirlemiştir. Bu kriterler siyasî, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır. 

Siyasî Kriter: Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı,

Ekonomik Kriter: İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanısıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması, 

Topluluk Mevzuatının Benimsenmesi: Siyasî, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kaabiliyetine sahip olması.

Gündemimizi işgal eden siyasî kriterlerin detayları ise şöyle sıralanmıştır: AB'ye girmeye aday ülkeler;

*istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, 

*hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, 

*insan haklarına saygı, 

*azınlıkların korunması 

gibi dört ana kriter açısından değerlendirilecektir. Genel olarak; "ülkenin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması, azınlıklara ilişkin herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddeleri ile çekincesiz kabul edilmiş olması, Avrupa Konseyi Çocuk Hakları Sözleşmesinin kabul edilmiş olması" gibi özellikler dikkate alınmaktadır. Ancak, bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli olmamakta, aynı zamanda kesintisiz uygulanıyor olması gerekmektedir. 

Ekonomik kriterler için, "Kopenhag Zirve sonuçlarına göre, ekonomi alanında işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı kadar, AB içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısı ile baş edebilme kapasitesi de aranmaktadır." değerlendirmesi yapılmıştır. Bunun için ise şu hususlar öngörülmüştür. 

a. Etkin bir piyasa ekonomisi için;

-arz-talep dengesinin piyasa güçlerinin bağımsız bir şekilde karşılıklı etkileşimi ile kurulmuş olması, ticaret kadar fiyatların da liberal olması, piyasaya giriş (yeni firma açılması) ve çıkış (iflaslar) için engellerin bulunmaması, mülkiyet haklarını (fikrî ve sınaî mülkiyet) içeren düzenlemeleri kapsayan yasal bir sistemin olması ve bu yasalar ile düzenlemelerin icra edilebilmesi, fiyat istikrarını içeren bir ekonomik istikrara ulaşılmış olması ve sürdürülebilir dış dengenin varlığı, 
ekonomik politikaların gerekleri hakkında geniş bir fikir birliğinin olması,
Malî sektörün, tasarrufları üretim yatırımlarına yönlendirebilecek kadar iyi gelişmiş olması gerekmektedir. 

b. AB içinde rekabet edebilme kapasitesinin sağlanması için; öngörülebilir ve istikrarlı bir ortamda karar alabilen ekonomik kurumların makro ekonomik istikrarının olması ve bununla beraber işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı, alt yapı, eğitim ve araştırmayı içeren yeterli miktarda fizikî ve beşerî sermayenin olması, firmaların teknolojiye uyum sağlama kapasitesinin bulunması gerekmektedir. 

Bu çerçevede rekabet edebilme derecesinin göstergeleri olarak, birliğe girişten önce birlik ile o ülke arasında belirli bir ticaret ortaklığının olması ve ülke ekonomisinde küçük firmaların oranı sayılmaktadır. 

Topluluk mevzuatına uyumun nasıl olacağı da şöyle açıklanmıştır: 

a. AB'nin siyasî birlik ile ekonomik ve parasal birlik hedeflerini kabul etmek için; 

Birliğin "ortak dış politika ve güvenlik" politikasına etkili bir katılım için aday ülkelerin buna hazır olması, Ekonomik ve Parasal Birlik konusunda ise, merkez bankasının bağımsızlığı, ekonomik politikaların koordinasyonu, İstikrar ve Büyüme Paktına katılım, merkez bankasının kamu sektörü açıklarını finanse etmesinin yasaklanması gibi konularda üye ülkelerin aldıkları kararlara katılmak gerekmektedir. 

b. AB'nin aldığı kararlara ve uyguladığı yasalara uyum sağlamak için;

- Gümrük Birliği, malların serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı gibi ortaklık anlaşmalarında belirtilen şartlara uyum sağlaması, tek pazara geçişi gerektiren Topluluk müktesebatına uyum sağlanması, 
- Topluluğun tarım, iletişim ve bilgi teknolojileri, çevre, ulaşım, enerji, taşımacılık, tüketici hakları, adalet ve içişleri, işgücü ve sosyal haklar, eğitim ve gençlik, vergilendirme, istatistik, bölgesel politikalar, genel dış ve güvenlik politikası gibi alanlardaki her türlü düzenlemesine uyum sağlanması gerekmektedir. 

Türkiye AB'nin sadece siyasî kriterlerini tartışmaktadır. Ancak görüldüğü gibi ekonomik ve mevzuata uyum kriterleri oldukça detaylı ve ağırdır. Tam üye olabilmek için bu şartların tamamının yerine getirilmesi ve uygulanması gerekmektedir. 

Kopenhag Kriterleri Müzakerelere Başlamak İçin mi, Üyelik İçin mi Şarttır? 

22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, Avrupa Konseyi, "Avrupa Birliği'nin genişlemesinin Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul ettikten" sonra adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin, tam üyeliğe alınmadan önce karşılaması gereken kriterleri belirlemiştir. Bunlar yukarıda detayları anlatılan siyasî, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olarak üç grupta toplanan kriterlerdir. Görüldüğü gibi Kopenhag kriterleri "adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterler" olarak tarif edilmiştir. Ayrıca, aday ülkeler için hazırlanan yıllık düzenli raporların hepsinin başlangıcında da halen bu kriterler için, "aday ülkelerce katılım için yerine getirilmesi gereken kriterler" ifadesi yer almaktadır. 
Kısacası, 1993 yılı itibariyle Kopenhag kriterlerinin, müzakereler tamamlandıktan sonra tam üyeliğe kabul aşamasında yerine getirilmesi istenmektedir. Ancak sonraki yıllarda AB, hem bu kriterlerin ne zaman yerine getirilmesi gerektiği konusunda fikir değiştirecek ve hem de bu üç kriter (siyasî, ekonomik ve mevzuat) arasında öncelik tercihi yapacaktır. Mesela 1999 yılında Türkiye için "siyasî kriterleri" öncelikli şart ilan edecektir. Kopenhag kriterlerinin AB tarafından uygulamada nasıl yorumlandığı daha sonraki bölümlerde örneklerle detaylı bir şekilde ele alınacaktır.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 2

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 2


İSTİKAMETİMİZ

"Eğer vatan denilen şey, kupkuru dağlardan, taşlardan ekilmemiş sahalardan, çıplak ovalardan, şehirler ve köylerden ibaret olsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı."

"Gerçi bize Milliyetçi derler. 

Ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız." 

"Mühim olan memleketi temelinden yıkan milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. 
Bu hakikati bizden iyi bilen düşmanlar bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. 
Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Gerçekten kaleyi içten almak, dışardan zorlamaktan çok kolaydır."
"Haklarımıza, şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe karşılıklı hürmette katiyyen kusur etmeyeceğiz.
Fakat ne çare ki, zayıf olanların hukukuna hürmetin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübelerle gördük."
"Batılılara batılıların yöntemleri uygulanırsa o zaman akılları başlarına gelir."
"Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima Doğudan Batıya doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz."

"Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken

acı da olsa hakikati görmekten bir an geri durmamak lazımdır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur."

"Milletin başkanı olan kişinin halka doğruyu söylemesi ve halkı aldatmaması, halkı genel durumdan haberdar etmesi son derece önemlidir."

"Vatanî, millî meselelerde yürürken, fikrî ve fiilî noksanlarımızı görüp, dostça ihtar edenlerden memnun ve müteşekkir kalırız."

"Bu son yurt parçasını kurtarırken olsun tutkularımızı, duygularımızı bir yana bırakıp, düşünceli olalım."

Mustafa Kemal ATATÜRK

Adnan Nur Baykal, Mustafa Kemal Atatürk'ün Liderlik Sırları'ndan.

Avrupa Birliği Nedir?

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra on milyonlarca insanını yitirmiş, ekonomisi tamamen çökmüş ve yepyeni bir bölünmüşlüğe düşmüş olan Avrupa ülkeleri, öncelikle ekonomik, daha sonra da politik ve savunma alanında işbirliğine girme ihtiyacı duymuştur. Bu amaçla da ilk etapta Fransa'nın çağrısı ile kömür ve çeliğin üretimi ile kullanımının uluslarüstü bir organın sorumluluğunda yönetilmesi kararlaştırılmış, 1951 Paris Sözleşmesi ile Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg arasında bir birlik oluşturulmuştur. İşte bu birlik bugünkü AB'nin temelidir. Avrupa Ekonomik Topluluğu ise 1957 yılında aynı altı ülke arasında imzalanan Roma Antlaşması ile kurulmuştur. AET'ye hukuken ve fiilen uluslararası bir kuruluş olma niteliğini kazandıran Antlaşma 1 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

AET'nin nihaî hedefi Avrupa'nın siyasal bütünlüğe ulaşmasıdır. Bu hedefe ulaşmak için öngörülen ekonomik dengeyi sağlamak üzere ilk etapta üye ülkeler arasında malların, hizmetlerin, sermayenin ve emeğin serbestçe dolaştığı bir ortak pazar ve gümrük birliği kurulması kararlaştırılmıştır.

Roma Antlaşması 1 Temmuz 1987 tarihli Tek Avrupa Senedi ile önemli değişikliklere uğramış, Ortak Pazar hedefi yeniden tanımlanmış, üye ülkeler arasında ortak bir dış politika oluşturulması ve uygulanması kararlaştırılmıştır. Bu amaçla da karar alma sürecini hızlandıracak tedbirler belirlenmiş, Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri arttırılmış, AET, AT'a dönüşmüştür. Ve nihayet 7 Şubat 1992'de imzalanıp, 1 Kasım 1993'te yürürlüğe giren ve resmî adı Avrupa Antlaşması olan Maastricht Antlaşması ile Roma Antlaşması'nda kapsamlı değişiklikler yapılmıştır. Antlaşma, önemli siyasî hedefler çizmiştir. Bu hedefler, ortak güvenlik ve dış politika ile adalet ve içişleri üzerine bina edilmiştir. Bu kapsamda ekonomik ve parasal birlikten, çevre, tüketici hakları, sağlık, haberleşmeye hemen tüm alanlar bulunmaktadır. 1993 Maastricht Antlaşması ile 1957'nin AET'si, 1987'nin AT'ı artık Avrupa Birliği (AB) olmuştur.

AB'nin Bugün Kaç Üyesi ve Adayı Vardır?

AB'nin bugün 15 üyesi bulunmaktadır. Bunlar, kurucu üyeler Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya dışında İngiltere, İrlanda, Danimarka, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İsveç, Finlandiya ve Avusturya'dır. Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs Rum Kesimi, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya, Romanya, Slovakya, Slovenya ile Türkiye de aday ülke statüsündedir. Ancak Türkiye dışındaki tüm adaylarla müzakerelere başlanmıştır. Bu yüzden Türkiye'nin aday olup olmadığı tartışılmakta, daha çok 12+1 muamelesi görmektedir. AB'nin genişleme takvimine bakıldığında rekorun Türkiye'de olduğu görülmektedir. Kurucu üyeler dışındaki üye ülkeler, başvuru tarihlerinden itibaren 4 ila 9 yıl içinde AB'ye kabul edilmiş, aday ülkelerle de yine başvuru tarihlerinden itibaren 2 yıl içinde müzakerelere başlanmıştır. 1959 yılında yaptığımız müracaat esas alındığında, 43 yıl gibi bir süre ile rekor, tartışmasız Türkiye'dedir. AB'nin genişleme tablosu bu konuda fikir sahibi olmamızı kolaylaştıracaktır:  

AVRUPA TOPLULUĞU'NUN GENİŞLEME SÜRECİ VE TOPLULUĞA TAM ÜYELİK BAŞVURULARI 


Ülkeler Tam Üyelik Komisyon Üyelik AB

Müracaatı Görüşü Müzakereleri Üyeliği


I. GENİŞLEME 

İngiltere Mayıs 1967 Ekim 1960 Haziran 1970 1 Ocak 1973

İrlanda Mayıs 1967 Ekim 1960 Haziran 1970 1 Ocak 1973

Danimarka Mayıs 1967 Ekim 1960 Haziran 1970 1 Ocak 1973

Norveç Mayıs 1967 Ekim 1960 Haziran 1970 1 Ocak 1973


II. GENİŞLEME 

Yunanistan Haziran 1975 Ocak 1976 Temmuz 1976 1 Ocak 1981


III. GENİŞLEME 


Portekiz Mart 1977 Mayıs 1978 Kasım 1978 1 Ocak 1986

İspanya Temmuz 1977 Kasım 1978 Şubat 1979 1 Ocak 1986


IV. GENİŞLEME 


İsveç 1 Temmuz 1991 31 Temmuz 1992 1 Şubat 1993 1 Ocak 1995

Finlandiya 18 Mart 1992 4 Kasım 1992 1 Şubat 1993 1 Ocak 1995

Avusturya 17 Temmuz 1989 1 Ağustos 1991 1 Şubat 1993 1 Ocak 1995

Türkiye 14 Nisan 1987 18 Aralık 1989 - -

G.Kıbrıs R. K. 4 Temmuz 1990 30 Haziran 1993 31 Mart 1998 -

Malta 16 Temmuz 1990 30 Haziran 1993 15 Şubat 2000 -

İsviçre 20 Mayıs 1992 - - -

Norveç 25 Kasım 1992 24 Mart 1993 5 Nisan 1993 -

Macaristan 31 Mart 1994 15 Temmuz 1997 31 Mart 1998 -

Polonya 5 Nisan 1994 15 Temmuz 1997 31 Mart 1998 -

Romanya 22 Haziran 1995 15 Temmuz 1997 15 Şubat 2000 -

Slovakya 26 Haziran 1995 15 Temmuz 1997 15 Şubat 2000 -

Letonya 13 Ekim 1995 15 Temmuz 1997 15 Şubat 2000 -

Estonya 24 Kasım 1995 15 Temmuz 1997 31 Mart 1998 -

Litvanya 8 Aralık 1995 15 Temmuz 1997 15 Şubat 2000 -

Bulgaristan 14 Aralık 1995 15 Temmuz 1997 15 Şubat 2000 -

Çek Cumh. 17 Ocak 1996 15 Temmuz 1997 31 Mart 1998 -

Slovenya 10 Haziran 1996 15 Temmuz 1997 31 Mart 1998 -

İrlanda'nın 31.7.1961, Danimarka'nın 9.8.1961, İngiltere'nin 10.8.1961 ve Norveç'in 30.4.1962 tarihlerinde Topluluğa yaptıkları ilk katılma müracaatları reddedilmiştir

Norveç'in Katılma Anlaşması Eylül 1972'de gerçekleştirilen referandum sonucunda, % 53.5 olumsuz oyla reddedilmiştir. 

AT-Yunanistan Ortaklık Anlaşması 9.7.1961 tarihinde imzalanmış ve 1.11.1962 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Malta 26.10.1996 tarihinde tam üyelik başvurusunu dondurmuştur. Malta Eylül 1998'de başvurusunu yinelemiştir

Türkiye-AB İlişkisi Ne Zaman Başlamıştır? 

Nasıl Bir Süreç İzlemiştir?

Roma Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonra 15 Temmuz 1959'da Yunanistan, 31 Temmuz 1959'da da Türkiye topluluğa katılmak için müracaat etti. Türkiye'nin amacı, uzun dönemde Batı Avrupa'da kurulabilecek siyasal bir birliğin dışında kalmamak ve Gümrük Birliği içinde Yunanistan'a verilecek ticarî tavizlerden yoksun olmamaktı. 4 yıl süren görüşmelerden sonra 12 Eylül 1963'te, Türkiye AET arasında "bir ortaklık" kuran Ankara Anlaşması imzalandı. Anlaşma, 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girdi. Anlaşmanın amacı, Türkiye ekonomisinin kalkınmasını hızlandırma, Türk halkının istihdam seviyesi ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlamak için taraflar arasındaki ticarî, ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etme şeklinde ifade edilmişti. Türk ekonomisinin kalkınmasına yardımcı olmak üzere topluluğun belli bir sürede Türkiye'ye ekonomik yardımda bulunması da kararlaştırılmıştı. Anlaşma ile "gümrük birliğinin esasları, malların, kişilerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımı, tarım, ulaştırma, rekabet, mevzuat ile ekonomik ve ticarî politikaların uyumlulaştırılması, ortaklık organları, Türkiye'nin TAM ÜYELİK imkânları, ortaklık ilişkisinde çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümü" gibi konular hükme bağlanmıştı. Bunların gerçekleşmesi için ise gümrük birliğinin gittikçe gelişen şekilde kurulması öngörülerek, hazırlık, geçiş ve son dönem olarak üç aşamalı bir takvim belirlenmişti. 

Ankara Anlaşması, Türkiye'nin Topluluğa tam üye sıfatıyla katılabilmesi yolunu açık tutmakta ve yürürlük süresine ilişkin bir hüküm de taşımamaktadır. Buna ilişkin 28. Madde, "Anlaşmanın işleyişi Topluluğu kuran Antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye tarafından üstlenilebileceğini gösterdiğinde akit taraflar, Türkiye'nin topluluğa katılma imkânını inceleyeceklerdir" demektedir. 

AB'ye Tam Üyelik Müracaatını Ne Zaman Yaptık, Ne Cevap Aldık?

Türkiye'nin AB ile ilişkilerine gerçek anlamda ışık tutan tek belge, tam üyelik müracaatımıza 1989 yılında verilen cevaptır. AB'nin, Türkiye'yi 43 yıldır neden ve nasıl oyaladığını gösterdiği, bunun sebeplerini de büyük bir açıklık ve samimiyetle ortaya koyduğu için bu cevaba geniş bir şekilde yer vermenin doğru olacağı düşünülmüştür. 

Türkiye, tam üyelik başvurusunu 14 Nisan 1987 tarihinde yapmış, Topluluk, buna 18 Aralık 1989'da cevap vermiştir. AT Komisyonu tarafından hazırlanan "GÖRÜŞ"e göre, Türkiye, Topluluğa katılmaya ehil bir ülkeydi, ancak ekonomik, siyasî ve sosyal nedenlerle Topluluk ve Türkiye bu katılıma hazır değillerdi. AT Dışişleri Bakanları Konseyi, Komisyon'un hazırladığı bu görüşü 5 Şubat 1990 tarihinde kabul etmiştir. Görüşte, öncelik ve ağırlık, Türkiye ekonomisinin yapısı ve gelişmesine verilmiş, bu arada müracaatımız, topluluğun bundan sonraki gelişmesi hakkında değerlendirme yapılmasına da vesile olmuştur. Sözkonusu değerlendirmede, "burada vakitsiz bir adım atılmasına karşı çekinceler olmalıdır, zira böyle bir adımın sonuçları topluluk için çok ciddi olabilir." sonucuna varılmış, hem aday ülkeler, hem de üye devletler bakımından, istisnaî durumlar haricinde en erken 1993'ten önce Topluluğun yeni katılım müzakerelerine girmesinin doğru olmayacağı ifade edilmiştir. Katılma müzakerelerinin başlatılması konusunda bilinçli bir karar almak için, topluluğun, bunun, genişlemiş bir Avrupa'nın mimarîsi ve birliğin işleyişine muhtemel etkileri hakkında derin bir siyasî değerlendirme yapması gerektiği de vurgulanmıştır. 

Ancak bu aşamada müzakereler başlatılamayacak olsa da bir dizi teklifte bulunularak, ortakların katılma amaçlarından vazgeçmeyecek şekilde ve onlara, kendi ülkeleri ile topluluk arasında daha yakın bir ortaklık yolunda yeni bir aşama içine girme imkânı sunulması istenmiştir. Türkiye'nin müracaatı sayesinde AB, müzakerelerin başlatılması için ilk kez kriter anlamına gelecek bazı varsayımlar geliştirmiştir. Bu varsayımlardan ilki, "geleneksel bir geçiş döneminin sonunda, halen üye devletler için geçerli olan tüm şartlara ve disiplinlere uyma kabiliyetine sahip olduğunun düşünülmesi" istenmiş, aksi takdirde topluluğun gelecekteki ilerlemesinin engelleneceği uyarısında bulunulmuştur. İkinci varsayım olarak da, "topluluğun, adayın tedricen olsa da katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek bir durumda bulunmasının" gerekliliğine işaret edilerek şöyle denilmiştir: 

"Türkiye'nin özel durumunda, bu iki husus daha da önemlidir zira Türkiye büyük bir ülkedir - herhangi bir topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve ileride daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır (1988'de 53 milyon, 2000 yılında tahmin edilen nüfus 68 milyon). Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının bir hayli altındadır. 1989'un son çeyreğinde Komisyonun değerlendirmesine göre, Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu, son zamanlardaki gelişmelerin olumlu taraflarına rağmen, eğer topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyonu ikna etmemektedir." 

Ülkemizin ekonomik durumu ile ilgili olarak da şu değerlendirme yapılmıştır: 

"1980'den bu yana, Türkiye ekonomisi, dikkate değer bir atılım yapmıştır. Türkiye'nin başardığı ilerleme, ülkenin, önünde duran intibak sorunlarını çözebilmesi için devam etmelidir. Dört tür zorluğun aşılması gerekecektir: Hem tarımda hem sanayide, son derece büyük yapısal dengesizlikler; bu yıl kötüleşmiş olan makro-ekonomik dengesizlikler; yüksek sınaî korumacılık düzeyleri; düşük bir sosyal koruma düzeyi. 1980'den bu yana kaydedilmiş olan ilerlemeye rağmen, topluluk ve Türkiye arasında hâlâ büyük bir gelişme farkı vardır, öyle ki kişi başına GSMH'nin karşılaştırılması, Türkiye'de satın alma gücünün topluluk ortalamasının üçte biri olduğunu göstermektedir. Türkiye'deki hızlı nüfus artışı göz önüne alındığında ve bu artışı yavaşlatmaya yönelik gayretlere rağmen, kısa sürede azaltılması muhtemel görünmeyen bu gelişme farkı, istihdamın yapısına (işgücünün % 50'den fazlası tarımda istihdam edilmektedir) ve düşük üretkenlik düzeyine de yansımaktadır. 

1980'den bu yana Türkiye dış borçlarını stabilize etmede ve dış ticaret dengesini düzeltmede başarılı olmuşsa da, makro-ekonomik dengeyi sağlamada başarılı olamamıştır. Öyle ki, Topluluktaki enflasyon oranından bir kaç kat daha yüksek bir enflasyon ile son derece yüksek bir işsizlik oranını aynı anda yaşamaktadır. Türk sanayisi, Toplulukta olduğundan çok daha yüksek bir koruma düzeyi sayesinde gelişebilmiştir. Sanayi sektörlerinin ayakta durmasını tehlikeye atmaktan kaçınmak için, Türkiye, Ankara Anlaşması'nda belirlenmiş olan liberalleşme ve gümrük birliği takvimini yavaşlatmış ve anlaşmanın hükümlerine aykırı, yeni bir ithalat vergileri sistemini bile uygulamaya koymuştur. Büyük ölçüde bütçe açıkları yoluyla finanse edilen kamu yatırımları alanında önemli gayretlere ve yüksek düzeyde endüstriyel büyümeye rağmen, işsizlik düzeyi kaygı vericidir. Yüksek orandaki nüfus artışı dikkate alınırsa, işsizliğin muhtemel seyri de kaygı vericidir.

Kişisel gelirlerin düşük düzeyde olması, doğal olarak, işçilerin sosyal durumunu etkilemektedir ve bu, Türkiye'nin, topluluk tarafından kabul edilmiş veya edilmek üzere olan sosyal standartlara kendini kısa bir sürede intibak ettirmesinde zorluk yaratacaktır. İşte bunlar, Türkiye'nin topluluğa katılma ihtimali ile ve (tek sened)'in uygulanmasının daha da sertleştirdiği topluluk ekonomisinin şartlarına kısa bir süre içinde uyum gösterme kaabiliyeti ile ilgili olarak ekonomik durumun ve yapısal verilerin gündeme getirdiği başlıca sorunlardır. Bu dengesizlikler devam ettiği sürece, Topluluğun ekonomik ve sosyal politikalarından doğan yükümlülükleri üstlenmede Türkiye'nin ciddi zorluklar yaşayacağından korkulmalıdır. (Nitekim bu zorluklar Gümrük Birliği ortaklığında yaşanmıştır. S.S.)

Bu kuşkular yanında, Türkiye'nin katılmasının topluluğun kendi kaynakları üzerine koyacağı yükle ilgili olarak topluluğun hissedebileceği kaygı vardır. İlave bütçe yükü, özellikle Türkiye'nin yapısal fonlara dahil edilmesinden gelecek olan yük, Türkiye'nin nüfusu ve gelişme düzeyi dikkate alınırsa, en son katılmalar sırasındaki (Burada Yunanistan, Portekiz ve İspanya kast edilmektedir. S.S.) yükten bile daha ağır olacaktır. Bir geçiş döneminin sonunda bile olsa er veya geç gerçekleşecek olan Türk işgücünün topluluk emek pazarına girişi, özellikle işsizliğin topluluk içinde yüksek düzeyde olmaya devam ettiği bir dönemde, korku vermektedir."(Bu korku, AB'nin serbest dolaşım hakkımızı tek taraflı ve haksız bir biçimde askıya almasına yol açmıştır. S.S.) 

Komisyon Görüşü'nde, siyasî durumumuz (gelecekte siyasî kriter olarak önümüze konacak şartların temelidir ) ise şöyle değerlendirilmiştir: 

"1980'deki askerî darbeden sonra, Türkiye yeni bir Anayasa kabul etti. Muhtelif seçimler vesilesiyle veya muhtelif seçimleri müteakip ve bir dizi reformlar yoluyla kurulan sistem, topluluk modellerine daha yakın bir parlamenter demokrasiyle sonuçlandı. Ancak, kamusal yaşam, topluluk içinde geçerli olanlara benzer hükümler içermekle beraber, henüz Türkiye'deki tüm siyasî güçlere ve sendikalara açılmamış olan mevzuatın ağırlığı altında olmaya devam ediyor. 

İnsan hakları alanında ve azınlıkların kimliğine saygı konusunda son zamanlarda bazı gelişmeler olmakla beraber, bunlar henüz bir demokraside olması gereken düzeye ulaşmamıştır. 

Türkiye ile bir topluluk üyesi devlet arasındaki anlaşmazlığın olumsuz etkileri ve ayrıca, Avrupa Topluluğu Konseyi tarafından kısa bir süre önce tekrar endişe ifade edilmiş olan, Kıbrıs'taki durum dikkate alınmazsa Türkiye'nin katılmasının politik yönlerine ilişkin bir inceleme eksik olurdu. Burada söz konusu olan, Birleşmiş Milletler'in ilgili kararlarına uygun olarak, Kıbrıs'ın birliği, bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüdür." 

Görüldüğü gibi gündemde ne Kopenhag kriterleri, ne idam, ne sanal azınlıklar ve ne de ana dilde yayın ile eğitim vardır. Türkiye için öncelikli kriterler, ekonomi, nüfus ve coğrafî büyüklüktür. Bu durumdan korkulduğu açıkça belirtilmiş, topluluğun Türkiye'nin getireceği sorunlarla başa çıkamayacağı vurgulanmıştır. Özellikle de yapısal fonlara dahil edilmesinin faturasından bahsedilmiştir. Nitekim AB, Gümrük Birliği'nden doğan hakkımız olan malî yardımları dahi vermemiştir. Kısaca ön şart vs. yoktur. Sadece AB'nin mazeretleri vardır. İşte "müzakere" denilen uzun yol bu yüzden icat edilmiştir. 

Komisyon Görüşü'nün bundan sonraki bölümü daha ilginçtir. Üyelik başvurumuz reddedilmiştir ancak, "Türkiye'ye, topluluğa üye olma ehliyeti üzerinde şüphe yaratmaksızın" oyalayıcı bir yol haritası çizilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yol haritası bugüne kadar adım adım uygulanmış, yolun uzaması için yeni yeni engeller de konulmuştur. 

1989 tarihli yol haritasında şu teklifler, daha doğrusu engellere yer verilmiştir: 

"Topluluk, Türkiye ile ilişkilerini yoğunlaştırma, politik ve ekonomik modernleşme sürecini bir an önce tamamlaması için bu ülkeye yardım etmede temel bir menfaate sahiptir. Topluluk ile ortaklık bağı olan Türkiye, genişleyen büyük bir ülkedir; aynı zamanda, stratejik açıdan önemli bir jeopolitik konum işgal ederek, Atlantik İttifakı içinde üye devletlerin ortaklarından biridir. Türkiye'nin modernleşme çabalarına katkıda bulunmak için, komisyon, topluluk tarafından (Türkiye'ye, bu ülkenin topluluğa üye olma ehliyeti üzerinde şüphe yaratmaksızın), Ankara anlaşması imza edildiği zaman gösterilmiş olan siyasî iradeye uygun olarak, her iki ortağın daha fazla karşılıklı bağımlılık ve bütünleşme yoluna girmelerine imkân verecek bir dizi somut tedbir teklif etmesini tavsiye eder. Bu tedbirler, Türkiye'nin özlemlerine ve gereksinmelerine yanıt veren aşağıdaki dört unsur üzerinde yoğunlaşacaktır: 

Gümrük Birliğinin tamamlanması, malî işbirliğinin yeniden başlatılması ve yoğunlaştırılması, endüstriyel ve teknolojik işbirliğinin geliştirilmesi ve politik ve kültürel bağların güçlendirilmesi. Bu tedbirler, halen Türkiye ve topluluk arasındaki ilişkilerin tabi olduğu ortaklık anlaşmasının çerçevesi içine yerleştirilmelidir. Anlaşmanın hükümlerine uygun olarak, 1995 yılında gümrük birliğinin tamamlanması, Topluluk tarafından, Türk tekstil ve tarım ürünlerindeki ticaretle ilgili düzenlemelerin gözden geçirilmesini gerektirecektir. Gümrük Birliği, Türkiye tarafından, onun düzgün işleyişi için elzem olan ortak politikaların benimsenmesini gerekli kılacaktır. 

Dördüncü malî protokolün kaynakları serbest bırakılarak, malî işbirliği canlandırılmalıdır. Topluluk, hem Türkiye'yi hem de topluluğu ilgilendiren altyapı projelerinin finanse edilmesi için Avrupa Yatırım Bankası Tüzüğü'nün 18. maddesi çerçevesinde tek taraflı olarak krediler verme imkânı üzerinde de düşünmelidir. Başta risk sermayesi olmak üzere elindeki muhtelif araçları kullanarak, topluluk, daha sıkı endüstriyel işbirliğini ve doğrudan yatırımları teşvik etmelidir. Gümrük Birliğinin tamamlanması, bu hedeflere ulaşılmasına önemli bir katkı yapacaktır. Aynı ruh içinde, topluluk ve Türkiye, bilim ve teknoloji alanında işbirliğini güçlendirmelidirler. Bu amaçla, topluluk Türkiye'ye, bu ülkenin gereksinmeleri ve kaynaklarına uygun biçimde, topluluk araştırma programlarına katılma imkânını sunmalıdır. Şimdiki siyasî diyalog çerçevesinin ötesine giderek topluluk ve Türkiye arasındaki siyasî bağların yoğunlaştırılması bir hedef olmalıdır. Bir başka imkân, Türkiye'yi, kendisi ve topluluk için özel ilgi konusu olan veya taraflardan birinin diğeri için yararlı bilgilere sahip olduğu konulardaki tartışmalara dahil etmeye yönelik özel prosedürler olabilir. Ayrıca, daha fazla karşılıklı anlayışa katkıda bulunmak amacıyla, topluluk ve Türkiye arasındaki eğitim ve kültür ilişkilerinin yoğunlaştırılması da uygun olacaktır. Bu amaçla, Türkiye'nin bazı topluluk programlarına dahil edilmesi faydalı olabilir." 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,



***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 1

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 1


SADİ SOMUNCUOĞLU; 

1940 yılında Aksaray'da doğdu. 1962'de Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi'nden mezun oldu. 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocakları'nın faaliyetlerine katıldı ve fikrî yetişmesi de bu yıllarda başladı. Çeşitli devlet memuriyetlerinde bulundu. 1965 yılında Bab-ı Âli'de Sabah Gazetesi'ni çıkardı. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde Organizasyon ve Metod ile İdarecilik kurs ve eğitimi gördü. 1967 yılında aktif siyasete atıldı. MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı yaptı. 1969 yılında MHP Genel İdare Kurulu'na seçildi ve 12 Mart 1971'e kadar gençliğin eğitim ve teşkilatlanması işlerini yürüttü. 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar MHP Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü. Devlet, Töre ve Bozkurt dergilerinin yayınında görev aldı. Birçok yazı ve makalesi yayınlandı, yurt içinde ve dışında çok sayıda konferans verdi.

1977 yılında Niğde Milletvekili olarak Parlamento'ya girdi. Demirel'in Başbakanlığındaki koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı olarak görev yaptı. 1980 darbesiyle birlikte tutuklandı ve MHP davasında idamla yargılandıktan sonra beraat etti. 1980-1995 yılları arasında siyasetten ayrıldı. Türk Ocakları Genel Merkez Heyeti Üyeliği ve Türk Ocakları Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.

1995 seçimlerinde ANAP Aksaray Milletvekili oldu. 1,5 yıl sonra ANAP'tan ayrılarak, MHP'ye katıldı, Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 1999 seçimlerinde MHP'den Aksaray Milletvekili seçildi. Bu seçimden sonra kurulan 57. Hükümette Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. Cumhurbaşkanlığına aday olduğu için Mayıs 2000'de Devlet Bakanlığı görevinden azledildi. Halen MHP Aksaray Milletvekili olarak görev yapmaktadır. 

Şehitlerimize, kutsal emanetlerine sahip çıkanlara veyüreği, bu cennet vatan için çarpanlara... 

İÇİNDEKİLER 

Avrupa Birliği Nedir? 19

AB'nin Bugün Kaç Üyesi ve Adayı Vardır?  20

Türkiye-AB İlişkisi Ne Zaman Başlamıştır? Nasıl Bir Süreç İzlemiştir? 22

AB'ye Tam Üyelik Müracaatını Ne Zaman Yaptık, Ne Cevap Aldık? 23

1995'te Girdiğimiz Gümrük Birliği Ortaklığı Nedir? Ne Getirip, Ne Götürmüştür?30

Yunanistan Nasıl ve Ne Zaman Üye Oldu? Kıbrıs Rum Kesimi-AB İlişkileri Nasıl Gelişti? 31

Gümrük Birliği Gibi Ticari Bir Anlaşmaya Siyaset Karıştı mı? 34

Maastrich Kriterleri Nelerdir? 41

Kopenhag Kriterleri Nelerdir? 42

Kopenhag Kriterleri Müzakerelere Başlamak İçin mi, Üyelik İçin mi Şarttır? 45

AB Zirvelerinde Türkiye İle İlgili Ne Kararlar Alınmıştır? 46

Lüksemburg Zirvesi'nden Sonra Neler Oldu? 50

AB'ye Çok İlginç Bir Mektup...Kim Yazdı, Ne İstedi? 51

Adaylığımızın İlan Edildiği Helsinki Zirvesi'nden (10 Aralık 1999) Önce Neler Oldu, Önümüze Nasıl Bir Liste Konuldu? 56

Helsinki Zirvesi Konulu Bakanlar Kurulu Toplantısı'nda Neler Oldu? 61

Helsinki'den Sonra Kimlerden, Ne Türk Tepkiler Geldi? 65

Helsinki'den Sonra Hangi Gelişmeler Oldu? 66

Katılım Ortaklığı Belgesi ile Türkiye'den Neler İstendi?  67

Türkiye, Bu Talepleri Ulusal Programı İle Nasıl Cevaplandırdı? 70

KOB'da Kıbrıs'ın "Ön Şart" Olmasına ve Diğer Taleplere Ecevit ve Yılmaz Nasıl Tepki Gösterdiler 73

Mesut Yılmaz'a Göre "İstenenler Atla Deve Değil" 78

Dışişlerinde Çelişki 94

Hadep: Partimizin Savunduğu Düşünceler 95

Askeri Cephe Tepkili 96

Fogg'dan Ayrımcılık İtirafı 98

Verheugen'in Yaptıkları, Dediğini Tutmadı  99

Ermeni Soykırımı Yalanı AB Gündemine Nasıl Girdi? 101

Nice Zirvesi'nde Neler Oldu ya da Geleceğin Avrupa'sında Yerimiz Var mı? 108

Türkiye'nin "Sanal Aday" Olduğunu Kim İlan Etti? 110

Kopenhag Kriterleri Gerçekten Esas Alınıyor mu? Tüm Adaylara Eşit Muamele Yapılıyor mu? 113

Diğer Aday Ülkelerin Katılım Ortaklığı Belgelerinde Öncelikler Neler Olmuştur?118

Uluslararası Anlaşma ve Sözleşmelere Göre İnsan Hakları ve Azınlıklar Konuları Nedir? 121

Kabul Edilmiş Azınlıkların Eğitim ve Yayın Hakkı Nasıl Düzenlenmiştir? 133

Azınlıklar Konusundaki Devlet Politikamız Nedir ve Bugün Yaratılan "Sanal Azınlıklar" Sorununa Yaklaşımımız Doğru mudur? 136

Uluslararası Anlaşma ve Sözleşmelerde İdam Cezası var mıdır? 140

Anayasa İle Tespit Edilen İdam Cezası Halleri Kanunla Değiştirilebilir mi? 144

İlerleme ya da Düzenli Rapor Nedir? 146

İlerleme Raporlarında Kıbrıs Nasıl Ele Alınmıştır?149

İlerleme Raporlarında İnsan Hakları Konusu Nasıl İşlenmiştir?153

İlerleme Raporlarına "Sanal Azınlıklar" Nasıl Girdi, Kürtler Azınlık mıdır?155

İlerleme Raporlarında İdam Cezası ve Teröristbaşı Arasında Nasıl bir Bağlantı Kurulmuştur? 160

Teröristbaşının Dosyasının Başbakanlık'ta Beklemeye Alınmasından Sonra Neler Oldu? 165

İlerleme Raporlarında Kürtçe Yayın ve Eğitim Talebi Nasıl İfade Edilmiştir? 170

İlerleme Raporları ile "Sanal Dinî Azınlıklar" da Yaratıldı mı? 173

Heybeliada Ruhban Okulu Meselesi Nedir? 176

İlerleme Raporları Katılım Ortaklığı Belgesi'nin İlerisinde, Sırada Hangi Talepler Var? 178

Sanal Değil Gerçek Aday Ülkelerin Sorunları, AB'nin Bunlardan İstekleri Nelerdir?180

Kıbrıs (Rum Kesimi) 182

Doğu Bloku Ülkelerinin Görünümü 186

Kopenhag Kriterlerine Göre Türk Ekonomisinin Görüntüsü Nasıldır? 201

AB'nin Olmazsa Olmaz Şartlarından Ekonomik Kriterlerin Yerine Gelmesi İçin Neler İstenmektedir? 203

AB Üyesi veya Adayı Ülkeler Bütün Kriterleri Yerine Getirmiş midir? 208

Üyelik Yükümlülüklerini Yerine Getirmeyen veya Engelleyen Ülkeler İçin AB Mevzuatı Ne Demektedir? 209

AB Ülkeleri Temel Hak ve Özgürlükler, Azınlıklar ile Teröre Nasıl Bakmaktadır?211

Yöneticileri ve Medyası İle AB Ülkelerindeki Türkiye Karşıtları Üyeliğimize Nasıl Bakmaktadırlar? 218

AB'nin Türkiye Karşıtı Tutumu Sözde mi Kalmıştır? 225

Ufukta Köktendincilik ve Kültürel Entegrasyon Dahil Yeni Engeller Var mı? 227

AB mi, Aday Ülkeler mi Haklı? AB Tartışılmalı ve Halk Bilgilendirilmeli midir? 234

AB Türkiye Eski Temsilcisi "Hizmet İçi" Raporu'nda Neler Söyledi? 238

AB'nin 2002 Gündeminde Türkiye'nin Adı Yok Peki Bu "Saçma"lıkları Kim Çıkartıyor? 243

Sonuç 246

Ekler:

Ek - 1 Kıbrıs ile İlgili Antlaşmalar -Kıbrıs Anayasası- Uygulamadan Örnekler 251

Ek-  2 Anayasa Değişiklikleri ile İlgili Mektup 256

Ek - 3 Geleceğin Avrupasında Türkiye'nin Yerinin Olmadığını Gösteren Avrupa Parlamentosu'ndaki Sandalye Dağılımı (Nice Zirvesi) 260

Ek - 4 AB Türkiye Temsilciliğinin Aday Ülkeleri Tanıtımı 261

SUNUŞ

Yarım asırlık Avrupa Birliği hedefimiz nedir, nasıl başlamıştır, neler yaşanmıştır ve bugün hangi noktadayız? Bir insanın olgunluk yaşına ulaşmasına eş değer bir süredir gündemimizde olan AB konusu, maalesef ne en başında ve ne de onlarca yıllık süreçte, önemine uygun ve gerektiği şekilde tartışılmamış, olgunlaşmasına izin verilmemiştir. Asırlar boyunca uygarlığın temsilcileri olmamıza rağmen, sanki uygarlıkla şimdi ve  AB sayesinde tanışacakmışız gibi bir hava yaratılmış, bu havanın bozulmaması için de konu adeta bir tabu haline getirilmiştir. AB eşittir medeniyet anlayışı zamanla, "Oradan gelen herşey doğrudur ve bizim yararımızadır" gibi bir bakış açısını doğurmuş, bu da her isteğin sorgusuz-sualsiz kabulünü getirmiştir. AB adayı ülkeler içinde sadece Türkiye'ye imzalattırılan Gümrük Birliği örneğinde; AB'ye son adımı attığımızı, zenginleşeceğimizi savunanlar, bu anlaşma ile onların "ortak", bizim "pazar" olacağımızı  söyleyenleri hafife almıştı. 7 yıl sonra GB'yi destekleyenlerin çok büyük bir bölümü, tek yanlı "Pazar" haline getirildiğimizi, "Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olduğumuzu"  görmüştür. Herhalde, sadece bu örnekten AB'nin bütünü için çıkarılacak dersler olmalıdır.

40 yıldan sonra nihayet AB tartışılabilir olmuştur. Ne yazık ki, bunu da kendiliğimizden değil yine AB sayesinde(!) yapabiliyoruz. İsteklerinde ölçüyü kaçırması, Türkiye'nin can damarı konularında bile asgari nezaketten yoksun bir üslûp seçmesi, ikiyüzlülüğü âdet haline getirmesi, alacağına "şahin", borcuna "güvercin" olması, hukuk tanımazlığı ve nihayet 65 milyon insanın canını yakan teröre kucak açtığının belgelenmesi, "AB idolü"nün yanına soru işaretlerinin konmasına sebep olmuştur. Böylesi bir tabunun tartışılır hale gelmesi elbette önemli bir gelişmedir, ancak acaba doğru bir zemin ve doğru bilgiler mi kullanılmaktadır? Buna "evet" demek mümkün değildir. Ülkemizde genel bir yaklaşım olan ve "zihnî tembellikten" kaynaklanan bir veya birkaç kişinin söylediklerinin doğru kabul edilip, tartışmaların bu temelde sürdürülmesi anlayışı, AB örneğinde de yaşanmaktadır. Bunun tabii sonucu olarak da yanlış temel, yanlış sonucu doğurmakta, buna farklı amaçlarla hareket eden ülke yöneticileri ve bazı grupların tutumu da eklendiğinde iş iyice içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Bilgisizliğin yanısıra kasıtlı ve tek yanlı yönlendirme çabaları da böylesi hayatî bir konuda doğruyu bulmamızı engellemektedir. Tartışmaların adeta bir kampanya havasında sürdürülmesi ise kamuoyunda şartlanma ve yanlışların genel doğrular gibi kabulüne yol açmaktadır. Oysa ki bu tartışmalarda aynı dil dahi kullanılmamaktadır. `Azınlıklar', `kültürel haklar', `din özgürlüğü' ve `ana dilin kullanılması' gibi çok temel kavramlara yüklenen anlamlar, bunların BM ve AB hukukundaki tanımı ile maalesef örtüşmemektedir.
İşte bu çalışmayı yapmamızın birinci sebebi, tartışmaların bu şekilde yanlış zeminde sürdürülmesi ve kavram karmaşası olmuştur. Çoğunlukla, birinci elden ve AB kaynaklarından yararlanılarak, objektif bir biçimde durum tesbiti yapılmaya çalışılmıştır. Okurun daha kolay bir şekilde faydalanabilmesi için sorular halinde düzenlenen bu tesbitlerin yanında görüşlerimize de yer verilmiştir. Bunlara katılıp katılmamak elbette siz değerli okurların takdiridir. AB konusuna özel ilgimin yanında, parlamenterlik görevinin gereği, yakın dönemde gündemimizi tümüyle işgal edecek olan Kıbrıs konusu başta olmak üzere, AB ile ilişkilerimizi sıklıkla gündeme taşımaya çalıştım. Tek yanlı bilgilendirme bu çalışmaların kamuoyuna duyurulmasına genelde imkân vermese de, bunlardan bazı örnekler kitabın içinde sunulmuştur.
AB ile ilişkilerimizde bir dönüm noktası olan Helsinki Zirvesi sürecinde Bakanlar Kurulu üyesiydim. Ne yazık ki, konuya ülkenin en tepe noktalarında bile ne kadar yüzeysel yaklaşıldığını gördüm. Türkiye için böylesine önemli bir zirvenin, nasıl birkaç saate sığdırılıp, konunun adeta tartışılmasının engellendiğini ve sadece "Aile Fotoğrafına" indirgendiğini bizzat yaşadım. Sonraki süreçte Bakanlar Kurulu'na verilen bilgilerin dahi sağlıklı olmadığını tesbit ettim. Konu kelimenin tam anlamıyla "iki arada bir derede" ele alınmıştı ve anlaşılan bu iki tarafın da işine gelmişti. İşte, bunları da sizinle paylaşmak istedim.
Çalışmalar sırasında gördük ki, AB hem nimet, hem de külfet getirmektedir. Kaldı ki, AB de halkın bu konuda, nimetleri ve külfetleriyle doğru bilgilendirilmesini istemektedir. Herkesin nimetleri anlattığı bir dönemde biz külfetleri tesbit etmeye çalıştık. Bakanların dahi sağlıklı bilgilendirilmediğini dikkate alırsak, "doğruyu" bulmak için daha yapacak çok işimizin olduğu görülecektir. Kitapta ağırlıklı olarak AB'nin Türkiye'den siyasî taleplerini ele aldık. Araştırma ve incelemelerimiz sırasında, özellikle ekonomi ile ilgili isteklerin de ülkemizi en az siyasî talepler kadar etkileyeceğini, ancak henüz bunun farkına bile varmadığımızı tesbit imkânımız oldu.
Demokrasinin başta gelen şartlarından birisi şeffaflık ve halkın doğru bilgilendirilmesidir. Mevcut şartlarda çok zor, neredeyse imkânsız bir şeyi istediğimizin bilincinde, kendi imkânlarımız ile doğrulara ulaşmaya çalıştık. Ve gördük ki, en azından bundan sonra AB tartışmasının doğru temellere oturtulup sürdürülmesi ve halkın en doğru bilgilerle donatılması Türkiye'nin bir kez daha kaybetmemesi için olmazsa olmaz şart haline gelmiştir. Hak, hukuk ve değerlerimizi küçümseyenler ile "Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir" deme küstahlığını gösterenlere biz de diyoruz ki;
Avrupa Birliği, "Biz halktan daha iyi biliriz" diyen belli bir çevreye bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.
Sadi SOMUNCUOĞLU

25 Mart 2002- Ankara 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

26 Temmuz 2018 Perşembe

Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar




  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2014 Perşembe
Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar
Muhittin Ziya Gözler 
tarafından yazıldı.



                        BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR

 1455 yılına kadar doğu ve batıda bilim ve teknolojide küçük ama zamanın yapısına ve ruhuna uygun gelişmeler kaydediliyor, doğuda Türk-İslam âlimlerinin ortaya koyduğu fikirler ışığında önemli değişiklikler yaşanıyor ve özellikle de bilim ve mimaride önemli eserler vücuda getiriliyordu. 1455 yılına, matbaada ilk kitabın basılmasına dek dünya üzerinde 30 bin adet kitap olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra geçen yarım asırlık zaman içinde bilim, felsefe, edebiyat, sanat ve din alanında sayıları 10 milyona yaklaşan kitabın basıldığı ileri sürülmektedir. Batılılar, 15-17.yüzyıllar arasında bilim, felsefe, sanat ve dinde gerçekleştirdikleri ıslahat hareketlerinden sonra dünyaya açılmaya başlamışlar, coğrafi keşiflerle de kaynak arayışını hızlandırarak kendi 
topraklarından uzaklardaki ülkeleri işgal ederek o ülkelerin kaynaklarını kullanmak için sömürgeler ve dominyonlar kurmaya başlamışlardır. 1565’de kurşun kalem, 1643’de barometre, 1663’de teleskop, 1671’de basit bir hesap makinesi, 1752’de paratoner, 1852’de elektromıknatıs, 1866’da dinamit, 1876’da telefon icat edilmiştir. 1299-1699 yılları arasında cihan hâkimiyeti ülküsü ile güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu batının değişen bu fikri, ilmi, teknik ve dini gelişmelerinden bihaber olarak ayakta durmaya çalışırken batı bu fırsatı kaçırmamış bu ’’Muhteşem İmparatorluğu’’ yıkmak için sürekli fırsat kollamaya başlamış, nihayet içerden ve dışarıdan giriştiği sosyal, kültürel ve iktisadi faaliyetler neticesinde hepimiz için hazin olan son gerçekleşmiştir. 1839 Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı sanayini ortadan kaldırmayı ve de ülkeyi batının bir açık pazarı haline dönüştürmeyi 
amaçlıyordu. Gelişen ve değişen şartlar karşısında batı, Osmanlı’nın madenlerine gözünü çeviriyor ve sömürü düzeni böylece başlamış oluyordu. 1850’li yıllarda 
Batı Anadolu’da alçıtaşı işletmeciliği yapan Polonya’lı bir göçmen Desmazures adlı bir Fransız mühendise hediye olarak bir biblo gönderir. Mühendis gelen 
bibloyu tetkik eder ve bu malzemenin bor olduğunu tespit eder. Hemen ilgili kişiyle temasa geçer ve Türkiye’ye gelir, malzemenin yerini bulurlar. 

Burası Balıkesir ili, Susurluk ilçesindeki Sultançayır ve Aziziye Köyleri civarıdır. 

Cevher, pandermit adı verilen kalsiyum borattır. Uzun uğraşlardan sonra 1865’de Companie Industrielle Des Mazures adlı bir şirket kurulur ve 1865’de padişahtan izin alınarak bor cevheri işletilmeye başlanır. Ancak işletilen madenin alçıtaşı olduğu söylenerek ve de ucuz ücretler ödenerek bor cevheri yurt dışına 
kaçırılmaya başlanır. Bu arada Paris yakınlarında bir bor rafine tesisi de kurulmuştur. 1887’de Londra’da kurulan The Borax Company Şirketi 1898’de Fransız şirketini satın alarak Sultançayır’daki bor işletmesini tekeline alır. Ancak bu hileli durumun farkına varan Sultan Abdülhamit Han mevcut faaliyetin 
durdurulması emrini verir. Ancak 1889’da Borax Consolidated Limited (BCL) şirketi kurulur ve bu şirket 1954 yılına kadar borları işletmeye devam eder. 
Etibank ilk kez 1958 yılında Emet’te bor cevheri üretimin gerçekleştirerek dünya bor piyasasına BCL’den sonra giren ikinci şirket olur. Etibank 1964’de ilk 
rafine ürün işletmesini devreye alır. 1968’deki Bakanlar Kurulu kararı ile de bütün şirketlerin imtiyazları devlete devredilerek, bor madenleri Etibank ve 
bazı yerli şirketler tarafından işletilmeye başlanır. 1978’de çıkarılan 2172 ve 1983’deki 2840 sayılı kanunlarla da bor madenleri ile ilgili bütün faaliyetler 
devlet kontrolüne bırakılır. 20.03. 2012 tarihinde TBMM’ne 2840 sayılı kanunda bir değişiklik yapılması önerisi götürülmüştür. 1998-2002 yılları arasında 
medyanın akıl almaz kampanyası ile bor meselesi kamuoyunu meşgul eden önemli meselelerden biri haline gelmişti. Akademisyenlerden gazetecilere, 
siyasilerden sivil toplum kuruluşlarına ve hatta sokakta simit satan vatandaşa kadar hemen herkes bor konusunda adeta otorite haline gelmişti. 

Hatta bir sivil toplum yöneticisi de bir yıl içinde ülkeye bor ile çalışan bir otomobil getireceğini anlatıyor, yazıyor ve çiziyordu. Aradan 14 yıl geçti…  
2003’ten bu yana borlarla ilgili yayın taarruzuna rastlamıyoruz. Bu çok önemli bir neticedir. Zira çalışan ve üreten insanlar bir de bu dedikodularla 
uğraşmamaktadırlar. Şimdi bor cevherinin serüvenini öz ama akılda kalıcı bir biçimde anlatmaya çalışalım.

       B2O3 bazında 1970 yılında dünya bor üretimi 768 bin ton, bunun %16’sı 
olan 122 bin ton, 1998’de 1.511.000 ton olan dünya üretiminin %31’i olan 475 bin ton, 2002 yılında 1.536.000 ton olan dünya üretiminin %32’si olan 491 bin ton ve 2012’de 1.8 milyon ton olan dünya fiili bor üretiminin yaklaşık %42’si 756 bin ton Türkiye tarafından üretilmiştir. Türkiye’de bor üretiminde artış olduğu 
takdirde dünyada da bor artışının olacağı bir vakıadır. Eti Maden 
İşletmeleri’nin verdiği bilgilere göre Eti’nin 2012 yılı bor üretim kapasitesi 
973 bin ton olup, dünya fiili bor üretimiB2O3 bazında 1.8 (3.8) milyon ton olup 
bunun yaklaşık %42’sini Türkiye, %29’unu ABD, %15’ini G.Amerika, %14’ünü de Asya gerçekleştirmektedir. Ayrıca dünya bor talebinin de %46’sını Eti 
karşılamaktadır. 2002 yılında 1.890.000 ton cevher ve 717 bin (100 bin tonluk 
borik asit hariç) rafine ürün kapasitesi varken, 2012’de bu değerler rafine 
üründe 1.425.000 tona, eş değer ürünlerle birlikte kapasite 2.125.000 tona 
yükselmiştir. Diğer taraftan 1998-2002 yılları arasında bor ürünleri ihracat 
değerleri miktar olarak 400-763 bin ton, değer olarak da 200-237 milyon dolar 
seviyelerindeyken, 2009-2012 arasında miktar olarak 500-800 bin ton, değer 
olarak da 500-800 milyon dolarlar seviyesine çıkmıştır. Bu artışın önemli iki 
sebebi bulunmaktadır: 

1.Bulunan yeni rezervler ve Eti’nin yatırımlara ağırlık vermesi ham bor yerine rafine ürün satışının artması (2002 yılına göre pazarlanabilir ürün kapasitesi yaklaşık %100 artmıştır), pazara daha çok hâkim olması, 

2. B2O3 bazında 2002 yılına göre fiyatların 250-300 dolarlardan 350 735  dolarlara yükselmesi. Türkiye’de bor konusunda 1964-1996 arasında geçen 32 yıllık zaman içinde yapılması gerekenler ne yazık ki, bildiğimiz ve 
bilemediğimiz birçok sebepten ötürü yapılamamıştır. Ancak 1997’den itibaren 
başlayan ve zaman zaman yöneticileri zor durumda bırakan yatırım hamlelerinin 
giderek artan bir şekilde devam etmesi sevinilecek bir neticedir. 2000-2012 
yılları arasında konsantre bor ürünlerinde satış miktarı %47’lerden %5’lere 
düşmüş, bor kimyasallarında da %53’lerden %95’lere çıkmıştır. Bu yatırımların 
dünya bor tüketimi de dikkate alınarak ve herhangi bir engele takılmadan 
yapılması, ayrıca yatırımların rafine ve eş değer ürünlerin de ötesine geçip 
özel bor ürünlerini de kapsayacak şekilde yapılmasına da dikkat edilmesi 
şarttır.



BOR  MADEN SAHALARIMIZ 

(Türkiye’de bor cevherinin çıkarıldığı yerler. Kaynak:www.coğrafyatutkudur.com)


  Tabiatta 230’un üzerinde bor minerali bulunmaktadır. Ancak ticari manada 
önemli olan bor mineralleri kolemanit, tinkal, üleksit, kernit, datolit, 
probertit ve hidroborasittir. Ülkemizde yaygın olarak tinkal (sodyumlu), 
kolemanit (kalsiyumlu) ve üleksit (kalsiyum+sodyum) mevcuttur. Ülkemizde bor cevheri Balıkesir Bigadiç, Eskişehir Kırka, Kütahya Emet, Bursa Kestelek’de 
bulunmaktadır. Dünya bor rezervleri toplam 1.290.800.000 ton olup dağılımı 
şöyledir: (Kaynak- Eti Maden / B2O3 bin ton /2012)

  ’’Türkiye 935.800  % 72,5 / A.B.D 80.000   %6,2 / Rusya 100.000 % 7,7 

   Çin 47.000  %3,6 / Arjantin 9.000  %0,7 / Bolivya 19.000  %1,5 

   Şili 41.000 % 3,2 / Peru 22.000 % 1,7 / Kazakistan 15.000 % 1,2 / Sırbistan 
22.000 % 1,7 

  Ülkelerin 2012 yılı bor üretim kapasiteleri ise şöyledir (Bin ton B2O3) : 
Türkiye 973, ABD 673, G.Amerika 340, Asya 312.Toplam 2.298.000’’ Böylesine büyük rezervlere ve üretim kapasitesine sahip olmamıza rağmen bor ürünlerinin 
kullanımı günümüzde petrol, doğalgaz, kömür, demir-çelik,  çimento ve diğer 
sanayi ürünlerinde olduğu kadar fazla miktarda değildir. 2000 yılında 3,1 milyon 
ton olan dünya bor tüketimi (1.536.000 B2O3), 2012 yılında 3,8 milyon ton (1,8 milyon B2O3 ) olmuştur. Görüldüğü gibi bor kullanım oranı yıllık % 2 
civarındadır. Ancak ekonomik krizler ve bor tüketiminin azaldığı durumlarda bu 
oran daha da düşmektedir. Bor ürünlerinin %54’ü cam (borosilikat, yalıtım tipi 
cam elyafı, tekstil tipi cam elyafı), % 13’ü seramik, emaye, sır, % 3’ü deterjan 
ve % 12’ si tarım sektöründe ve alev geciktiriciler, sağlık, çimento, metalürji 
ve enerji sektöründe de % 18’i kullanılmaktadır. Bor mineralleri ilk önce 
fiziksel işleme tabi tutularak zenginleştirilir ve konsantre bor elde edilir. 
Elde edilen bu ürün bazı kimyasal işlemlerden geçirilerek rafine ürünler elde 
edilir. Bor ürünlerini gösteren şema aşağıdadır.

  


BOR  MADEN SAHALARIMIZ 
(Kaynak: Boren)

  Dışarıya yıllardır sattığımız ve ülkemizde halen de çok az miktarda kullanılan 
bor ürünlerinin nerelerde kullanıldığına da kısaca değinelim: Cam ve cam 
seramiklerinde; kolemanit, tinkal, üleksit, boraks penta ve deka hidrat, susuz boraks ve borik asit, emaye, sır ve fritte; boraks penta ve deka, susuz boraks, borik asit, temizleme ve ağartmada; sodyum perborat, zirai uygulamalarda; boraks deka, penta, borik asit bor oksit, meta borat kullanıldığı bilinmektedir. 

Ergimiş halde bulunan cam ara ürününe bor ilave edildiğinde malzemenin 
akışkanlığını artırmakta ve nihai ürünün yüzey sertliğini ve dayanıklılığını 
artırmaktadır. Seramiğe bor ilavesi onu çizmeye karşı korumaktadır. Deterjan ve sabunlarda mikrop öldürücü, beyazlatıcı ve suyu yumuşatıcılığını artırmak için kullanılmaktadır. Sebze ve meyvelerde hücredeki şeker geçişini, gelişimini, 
hücre bölünmesini ve fotosentez metabolizmasının düzenlendiği için 
kullanılmaktadır. Alev geciktirici olarak yanan malzemelerin üzerine 
sürüldüğünde (çinko borat) oksijenle olan teması kesmekte ve yanmayı 
önlemektedir. Metalürjide yüksek sıcaklıkta koruyucu özelliğinde dolayı demir 
dışı metal sanayinde curuf oluşturucu ve ergitmeyi hızlandırıcı madde olarak 
kullanılmaktadır. Ayrıca fiber optik kablolar da üretilmektedir. Sodyum bor 
hidrür, kâğıt hamurunun ağartılmasında, atık sulardan ağır metallerin 
uzaklaştırılmasında kullanılmaktadır. Bu ürün aynı zamanda çok iyi bir hidrojen 
taşıyıcısı ve depolayıcısı olduğunda hidrojenin enerjide kullanılmaya 
başlamasından sonra önemli bir noktaya gelecektir. Atom reaktörlerinde borlu 
çelikler, bor karbürler ve titan bor alaşımlar kullanılmaktadır. Füze 
yakıtlarında, uçak ve havacılık sanayinde yüksek ısıya dayanıklı gövde yapımında ve düşük ağırlık ve diğer bazı uygulamalarda kullanıldığı bilinmektedir. Bor nitrür, elektronikte, nükleer uygulamalarda, vakum ergitme potalarında, bujiler, rulman yatakları, askeri zırh malzemelerinde, matkap uçlarında değerlendirilmektedir. Titanyum diborür, balistik silah üretimi, ergimiş motor potalarında ve kesme aletlerin yapımında kullanılmaktadır. Bor halojenürler, ilaç, katalizörler ve bor elyafı üretiminde kullanılmaktadır. Enerji alanında, hidrojen taşıyıcısı, araçlarda doğruda yakıt olarak ve de enerjinin taşınması, depolanması ve tasarrufunda da değerlendirilmektedir. Böylesine öneme haiz bir maden varlığının yıllarca ham, konsantre ve hatta rafine ürün olarak satılması toplumun akıllı ve sürekli yol gösteren adamları tarafından hiç 
değerlendirilmemiş sadece ve sadece aman borlar emperyalistlere peşkeş 
çekilmesin nidalarıyla toplum avutulmaya çalışılmıştır. Doğru olan, yapılması ve 
yol gösterilmesi gereken husus, sanayinin hemen her yerinde kullanılan ürünlere ait tesislerin kurulması için devletin ve özel sektörün teşvik edilmesi 
olmalıydı. Aslında Eti’nin sattığı ürünlerin nerelerde kullanıldığı ABD’de 2000 
yılında bir şirket kuruluna dek de bilinmiyordu. Bor minerallerinden elde edilen 
borik asit, bor oksit, boraks dekahidrat ve pentahidrat, susuz boraks, amonyum 
pentaborat, sodyum metaborat, potasyum penta ve tetraboratlar, bor karbür, bor nitrür, titanyum diborür, ferro bor, bor halojenürler, boranlar ve diğer bor 
özel kimyasalları bilinenlerin dışında nerelerde hangi amaçlar için 
kullanılıyordu? Uzay çalışmalarında mı? Hızlı tren yapımında mı? Yeni nesil uçak 
üretiminde mi? Yakıt veya elektrik enerjisi üretiminde mi? Sağlık alanında mı? 
Görüldüğü gibi buraya kadar anlatılanlardan şu açıkça anlaşılmaktadır. Türkiye 
bor cevherini halen rafine ve eşdeğer bor cevheri şeklinde satmaktadır. Eti’nin 
bazı uç ürünlerdeki çabalarını, ortaya koyduğu sonuçları daha ötelere taşıması 
için ya devletin bu girişimleri sonuna dek desteklemesi ya da özel sektörün bu 
konuya iştiraki gerekmektedir. Eti’nin özel sektörle yapacağı ortaklıklardan da 
iyi neticeler alınabilir (tronada olduğu gibi). Uzun yıllardır yöneticilerin bu 
çabaları her nedense baltalanmış ve günümüzde de bu ileri teknoloji 
çalışmalarında yapılanlara pek destek çıkılmadığı görülmektedir. Amerika, 
Yunanistan, Bulgaristan, İtalya, Belçika, Hollanda’dan birileri gelip ülkemizin 
borlarını alacak, ülkelerinde yatırımlar yapacaklar, ama benim ülkemde milli 
sermaye yani özel sektör bor konusunda kılını kıpırdatamayacak! Devlet 
kuruluşumuz Eti’nin yaptığı çalışmalarla da çekince olduğu için kimse 
ilgilenmeyecek. Bu nasıl bir anlayıştır? Ya da daha ötesi acaba bu bir özel 
sektör düşmanlığı mıdır? Sakın ha, borlardan uzak durun… Eti’nin dışında 
kurulmuş olan Bor Enstitüsünün de çalışmalarının pek netice alıcı olduğu 
söylenemez. Bu kurum Eti’nin bünyesine katılmalı ve daha neticeye yönelik AR-GE faaliyeti yapan bir güç haline getirilmelidir. Diğer taraftan Eti, üretim 
yapısı, teknik ve tesis özellikleri, çalışma şekli ve ticari kapsamı itibariyle 
bir madencilik kuruluşundan daha çok bir kimya kuruluşuna dönüşmüştür. 

Eti’nin liderliğinde kurulacak kompleks bir kimya sektörü yukarıda anlatılmaya çalışılan bütün üretimleri yapar hale gelecektir. Ancak böylesine güçlü bir yapı sonrası Eti dünya bor sektörünün gerçek patronu olabilir. Günümüzde 1,8 milyon ton civarında kullanılan dünya bor ürünlerinin önümüzdeki 10-15 yıl içinde 8-10 kat artması mümkün olabilir. Ülke bor kaynaklarının dünya pazarındaki zenginliğe eşdeğer bir gücü yakalayabilmesi için katma değeri yüksek bor bileşikleri üretimine geçilmesi şarttır. Yani, borla ilgili AR-GE faaliyetlerine önem 
verilmeli, sanayide ve yüksek teknolojide kullanılan bor fabrikalar 
yapılmalıdır. Kısacası fabrika yapan fabrikalar kurulmalıdır. 1978’de 83 milyon, 
1999’da 237 milyon ve 2012’de 800 milyon dolar bor ihracatı yapan ve tesisler 
kurarak üretim gücünü artıran Eti’nin önüne, neredeyse birçok hasletimizden 
vazgeçerek girmeye can attığımız AB ülkeleri çok ciddi engeller 
çıkartmaktadırlar. 2000’li yıllarda başlayan bu engellerin halen devam ettiğini 
düşünmekteyim. Bu engellerin neler olduğuna gelince: 

1.Borun insan hayatı ve çevre üzerinde tahribat yaptığını iddia etmektedirler. 
Bu sebeple de bor torbalarının üzerine kuru kafa işaretleri koydurarak bor kullanımından vazgeçilmesini istemektedirler. Bor cevherinin ne tabii hali ne de rafine ürünlerinin insan sağlığına zararlı olmadığı bilimsel olarak ispat edilmiştir. 

2. Deterjan sanayinde kullanılan bor (perborat) yerine daha ucuz olan 
perkarbonat (hammaddesi soda) kullanılması gündeme getirilmiş, çalışmalar 
neticesinde şirketler perborat fabrikalarını perkarbonata dönüştürmeye 
başlamışlardır. Böylece bu proje yaygınlaştığı takdirde 500.000 ton civarında 
bor kullanılmayacak ve bu netice Eti’nin perborat fabrikalarından vazgeçmesini 
gündeme getirebilecektir. 

3.Cam sanayinde kullanılan bor yerine de Adventex (borun kullanılmadığı ve E-camını ikame eden bir fiberglas türüdür) denilen bir madde üretilmiş ve ticari anlamda çalışmalar ABD’deki şirketler tarafından hızlı bir şekilde yürütülmektedir. Yurt dışına konsantre ve rafine bor ürünler satılarak yabancı ülkelerde bor sanayinin kurulmasını desteklenmesinin önüne geçilmesi için meri kanunda değişiklik yapılarak Türk sanayicisinin bor konusunda yatırım yapmasının önü açılmalıdır. Bu konuda Eti’nin yaptığı çalışmalara önem verilmeli ve toplumun bu konudaki hassasiyetleri de dikkate alınarak Eti ile müşterek yatırımlar gerçekleştirilmelidir. Bu noktada 2840 sayılı kanunun Danıştay tarafından incelenmesi sonrası 01.05.2000 tarih ve 2000/67 sayılı kararı doğrultusunda hareket edilmesi doğru olur kanaatini taşımaktayım (bu kararın dikkatli okunması gerekmektedir). Devlet ve milli sermayenin bu konuda yapacağı yatırımların çok başarılı olacağı Beypazarı Trona yatırımında açıkça görülmüştür

       Netice itibariyle: 

1.Uzun yıllar madencilik faaliyetlerini yürüten Eti, son yıllarda yapılan özelleştirmeler sonrası ciddi bir şekilde zarar eden (dünyadaki maden fiyatlarının ani iniş, çıkışlar göstermesi sebebiyle) alüminyum, bakır, krom, gümüş, fosfat işletmelerinin bünyeden ayrılmasından sonra bor cevheri ile baş başa kalmıştır. Yaklaşık dokuz yıldır bütün yatırımlar bor üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu sebeple Eti kimya sektörünün bir parçası olmuştur. Kurulacak entegre tesislerle ülkemizde güçlü bir bor kompleksi oluşturulabilir. Daha önceleri Alüminyum ve Mazıdağ Fosfat Tesisleri’nde yapılması düşünülen ve bir türlü hayata geçirilemeyen böylesi devasa projelere ülkenin ihtiyacının olduğu unutulmamalıdır (petro-kimya tesislerine benzeyen bir sistem kurulabilir). 

2. Eti mevcut yatırımlarına ara vermeden devam etmeli dünya 
pazarındaki payını artıracak her türlü yatırımı yaparken AR-GE faaliyetlerini de 
sürdürmelidir. 

3. Eti’nin güçlü bir teknik, pazarlama ve idari yapısı varken, 
Boren adlı bir başka teşkilatın kurulması Eti’nin yapmak istediklerini hayata 
geçirmede ciddi bir engel gibi görülmektedir. En azından dışarıdan böyle 
değerlendirilmektedir. Bu sebeple Boren’in Eti’nin idari yapısı içinde yer 
alması daha doğru olacaktır. 

4. 2000 yılında 23.539 ton olan yurt içi satışlar 2012 yılında 22.234 ton olmuştur. 

2000 yılında Türk özel sektörü bor ürünlerinden dibor trioksit, metaborik asit, orto borik asit, bor oksitleri, disodyum tetraborat anhidrit, disodyum tetraborat pentahidrat, amonyum boratlar ve diğer boratlardan yaklaşık 22 bin ton ithalat yapmıştır İhracatın 800.000 ton olduğu bir dönemde yurt içinde bor kullanımının bu denli az olması ülkemizde bora ilginin ne kadar az olduğunu göstermektedir. Bu ilgi azlığının en önemli sebebi Türk özel sektörü, yapılan menfi propagandalardan ötürü çekinmekte ve belki de bora yatırım yapmaya korkmaktadır. Diğer taraftan rafine ürünleri kullanacak fabrikalarımız bulunmamaktadır. Bu fabrikaları devlet imalat sanayinden çekildim diye uzun yıllardır yaptırmıyor, özel sektör yani milli sermaye kanunlar engel diye bor yatırımlarına uzak duruyor (yurt dışındaki 
sanayiciye engel yoktur. O sanayici ham veya konsantre bor alarak rafine ürünler de üretmektedir. Hatta ham bor alarak öğütüp satmaktadır). Birileri hala borları emperyalizme peşleş çektirmeyelim derken biz kendi ellerimizle borları 
emperyalistlere satmıyor muyuz? 19. yüzyılda bizi kandırarak borlarımızı çalan 
batıya, 21. yüzyılda biz kendi ellerimizle borlarımızı (yaklaşık kırk beş 
yıldır) satıyoruz. Gelin görün ki, bu ülke insanının borlara ilgi duyması 
yıllarca engellenmiştir. Bunun sebebi acaba nedir? İşte bu kısır döngüyü aşacak 
yeni bir anlayışın hâkim olması için bor politikasında da ciddi değişikler 
yapılmalıdır (merak edilmesin ülkenin varlılarını peşkeş çekenler halk ve devlet 
tarafından engellenirler). Bu sebeplerden ötürü 20.03.2012 tarihinde TBMM’ne 
sevk edilmiş olan ve 2840 sayılı kanunda değişiklik yapılması öngörülen metnin 
aceleye getirilmeden, özel sektörün henüz bor politikaları konusunda 
uluslararası hiçbir tecrübesinin olmamasından dolayı, Eti’nin kontrolünde ve 
onun gücünü azaltmadan, ruhsatların Eti’nin hâkimiyetinde kalması, yapılacak 
yatırımlarda Eti’nin altın hisse (imtiyazlı hisse) hakkı olması kaydıyla ve de 
Eti’nin üretim ve pazarlama politikaları çerçevesinde düzenlenmesi bor 
yatırımlarının hızlanmasında önemli rol oynayabilir. Şayet yine de özel sektör 
bor yatırımlarına bigâne kalırsa devlet Eti’nin önündeki bütün engelleri 
kaldırarak bor kimyasalları entegre tesislerini kurulmasına ön ayak olmalıdır.   
                                                                            


Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
  DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 
  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 
  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2014/01/02/7357/bor-cevheri-ve-uygulanan-politikalar

***