ILIMLI İSLAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ILIMLI İSLAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2018 Cumartesi

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE



19.10.2014 Trabzon Haber Ajansı 
İnternet Gazetesi,

Orta Doğu coğrafyası yirmi birince asrın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu günlerde tekrar yeniden şekillenmeye başlamıştır.

On sekizinci asrın başlarında sanayileşmeye başlayan Avrupa devletleri enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere gözlerini Osmanlı idaresi altında bulunan ve halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Orta Doğu coğrafyasına dikmişlerdir…

İngiliz siyaseti de denilen tabirin sahibi olan İngiltere bu hususta liderliği kimseye bırakmamıştır…

Denizin ortasında ada devleti olan İngiltere üzerinde güneş batmayan BİRLEŞİK KRALLIK adı altında sömürgeler imparatorluğunu kurarken hep bu İngiliz siyasetinden yararlanmıştır…

İngiliz siyaseti dediğimiz olgu öyle bir olgudur ki “Aslanı kediye” mahkum eden bir siyasettir…

İngiliz sömürgeler bakanlığı kendi bünyesinde oluşturduğu birimlerde sömüreceği ülkelerin yönetim kademesindeki insanların dublörlerini oluşturarak, o insanlar gibi giyim ve kuşamlarını tanzim ederek, onlar gibi yedirip içirerek hatta aile ortamını dahi sağlayarak uzaktan düşünce okuma sanatını dahi geliştirmişlerdir.

Bir vali ve çevresindeki birkaç korumasından oluşan küçük bir İngiliz’le koskoca bir vilayeti sömüren İngiliz siyaseti gücünü bu durumdan alıyordu…

Mısır’da oturan İngiliz valisine Osmanlı 1.000 asker ile kanalı geçse Mısır’ı nasıl savunacaksınız diye sorulduğunda verdiği cevap dikkate şayandır:

Savunmayız, bırakıp gideriz. Ama biz hiçbir zaman Osmanlının değil 1.000, on asker bile Mısır’a sevk edeceğine fırsat vermeyiz demiştir…

Bir asır Önce Orta Doğu coğrafyasını İngilizler böyle dizayn etmişlerdi…

Bu hususta kimlerden nasıl ve ne şekilde istifa ettiklerini isim isim saymaya gerek yok…

Bazen şeyh kılığında, bazen idareci şeklinde, bazen asker konumunda, bazen tüccar bazen, bazen v.s. girmedikleri şekil ve kılık İngiliz menfaati için kullanmadıkları yöntem kalmamıştır…

Günümüzde ise İngiliz siyasetinden beslenen ABD Orta Doğu cofrafyasını tekrar şekillendirmeye çalışmaktadır…

ABD 2005-2009 yılları arasında Dış İşleri Bakanlığı yapan ve bakanlık görevinden önce Beyaz Saray sözcülüğünde bulunan Condoleezza Rice 2002 yılında Fas’tan-Afganistan’a 26 İslam ülkesinin sınırları değişecek ifadesini kullanmıştı…

Adına önceleri GOP sonraları değiştirilerek BOP denen Orta Doğu Projesi kapsamında “EŞBAŞKANLIK” görev taksimleri dahi yapılmıştı…

Bakanlığı döneminde bu değişikliğin alt yapısını oluşturan Bayan Rice sınırları değişecek olan İslam ülkelerinde etnitise ve mezhepçilik adı altında oluşumlar ortaya çıkararak dış müdahalenin yerini içeriden müdahale ile çözmeye çalışmışlardır…

Arap Baharı ile başlayan süreç işte böyle bir çalışmanın ürünüdür…

Türkiye, Arap baharı ile başlayan süreçte İslam ülkeleri yöneticilerini hep zalimlikle suçlayarak, yönetime isyan eden muhaliflerin yanında yer almıştır.

Mısır’da önceleri kısmı başarı elde edilmiş gibi gözükse bile sonraları “Müslüman Kardeşler” yönetimden uzaklaştırılınca Türkiye burada yalnızlığa itilmiş oldu…

Diğer taraftan bütün çalışmalara rağmen Suriye’de ÉESAD” yönetimi devrilemeyince oradan gelen yaklaşık 2.000.000 mülteci de Türkiye’nin başına büyük bir sıkıntı oldu…

ESAD muhaliflerinden olan “EN_NUSRA” cephesi içerisinden çıkan ve kendilerini “IŞİD” olarak isimlendiren grup en acımasız şekilde Orta Doğu’da Müslüman katliamına çıkarak bu coğrafyayı kan gölüne çevirmişlerdir.

“IŞİD” grubu İslam’ın sembolü olan “Kelime-i Tevhidi” bayraklaştırarak İslam adına ortaya çıktıklarını iddia etmelerine rağmen günümüzde İslam’a en büyük zararı vermektedirler…

Aslında bunlar kutsalı ilahlaştırarak aşırı giden ve ilahlarına insan kurban adayan kaldanililerden de daha aşırı bir durumdadırlar…

Tam da böyle bir ortamda Türkiye’de yeni kurulan hükümetin Başbakanı “Yeni Türkiye” ismini dillendirmeye başladı… “Osmanlı modeli” ifadeleri kullanılarak TV kanallarında “Lozan antlaşması, 1924 anayasası, cumhuriyet” gibi kavramlar tartışma konusu yapılmaya başlandı…

Orta Doğu kaynayan bir kazan haline geldi. İçerisine giren yanmaktadır…

Türkiye bir taraftan bu kaynayan kazanın içerisine girmek için bütün emeğini harcarken diğer taraftan kendi içerisinde de “KOBANİ” desteği adı altında bölünme niyetli isyan denemeleri ile karşı karşıya kalmaktadır…

Bir taraftan Orta Doğu yeniden şekillenirken diğer taraftan TÜRKİYE CUMHURİYETİ de yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır…

Bu gidişat tersine çevrilmez ise 2023 yılında üniter yapısı içerisinde bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ kalmayacaktır…

MEHMET BAŞTÜRK

www.mehmetbasturk.com                        

http://www.mehmetbasturk.com/konu_detay.php?Meczup=349

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13



"Müzakerelerde, her aday devlet kendi meziyetlerine göre değerlendirilecektir. Bu ilke, hem muhtelif müzakere başlıklarının açılması, hem de müzakerelerin yürütülmesi bakımından geçerli olacaktır." 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Bay Verheugen, Deutschland Dergisi'nin Aralık-Ocak 2002 sayısına verdiği demeçte Polonya ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Polonya'ya haksızlık ediliyor. Yaklaşık 40 milyon nüfusa sahip Polonya bu süreçte yer alan en büyük ülke. Dolayısıyla Polonya'dan başka ülkelerde olmayan sorunlar yaşanması son derece doğal. Böyle bir süreçte Polonya gibi büyük ve güçlü bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden çok daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalması gayet normal. Bu nedenle de Polonya'yla yapılan üyelik görüşmeleri mecburen daha karmaşık ve tabii ki daha uzun sürüyor. Ancak bundan Polonya'nın yeterince hazırlanmadığı gibi bir sonuç çıkarılması doğru olmaz."

Bay Verheugen'in bu açıklaması birkaç açıdan üzerinde durulacak kadar önemlidir. Birincisi Türkiye'nin gündemlerinde olmadığı bir kez daha görülmektedir. Çünkü süreçte yer alan en büyük ülkenin Polonya olduğunu vurgulamaktadır. İkincisi böylesi büyük bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden farklı sorunlarla karşı karşıya kalmasının normal olduğunu dile getirmektedir. Çok doğru bir tesbit. 15 yıl terörle savaşmış, binlerce insanını kaybetmiş, bu yüzden ekonomisi ağır darbe almış, 65 milyon nüfusu olan Türkiye'nin de aynı anlayışı görmesi gerekmektedir. Bu sebeplerden dolayı (üstelik daha üyelik müzakereleri bile başlamamışken), küçük ülkelerin durumu dikkate alınarak istenen standartları yerine getirmesi elbette ki karmaşık olacak ve uzun sürecektir. Ancak tam üyelik anlamında AB'nin gündeminde Türkiye olmadığı için bu özel durumlar sadece diğer ülkeler için akla gelmektedir. 

Teröristbaşının Dosyasının Başbakanlık'ta Beklemeye Alınmasından Sonra Neler Oldu?

Bilindiği gibi teröristbaşının dosyası, hükümet ortağı üç genel başkan tarafından, "AİHM tedbir kararı" gerekçesiyle ancak Anayasa'nın kesinleşmiş mahkeme kararlarının geciktirilemeyeceğine ilişkin 38. maddesi çiğnenerek, Başbakanlık'ta bekletilmektedir. İlk kez teröristbaşının dosyası için oluşturulan "üç genel başkan müessesesi", ne hukukî yapımıza ve ne de devletin idarî yapısına uygundur. Maalesef kötü bir gelenek halini alan bu uygulama ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin hukuka dayanması gerektiği göz ardı edilmiştir. 

Üç lider dosya ile ilgili kararı verirken, bu bekletmenin sınırını şöyle çizmişlerdi:

"Genel Başkanlar, hukuka saygı içinde aldıkları bu kararın, terör örgütü ve yandaşı çevrelerce milleti ve devleti ile Türkiye'nin yüksek menfaatleri aleyhine kullanmak istendiğinin değerlendirilmesi halinde, erteleme süreci kesilerek infaz sürecine derhal geçilmesi hususunda görüş birliğine varmışlardır."

Teröristbaşı, kararın mürekkebi kurumadan konuşmaya başlamıştı. Sonrasında da adeta İmralı'yı karargâh haline getirip, bölücü terör örgütünü yönlendirmeyi sürdürmüştür. Bu durumda teröristbaşının, liderlerin kararını, Türkiye'nin "yüksek menfaatleri aleyhine" kullanmadığı söylenebilir mi? O günün şartlarında yapılan bu açıklamanın tümüyle kamuoyu tepkisini azaltma ve oyalamaya yönelik olduğu geçen zaman içinde daha iyi anlaşılmıştır. 

İdam cezasının kaldırılması da, liderlerin teröristbaşının dosyasını, Başbakanlık'ta bekletme kararını vermelerinin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra gündeme gelmiştir. Liderler, "AİHM'in tedbiri" gerekçesiyle bu kararı almışlardı. Ancak bugün gelinen noktada bu konuda, zorunluluk veya tesadüflerin değil, planlı ve programlı bir çalışmanın etkili olduğu anlaşılmaktadır. 2 yıl önceki bazı gelişmeleri alt alta sıraladığımızda ortaya ilginç bir tablo çıkmıştır.

12 Ocak 2000 günü, koalisyon liderlerinin zirvesi sürürken AİHM Genel Sekreteri Wolfgang Peukert, hükümeti idam etmeme kararı vermeye çağırarak, "Türk hükümeti tedbir kararına uymazsa, AİHM'in yeni ve bağlayıcı bir ara karar daha alabileceği" sinyalini verdi. Bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen AİHM'in Genel Sekreteri, "AİHM'in Apo'nun başvurusunu haksız bile bulsa, Türkiye'nin modern ülkeler gibi idam cezasını kaldırıp, asmaması" gerektiğini söyledi. Genel Sekreter, AİHM tedbir kararlarının bağlayıcı etkisi olmadığını, ancak aksi kararın, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde büyük olumsuzluklara yol açabileceğini duyurdu.

Liderler zirvesinden sonra dış basındaki haberlerin tamamına yakını, "Türkiye Avrupa'nın baskılarına teslim oldu" şeklindeydi. Zirve ile ilgili değerlendirmeler yapılırken de, kulislerde "yoğun dış baskılardan" söz edilmişti. En ilginç başlık Yunanistan'da yayınlanan Eksusia Gazetesi'ne aittir:

"Türkiye Öcalan'ın idam edilmeyeceği konusunda AB'ye taahhütte bulundu ve bu yönde de ilk adımı attı."

Teröristbaşının, sıcağı sıcağına verdiği "demeç" de bu iddiayı doğrular nitelikteydi:

 "Bu karar ile bundan sonra özellikle AB'ye uyum çerçevesinde Türkiye'nin reformlara ihtiyacı var. Bu zirve kararı bunlara da bir başlangıç olur. Bu plana herkes olumlu temelde katkı sunmalıdır. Bunun için de gerekli olan iç barış ve istikrara ihtiyaç vardır. Eğer bu yönlü gelişmeler olursa PKK tarafından olumlu davranışlar gelişecektir." 

Başbakan Ecevit, teröristbaşının bu beyanatı üzerine kızmış ve "İmralı'nın bir siyaset kürsüsü gibi kullanılmasına müsamaha ile bakılması mümkün değildir. Terörizmi sona erdirmenin bedeli olarak bölücü akımı siyasallaştırma eğilimleri var. Asıl tehlikeli olan bu. Buna asla fırsat vermeyeceğiz." 

demiştir. Bilindiği gibi teröristbaşı, İmralı'yı bugüne kadar "siyaset kürsüsü" olarak kullanmış ve bölücü akım da siyasallaşma çabalarını yoğunlaştırmıştır. Son dönemde gündeme gelen tartışmaların ve yaşanan gelişmelerin tamamı bu çabalarla ilişkilidir.

Şehit aileleri, karardan sonra liderlerle görüşmüşler ve teröristbaşının dosyasının en geç 6 ay sonra Meclis'e geleceği sözünü almışlardır. Ancak o günlerde, 2 yıl sonra ne olacağını gören, şehit aileleri adına dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Süleyman Demirel ile görüşen Mehmet Gencer'dir. Hatırlanacağı üzere Demirel ve Gencer arasında şu konuşma geçmiştir: 

Gencer: Sabır diyorsunuz ama sabrın sonunda Apo asılmayacak.

Demirel: Dur bakalım sabrın sonu olur mu? Biraz sabredin.

Gencer:  İdamlar yasalardan kaldırılacak ve Apo asılmayacak

Demirel: Dur bakalım kardeşim. Herşey oldu-bitti anlamında söylüyorsunuz. Meclis'e, devlete güvenimiz var diyorsunuz, o zaman bunların hepsini siliyorsunuz.

Gencer: Meclis'e gelsin.

Demirel: Gelecektir kardeşim.

Gencer: Ama 2 sene sonra gelecek.

Demirel: Ne biliyorsun iki sene sonra geleceğini?

Gencer: İki sene sonra sizin meşhur sözünüzle dün dündür, bugün bugündür denirse ne yapacağız?

Demirel: O zaman, bugün ne yapacaksan, o gün yaparsın. O gün yapacağınızı bugün yaparsanız yanlıştır. Sizi incitecek birşeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmam. Benim size tavsiyem biraz sabırdır.

Bilindiği gibi aileler bu görüşmeden, devlete haklarını helâl etmeyerek ayrılmışlardır. Demirel, şehit ailelerine "sabır" tavsiye etmiştir ve onları incitecek bir şeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmayacağını da eklemiştir. Ama bugün idamın kaldırılmasını savunmaktadır. Mehmet Gencer'in haklı endişesi olan "Dün dündür, bugün bugündür" gerçekleşmiş, şehit aileleri incitilmiştir.

Teröristbaşının dosyasının 2 yıldır hukuka aykırı bir şekilde Başbakanlık'ta bekletilmesi ve idam cezasının kaldırılması tartışmalarının yine teröristbaşı ile bağlantılı sürdürülmesi, bu konuda da ciddi anlamda kafa karışıklığına yol açmıştır. İlgili, ilgisiz, hukukî veya değil herkes görüş beyan ederken, asıl taraf olması gereken askerlerin, başından beri izlediği "suskunluk politikası" dikkat çekmektedir. Bu suskunluğun gerekçesi de, "Biz tarafız" diye açıklanmaktadır. Yalnız Türk milleti değil, 15 yıldır bölücü terörle mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri de dahil topyekün Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu konunun tarafıdır. Güneydoğu'da tetik çekerken taraf olanların bugün hakem olmaları mümkün değildir. Askerlerimizin, yapılan mücadelenin bir parçası ve devamı niteliğinde olan bu konuda muhatap ve taraf olarak görüş bildirme mecburiyetleri vardır, hatta herkesten önce konuşması gereken onlardır. 

Gerek teröristbaşının dosyasının Başbakanlık'ta bekletileceği formülünün tartışıldığı günlerde ve gerekse de kararın hemen ardından yaptığım açıklamalarda, hem bu düşüncelerimi, hem de genel başkanların kararının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve TBMM'ye ait bir yetkinin kullanılamayacağını ifade ettim. Bu konudaki sert açıklamalarım sebebiyle, partiyle aramda "soğuk rüzgârların" estiği yazıldı, çizildi. 1 hafta sonra ise benim adım da dahil olmak üzere kabine revizyonundan bahsedilmeye başlandı. 

Üç liderin hukuksuzluğunu daha sonra da dile getirmeyi sürdürdüm. Haziran 2001'de Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'e, yönelttiğim bir önerge ile, hükümete bu konuda baskı yapılıp yapılmadığını, AHİM'in muhatabının "TBMM mi, üç genel başkan mı" olduğunu sordum. Adalet Bakanı Türk, "AİHM'in, bir karar verene kadar idam cezasının yerine getirilmemesini sağlayacak her türlü tedbirin alınmasını istediğini" belirterek, "Hükümetin de bu talebi kabul ettiği" cevabını verdi. Bu doğru değildi. O dönemde ben de hükümet üyesiydim ve hükümete böyle bir konu gelmemişti. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararlarının hükümette görüşülmesi zaten mümkün değildi. Sözkonusu kararı 7 saatlik bir zirvenin ardından üç genel başkan almıştı. Bunun üzerine Adalet Bakanı'na Ocak 2002'de ikinci bir önerge vererek, "Dosyayı bekletme kararının hükümete mi, üç genel başkana mı ait olup olmadığı ve Anayasa'ya aykırılığı" sorularını tekrarladım. Adalet Bakanı Türk, bu kez de sorularıma cevap vermek yerine, uzun uzun AİHM kararlarının hukukî durumunu anlatmayı tercih etmişti. Bu durum, Adalet Bakanı'nın dahi hukuken savunamadığı bir işlem yapıldığını göstermektedir. 

İlerleme Raporlarında Kürtçe Yayın ve Eğitim Talebi Nasıl İfade Edilmiştir? 

İdam cezası gibi kaos içinde tartışılan ve kafaları karıştıran bir diğer konu da ana dillerde yayın ve eğitimdir. AB'nin bu konularda, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde diplomatik bir üslûpla, bu belgenin temelini oluşturan ilerleme raporlarında ise açıkça talepleri olmuştur. Sözkonusu taleplere Ulusal Programımız ile verdiğimiz cevapta herhangi bir taahhütte bulunmadığımız halde, en başta hükümet yetkilileri olmak üzere tüm AB yanlılarınca sanki taahhüdümüz varmış gibi bir tutum izlenmektedir. Ülkeyi yönetenlerin verdiği bu hava ile diğer kesimlerin, bilmeden "taahhütten" bahsetmeleri belki doğal karşılanabilir ancak programın altında imzası olanların yürüttüğü "taahhüt kampanyasının" izahı mümkün değildir. Yöneticilerin, ülkelerinin çıkar ve politikaları yerine, adeta başkalarının çıkar ve politikalarını savunmaları ciddi izahatı gerektirmektedir. Bu öylesine bir dengedir ki, bilindiği gibi AB üyesi İtalya'nın Başbakanı Berlusconi, İtalya'nın değil de Brüksel'in sözcülüğünü yaptığı gerekçesiyle Dışişleri Bakanı'nı azletmiştir. 

AB, ana dillerde yayın ve eğitim yapılmasını nasıl talep etmiştir. Raporlardan inceleyelim;

1998 İlerleme Raporu- (Azınlık hakları ve azınlıkların korunması bölümü içinde Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar alt başlığı altında) 1991 yılında Türkçe'den başka dillerdeki yayınlarla ilgili yasanın kaldırılması Kürtçe dahil yabancı dillerde yayın yapılabilmesini mümkün kıldı. Kürtçe kültürel faaliyetler çerçevesinde artık yasak değildir fakat siyasî iletişim veya eğitim alanlarında kullanılamaz. Kürt dillerinden herhangi birinde radyo ve tv yayıncılığı yasaktır. 

1999 İlerleme Raporu- Ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili özel bir gelişme olmamıştır. Bazı üye devletlerce ifade edilen ümitlerin aksine, Kürt sorunu konusunda bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu ümitler Öcalan'ın ve diğer bazı önemli PKK mensuplarının tutuklanmasıyla terörizmin kontrol altına alınmasının kolaylaşacağı ve güneydoğunun sorunlarına sivil bir çözüm bulma şansının artacağı beklentisine dayanıyordu. Son düzenli raporda belirtildiği gibi "bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir. Örneğin Kürt dilinde tv yayınlarına görünüşte, siyasî olmayan programlar için hoşgörü gösterilirken, resmî olarak hâlâ müsaade edilmemektedir. Türkçe'den başka dillerin kullanımı açısından, 1923 Lozan Antlaşması kapsamına giren azınlıklara mensup vatandaşlar (Yahudiler, Ermeniler, Rumlar) ile ilgili olarak belirli bir problem bildirilmiş değildir. Ancak, Lozan Antlaşması'nın kapsamı dışındaki gruplara mensup olanlar için, özellikle TV/radyo yayıncılığı ve eğitim açısından, durum iyileşmemiştir. 3984 sayılı yasa, evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç, radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir. Uygulamada, Kürt dilinde bazı yayınlara bazen müsamaha gösterilmektedir. Eğitim alanında (temel ve yaygın eğitim), Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açıkça müsaade edilmedikçe, Türkçe'den başka hiçbir dil eğitim amacıyla kullanılamaz. Ne mevzuat, ne de uygulama, etnik kökenlerinden bağımsız olarak bütün Türkler için kültürel hakların kullanımına engel olmamalıdır. Nüfusun büyük ölçüde Kürt kökenli olduğu güneydoğudaki durumun düzelmesi için, bu husus özel önem taşımaktadır. 

2001 İlerleme Raporu- Kültürel haklar açısından Anayasa'nın 26 ve 28'inci maddelerinin tadil edilmesiyle ilerleme sağlanmıştır. Kanunla yasaklanmış dillerin kullanılmasına izin vermeyen hüküm kaldırılmıştır. Bu değişiklik Türkçe'den başka dillerin kullanılmasının yolunu açabilir ve dolayısıyla olumlu bir gelişmedir. Ancak Türkçe'den başka dillerde haberleşme hakkına müdahale edilmesine karşın etkin koruma sağlamak için var olan kısıtlayıcı mevzuat ve uygulamalarda değişikliğe ihtiyaç olacaktır. RTÜK Yasası, "evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç" radyo ve tv yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir.

1923 Lozan Antlaşmasının kapsamına girenler (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) dışındaki gruplara mensup kişiler bakımından fiilî durum, özellikle yayıncılık ve eğitim ile ilgili olarak iyileşmiş değildir. Pratikte örneğin Kürtçe şarkılar ve Kürtçe sokak röportajları arada sırada yayınlanmaktadır. Eğitim (temel ve yaygın eğitim) alanında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmen izin verilmedikçe Türkçe'den başka hiçbir dil öğretim amacıyla kullanılamaz. Anayasal reform kapsamında hiçbir değişiklik Türkçe'den başka dillerde eğitim yapılabilmesini öngörmüyor. Kültürel haklara saygı konusu Güneydoğu'daki durumun iyileştirilmesi bakımından özellikle önemlidir.

Görüldüğü gibi "Türk kökenli vatandaşlar" olarak nitelendirilen ancak "azınlık" başlığı altında ele alınan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinden "sanal azınlıklar" yaratma çabası ısrarlı sürdürülmektedir. Türkiye'nin Lozan Antlaşması dışında azınlık tanımadığı ısrarlı vurgulanmakta, "tüm vatandaşların ana dillerini kullanmalarının önündeki engellerin kaldırılması" istenerek, Kürtlerle başlatılıp, devam ettirilecek bir sürecin işaretleri verilmektedir. Ayrıca bugün yetkililerimizin söylediğinin aksine sadece yayın değil "eğitim" talebi de vardır, açık açık "temel ve yaygın eğitim" denilmektedir ve Milli Eğitim Kanunu'na sık sık atıf yapılmaktadır. 

Kaldı ki, Türkiye'den, ana dillerde, özellikle de Kürtçe eğitim  talebinde bulunan AB'nin üye ülkelerinde de çok sayıda Kürt kökenli vatandaşımız vardır. Bunu bir hak olarak gören AB, eğer gerçekten böyle bir ihtiyaç varsa neden öncelikle kendi ülkelerinde kurs veya okul açılmasını gündeme getirmemektedir? Türkiye'nin bunu yapmamasının "hak ihlali" olduğunu iddia eden AB'nin kendisi de hakları ihlal etmiş olmuyor mu?   

AB'nin diğer talepleri gibi ne yazık ki bu çok önemli konu da, Türkiye gerçeklerine uygun şekilde ve ciddiyet içinde ele alınmamaktadır. Enine boyuna tartışılması gerekirken, telaş içinde, adeta birşeyler yapmış veya söylemiş olmak için her kafadan ayrı ses çıkmaktadır. Devletin en tepe noktalarında, Kürtçe yayının TRT eliyle yapılması telaffuz edilmektedir. Bu görüşün, "devlet eliyle yayın ve kontrolün" ötesinde, öncelikle Anayasa'nın değişmez maddeleri arasında yer alan 3. Madde'deki, "Devletin dili Türkçe'dir" hükmü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. O zaman, devletin resmî bir kurumu olan TRT'den böyle bir yayının yapılmasının anlamının daha farklı olacağı, Anayasa'nın değişmez bir hükmünün delinmesinin yolunun açılacağı görülecektir. Ancak maalesef konuya basit yasa veya yönetmelik değişiklikleri çerçevesinde bakılmaktadır. 

İlerleme Raporları İle Sanal Dinî Azınlıklar da Yaratıldı mı?

Maalesef bu konu da sanal etnik ve dilsel azınlıklar yaratma politikası ile paralel bir seyir izlemiştir ve AB, ülkemizde sanal dinî azınlıklar bulunduğunu iddia etmektedir. İşte AB'nin raporlarından sanal dinî azınlıklarımız; 
1998 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü konusunda devlet ilkokullarında dinsel eğitim(sünni) zorunludur. Gayrı müslüm kökenlerini ispat etmeleri üzerine Lozan Antlaşması azınlıkları İslamî din eğitiminden yasayla muaf tutulurlar. Türkiye tarafından tanınan dinsel azınlıklar kendi dinlerini icra etmekte serbesttirler. Fakat (sünni) İslamdan başka dinlerin icrası, örneğin dinsel mekânların (Acaba Ayasofya ve Heybeliada Ruhban Okulu mu kastedilmektedir?) mülkiyeti ve faaliyetlerinin genişletilmesi pek çok bürokratik kısıtlamaya tabidir. Süryani Ortodokslar bir dinsel azınlık olarak tanınmamakta olup, dinsel eğitimlerinin icrasında baskılara tabidir. Türkiye'nin Alevi Müslümanları en az 12 milyon kişi olarak tahmin edilmektedir. Sünni din adamlarının aksine hükümetten maaş alan Alevi din adamları yoktur. Kültürel haklar arasında din özgürlüğü, resmen tanınan dinsel azınlıklara (Lozan Antlaşması) ve engellerle karşı karşıya olan diğer dinsel azınlıklara farklı muamele edilmesi yüzünden sınırlı kalmaktadır. 
1999 İlerleme Raporu: Din özgürlüğü bakımından Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hâlâ mevcuttur.
2000 İlerleme Raporu - Din özgürlüğü ile ilgili olarak, Yahudi cemaati yanında, Yunan Ortodoks, Ermeni, Katolik ve Süryani Ortodoks Kiliseleri başta olmak üzere, bazı gayri müslim cemaatlere yönelik daha büyük bir hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. Aralık 1999'da, yetkili makamların yayınlamış olduğu bir genelgeye göre, dinsel cemaatler, hayır ve ibadet binalarını tamir etmek için devletten izin almak zorunda olmayacaklardır. (Ancak AB üyesi Yunanistan, Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığının neredeyse kiremit değiştirmesini bile izne bağlamıştır.) Genel olarak, bu olumlu yaklaşım daha da geliştirilmeli ve 1923 Lozan Antlaşması'nın kapsamına girsinler veya girmesinler, gayri müslimlerin somut talepleri, Heybeliada Ruhban Okulunun kapalı kalmaya devam etmesi konusu dahil, gerektiği gibi incelenmelidir. 
Alevilere yönelik resmî yaklaşımda herhangi bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Alevilerin şikâyetleri, sadece Sünni camileri ve dinsel vakıflarının inşası için malî destek sağlanması yanında, okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini yansıtmayan zorunlu din eğitimi verilmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konular son derece hassastır; ancak, bunlar hakkında açık bir tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. 
2001 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü ile ilgili olarak bazı gayrı müslim cemaatlere yönelik daha büyük hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. 2000 yılında özellikle Hıristiyanlığın 2000. yıldönümü kutlamalarında Türk makamları Tarsus'ta bir toplantı dahil belli başlı dinsel gruplar arasında düzenlenen "ekümenik" etkinliklere destek oldular. Aralık ayında Cumhurbaşkanı Sezer, Noel ve Hanuka münasebetiyle Türkiye'nin dinsel azınlık gruplarına bir mesaj yayınladı. Azınlık vakıflarına ait olan kiliseler ve diğer binaların onarımı için artık resmî izin gerekli değildir. Ancak Hıristiyan kiliseler, özellikle taşınmaz mülkiyeti ile ilgili olarak güçlüklerle karşılaşmaya devam ediyorlar. Heybeliada Ortodoks Ruhban Okulu'nun 1971'den beri kapalı kalmasıyla ilgili herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır. 
Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumunda iyileşme olmamıştır. Alevilere yönelik resmî yaklaşım değişmemiştir. Alevilerin sorunlarına Diyanet İşleri Başkanlığınca ilgi gösterilmemiştir. Alevilerin şikâyetleri okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini tanımayan zorunlu din eğitimi verilmesiyle ve sadece Sünni camileri ve dinsel vakıfları için malî destek sağlanmasıyla ilgilidir. 
Görüldüğü gibi sanal dinsel azınlıklar yaratma çabası bütün hızıyla devam etmektedir. Yıllardır çeşitli platformlarda dile getirilen ekümenliğin tanınması, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve kiliselerin istediği şekilde mal-mülk sahibi olması da nihayet AB'nin talimat listesine(!) dahil edilmiştir. Bu arada Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne verilen bir önerge ile Ayasofya'nın kilise olarak ibadete açılması talep edilmiştir. İstanbul için "Constantinople" denilen önergede, "İşgal altındaki görkemli Hıristiyan toprakları"ndan bahsedilmekte ve "Ayasofya'nın Hıristiyan dünyasına iadesi" istenmektedir. Avrupa Konseyi gündemindeki bu konunun yakın zamanda AB Parlamentosu'na gelmesi de sürpriz olmayacaktır. 

Heybeliada Ruhban Okulu Meselesi Nedir?

Heybeliada Ruhban Okulu meselesi AB'nin 1998 ve 1999 ilerleme raporlarında yokken, birden bire 2000 yılından itibaren gündeme gelmiştir. AB, bu okulun açılmasını istemektedir. Henüz ön şart olmasa da ön şart haline geleceğine kesin gözüyle bakılan konulardan birisidir. Çünkü ilerleme raporlarına bu tarihlerde girmiştir; ancak öncesinde diğer konular gibi Avrupa Parlamentosu'nda tavsiye kararları şeklinde gündeme getirilmiştir. Avrupa Parlamentosu'nun bu konuyla ilgili kararlarından bazıları şöyledir;

- Dünyanın her tarafında milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis'teki (AP İstanbul yerine bu ifadeyi kullanmaktadır) Patrikhane'nin önemini gözününde bulundurarak, patrikhanenin ve diğer dinsel yerlerin binalarının korunması için gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur. (24.10.1996)

- Avrupa Parlamentosu, Patrikhane'ye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu'nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur. (24.10.1996) 
Hıristiyan din adamı yetiştirmek amacıyla 1844 yılında kurulan bu okul, zamanla amacından sapmış bu yüzden Lozan görüşmeleri sırasında yasaklanması gündeme gelmiştir. Ancak Batılı devletlerin ısrarı üzerine belli şartlar çerçevesinde faaliyetine izin verilmiş, statüsü de Lozan ile belirlenmiştir. Buna rağmen, Türkiye aleyhine faaliyetlerin merkezi haline gelen, özellikle de Kıbrıs sorununun gündeme gelmesiyle "odak" olduğu ortaya çıkan bu okulun mezunlarından birisi de Enosis'in temel direklerinden Başpiskopos Makarios'tur. Anayasa Mahkemesi'nin özel okullarla ilgili yasayı iptalinden sonra Milli Eğitime veya bir üniversiteye bağlanmayı reddedip, faaliyetlerini kendiliğinden sona erdiren bu okulun, özel ve özerk, evrensel, siyasî ve dinî bir mekân yani ikinci bir Vatikan olması için çalışmalar sürdürülmektedir. 

Kısa sürede onlarca ülkeyi gezen ve gittiği her yerde "ekümen- evrensel patrik" ünvanını kullanan Fener-Rum Patriği Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması için AB'den sonra, ABD'nin de desteğini aldı. Süratle uluslararası bir sorun haline dönüştürülen bu konunun çözülmesinden sonra Patriğin, çok sayıda başka hedefi gündeme getireceği bilinmektedir. 
Türk makamları ile yazışmalarında dahi, "Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch- Constantinople (İstanbul), Yeni Roma ve Evrensel Patrikhanesi Başpiskoposu" ünvanını kullanmaya cüret eden Patriğin bu ünvanı hedeflerini gösterir niteliktedir. Ancak yöneticilerimiz olaya, "Bunların isteklerini kabul ettiğimizde, bizim dinî kuruluşlarımız da özel okul isterse" mantığıyla bakmaktadırlar. Böyle bir endişeyi gerekçe yapanlar düşünemiyorlar ki, İslam dini bir inanç sistemi olmanın yanında büyük Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli dediği, Türk kültürünü oluşturan ana unsurlardan birisidir. Böyle bir anlayış, milleti millet yapan kültürle çatışmaya girmek demektir ki, bu da bindiği dalı kesmekle eş anlamlıdır. 
Atatürk'ün, Lozan Konferansı'nın ilk dönem görüşmelerinin yapıldığı sırada 25 Aralık 1922'de Le Journal Gazetesi'ne verdiği demeçte Patrikhane ile ilgili olarak söylediği şu sözler yeterince açıktır:

"Azınlıklara gelince, bu konuda değiş tokuş ileri sürmüştük. Öbür devletlerin temsilcileri de bu konuda bizim fikrimizi izlemişler ve onaylamışlardı. Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Rum Patrikhanesi'ni artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir? Türkiye'nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığınak göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?"

İlerleme Raporları; Katılım Ortaklığı Belgesi'nin İlerisinde... Sırada Hangi Talepler Var?

İlerleme raporlarının, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin temelini oluşturduğunu, hatta onun da önünde olduğunu söylemiştik. Türkiye hakkındaki ilk ilerleme raporu 1998 yılında düzenlendi ve sonraki yıllarda da devam etti. Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi ise 8 Kasım 2000'de verildi. Bu belgenin hazırlanmasında tümüyle 2000 yılı İlerleme Raporu esas alınmıştı. Daha önce belirttiğimiz gibi 2000 raporunun temel dayanaklarından birisi ise meşhur Morillon Raporu'dur. 2000 ve 2001 yılları ilerleme raporları ile Katılım Ortaklığı Belgesi'ni karşılaştırdığımızda, raporlardaki birçok hususun KOB'a girmediğini görüyoruz. KOB'da olmasa bile raporlardaki tesbit daha doğrusu dolaylı taleplerin ileriki yıllarda gündeme gelmesine kesin gözüyle bakmalıyız. Çünkü, KOB'un başlangıcında, "İlerleme raporlarındaki hususların her halükârda yerine getirileceği" belirtilmektedir. Kaldı ki, "Ulusal Program'ın KOB'un ayrılmaz bir parçası olmamakla beraber, kapsadığı önceliklerin Katılım Ortaklığı Belgesine uyması", kısaca Ulusal Program'ın, KOB'a uydurulması gerektiği de açıkça ifade edilmektedir. 

KOB'da bulunmayıp da, ilerleme raporlarımızda yer alan, bu sebeple bir süre sonra gündeme gelmesi ihtimali bulunan taleplerin neler olabileceğini  raporlardan kabaca taradığımızda önümüzde şöyle bir liste bulduk:  

- Genelkurmay Başkanı'nın, AB, NATO ve AGİT standartlarına aykırı olarak Savunma Bakanına karşı sorumlu olmak yerine hâlâ Başbakan'a karşı sorumlu olması,
- Savunma ve güvenlik konularında parlamentoya karşı pek az sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır, (Genelkurmay Başkanlığı kast ediliyor) 
- YÖK'te Genelkurmay Başkanı tarafından seçilen bir üyenin olduğu görülmektedir,
- Daha önce gündeme gelen RTÜK Yasası'nda, RTÜK'e MGK temsilcisinin atanması öngörülüyordu. Yasanın yeni şeklinin Avrupa standartlarına uygun olması  önemlidir,
- Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na Başkanlık etmesi yargı ve yürütme arasındaki güçler ayrılığına gölge düşürmektedir,    
- AİHM kararlarının dolaysız geçerliliği sorunu devam etmektedir, (AİHM kararlarının doğrudan geçerli olması isteniyor) 
- Türk Ceza Kanunu değişikliği 6 No'lu Protokülü imzalama ve onaylama durumu olup olmadığını gösterecektir (Anayasa'daki terör suçlarında idam cezasının TCK değişikliği ile kaldırılmasının istendiği ima ediliyor),
- Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü henüz imzalanmamıştır, (AB üyesi Yunanistan ve İrlanda da Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü imzalamamıştır)
- Türkiye, Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır, (Böyle bir mecburiyetimiz olmadığına göre, açıkça dayatmada bulunuluyor)
- Alevilik gibi konular son derece hassastır. Ancak bunların hakları konusunda tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. Zorunlu din eğitimi verilmesi, sadece Sünni camilere ve dinsel vakıflara malî yardım gibi problemler vardır,
- Heybeliada Ruhban Okulu konusunda herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır, 
- Sivil Toplum Kuruluşlarının işleyişi hâlâ devlet kontrolündedir. STK'lar Türkiye dışından malî kaynak almak için hükümetten onay almak zorundadırlar, (Son dönemde yaşanan yabancı kuruluşlarla ilişkide olan vakıf ve dernekler ile ilgili tartışmalar hatırlanırsa, bunların tüm faaliyetlerinin serbest bırakılmasının istendiği sonucunu çıkarabiliriz)

- Göçebe çingeneler Türkiye'ye göçmen olarak kabul edilmeyecek gruplar arasında olmaya devam ediyor.  

Görüldüğü gibi daha "yapacak çok işimiz" var. Bu listelerde olmayan ancak 2002 İlerleme raporunda yer alması kuvvetle muhtemel olan bir hususu da biz ilave edelim istiyoruz. Bilindiği gibi Ankara'daki travestiler Mart ayı içinde Bayan Karen Fogg ile görüşerek, yardım istediler. AB'nin, bu sorunu da mutlaka gündemine alacağına inanıyoruz!..
Sanal Değil Gerçek Aday Ülkelerin Sorunları, AB'nin Bunlardan İstekleri Nelerdir? 
AB'nin, Türkiye'nin "temel siyasi eksikliklerine" ilişkin değerlendirmelerine geride kalan bölümlerde çeşitli başlıklar altında yer verdik. Burada diğer aday ülkelerle ilgili tesbitleri mümkün olduğunca geniş bir şekilde ele alarak, AB'nin gerçekten tüm ülkelerden aynı taleplerde bulunup, bulunmadığının görülmesine ve değerlendirmelerinin "insafı" hakkında bir karşılaştırma yapılmasına imkân sağlamak istiyoruz. 

Merkezî ve Doğu Avrupa'nın 10 ülkesinin yanısıra Kıbrıs ve Malta ile ilgili raporların toplu bir değerlendirmesi yapılacak olursa, bu ülkelere yapıcı ve oldukça iyi niyetle yaklaşıldığını, bunların gerçekten AB üyeliğine hazırlanmalarına çaba gösterildiği görülmektedir. Yine bu ülkelerle ilgili olarak ağırlık ekonomik, idarî ve hukukî yapılanmaya verilmekte, siyasî kriterlerde de, örneğin resmî azınlıkları için dil, kültür ve sosyal açıdan topluma entegrasyonlarından bahsedilmektedir. Türkiye için devamlı olarak resmî azınlık veya etnik grup sayılmadıkları halde, neredeyse toplum gruplarının tamamını ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olunursa "niyet" farklılığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Diğer aday ülkelere, resmî azınlıkları için tavsiye ve maddî destek verilmekte hatta bunların topluma entegrasyonu için özel programlar geliştirilmektedir. Herhalde Türkiye, böyle özel entegrasyon programları geliştirse, AB raporlarında asimilasyondan ve insan haklarına aykırılıktan bahsedilir, yüksek sesle ve ağır bir dille tenkit edilirdi. 
Türkiye'nin sorunlarına karşılık, AB'nin adeta dayatma şeklindeki talepleri, hem sayıca fazladır ve hem de en hassas konuları içermektedir. Bu gerçek karşısında diğer aday ülkelerden beklentilerin "detay" kaldığını söylememiz mümkündür. Buna rağmen, gerçek aday olan 12 ülke, istenilenlerin tamamını henüz yerine getirmemiştir. Bunlara, yakın dönemde üyeliğe alınacak olanlar da dahildir. Ancak aday ülkelerin tamamının raporları, "Kopenhag kriterlerine uygunluk devam ediyor" şeklinde başlarken, sadece Türkiye için "Kopenhag kriterlerine uyum olmadığı" belirtilmektedir. Türkiye dışındaki ülkelere genelde son derece yapıcı bir üslup kullanılarak, anlayış gösterildiği, ülke yöneticilerinin "niyet"lerinin yeterli sayıldığı, özellikle de Kıbrıs Rum kesimi ile ilgili olarak açık bir "himaye" üslubunun geliştirildiği görülmektedir.                 

Bu tesbitlerden sonra AB'nin 12 aday ülkenin ilerlemesi ile ilgili raporlarını yıllar itibariyle şöyle özetlemek mümkündür:



14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

28 Eylül 2017 Perşembe

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP



Suriye Üzerine Oyunlar,  Türkiye ve AKP 

Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ* 
* Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, saityilmaz@beykent.edu.tr 


Suriye’de Mart 2011’de başlayan ayaklanma hareketleri Haziran 2011 itibarı ile gerek ülke içinde devam eden silahlı şiddet hareketlerinin artması, gerekse Türkiye sınırına biriken ve artma eğiliminde olan göç dalgası ile birlikte kritik bir safhaya girmektedir. Suriye’yi bugüne getiren olayların başlangıcını Beşar Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılına kadar geri götürmeliyiz. Londra’da göz doktorluğu eğitimli, modern eğilimli Beşar Esad, daha iktidara gelir gelmez babası Hafız Esad’a göre daha esnek bir yönetim tarzı izleyeceğinin mesajlarını vermiş ve ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan bu yeni dönem, o zamandan başlayarak Suriye’ye sızmak isteyen Batılı istihbaratçıların iştahını kabartmış, muhalif gruplar bu dönemde hareketlenmeye başlamıştı. 

2003 yılında başlayan Irak Savaşı sonrasındaki dönem Suriye üzerindeki oyunların ve muhalif hareketlerin daha da sistematik hale gelmeye başladığı gelişmelere sahne oldu. Mart 2011’de başlayan üçüncü dalga ise, Tunus’ta başlayan ve Libya’da kanlı bir biçimde devam eden Büyük Orta Doğu’yu dönüştürme projesinin önemli bir kavşağıdır. Bu projede iktidar partisi AKP’nin aldığı rol ve ABD’nin operasyon partisi1 olma konumu özellikle Suriye Sahnesin de belirginleşti. 

Suriye’deki Resim 

Tıpkı Irak gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılan topraklar üzerinde kurulan ve sınırları cetvelle çizilen suni devletlerden biri olan Suriye, 1920-1946 yılları arasında Fransa mandasında kaldı. 1947 yılından itibaren ülkeyi Alevi azınlığın iktidarı olarak adlandırılan Baas Partisi yönetmeye başladı. Irak’ta Saddam döneminde iktidardaki Baas Partisi Sünni’lerin elinde iken, Suriye’deki Baas Partisi Şii’lerin elinde olagelmiştir. Yaklaşık 23 milyon olan bugünkü nüfusunun ancak %11-12’sini Aleviler, %67-70 ise Sünniler oluşturmaktadır. Diğer gruplar arasında İsmailliler %1,5, Dürziler %3-5, Hıristiyanlar %14-15 olarak dikkati çekmektedir. Suriye’deki Kürt nüfusu 300 bin ile 1,5 milyon arasında veren çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Golan, Lazkiye çevresi, Şam ve Halep’te önemli bir Türkmen nüfusu bulunmaktadır. Suriye demografisinin dikkati çeken yönü işsizlik ve özellikle Sünni Araplar ve Kürtler arasındaki yüksek nüfus artış hızıdır. 

Suriye’de 10-24 yaş arası gençler toplam nüfusun %36.3’ünü oluşturmaktadır. Kişi başına gelir 2.400 Dolar civarındadır. 

Mart 2011’de başlayan dalganın en önemli özelliği, 1982 Hama olaylarından sonra muhalifler tarafından rejimi değiştirmek için şiddet olaylarına tekrar başvurulmasıdır. 

Üstelik Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması, olağanüstü halin kaldırılması, barışçıl gösteri hakkının yeniden düzenlenmesi gibi önemli muhalif isteklerini yerine getiren reform çabalarına rağmen şiddet olaylarının ve gösterilerin devam etmesi; bizzat Beşar Esad’ı hedef alan bir rejim değişikliği için düğmeye basıldığının göstergesi olarak kabul edilebilir. 

Bununla beraber, muhalefeti kimin temsil ettiği oldukça muğlaktır. Toplumun farklı kesimlerinden destek alıyor olsa da göstericilerin en çok iktidarı ele geçirmek isteyen Sünni Araplar arasından çıktığı ilk tespittir. Dahapragmatik davranmak isteyen Kürtler ise kontrollü davranarak, kendi haklarını geliştirecek her taraf ile anlaşma bekleyişinde dir. Sünni Arap iktidarından çekinen Hıristiyanlar da, Kürtler gibi bekle-gör politikası izlemektedir. Dürziler ise tarafsız kalmayı tercih etmektedir. 




Esad’ın tek belirgin desteği Alevilerden gelmektedir. Beşar Esad iktidarının en güçlü yanı, Ordu (özellikle üst kademeler) ve istihbaratı güçlü bir şekilde elinde tutmasıdır. 

Der’a, Şam, Humus, Banyas, Rastan ve Bayda gibi yerlerde muhaliflerin etkin olduğu, meydana gelen şiddet olaylarında onlarca eylemcinin öldürüldüğü ve binlercesinin tutuklandığı bildirilmektedir. 

Olaylar genellikle Türkiye sınırına uzak olmakla birlikte göçmen akımı özellikle Hatay’ı seçmektedir. Türkiye ile Suriye arasında 877 km. kara sınırı bulunmaktadır. 
Hatay bölgesinde sayıları gün geçtikçe artan göçmen sayısı ve Batının yakın ilgisi ister istemez bize Irak’ın kuzeyinde 1990’lı yıllarda meydana gelen gelişmeleri 
hatırlatıyor. Aynı kanserli bölgenin Türkiye-Suriye sınırında da yayılması ve hatta tüm Türkiye sınırlarını sarması yadsınamaz bir ihtimaldir. 
Söz konusu göçmen akınının neden Türkiye sınırlarına yakın bir yerde hem de aylar öncesinden yabancı basının yerleşerek hazırlandığı bölgede gerçekleştiği ve neden NGO’ların kapıda beklediği iyi sorgulanmalıdır. Türkiye ile Suriye arasında ki muhtemel bir Kürt kuşağının Irak’tan sonra Arap dünyasıyla Türkiye’nin fiziki bağını tamamen koparacağı unutulmamalıdır. 

Suriye, Orta Doğu bölgesinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı dört devletten birisidir. Suriye’deki Kürtler ağırlıklı olarak Türkiye-Suriye sınırı boyunca üç ayrı bölgede yoğunlaşmışlardır. Bu bölgeleri, Türkiye’nin Hatay şehrine 30 km. mesafede bulunan Afrin, Halep şehrinin kuzeyindeki Fırat nehrinin Suriye’ye giriş noktası olan Ain Al Arap, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı ve Haseki şehirlerinin bulunduğu bölgeler (Cezire Bölgesi) olarak sayabiliriz.2 

Cezire bölgesindeki Kürtleri ,Suriye vatandaşlığa almamıştır. Afrin bölgesindeki Kürtler ise yerli Kürtlerdir. 
Suriye’deki Kürtler büyük çoğunluğu ile Sünni mezhebine mensupturlar. Bu ülkedeki Yahudi Kürtlerin çoğu, İsrail devletine göç etmişlerdir. Ayrıca Şam, Halep, Tartus ve Lazkiye şehirlerinde de iş bulmak amacıyla buralara göç eden çok sayıda kimliksiz Kürt olduğu bilinmektedir. 
Suriye’deki Kürtlerin bugün içinde yaşadıkları rejimin de etkisiyle oldukça Araplaştıklarını da söyleyebiliriz. Suriye, Türkiye ve Irak sınırına yakın bölgelerde yaşayan Kürt grupları ülkeiçinde iskân ederek asimile etme stratejisi izlemektedir. Kürtlerin boşalttığı bölgelere Arapları yerleştirerek burada bir Arap Hattı kurmayı istemektedir. 

ABD ve Batı Oyununda Yeni Perde 

< Suriye'de Beşar Esad’ı Hedef alan bir Rejim >

11 Eylül 2011 sonrası güvenlik ortamının en öne çıkan özelliği iç ve dış müdahalelerin artık eşkıyalık düzeyine varacak kadar keyfi bir hal alması ve bu yönde evrensel barış ve güvenliğin düzenleyicisi olması beklenen Birleşmiş Milletlerin (BM) işlevsizliğinin iyice belirginleşmesi ya da sadece Batılı ülkelere istedikleri meşruiyeti sağlama rolününötesine geçememesidir. BM Şartnamesi ’nin 2/4. maddesi devletlere uluslararası ilişkilerinde “devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanmayı” yasaklamış olmasına rağmen, Batılı devletler 51. maddedeki muğlâk meşru savunma hakkının kapsamını istismar etmektedirler. Daha da vahimi önce Kadife devrimlerde, bugün ise Orta Doğu’da görüldüğü gibi demokrasi ve özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için “insan hakları” gerekçesini ortayasürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir. Çanlar şimdi Suriye için çalmaktadır ve uluslararası müdahale için gerekli ortam her gün biraz daha pekişmektedir. Tıpkı Libya ve diğer ülkelerde olduğu gibi bir yandan yönetim tehdit ve şantajla baskı altına alınırken, örgütlenen ve ellerine silah verilen göstericiler çeşitli yerleşim bölgelerini kontrol altına alarak isyanın yaygınlaşmasına ve destek bulmasına çalışmakta, onlara güvenlik güçlerinin müdahalesi ise “ İnsan hakları ihlali ” olarak Batılılar tarafından mümkün olan her vasıta ile dış dünyaya lanse edilmektedir. 




2003 yılındaki Irak Savaşı döneminde, ABD-Suriye ilişkilerinde olumsuzluklar giderek tırmanmaya başlamıştır. ABD, İsrail’in de etkisiyle, Suriye üzerinde; Filistin’e verdiği desteği azaltması, ülkesinde Hizbullah terör örgütünün faaliyetlerine müsaade etmemesi, Irak’a Suriye’den yapılan yasadışı malzeme ve personel geçişlerini önlemesi ve ülkesinde demokratikadımlar atması yönünde baskılara başlamıştır. Bu arada, ABD ve İsrail, Suriye’de Kürt kartını da kullanmaya başladı. Mart 2004’de Cezire bölgesindeki Kamışlı’da bir futbol maçında çıkan olaylar bir anda tüm Suriye’ye yayılmış, Kürtlerin yasadışı gösterilerine ve toplumsal bir harekete dönüşmüştür. 

Bu olaylar sırasında Kürtlerin ABD’ye destek veren sloganlar atmaları, Suriye’nin olayların arkasında ABD, İsrail ve hatta Talabani’nin olduğu ve Kürtleri kışkırttık ları şeklinde açıklamalar yapmasına da neden olmuştur. Irak’lı Kürtlerin ve özellikle Talabani’nin,Suriye’deki Kürt faaliyetlerine daha değişik nitelikte ve örtülü olarak destek verdiği bilinmektedir. 

ABD’de 2005’de yapılan “ Suriye Kürtleri Konferansı ”na Talabani’nin oğlunun katılması bunun önemli bir delili olarak algılanmaktadır. Aynı konferansın Haziran 2006’da Belçika’da yapılan toplantısını müteakip, hemen arkasından ABD’de devam ettirilen ikinci toplantıda ise, Suriye’deki yaklaşık 12 ayrı partide dağılmış olan Kürtlerin kendi aralarında bölündükleri, tıpkı diğer ülkelerdeki Kürtlerde olduğu gibi aralarında görüş ayrılıkları olduğu görülmüştür. Bu bölünme daha çok, Suriye’deki Kürtlere ABD tarafından yapılacak yardımların nasıl ve kimlere yapılacağı ve Suriye’ye nasıl ulaştırılacağı konusundadır. 01 Haziran 2011’de Antalya’da toplanan muhalif grupların toplantısına Kürt temsilcilerin büyük bir kısmı, toplantının Türkiye’de yapılmasını protesto ederek katılmadılar. Gelinen aşamada ABD, olayların biraz daha gelişmesini dikkatle izlemekte, bir yandan BM vasıtası ile Suriye üzerindeki baskıları artırmaktadır. ABD’nin bahanesi Suriye yönetiminin BM ile işbirliği yapmamasıdır. 

Bu oyun tıpkı Irak’ta olduğu gibi BM yolu ile Suriye’nin iç işlerine açıktan müdahil olma ve yeni istekler oluşturma stratejisidir. Avrupa Birliği (AB) içinde ise Suriye’nin meraklısı doğal olarak Fransa’dır. 

Parsayı ABD’ye bırakmak istemeyen Fransa, şimdiden AB kararlarıyla Suriye’nin AB içindeki mal varlıklarını dondurma, seçilmiş kişi ve şirketlere seyahat ve hava sahası kullanma yasağı, yaptırım uygulanacak Suriyeli üst düzey yetkililerin listesinin belirlenmesi gibi tedbirler oluşturdu.

Kısaca, ABD ve AB tarafından kendiliğinden düşmezse Suriye’deki rejimin değiştirilmesi yönünde, askeri seçeneklere varan bir kriz yönetimi sessizce ve oldukça planlı bir şekilde uygulanmaktadır. Obama’nın demeçlerinin tonundan, Angelina Jolie’nin ziyaretine, yabancı basın ajanslarının aylardır Hatay’ı mesken tutmasından, Türkiye’deki seçimlere, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkışlarına ve Suriye hükümeti içinde savaş suçlusu ilan edileceklerin listesine kadar her şey bu kriz yönetimin bir parçasıdır. 

  <  Türkiye, '' Bir anda Demokrasi ve İnsan hakları Şampiyonu olarak ortaya çıkmış ve komşu bir ülkede Rejimin değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. ''  >

Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı ne demokrasi ne de özgürlük getirmektir. 
İki amaca hizmet etmektedir: 
   Seçilen Ülkelerde Rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan.., 
KONTROL EDİLEBİLİR İKTİDAR YAPILARI OLUŞTURMAK VE YABANCI DÜŞMANI OLMAYAN ILIMLI İSLAM TİPİNİ TÜM ORTA DOĞUYA YAYMAK TIR.   

Türkiye ne yapmaya Çalışıyor? 

Haziran 2000’de Hafız Esad’ın ölümü ve 13 Haziran 2000’de Cumhurbaşkanı Sezer’in de bu cenaze törenine katılması ile Türkiye-Suriye ilişkileri düzelme yoluna girmiştir. 
2003 yılından itibaren Suriye-Türkiye ilişkileri ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda olumlu noktalara gelmiştir. 
2005 yılında ABD’nin Suriye Muhalefet Lideri adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye gelişine zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay vermemişti. 
Ancak, AKP, iktidara geldiği günden beri devlet olarak değil devletin kimi unsurlarını yedeğine almış bir operasyon partisi olarak hareket etmektedir. 
Yani AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına politika uygulayanlar, iktidar partisinin bir kısım 
danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. 

Daha açık olarak muhalefet, asker, devlet güvenlik kurumları ve dışişleri bakanlığının büyük kısmı hükümetin politikaları ve hedeflerinin ne tam olarak farkındadır ve ne de destekçisidir. 

Bu Gazze’ye düzenlenen operasyonlar için de böyleydi, Libya için de böyle oldu, Suriye için de böyledir. Askerlerin hükümet uygulamalarına sağladığı destek yasak savma kabilinden, geçiştirme tedbirlerdir. NATO kapsamında Libya için gönderilen askeri destek dış kapının boşa dönen tokmağıdır. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun birkaç danışmanı ile oluşturduğu politikaların arkasında sanıldığı gibi yüzyıllık devlet kültürümüz değil, başka devletlerin yönlendirmeleri ya da hesapları vardır. 2003 yılı sonrasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği’nin kötürüm hale getirilmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın By-Pass edilmesi iç politikada olduğu gibi dış politikada da AKP hükümetine dış güçlerle birlikte bağımsız manevra alanı sağlamıştır. Bunun son adımı ise Ocak 2011’de Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’nin iptali olmuştur. AKP’nin Büyük Orta Doğu yönündeki niyetleri daha Irak Savaşı esnasında Irak’ın Kuzeyindeki gelişmelere ulusal çıkarlar yerine sözde daha büyük mercekten yani Orta Doğu penceresinden bakma motivasyonu ile başlamıştır. Bugün de ülke çıkarları yerine, din esaslı Kürtlerle ve Araplarla birlikte “ Mezopotamya Vizyonu ”, başta Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere AKP’nin hayali olmuştur.3 

Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Sünni Araplar üzerinden bir strateji izlenmektedir. Nitekim Sünni algı nedeni ile bugün Hatay ve Adana bölgesinde yaşayan Aleviler de Suriye’ye karşı olumsuz tutumdan etkilenmiş ve gösterilere başlamışlardır. Türkiye, gerçekten ülke çıkarları yönünde hareket etmiş olsa idi öncelikle Suriye’deki istikrarsızlığın kendi lehine olmadığı gerçeğinden hareket ederdi. 

AKP, Washington tarafından geliştirilen ve merkezinde “Ilımlı İslam” siyasetinin bulunduğu Büyük Orta Doğu Projesi’nin stratejik bir ürünüdür. Dış güçler tarafından tasarlanmış, planlanmış ve sınırları çizilmiş bir projedir. Doğu’nun kalbine sokulmuş bir Truva Atı’dır.4 

ABD ve AB’nin operasyon partisi olan AKP, ülke içinde hukuk ve yasa dışı yöntemler kullanarak yürütülen Ergenekon operasyonları sayesinde önce ülke içinde rakiplerini yok etti ve yeni Anayasa ile Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini tamamen tasfiye aşamasına geldi. AKP, Batı hegemonya siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurlarından birisi ve suç ortağı, Batılıların Büyük Orta Doğu Projesi için içten kolaylaştırıcı (facilitator) olarak seçtikleri ve imal ettikleri operasyon partisidir. 

Batılılar, Türkiye’den sonra Orta Doğu’nun diğer ülkelerini de bir bir dönüştürürken, yabancı basında AKP’nin Türkiye’yi bölgesel güç yaptığı hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu kurabileceği pompalamaları yapılmaktadır.5 

  < Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, Kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destekvermek ve İşbirliği yapmak olmalı idi.  >

Ancak, muhafazakârlığın milliyetçi vasfına sahip olmayan İslamcı AKP’nin uzak hayalinde Osmanlı değil, “ Müslüman İmparatorluğu” bulunmaktadır. 
Şimdi AKP’nin Suriye’de gözettiği hedefleri inceleyelim; 


    - Batılı güçlerin AKP ile birlikte Suriye’yi tanıma ve yoklama döneminde 2011 Mart’ına kadar Başbakan Erdoğan, Suriye’yi eleştirmediği gibi ona yaklaştı ve böylece oluşan güven ortamında vizeler kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Bu dönem boyunca Suriye ile ilişkilerin yegâne Türk tarafı AKP yöneticileri idi. Wikileaks belgelerinde AKP-Suriye yakınlaşmasının İran’ı bölgede yalnız bırakmak amacına matuf olduğunun AKP yöneticilerince itiraf edilmesi anlamlıdır. Bu kapsamda, İran-AKP yakınlaşmasının da başından beri samimi bir içerik taşımadığı, AKP’nin sık gördüğümüz ikiyüzlülüğünün açık kanıtı oldu. 

   -Nisan 2011’den itibaren gösterilerin artması ile birlikte Erdoğan’ın söylemi birden değişmeye  başladı. Dışişleri Bakanı, Başbakanın özel temsilcisi, MİT Müsteşarı ve bazen Başbakan doğrudan telefon görüşmesi ile Beşar Esad’ı reformlar (!) konusunda ikna dönemine girdi. Kaddafi gibi Esad’ın da pabucu kolay bırakmayacağının anlaşılması üzerine, Batılıların empoze ettiği Suriye karşıtı atmosfer içinde Erdoğan, Beşar Esad karşıtı bir duruş ile doğrudan Suriye halkına hitap etmeye başladı. 

Suriye’den Türkiye’ye mülteci akını başlatıldı ve Türkiye kapılarını açtı. 

   -Suriye’deki çatışmalar devam ederken ülke televizyonu Sana News’de “Gelişmiş silahlar taşıyan eylemcilerin üzerinde Türk pasaportları ve sim kartları çıktığı” haberi yer aldı. 14 Haziran 2011 günü ise Press TV, Türkiye’yi ABD ve İsrail ile birlikte silahlı gruplara lojistik ve teknik destek vermekle suçladı. Müteakiben, AKP-Şam ilişkileri çatışma dönemine girdi ve “daha fazla sessiz kalamayız” diyen Erdoğan, Suriye’deki muhalif gruplara İstanbul ve Ankara’da imkânlar tanımaya başladı. Suriye’den yeni talep “insani davranmıyor” gerekçesi ile Beşar’ın kardeşi Mahir’in feda edilmesi idi. 

<  Batılılar, Demokrasi ve Özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için ^‘İnsan Hakları’ ^ gerekçesini Ortaya sürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir.     > 

 -Sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı. Gül; “Suriye’yi  günlük istihbaratla takip ediyoruz. Sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı yapmış vaziyetteyiz” dedi. 
Gül, Beşar Esad’ın gayretlerine “yetmez” dedi ve isteklerini  sıraladı. Gül’ün bahsettiği askeri seçeneklerin ne olduğu belli  değil ama Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay bölgesine ziyareti bu kapsamda gönüllü bir desteği temsil etmiyor kanaatindeyiz. 

Kayda değer diğer bir tepki ise Cumhurbaşkanı  danışmanları Erşat Hürmüzlü’nün “Suriye’de devrimlerin  kaçınılmaz olduğu, BM’den Şam hükümeti aleyhine bir karar çıkarsa Türkiye’nin bu kararı destekleyeceği ve ülkede barış  isteniyorsa tek yolun demokrasi olduğu” açıklamasıdır. 
Türkiye, bir anda demokrasi ve insan hakları şampiyonu  olarak ortaya çıkmakta ve komşu bir ülkede rejimin değişmesi  gerektiğini ifade etmekte, ülke yönetimine baskı yapmakta, böylece dolaylı olarak halkı isyana teşvik etmekte, 

<  Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı; Seçilen ülkelerde rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan kontrol edilebilir iktidar yapıları oluşturmak ve yabancı düşmanı olmayan '' ILIMLI İSLAM TİPİ '' ni  Tüm Orta Doğu’ya yaymaktır. >

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP muhalif grupları kendi ülkesinde toplamakta, akıl vermektedir. Türk televizyonlarındaki AKP eksenli yorumculara bakarsanız, Suriye’de demokratik, insan haklarına saygılı ve özgür bir toplumun 
gelişmesi tüm Orta Doğu’nun ve Türkiye’nin hayrınadır. Genel seçimler sonrası rahatlayan AKP, şimdi Suriye konusunda daha da aktif bir politika izlemektedir. AKP, Batı adına hemrejim değişikliklerini ucuza getirmek için hedef ülke liderleri üzerinde “ikna edici” rol üstlenmekte, hem de istedikleri meşruiyet desteğini sağlamaktadır. Sadece ülke içinde değil, dış politikada da AKP, bir operasyon partisi niteliği kazanmıştır. Ancak, AKP’nin bu operasyonları ne planlayacak ne de uygulayacak bir beyin takımı ve kadrosu vardır. ABD-AB-AKP ilişkilerinin tam bir panoramasının çıkarılmasının sadeceTürk ulusal güvenliği için değil, başta komşularımız olmak üzere uluslararası güvenlik için de önemli bir ihtiyaç haline geldiğini kaydetmeliyiz. 

<   AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına uygulanan politikalar iktidar partisinin bir kısım danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. >

Sonuç yerine 

Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destek vermek ve işbirliği yapmak olmalı idi. Bugün ise Suriye’deki gerginliklerin nihayetinde ya Beşar Esad bir şekilde çatışmaları kontrol altına alarak, yönetimini devam ettirecek ya da bu çatışmalar bir süre daha devam ederek, mevcut iktidarın yer değiştireceği bir kaos ortamına girilecektir. Ortaya çıkacak sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi demokratik ve modern Suriye olmayacak tır. Esasen ne Batı, ne de Türkiye’nin hesapları bunun üzerine değildir. Batılılar ve özelde İsrail, Esad rejimini değiştirerek Batıya müzahir bir Suriye yönetimi ile İran’ı yalnız bırakma ve Büyük Orta Doğu’da bir kaleyi daha ele geçirme peşindedir. Ancak, her iki durumda da Türkiye kaybeden taraf olacaktır. Beşar kazanırsa Türkiye, bir kuzudan bir aslan yaratarak gerçek bir düşman kazanacaktır. 
Artık, Beşar’ın Türkiye aleyhine her hareketi kendine göre meşru bir gerekçe taşıyacaktır. Beşar kaybederse, kazanan ABD, Fransa ve İsrail olacak, ortaya çıkan yeni kaotik rejimde Kürtlerin konumu Türkiye’nin başka bir baş ağrısı olacaktır. Kısaca, BOP’da sıra yavaş yavaş bize gelmektedir. 

Ulusal çıkar odaklı olmayan ve Batılılarla hareket eden bir yönetimin ülkeyi sürükleyeceği uçurum ancak bölünmedir. AKP, çok zayıf ve her an bozulabilecek iç ve dış dengeler üzerinde hareket etmektedir ve bugün gelinen aşamanın bir bozguna dönüşmesi çok zor değildir. Operasyon partileri, operasyonlar için vardır; günü gelince oyun biter, piyonlar torbaya girer. 


DİPNOTLAR;

1 Operasyon Partisi kavramı Merdan Yanardağ’ın “Operasyon Partisi (Bir ABD Projesi Olarak AKP)” isimli kitabından esinlenerek kullanılmıştır
2 Sait Yılmaz & Osman Akagündüz: Kürtler Neden Devlet Kuramaz, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2011), s.376-377. 
3 Gürkan Zengin: Hoca Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2010), s.154. 
4 Yanardağ: a.g.e., (2011), s.14. 
5 Newsweek: Osmanlı Canlanabilir, 14 Haziran 2011. 


***


20 Ocak 2017 Cuma

Türkiye Ve Amerika’nın Karmaşık İlişkisi













Tarihsel açıdan bakıldığında inişli-çıkışlı bir grafik izlediği görülen Türk-Amerikan ilişkileri, günümüzde Arap Baharı, İran ve PKK gibi ortak kaygılar bağlamında yükseliş eğilimi gösteriyor.

Yıl 1947. Savaş yorgunu Amerika Birleşik Devletleri Kongresi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yayılma planları nedeniyle gergin. Dönemin Amerikan Başkanı Harry S. Truman, kongre üyelerine hitaben yaptığı konuşmada, Türkiye ve Yunanistan için 400 milyon dolarlık kalkınma yardımı talebinde bulunurken, bu ülkelerin “iki alternatif yaşam tarzından birini seçmek durumunda olduğunu” vurgulamıştı.
Sovyetler’in Orta Doğu’da yayılmasını ve Akdeniz’e inerek sıcak denizlere ulaşmasını engellemek için Türkiye’yi askeri ve ekonomik açıdan destekleme kararı alan ABD, Türkiye’nin komünizm karşıtı bloktaki yerini sağlamlaştırma konusunda kararlı olmakla birlikte, başlangıçta ülkenin egemenliğini savunacağına dair herhangi bir güvence vermek istemiyordu. Ancak kısa süre sonra bu yönde bağlayıcı bir taahhütte bulunmak zorunda kalacaktı.
Türkiye’nin, kendisine güvenlik konusunda herhangi bir garanti verilmemesinden duyduğu hayal kırıklığı giderek artarken, ABD, Türkiye’ye NATO üyeliği için resmi davette bulunarak, ülkenin Atlantik ötesi güvenlik çerçevesi içindeki yerini pekiştirmiş ve dahası, Türk-Amerikan ittifakını güçlendirmiş oldu.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile ABD arasında – Kıbrıs meselesi başta olmak üzere – pek çok gerilim yaşansa da, Sovyetler konusundaki ortak tehdit algıları ve güvenliğe dayalı ittifakları, iki ülkeyi birbirine iyice yakınlaştırdı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte komünizm tehdidi ortadan kalkınca, ilişkiler, akışına bırakılarak, dönemin jeopolitik gerçeklerine göre şekillendirildi. Başlarda 90’lı yılların zorlu jeopolitik gerçekleriyle mücadele eden Türkiye, süreç içinde daha bağımsız ve etkin bir siyaset geliştirdi.
Bugün de pek çok ortak stratejik amaç ve çıkar paydasında buluşmaya devam eden iki ülkenin, genellikle birbiriyle ters düştüğü nokta ise, bu amaçlara ulaşırken kullanılacak yol ile ilgili oluyor.
Soğuk Savaşı takip eden süreçte Washington, önce Orta Asya’da kurulan bağımsız Türki cumhuriyetlere, sonra da Orta Doğu’ya “Türk modelinin” ihraç edilmesi fikrini destekledi.
Ancak Türk modelinin bu şekilde savunulması, Ankara’daki bazı kesimlerin tepkisini çekiyor, zira Uluslararası Kriz Grubu Türkiye/Kıbrıs Projesi Direktörü Hugh Pope’a göre, “söz konusu kesimler, laik bir anayasal düzene dayalı ülkenin, İslami bir sistem olarak nitelendirilmesini ve kapasitesinin sadece Doğu’nun yoksul ve işlevsiz ülkeleri ile sınırlıymış gibi görülmesini istemiyor.”
2003 yılında ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin, Iraklı diktatör Saddam Hüseyin’i devirmek için Türkiye sınırından bir kuzey cephesi açmak istemesi üzerine, TBMM’nin oyuna sunulan tezkere reddedildi ve bu olay, Türk-Amerikan ilişkilerini sıkıntıya soktu.
Irak Savaşı, özellikle de 2003-2007 dönemi, Türk-Amerikan ilişkilerinin en dibe vurduğu yıllar olarak tarihe geçti. Bu dönemde Irak, kontrolden çıkma noktasındaydı. Kuzey Irak’ta üslenen PKK, Türk güvenlik güçlerine yeniden saldırmaya başlamıştı.
Dipten yüzeye çıkışın başlangıç noktası ise, 2007 yılı sonlarına doğru ABD, Türkiye ve Irak arasında kurulan “üçlü mekanizma” oldu. Bu mekanizma çerçevesinde, artan PKK şiddeti ile mücadele edilmesi ve yanı sıra ABD’nin, PKK konusunda “eyleme geçirilebilir istihbarat” sağlaması öngörülüyordu.
Pek çok kimseye göre bu gelişme, Türk-Amerikan ilişkileri açısından adeta bir “U dönüşü” idi.
Bununla birlikte Türkiye, 2000’li yılların başında genel olarak çok daha proaktif bir dış siyaset yaklaşımı benimsedi. İki müttefik, çoğu zaman aynı stratejik hedefleri paylaşsa da, kimi zaman taktik açıdan birbirine ters düştü. Bu zıtlaşmaların Ankara ve Washinton’daki yansıması ise hayal kırıklığı şeklinde oldu.
Söz konusu taktiksel anlaşmazlıkların en önemlilerinden biri de, İran ekseninde yaşanandı. ABD ve Avrupalı müttefikleri, nükleer programıyla ilgili meseleler nedeniyle İran’a yaptırım uygulanmasını isterken, Türkiye bu fikre sıcak bakmıyordu.
SES Türkiye’nin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Alman Marshall Vakfı Atlantik Ötesi İlişkiler Uzmanı Joshua Walker, “Türk-Amerikan ilişkileri tarihinde önemli birkaç dönüm noktası olduğundan” bahsediyor.
“Bunlardan biri de, Başbakan Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve Brezilya’nın eski cumhurbaşkanı Lula’nın, Tahran Bildirisi’nin imzalanmasından sonra, muzaffer bir edayla kollarını havaya kaldırarak birlikte fotoğraf çektirdikleri gündü,” diyor Walker.
“Yakıt takası” anlaşması, ilk kez Ekim 2009’da ABD tarafından önerilen bir teklife dayalı olarak, Türkiye’nin arabuluculuğunda imzalandı. Buna göre, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye sevketmesi ve buna karşılık Fransa’dan gelen nükleer yakıt çubuklarının da Tahran’daki bir araştırma reaktörüne gönderilmesi planlanıyordu.
Ancak muğlak ifadeler içeren bu anlaşma, başlangıçtaki teklifte yer alan çoğu talebe bir açıklık getirmediği gibi, yeni yaptırım kararlarının oylanacağı BM Güvenlik Konseyi oturumunun da hemen öncesinde imzalanıyordu. Dolayısıyla İran’ın bu hamlesi, Rusya ve Çin’i BM yaptırımlarına karşı çıkmaya ikna etmek yönünde bir girişim olarak değerlendirildi. Neticede ise sadece iki ülke -- Türkiye ve Brezilya -- BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 Sayılı Kararına “hayır” oyu verdi.
Ankara merkezli Stratejik İletişim Merkezi (STRATİM) Direktörü Suat Kınıklıoğlu, o dönemi “Washington’da olumsuz bir hava hakimdi” sözüyle özetliyor.
Bununla beraber, “her iki taraf da Türkiye’nin artık 70’li yıllardaki gibi olmadığı ve kimi mesele ve çıkarlar konusunda ABD ile farklı fikirlere sahip olabileceği gerçeğine alışınca” bu sorunların bazılarının üstesinden gelinebildi, diyor Kınıklıoğlu.
Daha yakın geçmişe baktığımızda, Türkiye’nin NATO bünyesinde kurulacak balistik füze kalkanına ev sahipliği yapmayı kabul etmesinin de, ilişkiler bakımından olumlu bir etki sağladığını görüyoruz.
Türkiye açısından büyük önem taşıyan bir diğer olumlu gelişme de, ABD’nin Türk topraklarında konuşlandıracağı insansız hava araçları yardımıyla, Ankara’ya PKK konusunda “eyleme geçirilebilir istihbarat” sağlamaya devam edeceğini açıklaması idi.
SES Türkiye’ye değerlendirmelerde bulunan, Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi öğretim üyelerinden Emre Hatipoğlu’na göre, “Güvenlik konusu, Türkiye-ABD ilişkilerinde hâlâ çok önemli rol oynuyor.”


İki ülkenin tam bir işbirliği içinde hareket ettikleri bir diğer konu da Arap Devrimleri, zira bu alandaki kısa vadeli çıkarları neredeyse doğrudan çakışıyor.
Öyle ki, Vatan gazetesi Washington temsilcisi İlhan Tanır, “Türkiye, Arap Baharı öncesine kıyasla, bugün artık Washington için çok daha değerli,” diyor.
Lehigh Üniversitesi’nde görevli Türkiye uzmanı Profesör Henri Barkey de aynı fikirde: “İlişkiler konusundaki asıl değişim Arap Baharı ile gerçekleşti, zira bu süreçte Türkiye, bölgede çok daha önemli bir rol üstlenme fırsatı buldu. Türkiye ve Beyaz Saray, Mısır başta olmak üzere bir çok ülkede birlikte uyum içinde çalışmaya başladı.”
Ayaklanmalarla çalkalanan Orta Doğu, siyasi bir evrim geçirirken, ABD ve Türkiye, pragmatik sebeplerden ötürü benzer kesimleri destekliyor.
“ Türkiye’nin Orta Doğu romantizminin, Arap Baharı ile kısmen sona erdiğini” belirten Kınıkoğlu, “ Artık Orta Doğu’nun ciddi anlamda karmaşık bir coğrafya olduğunu ve burada tarafsız kalmanın mümkün olmadığını anlıyoruz , ” diyor.
Arap devrimlerinin başında bazı olumsuzlukları yumuşatmayı başaran Türkiye, Tunus, Mısır ve Libya’daki yeni hükümetlerle yakın ilişkiler kurmak için etkin bir çaba gösterdi.
Ancak Suriye’de yaşanan şiddet olayları, Ankara’yı hassas noktasından vurdu. İlk tepki olarak, Esad’a reform çağrısında bulunan Türkiye, daha sonrasında ülkede rejim değişikliği isteyen Batı ile aynı safta yer aldı.
Barkey’e göre, Washington; sivil savaş, mülteci krizi ve bölgesel istikrarsızlık olasılıkları çerçevesinde, Türkiye’nin Suriye’nin geleceği konusunda önemli bir çıkarı ve rolü olduğunun farkında.
Bu bağlamda hem ABD’nin, hem de Türkiye’nin bölgede işbirliği içinde hareket etmek için yeterince sebebi var.
Walker, bir noktanın altını çiziyor: “Arap Baharı sürecinde gördüğümüz üzere, Orta Doğu’nun gerçekleri, Türk dış siyasetinin, önemli çatışma ve çöküşlerle sınanmamış, idealist ilkelerini kesinlikle etkilemiştir.”
Ortak kaygılar, başka alanlardaki anlaşmazlıkları şimdilik unutturmuş gibi görünürken, iki ülkenin birbirine paralel çıkar ve fikirleri doğrultusunda hareket ettikleri görülüyor.
Ancak tüm bunları, mevcut koşullara dayalı gelişmeler olarak nitelendiren Barkey, “Bugün bunların olması, yarın da aynı şey olacak anlamına gelmez,” diyor.

SES Türkiye - Aaron Stein