evrensel patrik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evrensel patrik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13



"Müzakerelerde, her aday devlet kendi meziyetlerine göre değerlendirilecektir. Bu ilke, hem muhtelif müzakere başlıklarının açılması, hem de müzakerelerin yürütülmesi bakımından geçerli olacaktır." 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Bay Verheugen, Deutschland Dergisi'nin Aralık-Ocak 2002 sayısına verdiği demeçte Polonya ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Polonya'ya haksızlık ediliyor. Yaklaşık 40 milyon nüfusa sahip Polonya bu süreçte yer alan en büyük ülke. Dolayısıyla Polonya'dan başka ülkelerde olmayan sorunlar yaşanması son derece doğal. Böyle bir süreçte Polonya gibi büyük ve güçlü bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden çok daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalması gayet normal. Bu nedenle de Polonya'yla yapılan üyelik görüşmeleri mecburen daha karmaşık ve tabii ki daha uzun sürüyor. Ancak bundan Polonya'nın yeterince hazırlanmadığı gibi bir sonuç çıkarılması doğru olmaz."

Bay Verheugen'in bu açıklaması birkaç açıdan üzerinde durulacak kadar önemlidir. Birincisi Türkiye'nin gündemlerinde olmadığı bir kez daha görülmektedir. Çünkü süreçte yer alan en büyük ülkenin Polonya olduğunu vurgulamaktadır. İkincisi böylesi büyük bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden farklı sorunlarla karşı karşıya kalmasının normal olduğunu dile getirmektedir. Çok doğru bir tesbit. 15 yıl terörle savaşmış, binlerce insanını kaybetmiş, bu yüzden ekonomisi ağır darbe almış, 65 milyon nüfusu olan Türkiye'nin de aynı anlayışı görmesi gerekmektedir. Bu sebeplerden dolayı (üstelik daha üyelik müzakereleri bile başlamamışken), küçük ülkelerin durumu dikkate alınarak istenen standartları yerine getirmesi elbette ki karmaşık olacak ve uzun sürecektir. Ancak tam üyelik anlamında AB'nin gündeminde Türkiye olmadığı için bu özel durumlar sadece diğer ülkeler için akla gelmektedir. 

Teröristbaşının Dosyasının Başbakanlık'ta Beklemeye Alınmasından Sonra Neler Oldu?

Bilindiği gibi teröristbaşının dosyası, hükümet ortağı üç genel başkan tarafından, "AİHM tedbir kararı" gerekçesiyle ancak Anayasa'nın kesinleşmiş mahkeme kararlarının geciktirilemeyeceğine ilişkin 38. maddesi çiğnenerek, Başbakanlık'ta bekletilmektedir. İlk kez teröristbaşının dosyası için oluşturulan "üç genel başkan müessesesi", ne hukukî yapımıza ve ne de devletin idarî yapısına uygundur. Maalesef kötü bir gelenek halini alan bu uygulama ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin hukuka dayanması gerektiği göz ardı edilmiştir. 

Üç lider dosya ile ilgili kararı verirken, bu bekletmenin sınırını şöyle çizmişlerdi:

"Genel Başkanlar, hukuka saygı içinde aldıkları bu kararın, terör örgütü ve yandaşı çevrelerce milleti ve devleti ile Türkiye'nin yüksek menfaatleri aleyhine kullanmak istendiğinin değerlendirilmesi halinde, erteleme süreci kesilerek infaz sürecine derhal geçilmesi hususunda görüş birliğine varmışlardır."

Teröristbaşı, kararın mürekkebi kurumadan konuşmaya başlamıştı. Sonrasında da adeta İmralı'yı karargâh haline getirip, bölücü terör örgütünü yönlendirmeyi sürdürmüştür. Bu durumda teröristbaşının, liderlerin kararını, Türkiye'nin "yüksek menfaatleri aleyhine" kullanmadığı söylenebilir mi? O günün şartlarında yapılan bu açıklamanın tümüyle kamuoyu tepkisini azaltma ve oyalamaya yönelik olduğu geçen zaman içinde daha iyi anlaşılmıştır. 

İdam cezasının kaldırılması da, liderlerin teröristbaşının dosyasını, Başbakanlık'ta bekletme kararını vermelerinin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra gündeme gelmiştir. Liderler, "AİHM'in tedbiri" gerekçesiyle bu kararı almışlardı. Ancak bugün gelinen noktada bu konuda, zorunluluk veya tesadüflerin değil, planlı ve programlı bir çalışmanın etkili olduğu anlaşılmaktadır. 2 yıl önceki bazı gelişmeleri alt alta sıraladığımızda ortaya ilginç bir tablo çıkmıştır.

12 Ocak 2000 günü, koalisyon liderlerinin zirvesi sürürken AİHM Genel Sekreteri Wolfgang Peukert, hükümeti idam etmeme kararı vermeye çağırarak, "Türk hükümeti tedbir kararına uymazsa, AİHM'in yeni ve bağlayıcı bir ara karar daha alabileceği" sinyalini verdi. Bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen AİHM'in Genel Sekreteri, "AİHM'in Apo'nun başvurusunu haksız bile bulsa, Türkiye'nin modern ülkeler gibi idam cezasını kaldırıp, asmaması" gerektiğini söyledi. Genel Sekreter, AİHM tedbir kararlarının bağlayıcı etkisi olmadığını, ancak aksi kararın, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde büyük olumsuzluklara yol açabileceğini duyurdu.

Liderler zirvesinden sonra dış basındaki haberlerin tamamına yakını, "Türkiye Avrupa'nın baskılarına teslim oldu" şeklindeydi. Zirve ile ilgili değerlendirmeler yapılırken de, kulislerde "yoğun dış baskılardan" söz edilmişti. En ilginç başlık Yunanistan'da yayınlanan Eksusia Gazetesi'ne aittir:

"Türkiye Öcalan'ın idam edilmeyeceği konusunda AB'ye taahhütte bulundu ve bu yönde de ilk adımı attı."

Teröristbaşının, sıcağı sıcağına verdiği "demeç" de bu iddiayı doğrular nitelikteydi:

 "Bu karar ile bundan sonra özellikle AB'ye uyum çerçevesinde Türkiye'nin reformlara ihtiyacı var. Bu zirve kararı bunlara da bir başlangıç olur. Bu plana herkes olumlu temelde katkı sunmalıdır. Bunun için de gerekli olan iç barış ve istikrara ihtiyaç vardır. Eğer bu yönlü gelişmeler olursa PKK tarafından olumlu davranışlar gelişecektir." 

Başbakan Ecevit, teröristbaşının bu beyanatı üzerine kızmış ve "İmralı'nın bir siyaset kürsüsü gibi kullanılmasına müsamaha ile bakılması mümkün değildir. Terörizmi sona erdirmenin bedeli olarak bölücü akımı siyasallaştırma eğilimleri var. Asıl tehlikeli olan bu. Buna asla fırsat vermeyeceğiz." 

demiştir. Bilindiği gibi teröristbaşı, İmralı'yı bugüne kadar "siyaset kürsüsü" olarak kullanmış ve bölücü akım da siyasallaşma çabalarını yoğunlaştırmıştır. Son dönemde gündeme gelen tartışmaların ve yaşanan gelişmelerin tamamı bu çabalarla ilişkilidir.

Şehit aileleri, karardan sonra liderlerle görüşmüşler ve teröristbaşının dosyasının en geç 6 ay sonra Meclis'e geleceği sözünü almışlardır. Ancak o günlerde, 2 yıl sonra ne olacağını gören, şehit aileleri adına dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Süleyman Demirel ile görüşen Mehmet Gencer'dir. Hatırlanacağı üzere Demirel ve Gencer arasında şu konuşma geçmiştir: 

Gencer: Sabır diyorsunuz ama sabrın sonunda Apo asılmayacak.

Demirel: Dur bakalım sabrın sonu olur mu? Biraz sabredin.

Gencer:  İdamlar yasalardan kaldırılacak ve Apo asılmayacak

Demirel: Dur bakalım kardeşim. Herşey oldu-bitti anlamında söylüyorsunuz. Meclis'e, devlete güvenimiz var diyorsunuz, o zaman bunların hepsini siliyorsunuz.

Gencer: Meclis'e gelsin.

Demirel: Gelecektir kardeşim.

Gencer: Ama 2 sene sonra gelecek.

Demirel: Ne biliyorsun iki sene sonra geleceğini?

Gencer: İki sene sonra sizin meşhur sözünüzle dün dündür, bugün bugündür denirse ne yapacağız?

Demirel: O zaman, bugün ne yapacaksan, o gün yaparsın. O gün yapacağınızı bugün yaparsanız yanlıştır. Sizi incitecek birşeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmam. Benim size tavsiyem biraz sabırdır.

Bilindiği gibi aileler bu görüşmeden, devlete haklarını helâl etmeyerek ayrılmışlardır. Demirel, şehit ailelerine "sabır" tavsiye etmiştir ve onları incitecek bir şeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmayacağını da eklemiştir. Ama bugün idamın kaldırılmasını savunmaktadır. Mehmet Gencer'in haklı endişesi olan "Dün dündür, bugün bugündür" gerçekleşmiş, şehit aileleri incitilmiştir.

Teröristbaşının dosyasının 2 yıldır hukuka aykırı bir şekilde Başbakanlık'ta bekletilmesi ve idam cezasının kaldırılması tartışmalarının yine teröristbaşı ile bağlantılı sürdürülmesi, bu konuda da ciddi anlamda kafa karışıklığına yol açmıştır. İlgili, ilgisiz, hukukî veya değil herkes görüş beyan ederken, asıl taraf olması gereken askerlerin, başından beri izlediği "suskunluk politikası" dikkat çekmektedir. Bu suskunluğun gerekçesi de, "Biz tarafız" diye açıklanmaktadır. Yalnız Türk milleti değil, 15 yıldır bölücü terörle mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri de dahil topyekün Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu konunun tarafıdır. Güneydoğu'da tetik çekerken taraf olanların bugün hakem olmaları mümkün değildir. Askerlerimizin, yapılan mücadelenin bir parçası ve devamı niteliğinde olan bu konuda muhatap ve taraf olarak görüş bildirme mecburiyetleri vardır, hatta herkesten önce konuşması gereken onlardır. 

Gerek teröristbaşının dosyasının Başbakanlık'ta bekletileceği formülünün tartışıldığı günlerde ve gerekse de kararın hemen ardından yaptığım açıklamalarda, hem bu düşüncelerimi, hem de genel başkanların kararının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve TBMM'ye ait bir yetkinin kullanılamayacağını ifade ettim. Bu konudaki sert açıklamalarım sebebiyle, partiyle aramda "soğuk rüzgârların" estiği yazıldı, çizildi. 1 hafta sonra ise benim adım da dahil olmak üzere kabine revizyonundan bahsedilmeye başlandı. 

Üç liderin hukuksuzluğunu daha sonra da dile getirmeyi sürdürdüm. Haziran 2001'de Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'e, yönelttiğim bir önerge ile, hükümete bu konuda baskı yapılıp yapılmadığını, AHİM'in muhatabının "TBMM mi, üç genel başkan mı" olduğunu sordum. Adalet Bakanı Türk, "AİHM'in, bir karar verene kadar idam cezasının yerine getirilmemesini sağlayacak her türlü tedbirin alınmasını istediğini" belirterek, "Hükümetin de bu talebi kabul ettiği" cevabını verdi. Bu doğru değildi. O dönemde ben de hükümet üyesiydim ve hükümete böyle bir konu gelmemişti. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararlarının hükümette görüşülmesi zaten mümkün değildi. Sözkonusu kararı 7 saatlik bir zirvenin ardından üç genel başkan almıştı. Bunun üzerine Adalet Bakanı'na Ocak 2002'de ikinci bir önerge vererek, "Dosyayı bekletme kararının hükümete mi, üç genel başkana mı ait olup olmadığı ve Anayasa'ya aykırılığı" sorularını tekrarladım. Adalet Bakanı Türk, bu kez de sorularıma cevap vermek yerine, uzun uzun AİHM kararlarının hukukî durumunu anlatmayı tercih etmişti. Bu durum, Adalet Bakanı'nın dahi hukuken savunamadığı bir işlem yapıldığını göstermektedir. 

İlerleme Raporlarında Kürtçe Yayın ve Eğitim Talebi Nasıl İfade Edilmiştir? 

İdam cezası gibi kaos içinde tartışılan ve kafaları karıştıran bir diğer konu da ana dillerde yayın ve eğitimdir. AB'nin bu konularda, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde diplomatik bir üslûpla, bu belgenin temelini oluşturan ilerleme raporlarında ise açıkça talepleri olmuştur. Sözkonusu taleplere Ulusal Programımız ile verdiğimiz cevapta herhangi bir taahhütte bulunmadığımız halde, en başta hükümet yetkilileri olmak üzere tüm AB yanlılarınca sanki taahhüdümüz varmış gibi bir tutum izlenmektedir. Ülkeyi yönetenlerin verdiği bu hava ile diğer kesimlerin, bilmeden "taahhütten" bahsetmeleri belki doğal karşılanabilir ancak programın altında imzası olanların yürüttüğü "taahhüt kampanyasının" izahı mümkün değildir. Yöneticilerin, ülkelerinin çıkar ve politikaları yerine, adeta başkalarının çıkar ve politikalarını savunmaları ciddi izahatı gerektirmektedir. Bu öylesine bir dengedir ki, bilindiği gibi AB üyesi İtalya'nın Başbakanı Berlusconi, İtalya'nın değil de Brüksel'in sözcülüğünü yaptığı gerekçesiyle Dışişleri Bakanı'nı azletmiştir. 

AB, ana dillerde yayın ve eğitim yapılmasını nasıl talep etmiştir. Raporlardan inceleyelim;

1998 İlerleme Raporu- (Azınlık hakları ve azınlıkların korunması bölümü içinde Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar alt başlığı altında) 1991 yılında Türkçe'den başka dillerdeki yayınlarla ilgili yasanın kaldırılması Kürtçe dahil yabancı dillerde yayın yapılabilmesini mümkün kıldı. Kürtçe kültürel faaliyetler çerçevesinde artık yasak değildir fakat siyasî iletişim veya eğitim alanlarında kullanılamaz. Kürt dillerinden herhangi birinde radyo ve tv yayıncılığı yasaktır. 

1999 İlerleme Raporu- Ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili özel bir gelişme olmamıştır. Bazı üye devletlerce ifade edilen ümitlerin aksine, Kürt sorunu konusunda bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu ümitler Öcalan'ın ve diğer bazı önemli PKK mensuplarının tutuklanmasıyla terörizmin kontrol altına alınmasının kolaylaşacağı ve güneydoğunun sorunlarına sivil bir çözüm bulma şansının artacağı beklentisine dayanıyordu. Son düzenli raporda belirtildiği gibi "bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir. Örneğin Kürt dilinde tv yayınlarına görünüşte, siyasî olmayan programlar için hoşgörü gösterilirken, resmî olarak hâlâ müsaade edilmemektedir. Türkçe'den başka dillerin kullanımı açısından, 1923 Lozan Antlaşması kapsamına giren azınlıklara mensup vatandaşlar (Yahudiler, Ermeniler, Rumlar) ile ilgili olarak belirli bir problem bildirilmiş değildir. Ancak, Lozan Antlaşması'nın kapsamı dışındaki gruplara mensup olanlar için, özellikle TV/radyo yayıncılığı ve eğitim açısından, durum iyileşmemiştir. 3984 sayılı yasa, evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç, radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir. Uygulamada, Kürt dilinde bazı yayınlara bazen müsamaha gösterilmektedir. Eğitim alanında (temel ve yaygın eğitim), Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açıkça müsaade edilmedikçe, Türkçe'den başka hiçbir dil eğitim amacıyla kullanılamaz. Ne mevzuat, ne de uygulama, etnik kökenlerinden bağımsız olarak bütün Türkler için kültürel hakların kullanımına engel olmamalıdır. Nüfusun büyük ölçüde Kürt kökenli olduğu güneydoğudaki durumun düzelmesi için, bu husus özel önem taşımaktadır. 

2001 İlerleme Raporu- Kültürel haklar açısından Anayasa'nın 26 ve 28'inci maddelerinin tadil edilmesiyle ilerleme sağlanmıştır. Kanunla yasaklanmış dillerin kullanılmasına izin vermeyen hüküm kaldırılmıştır. Bu değişiklik Türkçe'den başka dillerin kullanılmasının yolunu açabilir ve dolayısıyla olumlu bir gelişmedir. Ancak Türkçe'den başka dillerde haberleşme hakkına müdahale edilmesine karşın etkin koruma sağlamak için var olan kısıtlayıcı mevzuat ve uygulamalarda değişikliğe ihtiyaç olacaktır. RTÜK Yasası, "evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç" radyo ve tv yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir.

1923 Lozan Antlaşmasının kapsamına girenler (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) dışındaki gruplara mensup kişiler bakımından fiilî durum, özellikle yayıncılık ve eğitim ile ilgili olarak iyileşmiş değildir. Pratikte örneğin Kürtçe şarkılar ve Kürtçe sokak röportajları arada sırada yayınlanmaktadır. Eğitim (temel ve yaygın eğitim) alanında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmen izin verilmedikçe Türkçe'den başka hiçbir dil öğretim amacıyla kullanılamaz. Anayasal reform kapsamında hiçbir değişiklik Türkçe'den başka dillerde eğitim yapılabilmesini öngörmüyor. Kültürel haklara saygı konusu Güneydoğu'daki durumun iyileştirilmesi bakımından özellikle önemlidir.

Görüldüğü gibi "Türk kökenli vatandaşlar" olarak nitelendirilen ancak "azınlık" başlığı altında ele alınan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinden "sanal azınlıklar" yaratma çabası ısrarlı sürdürülmektedir. Türkiye'nin Lozan Antlaşması dışında azınlık tanımadığı ısrarlı vurgulanmakta, "tüm vatandaşların ana dillerini kullanmalarının önündeki engellerin kaldırılması" istenerek, Kürtlerle başlatılıp, devam ettirilecek bir sürecin işaretleri verilmektedir. Ayrıca bugün yetkililerimizin söylediğinin aksine sadece yayın değil "eğitim" talebi de vardır, açık açık "temel ve yaygın eğitim" denilmektedir ve Milli Eğitim Kanunu'na sık sık atıf yapılmaktadır. 

Kaldı ki, Türkiye'den, ana dillerde, özellikle de Kürtçe eğitim  talebinde bulunan AB'nin üye ülkelerinde de çok sayıda Kürt kökenli vatandaşımız vardır. Bunu bir hak olarak gören AB, eğer gerçekten böyle bir ihtiyaç varsa neden öncelikle kendi ülkelerinde kurs veya okul açılmasını gündeme getirmemektedir? Türkiye'nin bunu yapmamasının "hak ihlali" olduğunu iddia eden AB'nin kendisi de hakları ihlal etmiş olmuyor mu?   

AB'nin diğer talepleri gibi ne yazık ki bu çok önemli konu da, Türkiye gerçeklerine uygun şekilde ve ciddiyet içinde ele alınmamaktadır. Enine boyuna tartışılması gerekirken, telaş içinde, adeta birşeyler yapmış veya söylemiş olmak için her kafadan ayrı ses çıkmaktadır. Devletin en tepe noktalarında, Kürtçe yayının TRT eliyle yapılması telaffuz edilmektedir. Bu görüşün, "devlet eliyle yayın ve kontrolün" ötesinde, öncelikle Anayasa'nın değişmez maddeleri arasında yer alan 3. Madde'deki, "Devletin dili Türkçe'dir" hükmü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. O zaman, devletin resmî bir kurumu olan TRT'den böyle bir yayının yapılmasının anlamının daha farklı olacağı, Anayasa'nın değişmez bir hükmünün delinmesinin yolunun açılacağı görülecektir. Ancak maalesef konuya basit yasa veya yönetmelik değişiklikleri çerçevesinde bakılmaktadır. 

İlerleme Raporları İle Sanal Dinî Azınlıklar da Yaratıldı mı?

Maalesef bu konu da sanal etnik ve dilsel azınlıklar yaratma politikası ile paralel bir seyir izlemiştir ve AB, ülkemizde sanal dinî azınlıklar bulunduğunu iddia etmektedir. İşte AB'nin raporlarından sanal dinî azınlıklarımız; 
1998 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü konusunda devlet ilkokullarında dinsel eğitim(sünni) zorunludur. Gayrı müslüm kökenlerini ispat etmeleri üzerine Lozan Antlaşması azınlıkları İslamî din eğitiminden yasayla muaf tutulurlar. Türkiye tarafından tanınan dinsel azınlıklar kendi dinlerini icra etmekte serbesttirler. Fakat (sünni) İslamdan başka dinlerin icrası, örneğin dinsel mekânların (Acaba Ayasofya ve Heybeliada Ruhban Okulu mu kastedilmektedir?) mülkiyeti ve faaliyetlerinin genişletilmesi pek çok bürokratik kısıtlamaya tabidir. Süryani Ortodokslar bir dinsel azınlık olarak tanınmamakta olup, dinsel eğitimlerinin icrasında baskılara tabidir. Türkiye'nin Alevi Müslümanları en az 12 milyon kişi olarak tahmin edilmektedir. Sünni din adamlarının aksine hükümetten maaş alan Alevi din adamları yoktur. Kültürel haklar arasında din özgürlüğü, resmen tanınan dinsel azınlıklara (Lozan Antlaşması) ve engellerle karşı karşıya olan diğer dinsel azınlıklara farklı muamele edilmesi yüzünden sınırlı kalmaktadır. 
1999 İlerleme Raporu: Din özgürlüğü bakımından Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hâlâ mevcuttur.
2000 İlerleme Raporu - Din özgürlüğü ile ilgili olarak, Yahudi cemaati yanında, Yunan Ortodoks, Ermeni, Katolik ve Süryani Ortodoks Kiliseleri başta olmak üzere, bazı gayri müslim cemaatlere yönelik daha büyük bir hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. Aralık 1999'da, yetkili makamların yayınlamış olduğu bir genelgeye göre, dinsel cemaatler, hayır ve ibadet binalarını tamir etmek için devletten izin almak zorunda olmayacaklardır. (Ancak AB üyesi Yunanistan, Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığının neredeyse kiremit değiştirmesini bile izne bağlamıştır.) Genel olarak, bu olumlu yaklaşım daha da geliştirilmeli ve 1923 Lozan Antlaşması'nın kapsamına girsinler veya girmesinler, gayri müslimlerin somut talepleri, Heybeliada Ruhban Okulunun kapalı kalmaya devam etmesi konusu dahil, gerektiği gibi incelenmelidir. 
Alevilere yönelik resmî yaklaşımda herhangi bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Alevilerin şikâyetleri, sadece Sünni camileri ve dinsel vakıflarının inşası için malî destek sağlanması yanında, okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini yansıtmayan zorunlu din eğitimi verilmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konular son derece hassastır; ancak, bunlar hakkında açık bir tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. 
2001 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü ile ilgili olarak bazı gayrı müslim cemaatlere yönelik daha büyük hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. 2000 yılında özellikle Hıristiyanlığın 2000. yıldönümü kutlamalarında Türk makamları Tarsus'ta bir toplantı dahil belli başlı dinsel gruplar arasında düzenlenen "ekümenik" etkinliklere destek oldular. Aralık ayında Cumhurbaşkanı Sezer, Noel ve Hanuka münasebetiyle Türkiye'nin dinsel azınlık gruplarına bir mesaj yayınladı. Azınlık vakıflarına ait olan kiliseler ve diğer binaların onarımı için artık resmî izin gerekli değildir. Ancak Hıristiyan kiliseler, özellikle taşınmaz mülkiyeti ile ilgili olarak güçlüklerle karşılaşmaya devam ediyorlar. Heybeliada Ortodoks Ruhban Okulu'nun 1971'den beri kapalı kalmasıyla ilgili herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır. 
Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumunda iyileşme olmamıştır. Alevilere yönelik resmî yaklaşım değişmemiştir. Alevilerin sorunlarına Diyanet İşleri Başkanlığınca ilgi gösterilmemiştir. Alevilerin şikâyetleri okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini tanımayan zorunlu din eğitimi verilmesiyle ve sadece Sünni camileri ve dinsel vakıfları için malî destek sağlanmasıyla ilgilidir. 
Görüldüğü gibi sanal dinsel azınlıklar yaratma çabası bütün hızıyla devam etmektedir. Yıllardır çeşitli platformlarda dile getirilen ekümenliğin tanınması, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve kiliselerin istediği şekilde mal-mülk sahibi olması da nihayet AB'nin talimat listesine(!) dahil edilmiştir. Bu arada Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne verilen bir önerge ile Ayasofya'nın kilise olarak ibadete açılması talep edilmiştir. İstanbul için "Constantinople" denilen önergede, "İşgal altındaki görkemli Hıristiyan toprakları"ndan bahsedilmekte ve "Ayasofya'nın Hıristiyan dünyasına iadesi" istenmektedir. Avrupa Konseyi gündemindeki bu konunun yakın zamanda AB Parlamentosu'na gelmesi de sürpriz olmayacaktır. 

Heybeliada Ruhban Okulu Meselesi Nedir?

Heybeliada Ruhban Okulu meselesi AB'nin 1998 ve 1999 ilerleme raporlarında yokken, birden bire 2000 yılından itibaren gündeme gelmiştir. AB, bu okulun açılmasını istemektedir. Henüz ön şart olmasa da ön şart haline geleceğine kesin gözüyle bakılan konulardan birisidir. Çünkü ilerleme raporlarına bu tarihlerde girmiştir; ancak öncesinde diğer konular gibi Avrupa Parlamentosu'nda tavsiye kararları şeklinde gündeme getirilmiştir. Avrupa Parlamentosu'nun bu konuyla ilgili kararlarından bazıları şöyledir;

- Dünyanın her tarafında milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis'teki (AP İstanbul yerine bu ifadeyi kullanmaktadır) Patrikhane'nin önemini gözününde bulundurarak, patrikhanenin ve diğer dinsel yerlerin binalarının korunması için gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur. (24.10.1996)

- Avrupa Parlamentosu, Patrikhane'ye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu'nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur. (24.10.1996) 
Hıristiyan din adamı yetiştirmek amacıyla 1844 yılında kurulan bu okul, zamanla amacından sapmış bu yüzden Lozan görüşmeleri sırasında yasaklanması gündeme gelmiştir. Ancak Batılı devletlerin ısrarı üzerine belli şartlar çerçevesinde faaliyetine izin verilmiş, statüsü de Lozan ile belirlenmiştir. Buna rağmen, Türkiye aleyhine faaliyetlerin merkezi haline gelen, özellikle de Kıbrıs sorununun gündeme gelmesiyle "odak" olduğu ortaya çıkan bu okulun mezunlarından birisi de Enosis'in temel direklerinden Başpiskopos Makarios'tur. Anayasa Mahkemesi'nin özel okullarla ilgili yasayı iptalinden sonra Milli Eğitime veya bir üniversiteye bağlanmayı reddedip, faaliyetlerini kendiliğinden sona erdiren bu okulun, özel ve özerk, evrensel, siyasî ve dinî bir mekân yani ikinci bir Vatikan olması için çalışmalar sürdürülmektedir. 

Kısa sürede onlarca ülkeyi gezen ve gittiği her yerde "ekümen- evrensel patrik" ünvanını kullanan Fener-Rum Patriği Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması için AB'den sonra, ABD'nin de desteğini aldı. Süratle uluslararası bir sorun haline dönüştürülen bu konunun çözülmesinden sonra Patriğin, çok sayıda başka hedefi gündeme getireceği bilinmektedir. 
Türk makamları ile yazışmalarında dahi, "Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch- Constantinople (İstanbul), Yeni Roma ve Evrensel Patrikhanesi Başpiskoposu" ünvanını kullanmaya cüret eden Patriğin bu ünvanı hedeflerini gösterir niteliktedir. Ancak yöneticilerimiz olaya, "Bunların isteklerini kabul ettiğimizde, bizim dinî kuruluşlarımız da özel okul isterse" mantığıyla bakmaktadırlar. Böyle bir endişeyi gerekçe yapanlar düşünemiyorlar ki, İslam dini bir inanç sistemi olmanın yanında büyük Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli dediği, Türk kültürünü oluşturan ana unsurlardan birisidir. Böyle bir anlayış, milleti millet yapan kültürle çatışmaya girmek demektir ki, bu da bindiği dalı kesmekle eş anlamlıdır. 
Atatürk'ün, Lozan Konferansı'nın ilk dönem görüşmelerinin yapıldığı sırada 25 Aralık 1922'de Le Journal Gazetesi'ne verdiği demeçte Patrikhane ile ilgili olarak söylediği şu sözler yeterince açıktır:

"Azınlıklara gelince, bu konuda değiş tokuş ileri sürmüştük. Öbür devletlerin temsilcileri de bu konuda bizim fikrimizi izlemişler ve onaylamışlardı. Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Rum Patrikhanesi'ni artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir? Türkiye'nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığınak göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?"

İlerleme Raporları; Katılım Ortaklığı Belgesi'nin İlerisinde... Sırada Hangi Talepler Var?

İlerleme raporlarının, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin temelini oluşturduğunu, hatta onun da önünde olduğunu söylemiştik. Türkiye hakkındaki ilk ilerleme raporu 1998 yılında düzenlendi ve sonraki yıllarda da devam etti. Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi ise 8 Kasım 2000'de verildi. Bu belgenin hazırlanmasında tümüyle 2000 yılı İlerleme Raporu esas alınmıştı. Daha önce belirttiğimiz gibi 2000 raporunun temel dayanaklarından birisi ise meşhur Morillon Raporu'dur. 2000 ve 2001 yılları ilerleme raporları ile Katılım Ortaklığı Belgesi'ni karşılaştırdığımızda, raporlardaki birçok hususun KOB'a girmediğini görüyoruz. KOB'da olmasa bile raporlardaki tesbit daha doğrusu dolaylı taleplerin ileriki yıllarda gündeme gelmesine kesin gözüyle bakmalıyız. Çünkü, KOB'un başlangıcında, "İlerleme raporlarındaki hususların her halükârda yerine getirileceği" belirtilmektedir. Kaldı ki, "Ulusal Program'ın KOB'un ayrılmaz bir parçası olmamakla beraber, kapsadığı önceliklerin Katılım Ortaklığı Belgesine uyması", kısaca Ulusal Program'ın, KOB'a uydurulması gerektiği de açıkça ifade edilmektedir. 

KOB'da bulunmayıp da, ilerleme raporlarımızda yer alan, bu sebeple bir süre sonra gündeme gelmesi ihtimali bulunan taleplerin neler olabileceğini  raporlardan kabaca taradığımızda önümüzde şöyle bir liste bulduk:  

- Genelkurmay Başkanı'nın, AB, NATO ve AGİT standartlarına aykırı olarak Savunma Bakanına karşı sorumlu olmak yerine hâlâ Başbakan'a karşı sorumlu olması,
- Savunma ve güvenlik konularında parlamentoya karşı pek az sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır, (Genelkurmay Başkanlığı kast ediliyor) 
- YÖK'te Genelkurmay Başkanı tarafından seçilen bir üyenin olduğu görülmektedir,
- Daha önce gündeme gelen RTÜK Yasası'nda, RTÜK'e MGK temsilcisinin atanması öngörülüyordu. Yasanın yeni şeklinin Avrupa standartlarına uygun olması  önemlidir,
- Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na Başkanlık etmesi yargı ve yürütme arasındaki güçler ayrılığına gölge düşürmektedir,    
- AİHM kararlarının dolaysız geçerliliği sorunu devam etmektedir, (AİHM kararlarının doğrudan geçerli olması isteniyor) 
- Türk Ceza Kanunu değişikliği 6 No'lu Protokülü imzalama ve onaylama durumu olup olmadığını gösterecektir (Anayasa'daki terör suçlarında idam cezasının TCK değişikliği ile kaldırılmasının istendiği ima ediliyor),
- Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü henüz imzalanmamıştır, (AB üyesi Yunanistan ve İrlanda da Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü imzalamamıştır)
- Türkiye, Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır, (Böyle bir mecburiyetimiz olmadığına göre, açıkça dayatmada bulunuluyor)
- Alevilik gibi konular son derece hassastır. Ancak bunların hakları konusunda tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. Zorunlu din eğitimi verilmesi, sadece Sünni camilere ve dinsel vakıflara malî yardım gibi problemler vardır,
- Heybeliada Ruhban Okulu konusunda herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır, 
- Sivil Toplum Kuruluşlarının işleyişi hâlâ devlet kontrolündedir. STK'lar Türkiye dışından malî kaynak almak için hükümetten onay almak zorundadırlar, (Son dönemde yaşanan yabancı kuruluşlarla ilişkide olan vakıf ve dernekler ile ilgili tartışmalar hatırlanırsa, bunların tüm faaliyetlerinin serbest bırakılmasının istendiği sonucunu çıkarabiliriz)

- Göçebe çingeneler Türkiye'ye göçmen olarak kabul edilmeyecek gruplar arasında olmaya devam ediyor.  

Görüldüğü gibi daha "yapacak çok işimiz" var. Bu listelerde olmayan ancak 2002 İlerleme raporunda yer alması kuvvetle muhtemel olan bir hususu da biz ilave edelim istiyoruz. Bilindiği gibi Ankara'daki travestiler Mart ayı içinde Bayan Karen Fogg ile görüşerek, yardım istediler. AB'nin, bu sorunu da mutlaka gündemine alacağına inanıyoruz!..
Sanal Değil Gerçek Aday Ülkelerin Sorunları, AB'nin Bunlardan İstekleri Nelerdir? 
AB'nin, Türkiye'nin "temel siyasi eksikliklerine" ilişkin değerlendirmelerine geride kalan bölümlerde çeşitli başlıklar altında yer verdik. Burada diğer aday ülkelerle ilgili tesbitleri mümkün olduğunca geniş bir şekilde ele alarak, AB'nin gerçekten tüm ülkelerden aynı taleplerde bulunup, bulunmadığının görülmesine ve değerlendirmelerinin "insafı" hakkında bir karşılaştırma yapılmasına imkân sağlamak istiyoruz. 

Merkezî ve Doğu Avrupa'nın 10 ülkesinin yanısıra Kıbrıs ve Malta ile ilgili raporların toplu bir değerlendirmesi yapılacak olursa, bu ülkelere yapıcı ve oldukça iyi niyetle yaklaşıldığını, bunların gerçekten AB üyeliğine hazırlanmalarına çaba gösterildiği görülmektedir. Yine bu ülkelerle ilgili olarak ağırlık ekonomik, idarî ve hukukî yapılanmaya verilmekte, siyasî kriterlerde de, örneğin resmî azınlıkları için dil, kültür ve sosyal açıdan topluma entegrasyonlarından bahsedilmektedir. Türkiye için devamlı olarak resmî azınlık veya etnik grup sayılmadıkları halde, neredeyse toplum gruplarının tamamını ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olunursa "niyet" farklılığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Diğer aday ülkelere, resmî azınlıkları için tavsiye ve maddî destek verilmekte hatta bunların topluma entegrasyonu için özel programlar geliştirilmektedir. Herhalde Türkiye, böyle özel entegrasyon programları geliştirse, AB raporlarında asimilasyondan ve insan haklarına aykırılıktan bahsedilir, yüksek sesle ve ağır bir dille tenkit edilirdi. 
Türkiye'nin sorunlarına karşılık, AB'nin adeta dayatma şeklindeki talepleri, hem sayıca fazladır ve hem de en hassas konuları içermektedir. Bu gerçek karşısında diğer aday ülkelerden beklentilerin "detay" kaldığını söylememiz mümkündür. Buna rağmen, gerçek aday olan 12 ülke, istenilenlerin tamamını henüz yerine getirmemiştir. Bunlara, yakın dönemde üyeliğe alınacak olanlar da dahildir. Ancak aday ülkelerin tamamının raporları, "Kopenhag kriterlerine uygunluk devam ediyor" şeklinde başlarken, sadece Türkiye için "Kopenhag kriterlerine uyum olmadığı" belirtilmektedir. Türkiye dışındaki ülkelere genelde son derece yapıcı bir üslup kullanılarak, anlayış gösterildiği, ülke yöneticilerinin "niyet"lerinin yeterli sayıldığı, özellikle de Kıbrıs Rum kesimi ile ilgili olarak açık bir "himaye" üslubunun geliştirildiği görülmektedir.                 

Bu tesbitlerden sonra AB'nin 12 aday ülkenin ilerlemesi ile ilgili raporlarını yıllar itibariyle şöyle özetlemek mümkündür:



14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***