Türkiye Ve Amerika’nın Karmaşık İlişkisi
Tarihsel açıdan bakıldığında inişli-çıkışlı bir grafik izlediği görülen Türk-Amerikan ilişkileri, günümüzde Arap Baharı, İran ve PKK gibi ortak kaygılar bağlamında yükseliş eğilimi gösteriyor.
Yıl 1947. Savaş yorgunu Amerika Birleşik Devletleri Kongresi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yayılma planları nedeniyle gergin. Dönemin Amerikan Başkanı Harry S. Truman, kongre üyelerine hitaben yaptığı konuşmada, Türkiye ve Yunanistan için 400 milyon dolarlık kalkınma yardımı talebinde bulunurken, bu ülkelerin “iki alternatif yaşam tarzından birini seçmek durumunda olduğunu” vurgulamıştı.
Sovyetler’in Orta Doğu’da yayılmasını ve Akdeniz’e inerek sıcak denizlere ulaşmasını engellemek için Türkiye’yi askeri ve ekonomik açıdan destekleme kararı alan ABD, Türkiye’nin komünizm karşıtı bloktaki yerini sağlamlaştırma konusunda kararlı olmakla birlikte, başlangıçta ülkenin egemenliğini savunacağına dair herhangi bir güvence vermek istemiyordu. Ancak kısa süre sonra bu yönde bağlayıcı bir taahhütte bulunmak zorunda kalacaktı.
Türkiye’nin, kendisine güvenlik konusunda herhangi bir garanti verilmemesinden duyduğu hayal kırıklığı giderek artarken, ABD, Türkiye’ye NATO üyeliği için resmi davette bulunarak, ülkenin Atlantik ötesi güvenlik çerçevesi içindeki yerini pekiştirmiş ve dahası, Türk-Amerikan ittifakını güçlendirmiş oldu.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile ABD arasında – Kıbrıs meselesi başta olmak üzere – pek çok gerilim yaşansa da, Sovyetler konusundaki ortak tehdit algıları ve güvenliğe dayalı ittifakları, iki ülkeyi birbirine iyice yakınlaştırdı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte komünizm tehdidi ortadan kalkınca, ilişkiler, akışına bırakılarak, dönemin jeopolitik gerçeklerine göre şekillendirildi. Başlarda 90’lı yılların zorlu jeopolitik gerçekleriyle mücadele eden Türkiye, süreç içinde daha bağımsız ve etkin bir siyaset geliştirdi.
Bugün de pek çok ortak stratejik amaç ve çıkar paydasında buluşmaya devam eden iki ülkenin, genellikle birbiriyle ters düştüğü nokta ise, bu amaçlara ulaşırken kullanılacak yol ile ilgili oluyor.
Soğuk Savaşı takip eden süreçte Washington, önce Orta Asya’da kurulan bağımsız Türki cumhuriyetlere, sonra da Orta Doğu’ya “Türk modelinin” ihraç edilmesi fikrini destekledi.
Ancak Türk modelinin bu şekilde savunulması, Ankara’daki bazı kesimlerin tepkisini çekiyor, zira Uluslararası Kriz Grubu Türkiye/Kıbrıs Projesi Direktörü Hugh Pope’a göre, “söz konusu kesimler, laik bir anayasal düzene dayalı ülkenin, İslami bir sistem olarak nitelendirilmesini ve kapasitesinin sadece Doğu’nun yoksul ve işlevsiz ülkeleri ile sınırlıymış gibi görülmesini istemiyor.”
2003 yılında ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin, Iraklı diktatör Saddam Hüseyin’i devirmek için Türkiye sınırından bir kuzey cephesi açmak istemesi üzerine, TBMM’nin oyuna sunulan tezkere reddedildi ve bu olay, Türk-Amerikan ilişkilerini sıkıntıya soktu.
Irak Savaşı, özellikle de 2003-2007 dönemi, Türk-Amerikan ilişkilerinin en dibe vurduğu yıllar olarak tarihe geçti. Bu dönemde Irak, kontrolden çıkma noktasındaydı. Kuzey Irak’ta üslenen PKK, Türk güvenlik güçlerine yeniden saldırmaya başlamıştı.
Dipten yüzeye çıkışın başlangıç noktası ise, 2007 yılı sonlarına doğru ABD, Türkiye ve Irak arasında kurulan “üçlü mekanizma” oldu. Bu mekanizma çerçevesinde, artan PKK şiddeti ile mücadele edilmesi ve yanı sıra ABD’nin, PKK konusunda “eyleme geçirilebilir istihbarat” sağlaması öngörülüyordu.
Pek çok kimseye göre bu gelişme, Türk-Amerikan ilişkileri açısından adeta bir “U dönüşü” idi.
Bununla birlikte Türkiye, 2000’li yılların başında genel olarak çok daha proaktif bir dış siyaset yaklaşımı benimsedi. İki müttefik, çoğu zaman aynı stratejik hedefleri paylaşsa da, kimi zaman taktik açıdan birbirine ters düştü. Bu zıtlaşmaların Ankara ve Washinton’daki yansıması ise hayal kırıklığı şeklinde oldu.
Söz konusu taktiksel anlaşmazlıkların en önemlilerinden biri de, İran ekseninde yaşanandı. ABD ve Avrupalı müttefikleri, nükleer programıyla ilgili meseleler nedeniyle İran’a yaptırım uygulanmasını isterken, Türkiye bu fikre sıcak bakmıyordu.
SES Türkiye’nin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Alman Marshall Vakfı Atlantik Ötesi İlişkiler Uzmanı Joshua Walker, “Türk-Amerikan ilişkileri tarihinde önemli birkaç dönüm noktası olduğundan” bahsediyor.
“Bunlardan biri de, Başbakan Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve Brezilya’nın eski cumhurbaşkanı Lula’nın, Tahran Bildirisi’nin imzalanmasından sonra, muzaffer bir edayla kollarını havaya kaldırarak birlikte fotoğraf çektirdikleri gündü,” diyor Walker.
“Yakıt takası” anlaşması, ilk kez Ekim 2009’da ABD tarafından önerilen bir teklife dayalı olarak, Türkiye’nin arabuluculuğunda imzalandı. Buna göre, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye sevketmesi ve buna karşılık Fransa’dan gelen nükleer yakıt çubuklarının da Tahran’daki bir araştırma reaktörüne gönderilmesi planlanıyordu.
Ancak muğlak ifadeler içeren bu anlaşma, başlangıçtaki teklifte yer alan çoğu talebe bir açıklık getirmediği gibi, yeni yaptırım kararlarının oylanacağı BM Güvenlik Konseyi oturumunun da hemen öncesinde imzalanıyordu. Dolayısıyla İran’ın bu hamlesi, Rusya ve Çin’i BM yaptırımlarına karşı çıkmaya ikna etmek yönünde bir girişim olarak değerlendirildi. Neticede ise sadece iki ülke -- Türkiye ve Brezilya -- BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 Sayılı Kararına “hayır” oyu verdi.
Ankara merkezli Stratejik İletişim Merkezi (STRATİM) Direktörü Suat Kınıklıoğlu, o dönemi “Washington’da olumsuz bir hava hakimdi” sözüyle özetliyor.
Bununla beraber, “her iki taraf da Türkiye’nin artık 70’li yıllardaki gibi olmadığı ve kimi mesele ve çıkarlar konusunda ABD ile farklı fikirlere sahip olabileceği gerçeğine alışınca” bu sorunların bazılarının üstesinden gelinebildi, diyor Kınıklıoğlu.
Daha yakın geçmişe baktığımızda, Türkiye’nin NATO bünyesinde kurulacak balistik füze kalkanına ev sahipliği yapmayı kabul etmesinin de, ilişkiler bakımından olumlu bir etki sağladığını görüyoruz.
Türkiye açısından büyük önem taşıyan bir diğer olumlu gelişme de, ABD’nin Türk topraklarında konuşlandıracağı insansız hava araçları yardımıyla, Ankara’ya PKK konusunda “eyleme geçirilebilir istihbarat” sağlamaya devam edeceğini açıklaması idi.
SES Türkiye’ye değerlendirmelerde bulunan, Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi öğretim üyelerinden Emre Hatipoğlu’na göre, “Güvenlik konusu, Türkiye-ABD ilişkilerinde hâlâ çok önemli rol oynuyor.”
İki ülkenin tam bir işbirliği içinde hareket ettikleri bir diğer konu da Arap Devrimleri, zira bu alandaki kısa vadeli çıkarları neredeyse doğrudan çakışıyor.
Öyle ki, Vatan gazetesi Washington temsilcisi İlhan Tanır, “Türkiye, Arap Baharı öncesine kıyasla, bugün artık Washington için çok daha değerli,” diyor.
Lehigh Üniversitesi’nde görevli Türkiye uzmanı Profesör Henri Barkey de aynı fikirde: “İlişkiler konusundaki asıl değişim Arap Baharı ile gerçekleşti, zira bu süreçte Türkiye, bölgede çok daha önemli bir rol üstlenme fırsatı buldu. Türkiye ve Beyaz Saray, Mısır başta olmak üzere bir çok ülkede birlikte uyum içinde çalışmaya başladı.”
Ayaklanmalarla çalkalanan Orta Doğu, siyasi bir evrim geçirirken, ABD ve Türkiye, pragmatik sebeplerden ötürü benzer kesimleri destekliyor.
“ Türkiye’nin Orta Doğu romantizminin, Arap Baharı ile kısmen sona erdiğini” belirten Kınıkoğlu, “ Artık Orta Doğu’nun ciddi anlamda karmaşık bir coğrafya olduğunu ve burada tarafsız kalmanın mümkün olmadığını anlıyoruz , ” diyor.
Arap devrimlerinin başında bazı olumsuzlukları yumuşatmayı başaran Türkiye, Tunus, Mısır ve Libya’daki yeni hükümetlerle yakın ilişkiler kurmak için etkin bir çaba gösterdi.
Ancak Suriye’de yaşanan şiddet olayları, Ankara’yı hassas noktasından vurdu. İlk tepki olarak, Esad’a reform çağrısında bulunan Türkiye, daha sonrasında ülkede rejim değişikliği isteyen Batı ile aynı safta yer aldı.
Barkey’e göre, Washington; sivil savaş, mülteci krizi ve bölgesel istikrarsızlık olasılıkları çerçevesinde, Türkiye’nin Suriye’nin geleceği konusunda önemli bir çıkarı ve rolü olduğunun farkında.
Bu bağlamda hem ABD’nin, hem de Türkiye’nin bölgede işbirliği içinde hareket etmek için yeterince sebebi var.
Walker, bir noktanın altını çiziyor: “Arap Baharı sürecinde gördüğümüz üzere, Orta Doğu’nun gerçekleri, Türk dış siyasetinin, önemli çatışma ve çöküşlerle sınanmamış, idealist ilkelerini kesinlikle etkilemiştir.”
Ortak kaygılar, başka alanlardaki anlaşmazlıkları şimdilik unutturmuş gibi görünürken, iki ülkenin birbirine paralel çıkar ve fikirleri doğrultusunda hareket ettikleri görülüyor.
Ancak tüm bunları, mevcut koşullara dayalı gelişmeler olarak nitelendiren Barkey, “Bugün bunların olması, yarın da aynı şey olacak anlamına gelmez,” diyor.
SES Türkiye - Aaron Stein
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder