ASAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ASAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2017 Cumartesi

ABD Güvenlik Politikalarında Güç Kullanımı ve Caydırıcılık., BÖLÜM 2



 ABD Güvenlik  Politikalarında  Güç Kullanımı ve  Caydırıcılık., BÖLÜM 2





Amerikan askerî operasyonlarının başka bir önemli ayağı da koalisyonlardır. Koalisyonların oluşması zaman almakta, aktörlerin sayısı arttıkça karar alma süreci yavaşlamakta ve bazen “ kervan en yavaş devenin hızıyla ilerlemektedir”. Koalisyon savaşlarında ortakların istek, kabiliyet ve duyarlılıklarının dikkate alınmasını gerektirdiğinden; 

ABD’nin karar alma bağımsızlığını sınırlandırmaktadır. Ancak koalisyonlar askerî güç kullanımına meşruiyet sağlamakta ve diplomatik maliyeti azaltıcı etkide 
bulunmaktadır.18 

  ^^ Savaşın lineer olmayan doğası her zaman, beklenmeyen, önceden kestirilemeyecek ve arzulanmayan paradoksal sonuçlar üretebilme kapasitesi taşımaktadır. ^^

Denizaşırı üsler Amerikan caydırıcılığının en önemli unsurlarından biridir.19 
Askerî üsler, hava sahası kullanma anlaşmaları,diğer ülkelerin hava alanı, liman ve diğer askerî tesislerinin kullanılması, ortak tatbikatlar, ortak operasyonlar, 
koalisyon ve ittifakların diğer getirileridir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD dışında sadece bir ülke (Falkland Savaşı’nda İngiltere) kendine sınırdaş olmayan bir yerde tek başına savaşmayı denemiştir.20  

90’lı yıllarda Amerikan askerî müdahaleleri Somali dışında yüksek bir başarı oranı tutturmuştur. Her savaşta elde edilen başarı ve verilen askerî kayıpların düşüklüğü; ilerde savaşın başarısı değerlendirilirken baz olarak kabul edilmektedir. Diğer yandan başarılı ve maliyetsiz Amerikan müdahaleleri Amerika’nın rakip ve düşmanlarında yılgınlık, umutsuzluk ve teslimiyet duygusu yaratmakta ve ABD “daha savaş başlamadan” galip ilân edilmektedir. 
Ancak unutulmamalıdır ki savaşın lineer olmayan doğası21 her zaman, beklenmeyen, önceden kestirilemeyecek ve arzulanmayan paradoksal sonuçlar üretebilme kapasitesi taşımaktadır. Çok sık, gereksiz ve sorumsuzca müdahale etmenin riskleri de yok değildir. Bir önceki başarıların “zafer sarhoşluğu” aynı formülleri değişik ortamlarda da kullanmaya sevk edebilir.

Bu konuda en sık verilen örnek Afganistan modelinin Irak’ta başarılı olup olmayacağıdır. Hava gücü Amerikan müdahaleciliğinin en önemli unsurlarından biridir. 
Ama hava gücü, inandırıcı “Karaya asker indirme” tehditleriyle desteklenmediğinde her zaman tek başına başarılı olamayabilir.22

Başarısız müdahaleler, “bataklığa” dönüşürse millî morale de çok büyük olumsuz etkileri olabilmektedir.

Bu tür başarısızlıklar ileride daha elzem askerî müdahalelere karşı Amerikan kamuoyunu soğutabilmektedir. Çok fazla yere müdahale eden bir Amerika, daha hayatî  çıkarlarını savunmada güçlükler yaşayabilir.23  Askerî gücün kullanılmasında yaşanabilecek başarısızlıkların askerî alanla sınırlı kalmayan sonuçları olabilir. 

Büyük çaplı bir ya da daha küçük ama seri askerî başarısızlıklar Amerikan hegemonyasını sekteye uğratabilir. Böyle başarısızlıklar potansiyel rakiplere Amerikan gücünün kırılmaz olmadığını düşündürerek umutlandırıp hareketlendirebilir. Amerika’nın savunmasını Washington’a “ihale etmiş” dost ve müttefikleri kendi başlarının çaresine bakma gereği hissedebilirler.

Bu durum güvenlik rekabetinin artmasına, bölgesel ve global silâhlanma yarışlarına ve Amerika’nın dünya olaylarını belirleme ve etkileme gücünün azalmasına  neden olabilir. Özellikle Amerika’nın coğrafî olarak farklı bölgelerde aynı anda büyük çaplı askerî operasyonlar düzenleme kapasitesi hakkında oluşabilecek soru  işaretleri, Washington uzak bir bölgede askerî olarak meşgulken “ fırsatı kullanmak isteyen ” revizyonist ülkeleri yüreklendirebilir. Ama askerî müdahalelerdeki uzun, maliyetli ve giderek “ içine çeken ” operasyonlar ve başarısızlıkların en önemli sonucu Amerikan kamuoyu üzerinde olmaktadır. Amerika’nın “ Vietnam  sendromu ”ndan kurtulması çok uzun sürmüştür.

Amerika’nın son dönemde kazandığı hızlı ve kesin askerî başarıların önümüzdeki dönemde özellikle devletlere yönelik caydırıcı tehditlere ilave bir inandırıcılık katacağı  söylenebilir. ABD, askerî güç kullanma gücü, iradesi ve isteği olduğunu kanıtlamıştır. Başarılı askerî müdahaleler zamanla askerî tehditlerin inandırıcılığını arttırarak askeri gücün daha az sıklıkta kullanılmasını sağlayabilir.

Tehditlerin baflarılı olabilmesi için Amerika’nın ‘zaman zaman’ başarılı, etkili, düşük maliyet ve az kayıplı askerî müdahaleler düzenlemesi gerekmektedir. 24 
Amerika’nın tek süper güç olduğu düşüncesi yaygınlaştıkça, Amerika’ya direnenlerin “ Güvenecek kimseleri kalmadığı” ortaya çıktıkça Amerika işini daha çok güç kullanma tehditleriyle görebilir. Washington askerî müdahalelerde Amerikan askerî teknolojisinin, ateş gücünün ve organizasyon becerisinin ve bunu kullanma iradesinin teşhirini de amaçlamaktadır. Günümüzde 19. yüzyılın “ gunboat diplomasisi” yerini giderek “tomahawk diplomasisi”ne bırakmaktadır.

Önleyici Saldırı ve Ön Vuruş Başkan Bush’un West Point Askerî Akademisi’nde 1 Haziran’da yaptığı konuşmada ortaya attığı Amerika’nın terörist örgüt ve kitle imha silâhları sahibi olmaya çalışan devletlere karşı saldırılmayı beklemeden vurmasını öngören konuşması fiiliyata geçirilirse Amerikan güvenlik stratejisinde önemli bir değişim gerçekleşecektir.25   Nükleer, biyolojik ve kimyasal silâhlara karşı saldırılmayı beklemeden önceden vurmayı öngören doktrin İsrail ve Amerika’nın İran’a karşı bir harekâtının önünü dahi açabilir. Ama asıl önemi caydırıcılık boyutunda olacaktır. Bu tür silahlar edinmek isteyen ülkelere Amerika “sakın!” demektedir, “sakın, yoksa sizin için çok kötü olur.” Doktrinin resmî halinin sonbaharda açıklanması beklenmektedir. Açıklanacak doktrinin hukuksal ve siyasî olarak eleştirilecek çok yönü olsa da bu tür girişimlere karşı Amerikan caydırıcılığını arttıracağı tahmininde bulunabiliriz.

Kitle imha silâhları edinme arzusu gösteren ülkeler bu konuda “ Bir kere daha düşüneceklerdir ”. Doktrinin hukukî problemler açması kaçınılmaz olacaktır. 
Doktrin ve onun yaratacağı rüzgâr, hukuku da beraberinde değişmeye zorlayabilir.

Konuyla akla gelen ilk sorular doktrinin ne kadar net olacağı ve yoruma ne kadar açık kapı bırakacağıdır.

< Washington askerî müdahalelerde Amerikan askerî teknolojisinin, ateşgücünün ve organizasyon becerisinin ve bunu kullanma iradesinin teşhirini de amaçlamaktadır. >

Bu yaklaşımı pratikte uygulamakla doktrin olarak benimsemek arasında farklar olabilir. Amerikan yönetimi bu politikayı her yer ve zamanda uygulamaktan
çok, seçici olmak zorundadır. Muhtemelen ayrıntılara fazla girmeden kitle imha silâhları edinme ve terör eylemine girişmeyi caydırmayı amaçlayan bir doktrin 
açıklanacaktır. 

Buradaki caydırıcılık karşı tarafın silâhları kullanmasını değil edinmesini engellemeye yönelik caydırıcılıktır.
Böylece ABD klâsik anlamda caydırıcılık ve çevreleme politikaları haricinde ön alma ve engelleyici saldırı seçeneklerini de portföyüne sokmuş olacaktır. Ön vurmanın menüdeki seçeneklerden biri olması gerektiği ama stratejinin kendisi olmaması gerektiğini savunan askerî uzmanlar da bulunmaktadır. Doktrinin bağlayıcı olmasının uluslararası siyasî maliyeti olabilir. Amerika’nın uluslararası hukuk ve kurallara uymayan kontrolsüz bir devlet hâlini aldığı imajı netleşebilir. Doktrin ve beraberindeki tehditler net ifadelerle dillendirilip uygulamada yeterince takipçi olunmazsa bu durum da tehditlerin inandırıcılığına zarar verebilir. Doktrinin son hâli Irak’a yönelik operasyonun öncesinde açıklanarak atmosfer hazırlanabilir.

Sonuç

Savaş, Amerikan başkanları için çok önemli bir karar olmaya devam edecektir. Askerî gücün kullanılması önemli bazı stratejik, ahlakî ve psikolojik kriterler arasında karmaşık öncelik tercihleri (trade- off) gerektirmektedir. Karmaşık kararlar bazen çok fazla düşünmeye ve tartışmaya fırsat kalmadan eksik bilgi ve istihbaratla alınmak zorunda kalınabilir. Askerî güç özellikle siyasî ve diplomatik ortamı değiştirici gücü ile Amerika için avantajlı “kontekstler yaratma” imkânı sağlamaktadır. 

Ama bu ortamlarda ne olacağı büyük ölçüde diplomaside gösterilecek maharete bağlıdır. Askerî güç bazı şeyler yapabilir ama her şeyi yapamaz. Araçları, amaçları, zamanlamayı, ortakları, düşmanı seçmek ve güç kullanımı ile diplomasinin beraber uyumlu kullanımı önemli olmaya devam etmektedir.

Müdahale edilecek çatışmanın ya da düşmanın doğası ve amaçları; kullanılması gereken gücün türü, şiddeti, zamanlaması; müdahale öncesi diplomatik ortamın 
hazırlanması, ortakların seçimi ve iknası Amerikan askerî müdahalelerinin başarısını belirleyen en önemli faktörlerdir.




DİPNOTLAR;

1 Thomas C. Schelling, Arms and Influence, New Haven: Yale University Press, 1966; Gordon A. Craig ve Alexander L. George, Force and Statecraft, New York: 
Oxford University Press, 1995, ss. 196-213; Richard Haass, Intervention: The Use of American Military Force in the Post-Cold War World, Carnegie Endowment for International Peace, 1999; Richard Haass, The Use and Abuse of Military Force, Brookings Institution, Kasım 1999, Richard Haass, “Military Force: A User’s Guide”, Foreign Policy, K›fl 1994, ss. 21-38; Barry M. Blechman ve Tamara Cofman Wittes, “Defining Moment: The Threat and Use of Force in American Foreign Policy”, Political Science Quarterly, Bahar 1999, s. 1- 31; Charles William Maynes; “Relearning Intervention”, Foreign Policy, Bahar 1995, ss. 96-114. 
2 John Mueller, Retreat from Doomsday, New York: Basic Books, 1989.
3 Robert Jervis, “Theories of War in an Era of Leading-Power Peace”, American Political Science Review, Mart 2002, ss. 1- 14.
4 Güç kullanımı konusunda Avrupa ve ABD arasında giderek belirginleşen perspektif farklılıkları için bkz. Robert Kagan, “Power and Weakness”, Policy Review, Haziran/Temmuz 2002, ss.
5 Gregory F. Treverton, Framing Compellent Strategies, Rand Corporation, 2000.
6 Maynes, “Relearning Intervention”, s. 102.
7 Şanlı Bahadır Koç, “Deterrence Failure in Theory and Practice”, (Yayımlanmamış Makale).
8 Caspar Weinberger, “The Uses of Military Power”, Ulusal Basın Kulübü’nde 28 Kasım 1984’de yapılan konuşma. Metin için bkz. Richard Haass, Intervention, içinde ss. 197-205.
9 Richard Haass, The Reluctant Sheriff: The United States after the Cold War, Brookings Press, 1997, s. 111.
10 Colin Powell, “US Forces: Challenges Ahead”, Foreign Affairs, Kış 1992/1993,  ss. 32-45.
11 Donald Kagan ve Frederick W. Kagan, While America Sleeps, St: Martin’s Press, 2000, s. 304-305; Jeffrey Record, “Weinberger- Powell Doctrine Doesn’t Cut It”,  US Naval Institute Proceedings, Ekim 2000.
12 Jacob Weisberg, “Doctrine, heal yourself”, Slate, 25 Eylül 2001.
13 Nitekim Powell’ın kendisi de aynı makalede fazla net, bağlayıcı ve yaratıclığı sınırlayan prensiplerin tehlikelerine dikkat çekmiştir. Powell, “US Forces...” ss. 37-38.
14 Haass, “Military Force: Users’s Guide”, s. 21.
15 Joshua Muravchik, The Imperative of American Leadership: A Challenge to Neo-Isolationism, The AEI Press, 1996, s. 153.
16 Barry Blechman, "The Intervention Dilemma," The Washington Quarterly, Yaz 1995, ss. 64.
17 John Orme, "The Utility of Force in World of Scarcity”, International Security, K›fl 1997, ss. 138-167. Afganistan operasyonunda Amerika’nın yeni teknolojileri kullanmadaki performansı için bkz. Michael O’Hanlon, “A Flawed Masterpiece”, Foreign Affairs, Mart/Nisan 2002, ss. 47-63.
18 “Coercion and Coalitions”, Daniel L. Byman, Matthew C. Waxman, ve Eric Larson, Air Power as a Coercive Instrument, Rand Corporation, 1999, ss. 87-106.
19 Deniz aşır üslerin Amerikan güvenlik politikalarındaki önem ve işlevleri için bkz. Richard L. Kugler, Changes Head: Future Directions for the U.S. Military Presence, Rand Corporation, 1998, s. 1-29.
20 Gregg Easterbrook, “Force of Habit”, The New Republic, 17 Aralık 2001.
21 Edward Luttwak, Strategy: The Logic of War and Peace, Belknap Press, 1990.
22 Darly G. Press, “The Myth of Air Power in the Persian Gulf War and the Future of Warfare”, International Security, Kış 2001, ss. 5-44; Rob de Wijk, 
 “The Limits of Military Power”, The Washington Quarterly, Kış 2002, ss. 75-92; Daniel L. Byman, Matthew C. Waxman, ve Eric Larson, Air Power as a
 Coercive Instrument, Rand Corporation, 1999; Scott A. Cooper, “The Politics of Airstrikes”, Policy Review, Haziran 2001.
23 Pentagon Amerika’nın iki büyük savaşı aynı anda sürdürebilme kapasitesini sorgulamaya başlamıştır. Acaba ABD, örneğin, bir yandan 300 bin askeri Saddam’ı  devirmek için Körfez’e getirip aynı zamanda Tayvan Körfezi ya da iki Kore arasındaki bir savaşa tam gücüyle yetişebilir mi? Colin Powell böyle bir yeteneğin kazanılması ve bunun ortaya konmasının aynı anda iki savafl yapmak zorunda kalmamanın en önemli güvencesi olacağı düşüncesidir. Powell, “US Forces...”, s. 35; Michele A. Flournoy, “Re-evaluating the 2 Major Theater War Strategy”, CSIS, 20 Haziran 2001; Tony Karon, “Why the Pentagon May Revise its Two-War Strategy”, Time, 8 Mayıs 2001.
24 Barry M. Blechman ve Tamara Cofman Wittes, “Defining Moment...”, ss. 5-6.
25 Thomas E. Ricks and Vernon Loeb, “Preemption to Be Military Policy”, Washington Post, 10 Haziran 2002.
  

***

ABD Güvenlik Politikalarında Güç Kullanımı ve Caydırıcılık., BÖLÜM 1


ABD Güvenlik  Politikalarında  Güç Kullanımı ve  Caydırıcılık., BÖLÜM 1 


Şanlı Bahadır KOÇ
* ASAM ABD Araştırmaları Masası, Araştırmacı. 
E-posta: ajp1914@yahoo.com 




   Gücün nerede, ne zaman, nasıl ve niye kullanacağı Amerika’da  önemli bir tartışma konusudur. Askerî güç diplomasiyi nasıl desteklemelidir? Amerika güç kullanırken hangi kavramlar, kriterler ve hesaplarla hareket etmektedir? Askerî gücün kullanılmasının yararları ve zararları, Maliyeti ve Getirisi, fırsatları ve riskleri nelerdir? 
   Teröre karşı savaş ve Askerî Alanda Devrim, silahına davranmaya fazla istekli bir Amerika yaratabilir. 
Stratejik Analiz, Cilt 3, Sayı 28, Ağustos 2002 

‘ Geride küçük sessiz bir askerî gücün bulunmasının diplomaside hoşluğa ve kibarlığa ne kadar katkıda bulunduğunu tahmin edemezsiniz.’ 
George F. Kennan, Amerikalı diplomat ve devlet adamı. 

‘Yumuşakça konuş ve büyük bir sopa taşı.’ 
Theodore Roosevelt, ABD Başkanı. 

‘Kontrolsüz güç, güç değildir.’  Lâstik Reklâmı. 


Nerede, ne zaman, hangi ölçek ve Şiddette ve en önemlisi niye askerî güç kullanılacağı devlet adamlığının temel problemlerinden biri olmaya devam etmektedir.1 

Askerî güç tehdidi ve kullanılması Amerikan dış ve güvenlik Politikasının en önemli enstrümanlarından biridir. Askerî güç ve bunu kullanmaya hazır ve niyetli olmak Amerikan hegemonyasının önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır ABD geçtiğimiz yarım asırda çok değişiklik coğrafyalarda değişik şekillerde askerî güç kullanma yoluna gitmiştir. 

ABD güç kullanırken ne gibi kavramlar, kriterler ve hesaplarla hareket etmektedir? Askerî gücün kullanılmasının yararları ve zararları, Maliyeti ve getirisi, fırsatları ve riskleri nelerdir? Askerî gücün kullanılmasını belirleyen faktörler nelerdir? 

Bu yazı en genel hatlarıyla bu sorulara cevap aramaya çalışacaktır. 

Savaşın, sorunların çözümünde bir araç olmaktan çıkacağı öngörülerine 2 ve Batılı ülkelerin arasındaki anlaşmazlıklarda askerîgücün kullanılması ve hatta
bunun tahayyül edilmesinin bile artık mümkün olmadığı gerçeğine rağmen,3 Batılı olmayan ülkelerin kendi aralarında ve Amerika’nın Batılı olmayan ülkelerle arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde askerî güç tehdidi ve kullan›m› önemli olmaya devam etmektedir.4

Soğuk Savaş’ın bitmesi askerî müdahaleler konusunda Amerika’nın elini rahatlatmış ve Washington müdahalelerinin küresel bir savafla yol açabileceği endişesinden kurtulmuşsada bu durum aynı zamanda neyin Amerikan çıkarı olduğu konusunda Soğuk Savaş döneminde varolan berraklığın kaybolmasına da neden olmuştur.

Hangi bölge, konu ve değerlerin Amerikan “ Kan, Para ve Prestiji ”nin harcanmasına değeceği sorusunu cevaplamak daha güç hâle gelmiştir. 11 Eylül sonrasında 
girilen iklimde bunun böyle kalmayacağı görülmektedir. 2000’li yıllarda ABD’nin askerî güç kullanmasını etkileyebilecek üç önemli gelişmeden bahsedilebilir: 


1) 11 Eylül, Amerika’nın savunmasında aktif ve önleyici güç kullanımını Amerikan kamuoyu nezdinde gerekli ve meşru hâle getirmiştir. 
2) Askerî teknoloji alanındaki “devrim” niteliğindeki gelişme ve bunun silâh sistemlerinde  hızla uygulanmaya konması güç kullanımını Amerika için giderek daha az riskli, maliyetli ve başarışansı yüksek bir konuma getirmektedir. 
3) ABD önümüzdeki dönemde devletlere olduğu kadar terörist örgütler, uyuşturucu şebekeleri ve mafya, iç savaşın tarafı milis örgütler gibi devlet dışı aktörlere yönelik de güç kullanmak durumunda kalacaktır.

Askerî güç kullanımı amaç, büyüklük, maliyet ve etki açısından değişik şekillerde gerçekleşebilir:
Düşmanın istenmeyen bir şey yapmasını caydırıcı (deterrence), düşmanı bir şey yapmaya ya da hâlihazırda başladığı bir eylemi durdurmaya ya da geri almaya zorlayıcı 5 (compellent), önleyici (preventive) ve ön alıcı (pre-emptive), cezalandırıcı (punitive) saldırılar, ve barış gücü (peace-keeping), barış kurucu (peace-making) ve devlet kurucu (nation-building) operasyonlar gibi. Ayrıca aktiflik düzeyine göre yapılabilecek başka bir sınıflandırma da şu olabilir: Deniz aşırı bölgelerde askeri güç  bulundurma, savaşa varmayan güç gösterisinde bulunma ve askerî güç kullanma.

Charles Maynes ABD’nin askerî güç kullanma flekillerini aşağıdaki amaçlara göre sınıflandırmaktadır: “ İttifak akitlerini yerine getirmek için, kitle imha silâhları
nın yayılmasını engellemek amacıyla, anahtar müttefikleri iç karışıklıklara karşı korumak için, Amerikan vatandaşlarını korumak için, demokrasileri desteklemek için, uyuşturucuları ele geçirmek ve karşı terör amaçlı, barış güçlerine yardım ve destek için.”6

Askerî güç kullanmaya duygusallıktan uzak ve rasyonel şekilde karar verilmelidir. Ulaşılması zor bir ideal olan tam rasyonellik alternatif yolların risk, maliyet, getiri ve sonuçlarının hesaplanmasını, ihtimal hesabı yapabilmeyi, kâr-zarar hesabı yapmayı, tanımlanmış ve düzenli bir öncelikler hiyerarşisine sahip olmayı ve araçlarla amaçlar arasında net ilişkiler kurmayı gerektirir. Amerikan güvenlik düşüncesinin en temel kavramı olan ve büyük ölçüde hasm›n rasyonel olduğu varsayımına dayanan caydırıcılık da tamamen “su geçirmez” bir strateji değildir. 

   Caydırıcılık aşağıdaki şart ve şekillerde başarısızlığa uğrayabilir: Tehditler zayıf, muğlak, geç veya çelişkili olduğunda; karşı tarafın algılama özürleri yüzünden  “duyulmadığında”; karşı taraf zamanın aleyhine işlediğini düşündüğünde; karşı taraf “oldu bittiler” ve “ salam taktikleriyle ” tehditlerin “etrafından dolandığında”;  karşı taraf tehdit edilen savaşın şiddetini idrak edemediğinde; karşı taraf caydırıcının askerî gücü, bunu kullanma iradesi ve isteğini küçümsediğinde.7 
Başarılı caydırıcı stratejiler karşı tarafın istek, ihtiyaç ve korkularının doğru anlaşılmasını gerektirir.

İlk Clinton yönetiminin Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın güç kullanma kriterleri; müdahalenin açık bir amaç, yüksek başarı şansı, çıkış stratejisi ve kamuoyu  desteğine sahip olmasıydı. 

Reagan yönetiminin Savunma Bakanı Caspar Weinberger ise şartlarını, Amerika ve müttefiklerinin hayatî çıkarlarının söz konusu olması, kamuoyu desteği, açık ve net  bir amacın olması, kazanma niyeti, diğer yolların tükenmiş olması, ve araç ve amaçlar arasında açık bir ilişki olması olarak belirtmişti. 8 

Körfez Savaşı  koalisyonunun mimarı ve şu anda Dışişleri Siyaset Plânlaması Dairesi Başkanı Richard Haass’ın kriterleri askerî müdahalelerin “açık ve tanımlanmış  amaç ve çıkarları” olması, “harekâtın ‘yapılabilir’ ve ‘arzulanır’ olması”, “muhtemel faydaların muhtemel maliyetlerden fazla olması” ve bu “fayda maliyet oranının  eldeki diğer siyaset enstrümanlarının getirisinden yüksek olması”dır.9

Körfez Savaşı sırasında Amerikan Genelkurmay Başkanı olan Şimdiki Dışişleri Bakanı Powell’a göreyse askerî müdahale öncesinde şu sorular uzun uzun düşünülmelidir: 

“Politik amacımız açıkça tanımlanmış, önemli ve anlaşılabilir mi?
 Şiiddet dışı bütün politikalar başarısız oldu mu?
 Askerî güç amacı gerçekleştirebilecek mi? 
 Bedeli ne olacak? 
 Kazançlar ve riskler incelendi mi? 
 Değiştirmek istediğimiz durum, güç kullanılarak değiştirildikten sonra, nasıl gelişecek ve sonuçları ne olacak?”10 

    <  Başarılı caydırıcı stratejiler karşı tarafın istek, ihtiyaç ve korkularının doğru anlaşılmasını gerektirir. >


Bazı yorumcular bu kriterlerin tek tek meşru olsalar da bir bütün olarak şart koşulmalarının gerçekçi olmadığı ve Amerika’nın “hareketsiz kalma reçetesi” olacağı uyarısında bulunmaktadır.11 

ABD’nin 11 Eylül’den sonra terörle mücadele kapsamında yaptığı ve yapmaya hazırlandığı askerî harekâtlar Colin Powell’ın yukarıdaki kriterlerini ciddî şekilde 
zorlayacaktır.12 

Amerika’nın Powell doktrinini sadık bir şekilde uyguladığı bir dünya nasıl olurdu?

Askerî gücün kullanımı bazı kural ve kriterlere bağlanmalı mıdır; yoksa her durum kendine özgü, dinamik ve kaotik olduğu için bağlayıcı ilkeler, genelleme ler ve sınırlamalarla Amerikan manevra alanının daraltılması gereksiz ve hatta zararlı mı dır? Askerî gücü kullanmak için bağlayıcı bazı kriter ve standartların getirilmesi,  Amerika’nın “ elini açık olarak oynamasına ” neden olacagı için Washington açısından sorun yaratabilir. Caydırıcılık bir ölçüde belirsizliğin avantajlı kullanılmasına  dayalıdır. Karşı taraf sizin ne zaman kesin müdahale edeceğinizi bilmeli ama ne zaman müdahale etmeyeceğinizi kesinlikle bilmemelidir. 

Bu da ancak belli derecede bir muğlâklık sağlanarak elde edilebilir.13 

Aksi takdirde tehditler çok sık askerî güçle desteklenmek zorunda kalınabilir ki, bu da “güçkullanma tehdidinin en verimli ve optimal şekilde kullanılması” olan 
“ Caydırıcılık sanatı”nın başarısız olması demektir. Çünkü “ her zaman korunacak çıkarlar bunu koruyacak güçten fazla olacaktır.”14

Ayrıca bir çıkış stratejisi ve tarihi belirlememenin küçük çaplı insanî müdahaleler için söz konusu olabileceği fakat millî ç›karların yoğun, net ve ivedi olduğu çatışmalarda anlamsız ve zararlı olabileceği de iddia edilmektedir. Bütün diğer yolların tükenmesini beklenirse problem ve krizler içinden çıkılmaz hâle gelebilir. 

Başlangıçta doğru doz ve şekilde kullanılan askerî güç tehdidi bu gücün kullanlmasını gerektirmeden sorunları baştan çözebilir.15   

ABD’de askerî liderler ile sivil otorite arasında askerî gücün savaş dışı hâllerde diplomatik üstünlük saplamak amacıyla kullanımı konusunda belirgin bir görüş 
ayrılığından bahsedilebilir. Askerler genelde askerî gücün savaş amacıyla, topyekûn, hızlı ve mümkün olduğunca siyasî müdahalelerden uzak bir şekilde kullanılmasını  arzularken, siviller genelde askerî güç kullanma olmasa bile tehdidinin dış siyasetin daha sık kullanılan bir enstrümanı olmasını arzulamak tadır. Şahinler tehditlerin gerçek ya da sembolik güç kullanımı ile desteklen mesini ve güç kullanma tehdit, jest ve sinyallerinin diplomasiyle uyumlu kullanılması gereğini savunmaktadırlar. 

“Eğer kullanmayacaksak silahlanmaya ve orduya bu kadar parayı niye harcıyoruz?” sorusunu sormaktadırlar. Irak’a operasyon tartışılırken Amerikan Genelkurmayı’nın sınırlı harekâtı reddetmesi ve en az 200 bin kişilik kuvveti bölgeye getirmekte ısrar etmesi aslında bir anlamda “işleri yokuşa sürmek” ve siyasî liderleri bu konuya olan taahhütleri konusunda test etmek amacı da içeriyor olabilir: 

Ne kadar ciddîsiniz? 

Siviller askerî gücün kullanımının siyasal amaçlara hizmet etmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Siyasal amaçlar askerî gücün kullanılmasını belirlemeli,
yönlendirmeli ve şekillendirmelidir. Askerî gücün kullanılması kararı sivil siyasal otorite tarafından kararlaştırılmalıdır.
Kamuoyu desteğinin sağlanması ve korunması, kamuoyunun askerî güç kullanımını destekleyecek “kıvama getirilmesi” Amerikalı karar alıcılar için önemli bir problemdir. 
Askerî müdahalelere Amerikan kamuoyunun desteği müdahalelerin kısa, nispeten kansız, hızlı, net ve başarılı olması ile doğru orantılıdır.16   Askerî güç zaman zaman iç politika amaçlı destek, popülerlik, “ Şan ve Şöhret ” sağlamak için de kullanılabilmektedir. Amerikan başkanlarının, dikkati içerideki skandal, ekonomik bunalım ve sosyal problemlerden uzaklaştırmak için güç kullanabildiği geniş olarak kabul gören bir yargıdır. Ayrıca askerî müdahalelerin zamanlaması nın Amerikan iç siyasetindeki dalgalanma ve seçim döngüsü dikkate alınarak yapıldığı da rahatlıkla iddia edilebilir.

İnsanî amaçlı müdahalelerle ilgili olarak “ kötüye kullanıldığı ”, “ Aşırıya kaçıldığı”, ya da “düzensiz kullanıldığı” gibi eleştiriler yapılmaktadır. ABD’nin Irak’a müdahale edip  Bosna’ya etmemesi ya da geç etmesi, Kosova’ya müdahale edip Ruanda’ya etmemesi sorgulanmaktadır. ABD zaman zaman kendi çıkarları doğrudan etkilenmediği yerlerde bile müdahale etmek zorunda kalabilmektedir.

Askerî Konularda Devrim (Revolution in Military Affairs - RMA) olarak adlandırılan, hedefi çok az yanılma payıyla vuran sistemlerin, yüksek enformasyon teknolojisinin, haberleşme ve kumanda sistemlerinin, ileri sensör teknolojilerinden oluşan ve liderliğini ve hatta tekelini Amerika’n›n elinde tuttuğu süreç askerî gücün  etkinliğini ve hücum silâh ve stratejilerinin başarı şansını ciddî biçimde arttırarak, savaşın ABD ordusu, Amerikan halkı ile devleti ve nihayetinde hasım devletlerin  sivil halkına olan maliyet ve risklerini azaltma potansiyeli ile askerî gücün daha sık kullanılmasını beraberinde getirmiştir.17 Amerikan ordusu sadece geçmiş savaşları değil gelecek savaşların nasıl olabileceği üzerine ciddî bir zihinsel mesaide bulunmakta ve hızla değişen ve gelişen yeni silâh sistemlerini muhtemel savaş senaryolarına  entegre etmek, bu sistemlerin potansiyelini en optimal flekilde kullanmanın yolları üzerine kafa yormaktadır. Değişen tehditlere karşı ne tür silâhların gerekeceğini  saptayıp silâh üreten Şirketlere bu yönde siparişler vermektedirler.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 4



 A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 4


Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa Patronluğuna  soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protestan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 

ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir 
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte 
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. 

Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli 
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, 
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, 
protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel 
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni 
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride 
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik 
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin 
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması 
nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz 
yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece 
etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin 
en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu 
lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna 
tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne 
çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun 
oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden 
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların 
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine 
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 

ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından 
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de 
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle 
Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. 

Güney Eyaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri 
ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek 
İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye 
doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına 
baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan 
İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları 
politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin 
savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde 
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas 
eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 
Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. 
Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini 
kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. 
Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek 
zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı 
emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen 
zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-
Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve 
Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. 
Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika 
Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler 
tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini 
içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. 
Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. 
Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak 
etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. 
Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine 
uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri 
de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya 
düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang 
örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden 
birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa 
ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok 
büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her 
zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta 
gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce 
hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi 
karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına 
rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir 
geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci 
yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail 
devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC 
adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin 
Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, 
İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya 
dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç 
olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, 
Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını 
bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 
Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da 
İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda 
ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile 
karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam 
dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı 
dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri 
biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters 
düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler 
yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 


Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir 
ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi 
mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen 
batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte 
ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda 
bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç 
yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 
Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, 
aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu 
açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz 
dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu 
görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini 
arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu 
yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen 
ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği 
anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile 
beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu 
ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya 
dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul 
etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir 
aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe 
dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner 
seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve 
Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya 
başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak 
sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği 
Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği 
sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda 
bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan 
bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, 
bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni 
sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen 
olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları 
önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli 
biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri 
korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her 
bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi 
takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok 
zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, 
ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek 
işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek 
ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama 
olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper 
güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini 
bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere 
karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına 
bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları 
ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir 
algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 

DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 240 
Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 







**

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


 A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3


Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın 
büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet 
için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal 
devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından 
önemli güvenlik sorunları çıkartabilecektir. Bunu farkeden başta 
Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa 
Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme 
getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi 
egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit 
edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin 
Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu 
koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk 
hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini 
kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını 
sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre 
Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, 
ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni 
dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak 
zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde 
yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman 
Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü 
konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma 
öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde 
yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 
Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve 
Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli 
olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu 
koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya 
kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya 
çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını 
merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir 
anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği 
yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, 
ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı 
ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz 
İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, 
dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış 
olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra 
bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı 
çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası 
altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya 
egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni 
siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD 
tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği 
İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve 
Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi 
ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları 
da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı 
planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye 
çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki 
Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların 
daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri 
planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme 
gelmiştir. 

Sosyalist sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük 
güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa 
giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve 
Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi 
vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan 
olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli 
planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı 
dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda 
Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı 
federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi 
eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda 
yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; 
Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak 
eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde 
getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; 
Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde 
yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen 
olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları 
ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri 
ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, 
kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, 
İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk 
Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri 
bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez 
olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen 
olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde 
kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engelle
meye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday 
olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD 
açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk 
ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki 
oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü 
koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir 
model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk 
oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri 
yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım 
da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 
Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; 
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını 
merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel 
ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet 
yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk 
ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet 
olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, 
beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme 
sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel 
ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal 
sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin 
jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti 
ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, 
Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların 
çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için 
yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri 
ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak 
politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme 
gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve 
dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha 
gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki 
üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol 
açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, 
Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi 
içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. 
ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer 
alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. 
Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa 
gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük 
alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan 
geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti 
olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya 
da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir 
ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi 
son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre 
ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek 
için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu 
çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye 
devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan 
bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu 
Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik 
Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi 
ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre 
öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. 
Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte 
ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak 
çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz 
kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, 
ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni 
dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla 
zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin 
merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin 
gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak 
Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin 
dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya 
yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne 
Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne 
karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine 
bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek 
hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer 
aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine 
bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. 

Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını  Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa 
kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak 
üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından 
Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurul
masını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi 
ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi 
Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi 
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir 
noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa 
Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni birbüyük 
siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu 
nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü 
açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD 
imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına 
sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması 
açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına 
neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen 
oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç 
bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik 
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek 
yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu 
durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını 
Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların 
petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni 
yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün 
kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. 
Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da 
Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin 
gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut 
siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi 
kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa 
kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak 
zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel 
devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini 
Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı 
altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada 
gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine 
bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan 
Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası 
içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu 
oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. 
Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin 
Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir 
Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göster
mektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme 
meydana getirmektedir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***