14 Mart 2019 Perşembe

Soğuk Savaş Döneminde NATO ve Türkiye, Bir NATO Okuması, BÖLÜM 1

Soğuk Savaş Döneminde NATO ve Türkiye, Bir NATO Okuması, BÖLÜM 1



1950’lerden Günümüze Türkiye’de NATO Hakkında Basılan Kitaplardan Bir Seçkinin İncelenmesi 
Bezen Balamir Coşkun* 
* Yardımcı Doçent Dr., Zirve Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü


Özet 


Bu makale İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan Türkiye - NATO ilişkileri ile ilgili resmi söylemin siyasi literatüre yansımalarını ele almaktadır. 1940’lardan başlayarak günümüze kadar ulusal güvenlik tehditlerinin nasıl tanımlandığı ve bu tanımlamalarla bağlantılı olarak NATO ile ilişkilerin siyasi söylemde nasıl yeraldığı Türkiye’de 60 yıllık bir dönemde NATO üzerine yazılan ve yayınlanan kitaplardan bir seçkinin incelenmesi ile ele alınacaktır. Türkiye’nin NATO’ya girişini de tetikleyen Sovyetler Birliği kaynaklı komünizm tehdidinden, 1980’lerde sona eren detente döneminin Türkiye’deki yansımalarına ve Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninden NATO’nun misyonunun sorgulandığı 2000’li yıllara kadar geniş bir zaman diliminde yayınlanan eserlerden bir seçkinin okuması yapılarak Türkiye - NATO ilişkilerinin bir fotoğrafı çekilecektir. 

Giriş: 

NATO - Türkiye İlişkilerine Genel Bir Bakış 

Türkiye’nin 1952 yılında üyesi olduğu Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü (NATO) kollektif savunma amaçlı bir örgüt olarak 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949'da Washington’da kurulmuştur. Kuzey Atlantik Anlaşmasının bel kemiğini oluşturan ve NATO üye ülkelerinden birine yapılan saldırıyı bir bütün olarak NATO’ya karşı bir saldırı olarak ele alan 5. maddesidir. Soğuk Savaş döneminin bir gerekliliği olarak ortaya çıkan NATO’nun bu dönemde öncelikli amacı Sovyetler Birliği’nin giderek artan askeri kapasitesinin oluşturduğu potansiyel tehdide karşı üye ülkeleri korumaktı. Kurulduğu 1949 ylından Soğuk Savaşın sona erdiği tarih kabul edilen 1989 yılına kadar başarılı bir şekilde “Sovyet tehdidine” karşı ABD ve ABD’nin Avrupalı müttefiklerinin güvenliğini sağlama görevini yerine getiren NATO, beklenenin aksine Soğuk Savaşın sona ermesi ile lağvedilmemiştir. Aksine Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni dünya düzeni ve güvenlik yapıları içerisinde misyon ve stratejilerini yeniden gözden geçirmiş ve eski Doğu Bloku ülkelerinden katılımlarla genişleyerek 28 üyeli bir oluşum haline gelmiştir. 

1991 yılında Roma’da yapılan zirve sonucunda ortaya çıkan “Yeni Stratejik Konsept” NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönemde kendini dönüştürme sürecinin başlangıcı sayılır. 1991 yılında gündeme alınan stratejik konsept NATO’nun lügatına kollektif savunma dışında, diyalog, işbirliği, ve diğer bölgesel örgütlerle ortak çalışma gibi kavramları da sokmuştur.2 Roma Deklarasyonu 
sonrasında NATO sadece bir kolektif savunma örgütü olmanın yanında, kolektif ve işbirliğine dayalı bir güvenlik örgütü haline gelmiş ve bilinen görev alanının dışına çıkmıştır. NATO’daki değişim; 

• Soğuk Savaş döneminin Sovyet tehdidinin kalkması ile madde 5 dışı (kolektif 
savunma harici) ve alan dışı görevlere yönelmesi, 
• Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) ile uyum çalışmaları ve Berlin Plus (NATO kabiliyetlerinin AGSP’ye açılımı ile ilgili anlaşma), 
• Komuta ve kuvvet yapısındaki değişimler, 
• Rusya, Ukrayna ve Akdeniz ülkeleri işbirliği platformları 
• Barış için Ortaklık ve Avrupa-Atlantik İşbirliği Konseyi (EACP) çerçevesindeki 
işbirliği çalışmaları, 
• Eski Yugoslavya ve Afganistan’da operasyonlara katılması gibi alanlarda yoğunlaşmıştır.3 

NATO’nun Soğuk Savaş sonrası ortaya koymaya çalıştığı yeni stratejik konsept 11 Eylül 2011 tarihinde New York’ta yaşanan terör saldırıları ile sarsıldı. O zamanın NATO Genel Sekreteri Lord Robertson, bu saldırının 5. madde kapsamına girdiği konusunda 19 üye ülkenin liderleri ile mutabık kalarak NATO tarihinde ilk defa olmak üzere 5. maddeyi uygulamaya koymuştur. Lord 
Robertson’un sözleriyle “ ittifak, 1949’da 5. Maddeyi hazırlayanların düşündüğünden çok daha farklı gelişmiş bir durumda, saldırıya uğramış bir Müttefik’in yanında durdu. O gün dünyada çok şey değişti; aynı zamanda NATO’nun 11 Eylül sonrası dönüşümü de başladı.”4 

11 Eylül sonrası değişen yeni güvenlik ortamına uyum sağlayabilmek amacıyla önce Haziran 2004 İstanbul zirvesi ile terör ve kitle imha silahlarının yagınlaşması NATO’ya yönelik önemli tehdit unsurları olarak resmi NATO dokümanlarına dahil edilmiştir: 

... bugün NATO'nun karşılaştığı tehditler artık büyük ölçüde değişmiştir. İttifakımıza yönelen tehditlere kuvvetle karşı koymaya kararlılığımız devam etmekle birlikte bu tehditlerin geçmiştekine göre çok daha geniş bir alandan gelmekte olduğunu da dikkate alıyoruz. Bu tehditler arasında terör ve kitle imha silahlarının yaygınlaşması bulunmaktadır... NATO terörizmle mücadeleye, güvenliği güçlendirmeye ve dünyanın birçok bölgesinde istikrarı yaratmaya çalışmaktadır... Biz nereden gelirse gelsin topraklarımıza kuvvetlerimize ve 
halklarımıza karşı yönelen tehditlere karşı durmaya azimliyiz. İttifak askeri harekatları, eylemleri ortaklarıyla birlikte çalışması ve askeri yeteneklerini devamlı olarak değiştirmesi yoluyla bu güvenlik tehditlerine karşı koymaya kendini ayarlamaktadır.5 

Daha sonra da stratejik konsept yeniden gözden geçirilmiş ve Lizbon’da Kasım 2010’da toplanan zirve sonucunda NATO’nun stratejik konsepti yenilenmiştir.6 Yeni Stratejik Konseptte “Güvenlik ortamı” başlığı altında konvansiyonel tehdidin azalmış olduğu, ancak bu konunun göz ardı edilemeyeceği, “terörizmin” NATO ülkelerine doğrudan tehdit oluşturduğu belirtilmiş ayrıca siber saldırılar, kritik altyapıya yönelik tehditler ve yeni teknolojilerle üretilecek silahlara karşı hazırlıklı olunması gereğine değinilmiştir. 

Lizbon zirvesinde 5. Madde’de belirtilen kolektif savunma fikrinin NATO’nun temel misyonu olduğu teyit edilmiş olmasına rağmen bu maddenin 11 Eylül sonrası güvenlik tehditleri ve dünya düzeni göz önüne alındığında ne anlama geldiği hala tartışılmaktadır. Günümüzde güvenlik sorunları “gerek devlet gerekse devlet dışı oyuncuların elindeki asimetrik biçimde kullanılan üstün 
teknoloji ürünü silahlardan korku saçıp siviller arasında ağır kayıplara yol açan daha düşük teknolojili silahlara” kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkmaktadır ve bu tehditlerin çoğu NATO’nun “zararı minimuma indirme, sivil halka zarar vermekten kaçınma ve operasyonları mümkün olan en kısa sürede bitirme ilkelerini” temel alan savaş kavramı dışında kalmaktadır.7 

Dolayısıyla, yalnız-kurt teröristler, uzay tehditleri ve siber tehditler, enerji güvenliği, kitle imha silahları ve bunların terör örgütleri ile bağlantıları gibi yeni güvenlik tehditleri 5. Madde’nin günümüzdeki anlamı ve nasıl kullanılması gerektiği konusunda soru işaretlerine sebep olmaktadır. 

Toprak savunması NATO güvenlik planlamasının esasını teşkil etse de yeni güvenlik sorunları giderek bu fikirle ters düşmektedir. Dolayısıyla, NATO’nun yeni stratejik konseptinde kritik altyapının korunması, sonuçların yönetimi, bir Elektro Manyetik Darbe (EMP) saldırısını engellemek, enerji güvenliği ve siber operasyonların da toprak savunması kavramına dahil edilmesi yer almaktadır. Davis’e göre tüm siber saldırılar 5. Madde kapsamında bir acil durum 
oluşturmayacağına göre sorulması gereken soru “bir siber saldırının veya enerji altyapısına yönelik bir saldırının nasıl ve ne zaman tam anlamıyla 5. Madde doğrultusunda NATO varlıklarının savunmasını gerektirecek şekilde bir devletin desteği ile bağlantılı olabileceğidir.”8 

NATO’nun kendi toprakları dışında gerçekleştirdiği Afganistan ve Libya operasyonlarında farkedildiği gibi bu tip operasyonlar NATO’nun halklarını ve topraklarını korumak için yapılan operasyonlardan daha farklı beceriler ve angajman kuralları gerektirmektedir. Afganistan sayesinde NATO kuvvetlerinin bu konudaki öğrenme eğrileri son derece hızlı yükselmiştir. Ancak NATO’nun 
önündeki soru yakın zamanda tekrar NATO sahası dışında böylesi iddialı operasyonlar yürütüp yürütmeyeceğidir. 

Yeni stratejik konsept çerçevesinde 2012 Mayıs ayında Şikago’da gerçekleşecek olan zirvede akıllı savunma (smart defence) adı verilen yeni bir yetenekler girişimi sunulması planlanmaktadır. Bu sistem kapsamında operasyonlar için kullanılacak varlıkların belirlenmesi ve ilgili ülkelerin kaynaklarının NATO’nun kullanımı için bir havuzda toplanması öngörülmektedir.9 

1952 yılında NATO’ya dahil olan Türkiye’nin NATO ile ilişkileri de NATO’nun geçirdiği dönüşümler ile paralellik arz etmektedir. Geçen 60 yıl içinde NATO üyeliği Türkiye’nin uluslararası kimliğinin bir parçası haline gelmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nca altı çizildiği üzere Türkiye NATO’nun faaliyetlerine kolektif savunma ve kriz yönetimi alanlarında aktif olarak katkıda bulunmaktadır.10 Genel olarak hem dış politika yapıcıları hem de askeri yetkililer Türkiye’nin aktif olarak NATO’nun bir parçası olmasından memnuniyet duymaktadırlar. Özellikle son dönemde Afganistan ve Libya gibi Müslüman topraklarda gerçekleştirilen operasyonlarda Türkiye İttifak tarafından öne çıkarılan ülke olmakta bu da Türkiye’nin uluslararası alanda isminin olumlu manada duyulmasına yol açmaktadır. 

Türkiye, Soğuk Savaş boyunca NATO’nun etkin bir müttefiki olmuş, Sovyetler Birliği ile en uzun sınıra sahip ülke olarak İttifak’ın güney kanadını korumuştur. Türkiye için NATO Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya yarayan bir ittifaktan ziyade Türkiye ile ABD arasındaki askeri ve ekonomik ilişkilerin biçimlendiği bir çerçeve idi. 

Türkiye, NATO’ya girdikten sonra askeri kuvvetlerinin modernleşmesi konusunda NATO’dan çok istifade etmiştir. Bu bağlamda, NATO, Türkiye için modernizasyon ve Batı ile yakın ilişkiler konusunda olumlu bir ortam oluşturmuştur. Yılmaz’a göre NATO sayesinde Türkiye, modern harp silah ve araçlarına biraz daha fazla sahip olabilmiş ve dolayısıyla ekonomik gücünün çok üstünde bir silahlı kuvveti muhafaza edebilmiştir.11 Bu durum ise silahlı kuvvetleri ilgilendiren kritik 
alanlarda Türkiye’yi özellikle ABD’ye bağımlı hale getirmişti. Soğuk Savaş döneminde NATO ile stratejik ortaklık kapsamında iç dinamikler de sol hareketlerin aleyhine bir yöne kaymıştır. Resmi seviyede NATO’ya verilen destek ve NATO ile yakın stratejik ortaklık ülkedeki sol görüşlü kesimlerce ağır bir biçimde eleştirilmiştir. Soğuk Savaşın sona ermesine kadar yoğun olarak devam 
eden ve Türkiye’deki sol hareketler tarafından yürütülen NATO karşıtı eleştiriler, Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile marjinalleş miştir. 
1990 sonrasında uluslararası güvenlik alanında yaşanan dönüşümler, yeni tehdit algılamalarının ortaya çıkması, geleneksel savaşların yerini devletlerle devlet dışı aktörlerin ya da devlet içindeki aktörlerin çatışmalarına dayanan etnik ve/veya dini farklılılardan kaynaklanan yeni savaşlara bırakması Türkiye gibi güvenlik sistemini ve yapılarını geleneksel tehditlere uygun bir biçimde dizayn etmiş olan ülkeler için bir şok oldu. Sınır aşan güvenlik tehditleri sadece sınırların içini 
savunmaya yönelik yapıları zorlamaya başladı. Bu durumda NATO’nun uluslararası güvenlik alanındaki bu değişime hızlı bir biçimde ayak uydurup kendini dönüştürmesi İttifak üyesi olan ülkeleri de bu dönüşümün içine katmıştır. Türkiye gibi geleneksel güvenlik yapılarına sahip olan ülkeler için sınırları aşan güvenlik tehditlerine karşı ortak hareket edebilme kabiliyeti çok büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple Türkiye’nin İttifaka üye ülkeler ve partnerler ile ortak bir güvenlik çatısı altında yer alması Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ve hatta 11 Eylül sonrası güvenlik ortamına çabuk adapte olmasını sağlamıştır. Bu bağlamda Türkiye NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşamakta olduğu dönüşüm sürecinde NATO ile birlikte yer almıştır. Benzer bir şekilde NATO’nun genişlemesi de Türkiye için olumlu bir gelişme olarak kabul edilmektedir.12 

Türkiye’nin başta 1994 yılında oluşturulan ve Akdeniz Bölgesi’nin bütününde barış ve istikrara katkıda bulunulmasını, bölge ülkeleri ile NATO arasında ortak anlayışın geliştirilmesini amaçlayan Akdeniz Diyaloğu ve Orta Doğu bölgesinde, özellikle Körfez İşbirliği Konseyinde yer alan ülkelerle ikili işbirliği yapılabilmesi amacıyla oluşturulan İstanbul İşbirliği Girişimi’nde lider rol oynaması Türkiye’nin NATO içindeki etkinliğini artırmaktadır. NATO’nun topraklarının doğusunda 
kalan Müslüman dünya ile bağlarında nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ortağı öne çıkarmaları hem Türkiye’nin hem de NATO’nun işine gelmektedir. Türkiye ayrıca Akdeniz Diyaloğunun ve İstanbul İşbirliği Girişimi’nin geliştirilmesine aktif katkısının bir göstergesi olarak Ankara’da yerleşik Barış İçin Ortaklık Eğitim Merkezini (BİOEM) Akdeniz Diyaloğu ülkelerinin katılımına açmıştır.13 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİ;

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder