TÜRKİYENİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYENİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM


 TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM 


Mehmet ŞAHİN. 

Özet 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında Batı ile ilişkilerinin seyri her zaman ana belirleyici etken olmuştur. 1950’lere kadar Orta Doğu sorunlarına karışmamayı güveliği açısında uygun bulan Türkiye, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden tehdit algıladığı için aktif Batı taraftarlığını ulusal çıkarına uygun bulmuştur. Batıyla sorunlu ilişkileri olduğunda veya beklediği değeri/yardımı göremeyince Türkiye, dış politikada çeşitliliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını birinci derecede güvenlik kaygıları şekillendirmiştir. 2000’li yılların başından itibaren, değişen uluslararası ve bölgesel dengeler Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesinin önünü açmıştır. Türk dış politikasındaki güvenlik kaygılarının ağırlığının azalması Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltırken başta Ota Doğu olmak üzere yakın çevresinde etkinliğinin artmasını sağlamaktadır. Son yıllarda ortaya koyduğu barış sağlama amaçlı açık diplomasiye dayanan politikasıyla Türkiye, hem 
kendisi siyasi ve ekonomik kazanç sağlarken hem de bölgenin istikrar ve refahına katkı sağlamaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Türk Dış Politikası, Orta Doğu, Türkler, Araplar, Dış Politika. 

Giriş 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren genel olarak Türk Dış Politikasının iki temel özelliği ön plana çıkmaktadır: 

1) Statükoculuk, 
2) Batıcılık. 

Türk Dış Politikasının söz konusu iki özelliğinden birincisi olan statükoculuk, mevcut sınırları sürdürme ve kurulu dengeleri muhafaza etme olarak tanımlanmaktadır. Kısaca Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan düzenin muhafaza edilmesi ilk amaç olarak kendini göstermektedir. Türk Dış 
Politikasının ikinci özelliği olan Batıcılık ise bir coğrafi alanı ifade etmemekte, Batının ekonomisini, bilimini ve uygarlığını vurgulamaktadır.1 

Türk Dış Politikasının söz konusu iki temel özelliği Türkiye’nin Orta Doğu politikasında diğer alanlara nazaran daha çok kendini hissettirmektedir. 
Türkler, Orta Doğu’dan çıkarken gerif Hüseyin örneğinde olduğu gibi bazı Arap liderlerin de katkılarıyla ingiltere ve Fransa’ya karşı verdiği savaşlarla 
bölgedeki egemenliklerini kaybettiler. 1923 yılında yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında ağırlığı dış politikadan ziyade daha çok iç 
politika konularına vermiştir. 

1 Baskın Oran, “Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, iletişim Yayınları, 2001, ss. 46-53. 
2 Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Dış Politikası için bkz: Mehmet Gönlübol- Cem Sar, “1919-1939 Dönemi” Mehmet Gönlübol (Ed.) Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, ss. 17-370, Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları-Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2006. 

Yeni Cumhuriyetin kurucuları kuruluşun ilk yıllarında sadece dış güvenlik konularıyla değil, aynı zamanda ülke içinde yeni rejimin yerleşmesi 
için çaba içine girdiler. Bu yüzden özellikle yeni devlet için sorun yaratacak bölgelerden elden geldiği kadar uzak durma politikasını takip etmeye çalıştılar. 
Bu dönemde siyasi coğrafyası tam oturmamış olan Orta Doğu’nun sorunlarına karışmama politikası yeni devletin kurucuları tarafından uygun görüldü. Fakat 
1923’ten sonra her ne kadar Orta Doğu sorunlarından uzak durma/karışmama politikası takip etmeye çalışsa da, bu mümkün olmadı. Türkiye’nin, 
kuruluşundan 2000’li yıllara kadar Orta Doğu’yla ilişkileri nerdeyse tamamen “güvenlik ve savunma” gibi “yüksek politika” konularından oluştu.2 
Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasının tam olarak anlaşılması için, 1923’ten günümüze kadar geçen süreyi izlenen politikalar göz önüne 
alınarak belli periyotlara ayırmak yararlı olacaktır; 1923-1950; 1950-1960; 1960-1980; 1980-1990; 1990-2000; 2000-ve sonrası. 

1923-1950 Dönemi 

Bu dönemin ilk yıllarında Orta Doğu’nun siyasi coğrafyası tam olarak Şekillenmiş değildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Araplar kendi bağımsız devletlerini kurma düşüncesiyle hareket ettiler. Savaş sonunda Araplar Osmanlı Devleti’nden kurtuldular ama bağımsızlıklarını elde edemediler. Araplar sadece Müslüman efendilerinden kurtulmuş oldular, fakat onun yerine Hıristiyan efendileriyle karşılaştılar.3 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede ya manda sistemi kuruldu ya da İngiltere ve Fransa’nın etkisinde devletler oluşturuldu. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra bölge yeni bir mücadeleye sahne oldu; Milliyetçi Araplar- Mandater devletler mücadelesi. 

3 Memoirs of Aga Khan, Londra, 1954, ss. 153-154. Aktaran, Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Söylem yayınları, İstanbul, 2000, s. 80. 
4 Musul Meselesi hakkında geniş bilgi için bkz: Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2002. 
5 Hatay Meselesi hakkında geniş bilgi için bkz: Hamit Pehlivanlı-Yusuf Sarınay, Hüsamettin Yıldırım, Türk dış Politikasında Hatay (1918-1939), ASAM Yayınları, 
Ankara, 2001. 

Genellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Orta Doğu’yla tamamen ilişkilerin koptuğu yönünde hatta yeni Türk devletinin bilinçli olarak Araplarla ilişki kurmadığı dile getirilmektedir. Bu yaklaşım Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını doğru anlatan bir yaklaşım değildir. Çünkü söz konusu dönemde bölge bağımsız Arap devletlerinden oluşmamaktadır. Daha önce de belirtildiği üzere bölgenin siyasi haritası tam olarak Şekillenmemiştir. 

Bu nedenle Türkiye’nin ne Suriye ne Irak ne Ürdün ne de Lübnan’la hatta Mısır’la bile bağımsız politika geliştirme imkânı vardır. 1920’li yılarda söz konusu ülkelerle resmi antlaşmalar dahi direk yapılamamış, mandater devletler olan İngiltere ve Fransa ile imzalanmıştır. Bu yüzden yeni Türk devletinin bilinçli olarak Orta Doğu’dan uzak durması yönündeki savlar doğruyuyansıtmamaktadır. Nitekim, 1923 öncesinden çözümsüz kalan veya Türkiye aleyhine neticelenen bazı sorunlar gündeme geldiğinde Türkiye, bölge ve Avrupa siyasetini de göz önünde bulundurarak, bazı sorunların çözümünde rol almaktan geri durmamış, Musul meselesi4 Türkiye aleyhine, Hatay meselesi5 ise Türkiye lehine çözümlenmiştir. Bu dönemde sadece Türkiye ile bölge arasında değil, genel olarak bölgenin sorunları da güvenliğe ilişkin faktörlerden kaynaklanmaktaydı. 

Arap Orta Doğu’su İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar bağımsızlık mücadelesiyle uğraşmıştır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin bölge sorunlarına müdahil olmasını düşünmek hiç de rasyonel görünmemektedir. Tabii bu dönemde hem yeni Türk devletinin hem de Arapların modernleşme peşinde koşmalarının yanında, Arapların manda sistemi altında olsalar da ulus-devlet yaratma çabaları yeni oluşan devletlerin bir kimlik oluşturma girişimleri bölge devletleri arasında işbirliğinin oluşmasını/ilişkilerin gelişmesini engellemiştir.

Çünkü yeni kimliklerin inşasında genelde “öteki” imgesi etkili olmaktadır. Arap Orta Doğusu’nda ortaya çıkan devletler yeni kimliklerinin oluşumunda Türk geçmişlerini “öteki” olarak vurguladılar. Yeni Türk devleti de zaman zaman Arapları “öteki” olarak gördü.6 Kısaca, Birinci Dünya Savaşı sonunda 
Arap Orta Doğusu’nda başlayan bağımsızlık savaşının İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmesi, yani bölgenin siyasi coğrafyasının oturmaması ve 
genelde güvenlik konularının ağırlık kazanması, Türkiye ile Arap Orta Doğu’su arasında ilişkilerin gelişmesini engellemiştir. 1950-1960 Dönemi 


6 Araplar ve Türklerin birbirleri hakkındaki yanlış algılamalar için bkz: Oya Akgönenç Mughisuddin, Turkey and the Middle East: Systemic and Subsystemic 
Determinants of Policy 1960-1975, Foreign Policy Institute, Ankara, 1993, ss. 67-71. 
7 1950’li yıllar Türkiye’nin Orta Doğu Politikası için bkz: Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1977), Barış Kitabevi, 
Ankara, 2010, Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, METU Press, 2. Baskı, Ankara, 2001, Mim Kemal Öke-Erol Mütercimler, Yalnızlıktan Saygınlığa Demokrat Partinin Dış Politikası, Demokratlar Kulübü Yayını, 2000. George McGhee, ABD-Türkiye-NATO-Orta Doğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. 

İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım sonucunda bölgeden İngiltere ve Fransa’nın çekilmesiyle bağımsız olan bölge ülkelerinin ortaya çıkması 
neticesinde, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin gelişmesi beklenirken tam tersi bir durum ortaya çıkmıştır. 1950’li yıllar Türk Dış Politikasının7 Arap 
Orta Doğusu’ndan uzaklaştığı yıllar olmuştur. Türk Dış Politikasının iki temel özelliğinden biri olan “ Batıcılığın” bu yıllarda abartılı ve ölçüsüz kullanılması, 
Türkiye’yi bölgeden uzaklaştırmakla kalmamış, bölge Arapları nezdinde Türkiye imajı ciddi şekilde zedelenmiştir. 1950’li yıllarda “aktif taraflılık” 
diye tanımlanan bir politika takip eden Türkiye’nin adeta Batı’nın bölgedeki temsilcisi olarak hareket ettiği görülmektedir. Söz konusu yıllarda Orta 
Doğu’da meydana gelen önemli olaylara bakıldığında Türkiye’nin abartılı bir Batı yanlısı politika izlediği gözlenmektedir. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa’nın eski etkinliklerini kaybetmeleriyle, ABD ve Sovyetler Birliği’nin yeni güçler olarak 
ortaya çıkmaları uluslararası politikada yeni bir sistemin doğmasına neden oldu. İki Kutuplu Sistem olarak bilinen yeni düzende iki blok arasında 
çekişmenin en yoğun yaşandığı bölgeler Avrupa ve Orta Doğu oldu. Türkiye bir bölge ülkesi olarak ve Sovyetler Birliği tehdidi algılamasının da etkisiyle, 
kendi güvenliğini Batı Bloku içinde yer alarak sağlamaya çalıştı. Türkiye Güvenlik kaygılarıyla Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri kurumlarında yer 
almak için tam bir “Batı yanlısı” politika takip etti. Türkiye’nin 1950’li yılarda 

Orta Doğu’da meydana gelen olaylar karşısında ortaya koyduğu dış politika, Türkiye’yi Batıya özellikle ABD’ye yaklaştırırken, Araplardan uzaklaştırdı.8 
Özellikle Bağdat Paktı’nın kuruluşunda Türkiye’nin tavrı Arapların Türkiye’ye bakışını olumsuz anlamda derinden etkiledi. Bu yıllarda Türkiye Batı adına 
Sovyet tehdidine karşı bölgede bir güvenlik kuşağı oluşturmayı amaçlarken, aksine Batı karşıtı Sovyetler Birliği lehine bir yapının Orta Doğu’da ortaya 
çıkmasına katkı sağlamış oldu. Kısaca 1950’li yılarda Türkiye, Orta Doğu’da “aktif”, “Batıcı” ama sonuçları itibariyle maliyetli bir politika takip etti. Soğuk 
Savaş’ın bölgede etkisinin artmasıyla, Türkiye bir cephe ülkesi olarak Sovyetler Birliği’ne karşı Batı yanlısı tutumunu net bir şekilde olaylar karşısındaki tutumuyla ortaya koydu. Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarının, Batı’ya yönelik dış politikasının bir aracı ve alanı olarak kullanıldığı rahatlıkla söylenebilir. 1960-1980 Dönemi 

8 1950’li yıllara önemli Orta Doğu olayları olan Bağdat Paktı’nın kuruluşu, 1956 Süveyş Savaşı, 1957 Suriye Krizi, 1958 Irak Darbesi ve 1958 Lübnan Bunalımı gibi olaylarda Türkiye Batı yanlısı bir tutum takınmıştır. 
9 Bağcı, a.g.e., ss. 37-103. 


1960’lı yıllar, Türkiye’nin dış politikasını yeniden gözden geçirmeye başladığı yıllar olmuştur. Söz konusu dönemde, Türkiye’nin Orta Doğu’da cereyan eden olaylara yönelik yaklaşımında değişikliklerin oluştuğu gözlenmektedir. Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki bu değişiklik, tamamen Batı’yla ilişkilerinin seyrine bağlı olarak gerçekleşmiştir. 

Örneğin, 

Kıbrıs Sorunu karşısında Batı’nın tavrından duyulan rahatsızlık/hayal kırıklığı nedeniyle Türkiye Orta Doğu’ya yönelik politikasını yeniden gözden geçirme 
gereği duymuştur. Ve bu çerçevede, Kıbrıs konusu ve buna bağlı olarak Johnson Mektubu gibi Batı’yla yaşanan sorunlar, Türkiye’yi özellikle 1950’li yıllarda yürüttüğü Orta Doğu’ya yönelik dış politikasında değişiklik yapmaya itmiştir. Arapları ihmal ettiğini düşünen Türkiye, bu politika değişikliği bağlamında Orta Doğu sorunlarında daha Arap yanlısı bir tutum sergilemiştir.9 1960-1980 dönemi, Türk Dış Politikasında Batı’ya eleştirel bakışın ve Orta Doğu’ya yakınlaşmanın başladığı dönemdir. 1960’lı yıllar geçmiş zamana göre Türk Dış Politikası açısından göreli özerklik dönemi olarak görülmektedir. 
Kısaca 1960’lı yıllarda Batı’yla yaşanan Gok, Türkiye’ye Orta Doğu’yu hatırlatmış ve bölgeye daha farklı bakış ve yaklaşım içine girmesine neden olmuştur. 


1980-1990 Dönemi 

1980’li yıllar Türk Dış Politikasında güvenlik ve savunma konularının belirleyici olduğu yıllardır. 1979 yılında iran islam Devriminin gerçekleşmesi Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında önemli etki yapmıştır. Türkiye bu dönemde yine Batı eksenli bir politika takip etmiştir. iran islam Devrimi ayrıca Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasına ideolojik bir anlam yüklenmesine de neden olmuştur. İran’daki gelişme dışında Türkiye’nin Orta Doğu politikasında terör ve su sorunu gibi meseleler Türkiye’nin bölgeye bakışında belirleyici olmuştur. Kısaca bu dönem söz konusu bölgeye yönelik Türkiye’nin dış politikasında güvenlik konularının ağırlığını hissettirdiği yıllar olmuştur.

1990-2000 Dönemi 

1990’lı yılların başlarında Soğuk Savaşın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla iki kutuplu dünya sisteminin sona ermesi, Türkiye’nin çevresinde yeni etnik ve dini çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu dönemde, Türkiye’nin Batı açısından stratejik öneminin azaldığı yönünde yazılar yazılmaya başlandı. Batı ittifakının ne derece faydalı olup olmayacağının tartışıldığı bu ortamda yeni güvenlik sorunlarının ortaya 
çıkması, Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında güvenlik sorununu ön plana çıkardı. Güvenlik sorunlarının ağırlık kazanması ve bu sorunların daha ziyade 
Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinden kaynaklanması, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesini beraberinde getirdi. Türkiye’nin Orta Doğu’ya güvenlik merkezli bakışı 1990’lı yıllarda Türk-İsrail stratejik ortaklığının ortaya çıkmasına neden olurken, Türkiye’nin Arap dünyasından uzaklaşması Şeklinde algılanarak, Arap dünyasından ciddi şekilde eleştiri almasına sebep oldu.10 Bu açıdan bakıldığında 1950’li yıllar ile 1990’lı yıllardaki Türkiye’nin Orta Doğu’ya bakışında benzerlikler görülmektedir. Daha öncede bahsedildiği gibi 1950’li yıllarda bölgeye Batı/ABD perspektifinden yaklaşan Türkiye, Orta Doğu’dan uzaklaşırken, 1990’lı yıllarda İsrail’le stratejik ilişki içine girerek yine Arap dünyasından uzaklaşma eğilimi göstermiştir. 

Bu durumdan da anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin bölgeyle olan ilişkilerinin güvenlik konuları üzerinden yürütülmesi, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini azaltıcı bir rol 
oynamaktadır ve güvenlik konuları ağırlık kazanınca ABD ve İsrail’le ilişkilerde gelişme görülmekte, bölgeden/Araplardan uzaklaşma olmaktadır.11 

10 1990’lı yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişimi ve mahiyeti hakkında bkz: Ofra Bengio, Türkiye-İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, Erguvan Yayınevi, İstanbul, 2009, Türel Yılmaz, Türk-İsrail Yakınlaşması, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001, Süha Bölükbaşı, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, Şaban H. Çalış-İhsan D. Dağı-Ramazan Gözen (Eds.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demoktasi, Güvenlik, Liberte Yayınları, 2001. 

2000 ve Sonrası Dönem 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında değişim/gelişim 2000’li yılların başından itibaren görülmeye başlansa da, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki söz konusu değişimin dönüm noktası olarak 1998 yılı olarak ele alınabilir. 1991’deki Birinci Körfez Savaşında ABD’nin öncülüğünü yaptığı uluslararası koalisyonda aktif bir rol üstlenmesine, hatta büyük zararlar görmesine rağmen, savaş sonunda ABD tarafından yeteri derecede dikkate 
alınmamış olduğu gibi, 1997’de de AB Türkiye’nin üyeliğini reddetmiştir. Bu olumsuz hava içerisinde Türkiye için 1998’de Suriye ile imzalanan Adana 
Mutabakatı yeniden Orta Doğu kapısını açmıştır. 1990’lı yıllarda karşılaştığı güvenlik sorunları, bu sorunlarda Batı’yı yanında bulamaması, Türkiye’yi 
genelde dış politikasını özelde ise Orta Doğu politikasını gözden geçirmeye sevk etti. 

11 Eski çağlardan 2000’li yıllara kadar Türk-Arap ilişkileri hakkında detaylı bilgi için bkz: İki Taraf Açısından Türk-Arap Münasebetleri, İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Yayınları, İstanbul, 2000. 
12 Mehmet gahin, “Anadolu Kaplanları Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika’da Etkili Kılıyor”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf.  (Erişim Tarihi: 19.03.2010) 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terörist saldırılardan sonra ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasındaki 
söylem ve eylemi çoğu bölge ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de endişe yaratmıştır. 2001’den sonra Türkiye geleneksel bölge politikası olan “Orta 
Doğu sorunlarından uzak durma” yaklaşımıyla sorunlardan kurtulamayacağını anlamıştır. Bundan sonra Türkiye bölge sorunlarına karışmayarak değil, 
sorunlara karşı çözüm önerileriyle ve barış yanlısı politikalarıyla riski azaltacağını düşünmeye başlamıştır. 2000’li yılların başından itibaren aşağıdaki gelişme lerin meydana gelmesi Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelmesine neden oldu.12 

1- Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlı politikalarından dolayı, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin istenildiği şekilde iyi gitmemesi. 
2- 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan güven bunalımı. 
3- 2009 yılında Dünyada yaşanan ekonomik krizle birlikte AB ve eski Sovyet Rusya coğrafyasının ekonomik cazibesinin azalması. 
4- Irak’ta ABD’nin işgaliyle birlikte dış güç olarak ABD’nin, önemli bölgesel aktörler olarak ise Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin bölge sorunları 
karşısında çaresiz kalarak ciddi derecede itibar kaybına uğramaları ve buna bağlı olarak söz konusu bölgede boşluk oluşması. 
5- Her geçen gün bölgede İsrail-Filistin sorunu gibi eski çözümsüz sorunlara yenilerinin eklenmesi ve bu sorunlu ortamda varlık göstermeye devam eden İran. 
6- İsrail’in politikalarının bölge halkı ve mevcut Arap yönetimleri tarafından kötü karşılanması ve Türkiye’nin İsrail karşısında eleştirel duruşu. 
7- Mevcut Arap yöneticilerinin bölgede yaşanan sorunlar karşısında yetersiz kalarak kendi halkları nezdinde itibar kaybetmeye devam etmeleri. 
8- Yukarıda saydığımız nedenlerin yanında Türkiye’yi bölgeye yönelten bir diğer önemli faktör ise bölgeye yönelik politikalarda sadece güvenlik merkezli değil aynı zamanda ekonomik ve kültürel bir bakış açısının da ortaya çıkmasıdır 

Soğuk Savaşın sona ermesi, Türkiye üzerindeki Batı etkisini azaltırken, bölge devletleri üzerindeki Sovyetler Birliği etkisinin de sona ermesini sağladı. 
Bir anlamda kutuplaşmanın sona ermesi bölge devletleri açısından yeni güvenlik sorunları yaratırken, bir taraftan da az da olsa bu ülkelere bağımsız bir dış politika takip etme imkânı vermiş oldu. Kısaca Soğuk Savaşın sona ermesi ve buna bağlı olarak uluslararası ve bölgesel sistemde meydana gelen değişikler bölge devletlerini yeni arayışlara itmiştir. Bu bağlamda Soğuk Savaşın kötü etkisini yaşayan bölge devletleri ve halkları bölgede yeni bir soğuk savaş istemeyerek işbirliği çabalarını geliştirme yolunu seçtiler. Artık bölge devletleri Soğuk Savaş deneyimini göz önünde bulundurarak hareket etmektedirler. Bölge üzerindeki Soğuk Savaş perdesinin kalkması, bölge devletlerinin birbirleriyle ilişki kurmalarının önünü açmıştır. 

Orta Doğu’da Soğuk Savaş döneminin siyasetçilerinin (Saddam Hüseyin, Ariel garon, Kral Hüseyin, Hafız Esad, Kenan Evren, Rıza gah, Yaser Arafat) tarih sahnesinden çekilmesi ve yeni yönetici sınıfın/yeni siyasi elitlerin (Beşar Esad, Kral Abdullah, Tayyib Erdoğan, Mahmud Abbas ve Körfez Yöneticileri) ortaya çıkması/çıkmaya başlaması bölge siyasetinin değişiminde rol oynamaktadır. Yani bölge siyasetine farklı bakan bir yönetici elitin oluşması ister istemez bölgede değişime neden olmaktadır. Soğuk Savaş döneminin bir mirası olarak, bölge devletlerinin bölgeye güvenlik perspektifinden bakmaları kendi aralarında kamplaşmalara sebep olurken, Batıya bağımlı olmaya neden oluyor. Bu nedenle, Soğuk Savaş mirasını bertaraf edebilmek için günümüzde artık bölge ülkeleri ilişkilere işbirliği perspektifinden bakma çabası içindedir. 

Türkiye’nin bölgeye olan politikasının hem yapısında hem de söyleminde değişiklik olmuştur. Yapısal açıdan, Türkiye bölge sorunlarından uzak durarak değil, çözüm odaklı bir yaklaşım benimseyerek bölgede varlık göstermektedir. Bunun yanında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının diplomatik dilinde de değişiklik olmuştur. İşbirliği, entegrasyon, gelişme, ortaklık gibi kavramlar ağırlık kazanmıştır. 

Türkiye Orta Doğu’ya yönelik politikasının dilindeki değişimin yanında bu durumu eylemleriyle de ortaya koyarak bölge devletleri ve halkların gönlünü kazanmış görünmektedir. Orta Doğu’ya yaklaştırılmayan Türkiye, artık Arapların kendi aralarındaki sorunların çözümünün önemli aktörü olmuş gözükmektedir. 

Türkiye yeni Orta Doğu politikasını uygulamaya koyarken ABD/Batı’nın tepkilerini de göze alarak, Suriye’nin en zor yıllarında fırsatçılık yapmayarak Suriye’nin yanında olmuştur. Bunun sonucu olarak Suriye ile “güven” sorununu çözmesi ve akabinde bu ülkeyle “model komşuluk” diyebileceğimiz bir ilişki türü geliştirmesi,13 Suriye’yi Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan kapısı konumuna getirmiştir. Bunun yanında Türkiye, aşağıdaki önemli Orta Doğu sorunlarında yapıcı rol oynamıştır. Türkiye Orta Doğu’da yeni politikasını yürütürken açık diplomasi ve barış ve istikrara yönelik yapıcı tavrını her olayda ortaya koyarak sergilemiştir. Örneğin; 

-İsrail-Suriye arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapması, 
-Filistinli gruplar(El Fetih-HAMAS) arasındaki gerginliği azaltma çabaları, 
-Irak’taki Sünni grupların seçime/siyasal sisteme katılmasını sağlama çabaları, 
-İran konusunda diplomasiye ağırlık veren duruşu, 
-Suriye’yi uluslararası ve bölgesel sisteme katması, 
-Başta enerji olmak üzere bir çok alanda işbirliği ortamı hazırlaması, 
-Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı sorununun çözümüne aktif katkı sağlama çabası, 
-Irak-Suriye gerginliğini yatıştırma yönünde çalışması, 
-Bölgeyle geliştirilen ekonomik ilişki, 
-Afganistan-Pakistan arasındaki sorunların çözümüne katkı. 

13 Mehmet Şahin, “ Model Komşuluk: Türkiye-Suriye ilişkileri ”, 
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/174/model-komsuluk-turkiye-suriye-iliskileri.aspx. (Erişim Tarihi: 15.03.2010) 

Yukarıda sayılan katkılar göz önüne alındığında, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikası, son derece olumlu karşılanmaktadır. 2000’li yıllarda ortaya 
koyduğu söylem ve eylemleriyle Türkiye, söz konusu algılanış Şeklini değiştirmiş “Batı’nın jandarması” olmaktan “oyun kurucu” en azından “güvenlik üreten” ülke konumuna gelmiştir. Tabii ki bunun karşılığında bölgede etkinlik kazanmıştır. Bugün Türkiye’ye Arap Birliği Örgütü ve Afrika Birliği’nin gözlemci statüsü verilmiştir. Aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine bir Türkün seçilmesi, son yıllarda bölgeye yönelik yürütülen politikanın bir sonucudur. Bunların yanında Orta Doğu ve Afrika devletlerinin de desteği ile Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyinin geçici üyesi olmuştur. 

Artık Türkiye Orta Doğu’ya Batı merkezli bakmadığı gibi, bugün Türk dışişleri bürokrasisinin mesaisinin büyük bir kısmını Orta Doğu ile alakalı işler 
oluşturmaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika ile ilgilenmeye sevk etmekte 
ve aynı zamanda Türkiye bölgeyle birlikte kendi potansiyelini de keşfetmektedir. Türkiye Soğuk Savaş döneminde ulusal çıkarını Batı ittifakı içinde yer almakta görüyordu. 2000’li yılların başından itibaren ise komşularla iyi ilişkiler ve yakın çevrenin daha fazla önemli hale geldiği gözlemlenmektedir. Türkiye, hem güvenliğinin hem de ekonomik gelişmesinin ana alanı olarak barış ve istikrarlı bir çevre olduğunu algılamış görünmektedir. 

Bu çerçevede Türkiye, barış ve istikrar isterken, kaosu reddetmekte ve bunun için de çaba sarf etmektedir. Ayrıca bölgede yeni bir kutuplaşma, soğuk savaş 
ve yeni sorun alanları istemediği gibi, Batı’yla geçmiş deneyimini de göz önünde bulunduran Türkiye, Orta Doğu’ya ABD/Batı/NATO perspektifinden, yani Batı merkezli değil, Türkiye/Ankara merkezli bakmak istemektedir.14 Son yıllarda bölge devletleriyle geliştirilen ilişkiler bu durumu kanıtlar niteliktedir.15 Günümüzde artık Türkiye “ben Batılı bir devletim” diye çaba içine girerek kendini Batı’ya beğendirmek gibi bir amaç gütmüyor. Türkiye’nin Batı ile birlikte hareket etmesinin temel sebebi Sovyetler Birliği tehdidiydi. Ayrıca Türkiye’nin terör örgütü PKK ile mücadelesi de önemli bir sebepti. 

Soğuk Savaşın sona ermesiyle Sovyetler Birliği Türkiye için tehdit olmaktan çıkmakla kalmadı, Türkiye için önemli bir ticari ortak oldu. Batı ile birlikte 
hareket etmenin, Türkiye’ye terör örgütü PKK ile mücadelesinde ciddi bir katkı sağladığı söylenemez. Türkiye’nin Batılı müttefikleri bu konuda Türkiye için 
dürüst bir ortaklık göstermediler. Son yıllarda Türkiye, bölge ilişkilerindeki gelişme sayesinde Suriye ve İran örneğinde olduğu gibi, bölge devletlerinin 
desteğini daha rahat almaktadır. 

14 Ahmet Davutoğlu, “Eksenimiz Ankara Ekseni ve 360 Derece”, Radikal, 1 Ocak 2010. Ayrıca bu konuda geniş değerlendirme için bkz: Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1, January-March 2008, ss. 77-96. 
15 Aralık 2009’da Türkiye ile Suriye arasında çeşitli alanlarda 51 adet işbirliği anlaşması ve mutabakat zaptı imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte Türkiye-Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” oluşturuldu. 17-18 Eylül 2009 tarihlerinde Türkiye-Irak arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyinin” 
1.toplantısında 40’ın üzerinde anlaşma imzalandı. Yine 2009 yılında Lübnan ve Ürdün’le vize muafiyetini de içeren anlaşmalar imzalandı. Son yıllarda Türkiye ile Katar arasında başta siyasi, ekonomik ve ticari alanlarda olmak üzere bir çok alanda işbirliği anlaşmaları ve görüşmeleri yapıldı. 


Türkiye’nin Orta Doğu komşuları ve çevre ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesi sadece güvenlik açısından değil aynı zamanda ekonomik açıdan da Türkiye’ye kazanç sağlayacaktır. Bunun yanında bölgenin de refaha ve istikrara kavuşması kolaylaşacaktır. Türkiye’nin 2000’li yıllarda Orta Doğu sorunlarıyla yakından 
ilgilenmesi ve bölgede her geçen gün etkinlik kazanması, “Türkiye dış politikada eksen mi değiştiriyor?” gibi soruların gündeme gelmesine sebep oldu. Özellikle, Suriye ile hızlı bir şekilde samimi ve stratejik düzeyde adımların atılması, son yıllarda İsrail konusunda Türkiye’den yükselen sert ve eleştirel tavır, ABD/Batı’nın istemediği şekilde İran’la iyi giden ilişkiler ve en azından şimdilik Batı ile aynı pozisyonda olmama, HAMAS ve Sudan konusunda Batı ile aynı kaygıları paylaşmama gibi nedenlerden dolayı Türkiye’nin son dönem dış politikasında eksen kayması olarak yorumların yapılmasına sebep oldu. Fakat bu tür yorumların yapılmasının temel sebeplerinden birincisi bekli de en önemlisi, bugüne kadar Batı ittifakının sadık üyesi olan Türkiye’nin aynı vefayı Batılı müttefiklerinden görmediğidir. Bunun yanında uluslararası ve bölgesel konjonktürün değişmesi Türkiye’yi dış politikada çeşitliliğe itmiş gözükmektedir. Türkiye’nin son dönem dış politikasındaki açılımlar bir eksen kayması değildir, ama önceki sağlıksız ve körü körüne Batı ittifakının sadık üyeliğinin gözden geçirilmesi olarak görülebilir. Nitekim yukarıda bahsedilen Batı’nın hoşuna gitmeyen davranışların yanında, Batı tarafından ısrarla istenen davranışlar da Türkiye hükümeti tarafından yapılmaktadır. Bunların başında Ermenistan’la imzalanan protokol, Kuzey Irak’la geliştirilen ilişki, Kıbrıs konusunda görüşmelerin sürdürülmesine verilen destek ve iç politikada yapılan açılımlar. Son dönemde atılan adımlar toplu olarak değerlendirildiğinde eksen kayması tartışmaları anlamsızlaşmaktadır. Fakat şunu da söylemekte fayda vardır, artık Türkiye başta Ora Doğu olmak üzere kendi çevresinin potansiyelini fark etmiş gözükmektedir. Batı tarafından komşularıyla ilişkileri iyi olmadığı için eleştirilen Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurmasının eksen kayması olarak değerlen dirilmesi iyi niyetli bir yaklaşım gibi görünmemektedir. 

Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurması şimdiye kadar Batı ile iyi ilişkilerin bir şartı olarak görülmekteydi. 

Burada önemli bir soru akla gelmektedir: Türkiye’nin son dönem Orta Doğu politikası ne kadar sürdürülebilir? İşte bu sorunun cevabı sadece Türkiye’nin bölgedeki politikalarıyla cevaplanabilir bir soru değildir. Türkiye 2000’li yılların başlarından itibaren Orta Doğu’da barış yanlısı açık bir diplomasi takip etmektedir. Türkiye’nin son dönem dış politik söylem ve eylemleri yapıcı ve bölge istikrarına ve refahına katkı sağlayıcı ve barış ortamı yaratmaya yöneliktir. Güvenlik ve ekonomik açıdan baktığımızda Türkiye’nin ulusal çıkarı da bunu gerektirmektedir. Fakat Orta Doğu’nun siyasi coğrafyası tam olarak oturmamıştır ve dünyanın siyasi açıdan en tektonik bölgesi olarak görülebilir. Bölgede yeni bir istikrarsızlığa sebep olacak bir durumun ortaya çıkması Türkiye’nin bölgedeki son dönem çabalarını da sonuçsuz kılabilir. 

Nitekim İsrail’in sürdürmekten kaçınmadığı gerginlik yaratıcı davranışları ve İran’ın nükleer çalışmalarının seyri ve söz konusu iki gelişmeye bölgenin ve 
uluslararası camianın vereceği tepkiler bölgenin geleceğini yakından ilgilendirmektedir. 

Sonuç 

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin seyri her zaman Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında ana belirleyici etken olmuştur. 1950’lere kadar Orta Doğu sorunlarına karışmamayı güveliği açısında uygun bulan Türkiye, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden tehdit algıladığı için aktif Batı taraftarlığını ulusal çıkarına uygun bulmuştur. Batıyla sorunlu ilişkileri olduğunda veya beklediği değeri/yardımı göremeyince Türkiye, dış politikada çeşitliliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını birinci derecede güvenlik kaygıları şekillendirmiştir. 2000’li yılların başından itibaren, değişen uluslararası ve bölgesel dengeler Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesinin önünü açmıştır. Türk dış politikasındaki güvenlik kaygılarının ağırlığının azalması Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltırken başta Ota Doğu olmak üzere yakın çevresinde etkinliğinin artmasını sağlamaktadır. Son yıllarda ortaya koyduğu barış sağlama amaçlı açık diplomasiye dayanan politikasıyla Türkiye, hem kendisi siyasi ve ekonomik kazanç sağlarken hem de bölgenin istikrar ve refahına katkı sağlamaktadır. 

Türk Dış Politikasının iki temel özelliği olan Statükoculuğu ve Batıcılığı son dönemde Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını göz önüne alarak yeniden değerlendirecek olursak, Statükoculuk ilkesinin hala geçerli bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Çünkü Türkiye, Orta Doğu’da mevcut sınırları koruma ve dengeleri sürdürme ve yeni sorunları engelleme çabası içindedir. Türkiye bölgedeki devletlerin toprak bütünlüklerinin korunmalarını savunurken, bölgede yeni kamplaşmalara da karşı durmaktadır. Dış politikanın ikinci ayağı ise, Batıcılıktan ne anlaşıldığıyla ilgilidir. Batıcılık Batı’nın ekonomik sistemi, değerleri ve uygarlığı ise, bu ilke hala Türkiye’nin öncelikli dış politika hedefidir. gayet Batıcılık, 1950’lilerden bu yana Türk dış politikasında uygulana gelen güvenlik ağırlıklı Batıya bağımlı bir dış politika olarak algılanıyorsa o zaman bu ilkenin geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü son yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu’da Batı’nın bölgeye yönelik görüşleriyle aynı olmayan, güvenlik ağırlıklı olmaktan ziyade ekonomik ve bölgenin gerçeklerini daha fazla dikkate alan bir politika takip ettiği görülmektedir. 

Kaynakça 

Akgönenç Mughisuddin, Oya, Turkey and the Middle East: Systemic and Subsystemic Determinants of Policy 1960-1975, Foreign Policy Institute, Ankara, 1993. 
Bağcı, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, METU Press, 2. Baskı, Ankara, 2001. 
Bengio, Ofra, Türkiye-İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, Erguvan Yayınevi, İstanbul, 2009. 
Bıyıklı, Mustafa, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları-Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2006. 
Bölükbaşı, Süha, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, gaban H.Çalış-İhsan D. Dağı-Ramazan Gözen (Eds.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demoktasi, Güvenlik, Liberte Yayınları, 2001. 
Davutoğlu, Ahmet, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1, January-March 2008. 
Davutoğlu, Ahmet, “Eksenimiz Ankara Ekseni ve 360 Derece”, Radikal, 1 Ocak 2010. Gönlübol, Mehmet - Sar, Cem, “1919-1939 Dönemi” Mehmet Gönlübol (Ed.) Olaylarla 
Türk Dış Politikası, Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982. İki Taraf Açısından Türk-Arap Münasebetleri, İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Yayınları, İstanbul, 2000. 
Kürkçüoğlu, Ömer, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1977), Barış Kitabevi, Ankara, 2010. Mansfield, Peter, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Söylem yayınları, İstanbul, 2000. 
McGhee, George, ABD-Türkiye-NATO-Orta Doğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. 
Oran, Baskın, “Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, 
İstanbul, İletişim Yayınları, 2001. 
Öke, Mim Kemal, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2002. Öke, Mim Kemal-Mütercimler, Erol, Yalnızlıktan Saygınlığa Demokrat Partinin Dış Politikası, Demokratlar Kulübü Yayını, 2000. 
Pehlivanlı, Hamit -Sarınay, Yusuf-Yıldırım, Hüsamettin, Türk dış Politikasında Hatay (1918-1939), ASAM Yayınları, Ankara, 2001. 
Şahin, Mehmet,“Model Komşuluk: Türkiye-Suriye İlişkileri”, 
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/174/model-komsuluk-turkiye-suriye-iliskileri.aspx. (Erişim Tarihi: 15.03.2010) 
Şahin, Mehmet,“Anadolu Kaplanları Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika’da Etkili Kılıyor”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf. (Erişim Tarihi: 19.03.2010) 
Yılmaz, Türel, Türk-İsrail Yakınlaşması, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001. 



***


24 Kasım 2014 Pazartesi

''TÜRKİYE'NİN YIKILMAYACAĞINI ÖĞRETECEĞİZ''




 
''TÜRKİYE'NİN YIKILMAYACAĞINI ÖĞRETECEĞİZ''


''Türkiye'nin yıkılmayacağını öğreteceğiz''


''TÜRKİYE'NİN YIKILMAYACAĞINI ÖĞRETECEĞİZ''

Diyarbakır Güvenlik Şube Müdürü, DBP Diyarbakır İl Başkanı'na çok sert konuştu.



Diyarbakır Güvenlik Şube Müdürü, DBP Diyarbakır İl Başkanı'na, "Serhildan'ı siz bize öğrettiniz. Biz de size Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılmayacağını öğreteceğiz." dedi.
Bingöl'de perşembe akşamı Emniyet Müdürü Atalay Ürker'e yönelik silahlı saldırıyı gerçekleştirip 2 polisi şehit ettikten sonra kaçarken güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada öldürülen PKK'lılardan 22 yaşındaki "Bahoz Amed" kod adlı Ramazan Özmaskan'ın cenazesinin Diyarbakır'a getirilişi sırasında polis yoğun güvenlik önlemleri aldı. Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Lütfü Çiçek, DBP Diyarbakır İl Başkanı Zübeyde Zümrüt'e olay çıkması halinde anında müdahale edeceklerini belirterek, "Serhildanı (başkaldırı) siz bize öğrettiniz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin parçalanmayacağını, yıkılmayacağını biz de size öğreteceğiz" dedi.
CENAZE DİYARBAKIR'A GETİRİLDİ

Bingöl'de önceki akşam Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin ile Başkomiser Hüseyin Hatipoğlu'nun şehit olduğu İl Emniyet Müdürü Atalay Ürker ve polis memuru Uğur Atlı'nın yaralandığı saldırıyı gerçekleştirdikten sonra kaçarken güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada öldürülen 4 PKK'lının otopsi işlemleri tamamlandı. Elazığ'da yapılan işlemlerden sonra 'Bahoz Amed'kod adlı Ramazan Özmaskan'ın cenazesi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne ait cenaze aracıyla, Diyarbakır'a getirildi.

GENİŞ GÜVENLİK ÖNLEMLERİ ALINDI

Diyarbakır girişinde güvenlik önlemi alan çelik yelekli Çevik Kuvvet ekipleri, cenazeyi getiren ve yaklaşık 100 aracın bulunduğu konvoyu durdurdu. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Lütfü Çiçek, konvoyda bulunan DBP İl Başkanı Zübeyde Zümrüt ile görüşerek olay çıkmasını istemediklerini söyledi. Cenazenin kent içine girmeden, Diclekent'deki çevreyolundan götürülmesini söyleyen Lütfü Çiçek, slogan atılmasını ve örgütü simgeleyen bir şey görmek istemediğini söyledi.

"BAŞKALDIRIYI SİZ ÖĞRETTİNİZ, YIKILMAYACAĞINI BİZ ÖĞRETECEĞİZ"

Zübeyde Zümrüt'ün konuşmaya müdahale etmek istemesi üzerine buna izin vermeyen Şube Müdürü Lütfü Çiçek, şimdi kendilerinin konuşma zamanı olduğunu söyleyerek şöyle devam etti:

"İlk önce doğrusu bu kadar kalabalık olmasına şaşırdık ve yadırgadık. Sizinle her zaman karşı karşıyayız. BDP'lilerin, yani siyasilerin bu işi sahiplenmesine şaşırdık ve yadırgadık. Bizim konuşma zamanımız. Şehit bizim, bizim konuşma zamanımız. Lütfen susun. 4 aydır her gün sizinle karşı karşı karşıya geldik. Çok nazik kibar bir şekilde, çözüm süreci nedeniyle beni hiç bir zaman bu şekilde görmediniz. Çelik yelekli, kasklı, silaha hazır vaziyette. Lütfen konuşmama müsaade edin. 4 ay boyunca siz konuştunuz. Şimdi bizim konuşma zamanımız çünkü şehit bizim şehidimiz. Bingöl'de katledilen abilerimiz, meslektaşlarımız, kardeşlerimiz. 250 bin kişi şuan da benim konuşmamı dinliyor ve benim arkamda. Burayı Diyarbakır, şimdi size söyleyeceklerim, cenazeyi 75 Metre Çevreyolu'ndan alarak, bizim eşliğimizde kesinlikle konvoyda siren sesi, her hangi bir işaret, terör örgütünü simgeleyen hiç bir şey görmek istemiyorum. Olduğu anda durdurulacak ve müdahale olacak. Serhildanı siz bize öğrettiniz. Biz de size Türkiye cumhuriyeti devletinin parçalanmayacağını, yıkılmayacağını öğreteceğiz."

"TAHAMMÜL YOK, SABIR DA YOK"

Güvenlik Şube Müdürü Lütfü Çiçek'in konuşmasını tamamlaması üzerine DBP İl Başkanı Zümrüt de "Kimse parçalamaya çalışmıyor" dedi. Bunun üzerine bir başka polis şefi de "Cenaze üzerinden prim, şov yapmayın. Konvoyu alıp gidin buradan. Biran önce gidin buradan, bu işin tahammülü kalmadı artık. Tahammül yok, sabır da yok" dedi.

Konuşmaların ardından PKK'lı Ramazan Özmaskan'ın cenazesini getiren konvoy, polislerin gösterdiği yoldan, geniş güvenlik önlemleri altında merkez Yenişehir İlçesi'ndeki Yeniköy Mezarlığı'na getirildi. Bu sırada örgüt flamalarının taşınmadığı ve sloganların atılmadığı görüldü.

Mezarlıkta DBP İl Başkanı Zübeyde Zümrüt ile bazı ilçe belediye başkanları ile yaklaşık 300 kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Ramazan Özmaskan defnedildi.
DHA

http://www.haber3.com/turkiyenin-yikilmayacagini-ogretecegiz-2948860h.htm


..

22 Kasım 2014 Cumartesi

HEPAR BUGÜN MECLİS’TE OLSAYDI, TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BAŞKA OLURDU!…

HEPAR BUGÜN MECLİS’TE OLSAYDI, TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BAŞKA OLURDU!…

ÖKKEŞ AĞAOĞLU YAZDI…

agaoglu_yazdi
HEPAR BUGÜN MECLİS’TE OLSAYDI, TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BAŞKA OLURDU!…
SON günlerde HEPAR’ın farkı yavaş yavaş gündeme oturmaya başladı. Yavaş yavaş diyoruz çünkü, Genel Başkan Osman Pamukoğlu’nun acelecilikten yana olmadığını görüyor ve izliyoruz. Daha doğrusu attığı adımlarda mantık ve kavram karmaşası yaşamamak için, halka olan yaklaşımlarında samimiyetini görüyoruz. Daha dürüst ve daha samimi ortamları partiye kazandırmak için siyasi alanda oldukça ilerlemeler kaydeden Sayın Pamukoğlu’nun, her konuda oldukça başarılı gözüktüğünü görebiliyoruz.
HEPAR’ı CHP’den farklı kılan nedenlerden en önemli olanı ise, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı hataya düşmemesi olmuştur. O hata da, CHP’nin her vesileyle sürekli Atatürk’ü iktidarın karşısına oturtarak güç kazanma yoluna gitmesi olmuştur. Ama HEPAR bunu yapmayarak, daha çok partisinin düşüncelerinin ve siyaset yapmasının inceliklerini ön plana çıkarması bu farkı gözler önüne sermiştir.
Çünkü Atatürk, sadece bir parti olarak anılmaya başlarsa, o zaman Gazi’nin siyasi partilerde ne resmi kalır, ne de izleri. Örneğin, herhangi bir partinin yapacağı kurultay salonunda genel başkanın resminin yanında mutlaka Atatürk de konmaktadır. Ama eğer Kılıçdaroğlu sürekli Atatürk’ü siyasi alanda mütemadiyen zikrederse, işte o zaman, kurultay salonundaki genel başkanın asılı resminin yanına Atatürk resmini dahi koymayabilirler.
Eeeee, bu da suç değil elbette. Ama o resmin oradan kaldırılmasına neden olan siyasi parti ve onun lideri, Atatürk üzerinden yaptığı politikalardan dolayı suçlu olmalıdır.
İşte tam da burada HEPAR Genel Başkanı Pamukoğlu’nun bu konuda siyasi duruşunu incelemekte yarar var. Elbette Pamukoğlu askerdi ama şimdi sivil hayatta siyasete atılmış değerli bir insan. Şu anda siyasi duruşunu her yerde sergilemekte ve farkını göstermekte. Çünkü vatana hizmeti en üstün bir şekilde bitirmiş ve sivil siyasete adımını atmıştır. Hatırlarsanız askerliğe, yeri gelince (peygamberlik mesleği) deriz, ama siyasi arenada askere olan sevgiyi herhangi bir parti liderinin sahiplenmesini kabullenemeyiz.
Nedense Türk siyasetinde böylesine tuhaf bir ilişki yumağı vardır.
İşte bu düşünceyi aşmamızın en güzel yolu, cumhuriyete ve laik parlamenter sisteme sahip çıkmakla olur. Bunun aksi olarak siyasi arenada sürekli Atatürk’ü ön plana çıkararak politika yapmayı değil… Bilakis Atatürk’ün kaldığı yerden devam ederek, O’nun siyasi ve kıvrak zekasını daha da zenginleştirerek politikada halkımıza hizmeti götürmeliyiz…
Tam da burada HEPAR’ın uyguladığı politikanın laik ve cumhuriyetçi yapısıyla öne çıkması olmuştur. Aynı zamanda da Atatürk’ü hiçbir zaman diğer partilerin karşısına çıkarmadan, politikasını yürütmekten yana olduğunu göstermektedir. Bu da HEPAR’ı CHP’den ayıran en önemli özelliklerinden biri olmaktadır.
PAMUKOĞLU, EN BÜYÜK İLGİYİ TERÖRE KARŞI TEDBİRLERDE GÖRECEK. TABİİ DİĞERLERİYLE DE…
Sayın Pamukoğlu, siyaset alanına girerek partisinin izlediği ve görev aldığında da izleyeceği yolları tek tek açıklamaktadır. Örneğin ekonomiyle ilgili yaptığı açıklamalar oldukça detaylıdır. Bakın, bu konuda yapılan bir röportajında bir soruya nasıl cevap vermiştir:
SORU: “Hepar olarak kimlerden oy alıyorsunuz?..”
CEVAP: “Bizim CHP ve DSP’den aldığımız oy sayısı MHP’den aldığımız oylardan fazla. Parti büyüyecek, her geçen gün olaylar ve koşullar bizim partinin lehine… Bölgede savaş davulları çalıyor, savaş baltaları çıktı. Hükümetin yanlış politikaları sonucu durum bu. Ekonomi iyiye gitmez. Bankaların, madenlerin sende değil, boyalı suratla geziyorlar. Yağmur yağarsa birisi suratına su dökerse boyaları dökülecek… Avrupa Birliği çökecek. Bu Napolyon’un projesiydi, O bile yürütemedi. Kaldı ki Avrupa onun avcunun içindeydi. Ülkelerde ulusçuluk olduğu sürece bu olmaz.”
Haksız da değil hani. Bugünkü Avrupa Birliği’nin durumunu hepimiz görmekteyiz. Hemen hemen bütün Avrupalı ülkeler iflas bayrağını çekmek için sıraya girmiş durumda. Tıpkı bugünkü “Arap Baharı”nı yaşayan Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi… Avrupa’da da, iflas etmek için adeta “Batı Baharı” yaşanmakta. Batı’nın bütün getirisi, birlik adına aralarında imzalanan kontratvari ekonomik anlaşmalar olmuştu. Ama bugün görüyoruz ki bu kontrat, birliğe üye olmak isteyen diğer ülkeleri de ürkütmeye başladı.
Bugün Avrupalı bu durumdayken Türkiye hem Kıbrıs için, hem sözde Ermeni meselesi için ve hem de terör için adımlarını atmalı… Terörün finans kaynaklarını kesmenin politikalarını derhal gündeme almalıdır. Yok eğer bugün bu yapıl(a)mazsa, yarın çok geç olabilir. Tabii bunun adına da “Kaçan fırsat” denir.
Avrupa nezdinde bu siyasi fırsatı kaçırmak istemeyenler arasında HEPAR’ı görmekteyiz. Çünkü HEPAR bu atılımları yapmak için sürekli projeler üretmekte ve acil önlemleri de tek tek açıklamaktadır. Zaten bir açıklamasında bu konuya açıklık getiren Pamukoğlu, bakın ne demişti:
“Avrupa Birliği sanal bir örgüttür. Geleceği yoktur. Sebebi ise ulusal çıkarlarla çelişir. Napolyon istemiş, bütün Avrupa yumruğunun altında olmasına rağmen, söylediğim nedenle gerçekleşmeyeceğini hemen anlayıp vazgeçmiştir.
Avrupa demek; Almanya, Fransa ve İngiltere’dir. Diğerleri siyasi, ekonomik ve askeri güç olarak sadece görüntüdür. Bugün İngiltere de tam olarak ve başlı başına Avrupa siyasetine yön veremez.
Kuzey Atlantik Savunma İşbirliği Antlaşması (NATO) askeri olarak anlam taşımamaktadır. Afganistan’a kadar uzanan kollarıyla, sadece bir ticari örgüttür. Çünkü NATO’nun kuruluş amacının bugün muhatabı yoktur.
Avrupa Birliği hiçbir zaman bizi birliğe almayacak. Bazı ülkelerin anayasalarına bile maddeler koydu. Hal böyleyken Türkiye’ye siyasi direktifler yağdırıyor müstemlekeymişiz gibi, heyetler gönderip denetlemeler yaptırıyor.
Örnekleri uzatmayacağım. Ve işte Avrupa Birliği’nin acıklı hali. İşte egemenliğimden taviz vermem diyen İngiltere ve her şeyin hakimi ve patronu Almanya. Onun sağlam rüzgarının altına giren Fransa. Diğerleri mi? ‘Biz ettik, sen etme’ derdine düşenler…”
Ve terör konusunda da oldukça hazırlıklı ve bir o kadar da çıkış yolunu açıklayan düşüncesi şöyle olmuştur:
SORU: “25 yıldan beri bitirilemeyen bir terör söz konusu. Siz 365 günde bitireceğinizi halka taahhüt ediyorsunuz. Nasıl olacak bu?..”
CEVAP: “25 yıldan bu yana bitirilememesinin sebepleri belli. İlk olarak gerçek anlamda bir politik irade hiçbir zaman söz konusu olmadı. Biz yüzde 100 bir irade ortaya koyacağız. İşin ikinci kısmı, teknik kısmıdır. İyi bir istihbaratınız olacak. Ne zaman gelecekler, nasıl gelecekler, bunu önceden haber verecek bir istihbarat sistemini kuracağız. Bu çok önemli. Birde bunların dış uzantıları var tabi ki. Onlara müttefik olmanın şartlarını hatırlatacağız ,tam ve baskın bir diplomasi uygulayacağız. Bu mücadele, klasik orduların yapabileceği bir mücadele tarzı değil…”
Şu açıkça görülmüştür ki HEPAR, Meclis’te olsaydı çok ses getirirdi. Çünkü açıkladığı olaylar ve düşünceler, fikirler üzerine kurulu gerçeklerden oluşmaktadır. Örneğin Avrupa’nın hali… Arap Baharı’nın çaresizliği ve bugünkü Türkiye’nin durumu…
Ortadoğu’nun çıkmaz batağı… Amerika’nın Suriye’ye müdahale etmeden kendini sınırın dışında tutmaya çalışması… Birleşmiş Milletler’in pasif duruma düşmesi… İsrail ile İran’ın düşmanlığı… Bir yerde sınır güvenliğini korumaya çalışan ve bir yerde de Suriye’den kaçan halka yaşam alanı açan Türkiye’nin terör belasıyla karşı karşıya kalması… Bunların hepsi Türkiye sınırlarında hareketlilik tehlikesi arzetmekte…
Bu konular ele alındığında çıkış yolu üreten HEPAR’ın CHP’ye oranla farkı elbette ki var. Sosyal demokrat ve laik cumhuriyeti yaşatma konusunda fikir birliği görülen partilerimizin kendine özgü farklı izlenimleri de var. Ancak terör konusunda bugünkü Türkiye’nin ekonomik derdi de var. Yapılan zamların teröre gitmesindeki en büyük neden, piyasaların halâ canlanamaması… Üretimin azalması… Tarımın dirilemeyişi…
HEPAR’ın hem siyasi ve hem de ekonomi alanda yaptığı söylemler Türkiye’nin görünmeyen… Ama bir o kadar da önemli siyasi detaylarını gözler önüne sermektedir. Dileriz, siyasi ve ekonomik alanda yapılmak istenen çıkış yolları mutlu sonla bitsin. Dileriz HEPAR da bu çıkışı halka çok iyi yansıttığı için Meclis’e girsin.
ÖKKEŞ AĞAOĞLU..