ORTA DOĞU POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORTA DOĞU POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM


 TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM 


Mehmet ŞAHİN. 

Özet 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında Batı ile ilişkilerinin seyri her zaman ana belirleyici etken olmuştur. 1950’lere kadar Orta Doğu sorunlarına karışmamayı güveliği açısında uygun bulan Türkiye, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden tehdit algıladığı için aktif Batı taraftarlığını ulusal çıkarına uygun bulmuştur. Batıyla sorunlu ilişkileri olduğunda veya beklediği değeri/yardımı göremeyince Türkiye, dış politikada çeşitliliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını birinci derecede güvenlik kaygıları şekillendirmiştir. 2000’li yılların başından itibaren, değişen uluslararası ve bölgesel dengeler Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesinin önünü açmıştır. Türk dış politikasındaki güvenlik kaygılarının ağırlığının azalması Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltırken başta Ota Doğu olmak üzere yakın çevresinde etkinliğinin artmasını sağlamaktadır. Son yıllarda ortaya koyduğu barış sağlama amaçlı açık diplomasiye dayanan politikasıyla Türkiye, hem 
kendisi siyasi ve ekonomik kazanç sağlarken hem de bölgenin istikrar ve refahına katkı sağlamaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Türk Dış Politikası, Orta Doğu, Türkler, Araplar, Dış Politika. 

Giriş 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren genel olarak Türk Dış Politikasının iki temel özelliği ön plana çıkmaktadır: 

1) Statükoculuk, 
2) Batıcılık. 

Türk Dış Politikasının söz konusu iki özelliğinden birincisi olan statükoculuk, mevcut sınırları sürdürme ve kurulu dengeleri muhafaza etme olarak tanımlanmaktadır. Kısaca Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan düzenin muhafaza edilmesi ilk amaç olarak kendini göstermektedir. Türk Dış 
Politikasının ikinci özelliği olan Batıcılık ise bir coğrafi alanı ifade etmemekte, Batının ekonomisini, bilimini ve uygarlığını vurgulamaktadır.1 

Türk Dış Politikasının söz konusu iki temel özelliği Türkiye’nin Orta Doğu politikasında diğer alanlara nazaran daha çok kendini hissettirmektedir. 
Türkler, Orta Doğu’dan çıkarken gerif Hüseyin örneğinde olduğu gibi bazı Arap liderlerin de katkılarıyla ingiltere ve Fransa’ya karşı verdiği savaşlarla 
bölgedeki egemenliklerini kaybettiler. 1923 yılında yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında ağırlığı dış politikadan ziyade daha çok iç 
politika konularına vermiştir. 

1 Baskın Oran, “Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, iletişim Yayınları, 2001, ss. 46-53. 
2 Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Dış Politikası için bkz: Mehmet Gönlübol- Cem Sar, “1919-1939 Dönemi” Mehmet Gönlübol (Ed.) Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, ss. 17-370, Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları-Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2006. 

Yeni Cumhuriyetin kurucuları kuruluşun ilk yıllarında sadece dış güvenlik konularıyla değil, aynı zamanda ülke içinde yeni rejimin yerleşmesi 
için çaba içine girdiler. Bu yüzden özellikle yeni devlet için sorun yaratacak bölgelerden elden geldiği kadar uzak durma politikasını takip etmeye çalıştılar. 
Bu dönemde siyasi coğrafyası tam oturmamış olan Orta Doğu’nun sorunlarına karışmama politikası yeni devletin kurucuları tarafından uygun görüldü. Fakat 
1923’ten sonra her ne kadar Orta Doğu sorunlarından uzak durma/karışmama politikası takip etmeye çalışsa da, bu mümkün olmadı. Türkiye’nin, 
kuruluşundan 2000’li yıllara kadar Orta Doğu’yla ilişkileri nerdeyse tamamen “güvenlik ve savunma” gibi “yüksek politika” konularından oluştu.2 
Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasının tam olarak anlaşılması için, 1923’ten günümüze kadar geçen süreyi izlenen politikalar göz önüne 
alınarak belli periyotlara ayırmak yararlı olacaktır; 1923-1950; 1950-1960; 1960-1980; 1980-1990; 1990-2000; 2000-ve sonrası. 

1923-1950 Dönemi 

Bu dönemin ilk yıllarında Orta Doğu’nun siyasi coğrafyası tam olarak Şekillenmiş değildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Araplar kendi bağımsız devletlerini kurma düşüncesiyle hareket ettiler. Savaş sonunda Araplar Osmanlı Devleti’nden kurtuldular ama bağımsızlıklarını elde edemediler. Araplar sadece Müslüman efendilerinden kurtulmuş oldular, fakat onun yerine Hıristiyan efendileriyle karşılaştılar.3 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede ya manda sistemi kuruldu ya da İngiltere ve Fransa’nın etkisinde devletler oluşturuldu. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra bölge yeni bir mücadeleye sahne oldu; Milliyetçi Araplar- Mandater devletler mücadelesi. 

3 Memoirs of Aga Khan, Londra, 1954, ss. 153-154. Aktaran, Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Söylem yayınları, İstanbul, 2000, s. 80. 
4 Musul Meselesi hakkında geniş bilgi için bkz: Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2002. 
5 Hatay Meselesi hakkında geniş bilgi için bkz: Hamit Pehlivanlı-Yusuf Sarınay, Hüsamettin Yıldırım, Türk dış Politikasında Hatay (1918-1939), ASAM Yayınları, 
Ankara, 2001. 

Genellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Orta Doğu’yla tamamen ilişkilerin koptuğu yönünde hatta yeni Türk devletinin bilinçli olarak Araplarla ilişki kurmadığı dile getirilmektedir. Bu yaklaşım Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını doğru anlatan bir yaklaşım değildir. Çünkü söz konusu dönemde bölge bağımsız Arap devletlerinden oluşmamaktadır. Daha önce de belirtildiği üzere bölgenin siyasi haritası tam olarak Şekillenmemiştir. 

Bu nedenle Türkiye’nin ne Suriye ne Irak ne Ürdün ne de Lübnan’la hatta Mısır’la bile bağımsız politika geliştirme imkânı vardır. 1920’li yılarda söz konusu ülkelerle resmi antlaşmalar dahi direk yapılamamış, mandater devletler olan İngiltere ve Fransa ile imzalanmıştır. Bu yüzden yeni Türk devletinin bilinçli olarak Orta Doğu’dan uzak durması yönündeki savlar doğruyuyansıtmamaktadır. Nitekim, 1923 öncesinden çözümsüz kalan veya Türkiye aleyhine neticelenen bazı sorunlar gündeme geldiğinde Türkiye, bölge ve Avrupa siyasetini de göz önünde bulundurarak, bazı sorunların çözümünde rol almaktan geri durmamış, Musul meselesi4 Türkiye aleyhine, Hatay meselesi5 ise Türkiye lehine çözümlenmiştir. Bu dönemde sadece Türkiye ile bölge arasında değil, genel olarak bölgenin sorunları da güvenliğe ilişkin faktörlerden kaynaklanmaktaydı. 

Arap Orta Doğu’su İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar bağımsızlık mücadelesiyle uğraşmıştır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin bölge sorunlarına müdahil olmasını düşünmek hiç de rasyonel görünmemektedir. Tabii bu dönemde hem yeni Türk devletinin hem de Arapların modernleşme peşinde koşmalarının yanında, Arapların manda sistemi altında olsalar da ulus-devlet yaratma çabaları yeni oluşan devletlerin bir kimlik oluşturma girişimleri bölge devletleri arasında işbirliğinin oluşmasını/ilişkilerin gelişmesini engellemiştir.

Çünkü yeni kimliklerin inşasında genelde “öteki” imgesi etkili olmaktadır. Arap Orta Doğusu’nda ortaya çıkan devletler yeni kimliklerinin oluşumunda Türk geçmişlerini “öteki” olarak vurguladılar. Yeni Türk devleti de zaman zaman Arapları “öteki” olarak gördü.6 Kısaca, Birinci Dünya Savaşı sonunda 
Arap Orta Doğusu’nda başlayan bağımsızlık savaşının İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmesi, yani bölgenin siyasi coğrafyasının oturmaması ve 
genelde güvenlik konularının ağırlık kazanması, Türkiye ile Arap Orta Doğu’su arasında ilişkilerin gelişmesini engellemiştir. 1950-1960 Dönemi 


6 Araplar ve Türklerin birbirleri hakkındaki yanlış algılamalar için bkz: Oya Akgönenç Mughisuddin, Turkey and the Middle East: Systemic and Subsystemic 
Determinants of Policy 1960-1975, Foreign Policy Institute, Ankara, 1993, ss. 67-71. 
7 1950’li yıllar Türkiye’nin Orta Doğu Politikası için bkz: Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1977), Barış Kitabevi, 
Ankara, 2010, Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, METU Press, 2. Baskı, Ankara, 2001, Mim Kemal Öke-Erol Mütercimler, Yalnızlıktan Saygınlığa Demokrat Partinin Dış Politikası, Demokratlar Kulübü Yayını, 2000. George McGhee, ABD-Türkiye-NATO-Orta Doğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. 

İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım sonucunda bölgeden İngiltere ve Fransa’nın çekilmesiyle bağımsız olan bölge ülkelerinin ortaya çıkması 
neticesinde, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin gelişmesi beklenirken tam tersi bir durum ortaya çıkmıştır. 1950’li yıllar Türk Dış Politikasının7 Arap 
Orta Doğusu’ndan uzaklaştığı yıllar olmuştur. Türk Dış Politikasının iki temel özelliğinden biri olan “ Batıcılığın” bu yıllarda abartılı ve ölçüsüz kullanılması, 
Türkiye’yi bölgeden uzaklaştırmakla kalmamış, bölge Arapları nezdinde Türkiye imajı ciddi şekilde zedelenmiştir. 1950’li yıllarda “aktif taraflılık” 
diye tanımlanan bir politika takip eden Türkiye’nin adeta Batı’nın bölgedeki temsilcisi olarak hareket ettiği görülmektedir. Söz konusu yıllarda Orta 
Doğu’da meydana gelen önemli olaylara bakıldığında Türkiye’nin abartılı bir Batı yanlısı politika izlediği gözlenmektedir. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa’nın eski etkinliklerini kaybetmeleriyle, ABD ve Sovyetler Birliği’nin yeni güçler olarak 
ortaya çıkmaları uluslararası politikada yeni bir sistemin doğmasına neden oldu. İki Kutuplu Sistem olarak bilinen yeni düzende iki blok arasında 
çekişmenin en yoğun yaşandığı bölgeler Avrupa ve Orta Doğu oldu. Türkiye bir bölge ülkesi olarak ve Sovyetler Birliği tehdidi algılamasının da etkisiyle, 
kendi güvenliğini Batı Bloku içinde yer alarak sağlamaya çalıştı. Türkiye Güvenlik kaygılarıyla Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri kurumlarında yer 
almak için tam bir “Batı yanlısı” politika takip etti. Türkiye’nin 1950’li yılarda 

Orta Doğu’da meydana gelen olaylar karşısında ortaya koyduğu dış politika, Türkiye’yi Batıya özellikle ABD’ye yaklaştırırken, Araplardan uzaklaştırdı.8 
Özellikle Bağdat Paktı’nın kuruluşunda Türkiye’nin tavrı Arapların Türkiye’ye bakışını olumsuz anlamda derinden etkiledi. Bu yıllarda Türkiye Batı adına 
Sovyet tehdidine karşı bölgede bir güvenlik kuşağı oluşturmayı amaçlarken, aksine Batı karşıtı Sovyetler Birliği lehine bir yapının Orta Doğu’da ortaya 
çıkmasına katkı sağlamış oldu. Kısaca 1950’li yılarda Türkiye, Orta Doğu’da “aktif”, “Batıcı” ama sonuçları itibariyle maliyetli bir politika takip etti. Soğuk 
Savaş’ın bölgede etkisinin artmasıyla, Türkiye bir cephe ülkesi olarak Sovyetler Birliği’ne karşı Batı yanlısı tutumunu net bir şekilde olaylar karşısındaki tutumuyla ortaya koydu. Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarının, Batı’ya yönelik dış politikasının bir aracı ve alanı olarak kullanıldığı rahatlıkla söylenebilir. 1960-1980 Dönemi 

8 1950’li yıllara önemli Orta Doğu olayları olan Bağdat Paktı’nın kuruluşu, 1956 Süveyş Savaşı, 1957 Suriye Krizi, 1958 Irak Darbesi ve 1958 Lübnan Bunalımı gibi olaylarda Türkiye Batı yanlısı bir tutum takınmıştır. 
9 Bağcı, a.g.e., ss. 37-103. 


1960’lı yıllar, Türkiye’nin dış politikasını yeniden gözden geçirmeye başladığı yıllar olmuştur. Söz konusu dönemde, Türkiye’nin Orta Doğu’da cereyan eden olaylara yönelik yaklaşımında değişikliklerin oluştuğu gözlenmektedir. Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki bu değişiklik, tamamen Batı’yla ilişkilerinin seyrine bağlı olarak gerçekleşmiştir. 

Örneğin, 

Kıbrıs Sorunu karşısında Batı’nın tavrından duyulan rahatsızlık/hayal kırıklığı nedeniyle Türkiye Orta Doğu’ya yönelik politikasını yeniden gözden geçirme 
gereği duymuştur. Ve bu çerçevede, Kıbrıs konusu ve buna bağlı olarak Johnson Mektubu gibi Batı’yla yaşanan sorunlar, Türkiye’yi özellikle 1950’li yıllarda yürüttüğü Orta Doğu’ya yönelik dış politikasında değişiklik yapmaya itmiştir. Arapları ihmal ettiğini düşünen Türkiye, bu politika değişikliği bağlamında Orta Doğu sorunlarında daha Arap yanlısı bir tutum sergilemiştir.9 1960-1980 dönemi, Türk Dış Politikasında Batı’ya eleştirel bakışın ve Orta Doğu’ya yakınlaşmanın başladığı dönemdir. 1960’lı yıllar geçmiş zamana göre Türk Dış Politikası açısından göreli özerklik dönemi olarak görülmektedir. 
Kısaca 1960’lı yıllarda Batı’yla yaşanan Gok, Türkiye’ye Orta Doğu’yu hatırlatmış ve bölgeye daha farklı bakış ve yaklaşım içine girmesine neden olmuştur. 


1980-1990 Dönemi 

1980’li yıllar Türk Dış Politikasında güvenlik ve savunma konularının belirleyici olduğu yıllardır. 1979 yılında iran islam Devriminin gerçekleşmesi Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında önemli etki yapmıştır. Türkiye bu dönemde yine Batı eksenli bir politika takip etmiştir. iran islam Devrimi ayrıca Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasına ideolojik bir anlam yüklenmesine de neden olmuştur. İran’daki gelişme dışında Türkiye’nin Orta Doğu politikasında terör ve su sorunu gibi meseleler Türkiye’nin bölgeye bakışında belirleyici olmuştur. Kısaca bu dönem söz konusu bölgeye yönelik Türkiye’nin dış politikasında güvenlik konularının ağırlığını hissettirdiği yıllar olmuştur.

1990-2000 Dönemi 

1990’lı yılların başlarında Soğuk Savaşın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla iki kutuplu dünya sisteminin sona ermesi, Türkiye’nin çevresinde yeni etnik ve dini çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu dönemde, Türkiye’nin Batı açısından stratejik öneminin azaldığı yönünde yazılar yazılmaya başlandı. Batı ittifakının ne derece faydalı olup olmayacağının tartışıldığı bu ortamda yeni güvenlik sorunlarının ortaya 
çıkması, Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında güvenlik sorununu ön plana çıkardı. Güvenlik sorunlarının ağırlık kazanması ve bu sorunların daha ziyade 
Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinden kaynaklanması, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesini beraberinde getirdi. Türkiye’nin Orta Doğu’ya güvenlik merkezli bakışı 1990’lı yıllarda Türk-İsrail stratejik ortaklığının ortaya çıkmasına neden olurken, Türkiye’nin Arap dünyasından uzaklaşması Şeklinde algılanarak, Arap dünyasından ciddi şekilde eleştiri almasına sebep oldu.10 Bu açıdan bakıldığında 1950’li yıllar ile 1990’lı yıllardaki Türkiye’nin Orta Doğu’ya bakışında benzerlikler görülmektedir. Daha öncede bahsedildiği gibi 1950’li yıllarda bölgeye Batı/ABD perspektifinden yaklaşan Türkiye, Orta Doğu’dan uzaklaşırken, 1990’lı yıllarda İsrail’le stratejik ilişki içine girerek yine Arap dünyasından uzaklaşma eğilimi göstermiştir. 

Bu durumdan da anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin bölgeyle olan ilişkilerinin güvenlik konuları üzerinden yürütülmesi, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini azaltıcı bir rol 
oynamaktadır ve güvenlik konuları ağırlık kazanınca ABD ve İsrail’le ilişkilerde gelişme görülmekte, bölgeden/Araplardan uzaklaşma olmaktadır.11 

10 1990’lı yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişimi ve mahiyeti hakkında bkz: Ofra Bengio, Türkiye-İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, Erguvan Yayınevi, İstanbul, 2009, Türel Yılmaz, Türk-İsrail Yakınlaşması, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001, Süha Bölükbaşı, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, Şaban H. Çalış-İhsan D. Dağı-Ramazan Gözen (Eds.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demoktasi, Güvenlik, Liberte Yayınları, 2001. 

2000 ve Sonrası Dönem 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında değişim/gelişim 2000’li yılların başından itibaren görülmeye başlansa da, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki söz konusu değişimin dönüm noktası olarak 1998 yılı olarak ele alınabilir. 1991’deki Birinci Körfez Savaşında ABD’nin öncülüğünü yaptığı uluslararası koalisyonda aktif bir rol üstlenmesine, hatta büyük zararlar görmesine rağmen, savaş sonunda ABD tarafından yeteri derecede dikkate 
alınmamış olduğu gibi, 1997’de de AB Türkiye’nin üyeliğini reddetmiştir. Bu olumsuz hava içerisinde Türkiye için 1998’de Suriye ile imzalanan Adana 
Mutabakatı yeniden Orta Doğu kapısını açmıştır. 1990’lı yıllarda karşılaştığı güvenlik sorunları, bu sorunlarda Batı’yı yanında bulamaması, Türkiye’yi 
genelde dış politikasını özelde ise Orta Doğu politikasını gözden geçirmeye sevk etti. 

11 Eski çağlardan 2000’li yıllara kadar Türk-Arap ilişkileri hakkında detaylı bilgi için bkz: İki Taraf Açısından Türk-Arap Münasebetleri, İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Yayınları, İstanbul, 2000. 
12 Mehmet gahin, “Anadolu Kaplanları Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika’da Etkili Kılıyor”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf.  (Erişim Tarihi: 19.03.2010) 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terörist saldırılardan sonra ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasındaki 
söylem ve eylemi çoğu bölge ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de endişe yaratmıştır. 2001’den sonra Türkiye geleneksel bölge politikası olan “Orta 
Doğu sorunlarından uzak durma” yaklaşımıyla sorunlardan kurtulamayacağını anlamıştır. Bundan sonra Türkiye bölge sorunlarına karışmayarak değil, 
sorunlara karşı çözüm önerileriyle ve barış yanlısı politikalarıyla riski azaltacağını düşünmeye başlamıştır. 2000’li yılların başından itibaren aşağıdaki gelişme lerin meydana gelmesi Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelmesine neden oldu.12 

1- Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlı politikalarından dolayı, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin istenildiği şekilde iyi gitmemesi. 
2- 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan güven bunalımı. 
3- 2009 yılında Dünyada yaşanan ekonomik krizle birlikte AB ve eski Sovyet Rusya coğrafyasının ekonomik cazibesinin azalması. 
4- Irak’ta ABD’nin işgaliyle birlikte dış güç olarak ABD’nin, önemli bölgesel aktörler olarak ise Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin bölge sorunları 
karşısında çaresiz kalarak ciddi derecede itibar kaybına uğramaları ve buna bağlı olarak söz konusu bölgede boşluk oluşması. 
5- Her geçen gün bölgede İsrail-Filistin sorunu gibi eski çözümsüz sorunlara yenilerinin eklenmesi ve bu sorunlu ortamda varlık göstermeye devam eden İran. 
6- İsrail’in politikalarının bölge halkı ve mevcut Arap yönetimleri tarafından kötü karşılanması ve Türkiye’nin İsrail karşısında eleştirel duruşu. 
7- Mevcut Arap yöneticilerinin bölgede yaşanan sorunlar karşısında yetersiz kalarak kendi halkları nezdinde itibar kaybetmeye devam etmeleri. 
8- Yukarıda saydığımız nedenlerin yanında Türkiye’yi bölgeye yönelten bir diğer önemli faktör ise bölgeye yönelik politikalarda sadece güvenlik merkezli değil aynı zamanda ekonomik ve kültürel bir bakış açısının da ortaya çıkmasıdır 

Soğuk Savaşın sona ermesi, Türkiye üzerindeki Batı etkisini azaltırken, bölge devletleri üzerindeki Sovyetler Birliği etkisinin de sona ermesini sağladı. 
Bir anlamda kutuplaşmanın sona ermesi bölge devletleri açısından yeni güvenlik sorunları yaratırken, bir taraftan da az da olsa bu ülkelere bağımsız bir dış politika takip etme imkânı vermiş oldu. Kısaca Soğuk Savaşın sona ermesi ve buna bağlı olarak uluslararası ve bölgesel sistemde meydana gelen değişikler bölge devletlerini yeni arayışlara itmiştir. Bu bağlamda Soğuk Savaşın kötü etkisini yaşayan bölge devletleri ve halkları bölgede yeni bir soğuk savaş istemeyerek işbirliği çabalarını geliştirme yolunu seçtiler. Artık bölge devletleri Soğuk Savaş deneyimini göz önünde bulundurarak hareket etmektedirler. Bölge üzerindeki Soğuk Savaş perdesinin kalkması, bölge devletlerinin birbirleriyle ilişki kurmalarının önünü açmıştır. 

Orta Doğu’da Soğuk Savaş döneminin siyasetçilerinin (Saddam Hüseyin, Ariel garon, Kral Hüseyin, Hafız Esad, Kenan Evren, Rıza gah, Yaser Arafat) tarih sahnesinden çekilmesi ve yeni yönetici sınıfın/yeni siyasi elitlerin (Beşar Esad, Kral Abdullah, Tayyib Erdoğan, Mahmud Abbas ve Körfez Yöneticileri) ortaya çıkması/çıkmaya başlaması bölge siyasetinin değişiminde rol oynamaktadır. Yani bölge siyasetine farklı bakan bir yönetici elitin oluşması ister istemez bölgede değişime neden olmaktadır. Soğuk Savaş döneminin bir mirası olarak, bölge devletlerinin bölgeye güvenlik perspektifinden bakmaları kendi aralarında kamplaşmalara sebep olurken, Batıya bağımlı olmaya neden oluyor. Bu nedenle, Soğuk Savaş mirasını bertaraf edebilmek için günümüzde artık bölge ülkeleri ilişkilere işbirliği perspektifinden bakma çabası içindedir. 

Türkiye’nin bölgeye olan politikasının hem yapısında hem de söyleminde değişiklik olmuştur. Yapısal açıdan, Türkiye bölge sorunlarından uzak durarak değil, çözüm odaklı bir yaklaşım benimseyerek bölgede varlık göstermektedir. Bunun yanında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının diplomatik dilinde de değişiklik olmuştur. İşbirliği, entegrasyon, gelişme, ortaklık gibi kavramlar ağırlık kazanmıştır. 

Türkiye Orta Doğu’ya yönelik politikasının dilindeki değişimin yanında bu durumu eylemleriyle de ortaya koyarak bölge devletleri ve halkların gönlünü kazanmış görünmektedir. Orta Doğu’ya yaklaştırılmayan Türkiye, artık Arapların kendi aralarındaki sorunların çözümünün önemli aktörü olmuş gözükmektedir. 

Türkiye yeni Orta Doğu politikasını uygulamaya koyarken ABD/Batı’nın tepkilerini de göze alarak, Suriye’nin en zor yıllarında fırsatçılık yapmayarak Suriye’nin yanında olmuştur. Bunun sonucu olarak Suriye ile “güven” sorununu çözmesi ve akabinde bu ülkeyle “model komşuluk” diyebileceğimiz bir ilişki türü geliştirmesi,13 Suriye’yi Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan kapısı konumuna getirmiştir. Bunun yanında Türkiye, aşağıdaki önemli Orta Doğu sorunlarında yapıcı rol oynamıştır. Türkiye Orta Doğu’da yeni politikasını yürütürken açık diplomasi ve barış ve istikrara yönelik yapıcı tavrını her olayda ortaya koyarak sergilemiştir. Örneğin; 

-İsrail-Suriye arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapması, 
-Filistinli gruplar(El Fetih-HAMAS) arasındaki gerginliği azaltma çabaları, 
-Irak’taki Sünni grupların seçime/siyasal sisteme katılmasını sağlama çabaları, 
-İran konusunda diplomasiye ağırlık veren duruşu, 
-Suriye’yi uluslararası ve bölgesel sisteme katması, 
-Başta enerji olmak üzere bir çok alanda işbirliği ortamı hazırlaması, 
-Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı sorununun çözümüne aktif katkı sağlama çabası, 
-Irak-Suriye gerginliğini yatıştırma yönünde çalışması, 
-Bölgeyle geliştirilen ekonomik ilişki, 
-Afganistan-Pakistan arasındaki sorunların çözümüne katkı. 

13 Mehmet Şahin, “ Model Komşuluk: Türkiye-Suriye ilişkileri ”, 
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/174/model-komsuluk-turkiye-suriye-iliskileri.aspx. (Erişim Tarihi: 15.03.2010) 

Yukarıda sayılan katkılar göz önüne alındığında, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikası, son derece olumlu karşılanmaktadır. 2000’li yıllarda ortaya 
koyduğu söylem ve eylemleriyle Türkiye, söz konusu algılanış Şeklini değiştirmiş “Batı’nın jandarması” olmaktan “oyun kurucu” en azından “güvenlik üreten” ülke konumuna gelmiştir. Tabii ki bunun karşılığında bölgede etkinlik kazanmıştır. Bugün Türkiye’ye Arap Birliği Örgütü ve Afrika Birliği’nin gözlemci statüsü verilmiştir. Aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine bir Türkün seçilmesi, son yıllarda bölgeye yönelik yürütülen politikanın bir sonucudur. Bunların yanında Orta Doğu ve Afrika devletlerinin de desteği ile Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyinin geçici üyesi olmuştur. 

Artık Türkiye Orta Doğu’ya Batı merkezli bakmadığı gibi, bugün Türk dışişleri bürokrasisinin mesaisinin büyük bir kısmını Orta Doğu ile alakalı işler 
oluşturmaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika ile ilgilenmeye sevk etmekte 
ve aynı zamanda Türkiye bölgeyle birlikte kendi potansiyelini de keşfetmektedir. Türkiye Soğuk Savaş döneminde ulusal çıkarını Batı ittifakı içinde yer almakta görüyordu. 2000’li yılların başından itibaren ise komşularla iyi ilişkiler ve yakın çevrenin daha fazla önemli hale geldiği gözlemlenmektedir. Türkiye, hem güvenliğinin hem de ekonomik gelişmesinin ana alanı olarak barış ve istikrarlı bir çevre olduğunu algılamış görünmektedir. 

Bu çerçevede Türkiye, barış ve istikrar isterken, kaosu reddetmekte ve bunun için de çaba sarf etmektedir. Ayrıca bölgede yeni bir kutuplaşma, soğuk savaş 
ve yeni sorun alanları istemediği gibi, Batı’yla geçmiş deneyimini de göz önünde bulunduran Türkiye, Orta Doğu’ya ABD/Batı/NATO perspektifinden, yani Batı merkezli değil, Türkiye/Ankara merkezli bakmak istemektedir.14 Son yıllarda bölge devletleriyle geliştirilen ilişkiler bu durumu kanıtlar niteliktedir.15 Günümüzde artık Türkiye “ben Batılı bir devletim” diye çaba içine girerek kendini Batı’ya beğendirmek gibi bir amaç gütmüyor. Türkiye’nin Batı ile birlikte hareket etmesinin temel sebebi Sovyetler Birliği tehdidiydi. Ayrıca Türkiye’nin terör örgütü PKK ile mücadelesi de önemli bir sebepti. 

Soğuk Savaşın sona ermesiyle Sovyetler Birliği Türkiye için tehdit olmaktan çıkmakla kalmadı, Türkiye için önemli bir ticari ortak oldu. Batı ile birlikte 
hareket etmenin, Türkiye’ye terör örgütü PKK ile mücadelesinde ciddi bir katkı sağladığı söylenemez. Türkiye’nin Batılı müttefikleri bu konuda Türkiye için 
dürüst bir ortaklık göstermediler. Son yıllarda Türkiye, bölge ilişkilerindeki gelişme sayesinde Suriye ve İran örneğinde olduğu gibi, bölge devletlerinin 
desteğini daha rahat almaktadır. 

14 Ahmet Davutoğlu, “Eksenimiz Ankara Ekseni ve 360 Derece”, Radikal, 1 Ocak 2010. Ayrıca bu konuda geniş değerlendirme için bkz: Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1, January-March 2008, ss. 77-96. 
15 Aralık 2009’da Türkiye ile Suriye arasında çeşitli alanlarda 51 adet işbirliği anlaşması ve mutabakat zaptı imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte Türkiye-Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” oluşturuldu. 17-18 Eylül 2009 tarihlerinde Türkiye-Irak arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyinin” 
1.toplantısında 40’ın üzerinde anlaşma imzalandı. Yine 2009 yılında Lübnan ve Ürdün’le vize muafiyetini de içeren anlaşmalar imzalandı. Son yıllarda Türkiye ile Katar arasında başta siyasi, ekonomik ve ticari alanlarda olmak üzere bir çok alanda işbirliği anlaşmaları ve görüşmeleri yapıldı. 


Türkiye’nin Orta Doğu komşuları ve çevre ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesi sadece güvenlik açısından değil aynı zamanda ekonomik açıdan da Türkiye’ye kazanç sağlayacaktır. Bunun yanında bölgenin de refaha ve istikrara kavuşması kolaylaşacaktır. Türkiye’nin 2000’li yıllarda Orta Doğu sorunlarıyla yakından 
ilgilenmesi ve bölgede her geçen gün etkinlik kazanması, “Türkiye dış politikada eksen mi değiştiriyor?” gibi soruların gündeme gelmesine sebep oldu. Özellikle, Suriye ile hızlı bir şekilde samimi ve stratejik düzeyde adımların atılması, son yıllarda İsrail konusunda Türkiye’den yükselen sert ve eleştirel tavır, ABD/Batı’nın istemediği şekilde İran’la iyi giden ilişkiler ve en azından şimdilik Batı ile aynı pozisyonda olmama, HAMAS ve Sudan konusunda Batı ile aynı kaygıları paylaşmama gibi nedenlerden dolayı Türkiye’nin son dönem dış politikasında eksen kayması olarak yorumların yapılmasına sebep oldu. Fakat bu tür yorumların yapılmasının temel sebeplerinden birincisi bekli de en önemlisi, bugüne kadar Batı ittifakının sadık üyesi olan Türkiye’nin aynı vefayı Batılı müttefiklerinden görmediğidir. Bunun yanında uluslararası ve bölgesel konjonktürün değişmesi Türkiye’yi dış politikada çeşitliliğe itmiş gözükmektedir. Türkiye’nin son dönem dış politikasındaki açılımlar bir eksen kayması değildir, ama önceki sağlıksız ve körü körüne Batı ittifakının sadık üyeliğinin gözden geçirilmesi olarak görülebilir. Nitekim yukarıda bahsedilen Batı’nın hoşuna gitmeyen davranışların yanında, Batı tarafından ısrarla istenen davranışlar da Türkiye hükümeti tarafından yapılmaktadır. Bunların başında Ermenistan’la imzalanan protokol, Kuzey Irak’la geliştirilen ilişki, Kıbrıs konusunda görüşmelerin sürdürülmesine verilen destek ve iç politikada yapılan açılımlar. Son dönemde atılan adımlar toplu olarak değerlendirildiğinde eksen kayması tartışmaları anlamsızlaşmaktadır. Fakat şunu da söylemekte fayda vardır, artık Türkiye başta Ora Doğu olmak üzere kendi çevresinin potansiyelini fark etmiş gözükmektedir. Batı tarafından komşularıyla ilişkileri iyi olmadığı için eleştirilen Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurmasının eksen kayması olarak değerlen dirilmesi iyi niyetli bir yaklaşım gibi görünmemektedir. 

Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurması şimdiye kadar Batı ile iyi ilişkilerin bir şartı olarak görülmekteydi. 

Burada önemli bir soru akla gelmektedir: Türkiye’nin son dönem Orta Doğu politikası ne kadar sürdürülebilir? İşte bu sorunun cevabı sadece Türkiye’nin bölgedeki politikalarıyla cevaplanabilir bir soru değildir. Türkiye 2000’li yılların başlarından itibaren Orta Doğu’da barış yanlısı açık bir diplomasi takip etmektedir. Türkiye’nin son dönem dış politik söylem ve eylemleri yapıcı ve bölge istikrarına ve refahına katkı sağlayıcı ve barış ortamı yaratmaya yöneliktir. Güvenlik ve ekonomik açıdan baktığımızda Türkiye’nin ulusal çıkarı da bunu gerektirmektedir. Fakat Orta Doğu’nun siyasi coğrafyası tam olarak oturmamıştır ve dünyanın siyasi açıdan en tektonik bölgesi olarak görülebilir. Bölgede yeni bir istikrarsızlığa sebep olacak bir durumun ortaya çıkması Türkiye’nin bölgedeki son dönem çabalarını da sonuçsuz kılabilir. 

Nitekim İsrail’in sürdürmekten kaçınmadığı gerginlik yaratıcı davranışları ve İran’ın nükleer çalışmalarının seyri ve söz konusu iki gelişmeye bölgenin ve 
uluslararası camianın vereceği tepkiler bölgenin geleceğini yakından ilgilendirmektedir. 

Sonuç 

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin seyri her zaman Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında ana belirleyici etken olmuştur. 1950’lere kadar Orta Doğu sorunlarına karışmamayı güveliği açısında uygun bulan Türkiye, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden tehdit algıladığı için aktif Batı taraftarlığını ulusal çıkarına uygun bulmuştur. Batıyla sorunlu ilişkileri olduğunda veya beklediği değeri/yardımı göremeyince Türkiye, dış politikada çeşitliliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını birinci derecede güvenlik kaygıları şekillendirmiştir. 2000’li yılların başından itibaren, değişen uluslararası ve bölgesel dengeler Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesinin önünü açmıştır. Türk dış politikasındaki güvenlik kaygılarının ağırlığının azalması Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltırken başta Ota Doğu olmak üzere yakın çevresinde etkinliğinin artmasını sağlamaktadır. Son yıllarda ortaya koyduğu barış sağlama amaçlı açık diplomasiye dayanan politikasıyla Türkiye, hem kendisi siyasi ve ekonomik kazanç sağlarken hem de bölgenin istikrar ve refahına katkı sağlamaktadır. 

Türk Dış Politikasının iki temel özelliği olan Statükoculuğu ve Batıcılığı son dönemde Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını göz önüne alarak yeniden değerlendirecek olursak, Statükoculuk ilkesinin hala geçerli bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Çünkü Türkiye, Orta Doğu’da mevcut sınırları koruma ve dengeleri sürdürme ve yeni sorunları engelleme çabası içindedir. Türkiye bölgedeki devletlerin toprak bütünlüklerinin korunmalarını savunurken, bölgede yeni kamplaşmalara da karşı durmaktadır. Dış politikanın ikinci ayağı ise, Batıcılıktan ne anlaşıldığıyla ilgilidir. Batıcılık Batı’nın ekonomik sistemi, değerleri ve uygarlığı ise, bu ilke hala Türkiye’nin öncelikli dış politika hedefidir. gayet Batıcılık, 1950’lilerden bu yana Türk dış politikasında uygulana gelen güvenlik ağırlıklı Batıya bağımlı bir dış politika olarak algılanıyorsa o zaman bu ilkenin geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü son yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu’da Batı’nın bölgeye yönelik görüşleriyle aynı olmayan, güvenlik ağırlıklı olmaktan ziyade ekonomik ve bölgenin gerçeklerini daha fazla dikkate alan bir politika takip ettiği görülmektedir. 

Kaynakça 

Akgönenç Mughisuddin, Oya, Turkey and the Middle East: Systemic and Subsystemic Determinants of Policy 1960-1975, Foreign Policy Institute, Ankara, 1993. 
Bağcı, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, METU Press, 2. Baskı, Ankara, 2001. 
Bengio, Ofra, Türkiye-İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, Erguvan Yayınevi, İstanbul, 2009. 
Bıyıklı, Mustafa, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları-Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2006. 
Bölükbaşı, Süha, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, gaban H.Çalış-İhsan D. Dağı-Ramazan Gözen (Eds.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demoktasi, Güvenlik, Liberte Yayınları, 2001. 
Davutoğlu, Ahmet, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1, January-March 2008. 
Davutoğlu, Ahmet, “Eksenimiz Ankara Ekseni ve 360 Derece”, Radikal, 1 Ocak 2010. Gönlübol, Mehmet - Sar, Cem, “1919-1939 Dönemi” Mehmet Gönlübol (Ed.) Olaylarla 
Türk Dış Politikası, Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982. İki Taraf Açısından Türk-Arap Münasebetleri, İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Yayınları, İstanbul, 2000. 
Kürkçüoğlu, Ömer, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1977), Barış Kitabevi, Ankara, 2010. Mansfield, Peter, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Söylem yayınları, İstanbul, 2000. 
McGhee, George, ABD-Türkiye-NATO-Orta Doğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. 
Oran, Baskın, “Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, 
İstanbul, İletişim Yayınları, 2001. 
Öke, Mim Kemal, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2002. Öke, Mim Kemal-Mütercimler, Erol, Yalnızlıktan Saygınlığa Demokrat Partinin Dış Politikası, Demokratlar Kulübü Yayını, 2000. 
Pehlivanlı, Hamit -Sarınay, Yusuf-Yıldırım, Hüsamettin, Türk dış Politikasında Hatay (1918-1939), ASAM Yayınları, Ankara, 2001. 
Şahin, Mehmet,“Model Komşuluk: Türkiye-Suriye İlişkileri”, 
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/174/model-komsuluk-turkiye-suriye-iliskileri.aspx. (Erişim Tarihi: 15.03.2010) 
Şahin, Mehmet,“Anadolu Kaplanları Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika’da Etkili Kılıyor”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf. (Erişim Tarihi: 19.03.2010) 
Yılmaz, Türel, Türk-İsrail Yakınlaşması, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001. 



***


23 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4






2000-2010 Yılları

11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından 
sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Güvenlik Konseyi’ nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı. Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire Irak’ın kimyasal ve nükleer silahlara sahip olduğu ve radikal terörizmi desteklediği yolunda yapay istihbarat raporları ortaya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği ve o zamana kadar radikal terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline gelebileceği tamamen göz ardı edildi.

Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı. Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda ve kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu ve açık seçik bir tutum tespitinde sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı. Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde “önleyici müdahale” ve “şer mihveri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını vermişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut değildi.

ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa 
karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyorlardı. Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir 
siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını 
unutmuyorlar ve ABD’yi destekliyorlardı. İspanya ve İtalya da kamuoylarına rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye 
ve Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar ve Kuveyt 
ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı.

Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün ve Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim ve atılımlarının ve Saddam’a ulaştırılan tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı.

Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını ve hava üslerini kullanmak ve Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek. Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını veriyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenilenmesi amacı ile ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına ve çalışmalarına başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Kuveyt’e yönlendirildiler.

1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi. 
İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele 
yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı. Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk ve Amerikan askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.

1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol ve gaz 
kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini 
sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı 
da yersizdi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a girmişlerdi. Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları 
eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul 
edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi. Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi.

2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu ve “Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval olayı” cereyan etti ve ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan “Koalisyon” kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden kısa bir süre sonra patlak veren şiddet ve terör olaylarından sonra Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak ve Türkiye şehit tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti. 

Neyse ki Araplar ve Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar uygulanamadı.

Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik gücüne ve inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak, Irak’ı zayıflatarak ve istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuvvetlendirerek ve kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa ortamında, Türkiye, yürüttüğü aktif ve genelde yaratıcı ve isabetli politika ile Orta Doğu’daki jeopolitik ve ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi, fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan ve Bağdat’ın zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi. 

Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru 
oluşturuyordu.

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri ve hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Güvenlik 
Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi 
Arabistan ve diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı.

Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi ve bir ülkenin politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta çeşitli Şii ve Sünni gruplarla ve aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuvvetine katkıda bulunurken iç politikada uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi.

Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik ve mali yardım sağlayan bir ülkedir. 2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuvvet kullanması genellikle reaksiyon doğurduysa da diğer Arap ve Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu.

Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadarki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin 
Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele 
edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu 
şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden ve din referanslı söylemlerden kaçınmanın 
önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın ve cazip kılan hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli demokratik bir ülke olması ve başta AB ve NATO olmak üzere Batı ile kurduğu ve idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar ve karşılıklı 
olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu, fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye ve İsrail arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu.

Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi veya devletin çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü daha çok tarafları bir araya getirmek ve müzakere atmosferi yaratmak şeklinde oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism” tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti. Medyanın ve bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı yanlış anlamalara ve çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı düzeltme çok yerinde olmuştur. 

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümet lerince değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir. Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere ve yorumlara bugünkü kadar yer vermemiştir.

Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD ve AB Hükümetlerinin, medyalarının ve düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir. 
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants” 
Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu ve İsrail’in tek Müslüman müttefiki 
olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. 

Aynı raporda Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin 
AB üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi.

Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde. Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın 
toprak bütünlüğüne en fazla destek veren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı güvensizlik 
üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret ve Büyükelçi düzeyinde 
temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e 
yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.

Irak’ta Amerikan kuvvetlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde 
bulunamıyor. ABD kuvvetlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle takviye edilmesinin güvenliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen 
terör ve şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle, sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini şu veya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin güvenlik menfaatlerinin Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır.

Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış ve İran Türkiye’nin en 
büyük 8. ticaret ortağı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının 

Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası 
mevcuttur. 

Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine ve enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları 
konusunda BM Güvenlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin, İsrail’in ve Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü 
otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir. 
Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine katılmadığından Ajans Guvernörler Kurulu’nda yapılan oylamada İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride ABD’nin isteği yönünde BM Güvenlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi güvenliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını verdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği yolunda yaptığı ve kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor. Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den çok İran’dan endişe duymaktadırlar. 

İran’daki teokratik ve otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük 
kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi 
isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini vermesi de doğru sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar. 

11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan ve Pakistan da Orta Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane ilişkiler de bulunduğu bu iki ülkenin ortak sorunları ile de yakinen ilgilidir. Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile 1300 arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal ve kültürel alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan ve Pakistan liderlerini bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide ve Taliban terörüne Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son verilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir. 

Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız kuvvet kullanmasına, kadınlar ve çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde bir ölçü ve üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi olmuştur. İsrail ile askeri ve savunma sanayi alanındaki işbirliğinin Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır. İsrail aleyhtarı retoriğin ve televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını ve genellikle ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır.

Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan 
fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden ve diğer Müslüman ülkelerden 
daha fazla önem veriyor. Oysa bu örgüt, yapısı ve kompozisyonu ile uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz.

Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. 
Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı üslup sorunları ve aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin ve çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir ve bu durumun Türkiye’yi Avrupalı ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğupolitikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı da belirtilmelidir.

Sonuç

Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun, Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede 
istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine 
karşı cephe alınması ve buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış değer lendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken 
bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı ve onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci ve İkinci Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar ve rekabetler, mezhepler arasındaki çekişmeler ve çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara ve istikrarsızlıklara çok müsait bir ortam yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin direkt komşuları İran, Irak ve Suriye ile ortaya çıkan sorunları, PKK terör örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını ve onlardan destek görmesini de eklemek gerekir. 

Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde, Kafkasya ’da, enerji güvenliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede, hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde Orta Doğu’daki şiddet ve tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır.

İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu  yapılır ken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer program larının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir.

İsrail’in politikasının çeşitli veçhelerine ve özellikle yarattığı oldubittilere ve Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuvvet kullanmasına karşı tepki ifade 
edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir.

Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan ve referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa 
daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur.

Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme ve sorunlarından soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son verilmesi, demokrasinin 
güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet ve ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki 
kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog ortamının oluşturul ması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer yargılarına tesir etmemesi düşünülemez. 


***