KAYA ATABERK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KAYA ATABERK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Nisan 2018 Pazar

Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

Savcılar Görevini yapmıştır ve yapacaktır,



TÜRKSOLU: 

Sayın Başkanım, Türkiye’nin bu yoğun gündeminin en önemli meseleleri hep hukuk alanında düğümleniyor. Yargının savunma ve karar yanlarında görev yapmış ve Türkiye’de yargının en üst kurumunun, Anayasa Mahkemesi’nin Başkanlığı görevinde bulunmuş bir kişi olarak size öncelikle bu güncel konuları sormak isteriz. Türkiye’yi sarsan 17 Aralık operasyonunu başlatan Cumhuriyet Savcıları sizce doğru mu yapmıştır? Bir savcının iktidara yönelik operasyon yapma hakkı var mıdır? Süreç hukuksal mıdır?


Yekta Güngör Özden: 

Sorunuza hemen yanıt vereyim. Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Okulu’nu açarken yaptığı konuşmanın sonunda; “Cumhuriyet’in kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılışından duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım.” demiştir, güçlü bir sesle. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un Cumhuriyet Savcılarına kapsamlı, övgülü ve önemli seslenişi unutulmamalıdır. Kamu savunmanlarıdır. Sanıkların lehine olan durumları da gözetip belirtmek zorundadırlar. Bizim hukuk devleti olarak kurduğumuz ve Lozan’da bağımsız niteliğine, kurumsal yapısına çok önem verdiğimiz Cumhuriyet’in çok önemli bir öğesidir Cumhuriyet Savcıları. Hepimizin anımsayacağı gibi başka hiçbir mesleğin adında, meslek adamının görevsel adında da “Cumhuriyet” sözcüğü yoktur. Bu bakımdan hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirecek olan kamusal otoriteyi ve ağırlığı çok önemli biçimde başarması gereken savcılarımızın devlet adına yasaların öngördüğü yetkileri kullanmasından daha doğal bir şey yoktur. “17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” denilen gelişmelerde bugünün iktidarının, tamamen Cemaat’e karşı, Cemaat’in yandaşı olduğunu ileri sürdüğü, hattâ mafya tipi davranışlarla suçladığı yargıç ve savcılara karşı bir insafsızlık ve merhametsizlik yaptığı kanısındayım. Savcılar doğal görevlerini yapmışlardır, doğru yapmışlardır.

TÜRKSOLU: 

Peki buna karşılık olarak savcıların görevden el çektirilmeleri, yer değiştirilmeleri normal midir?

Yekta Güngör Özden: 

“Savcılar iktidara karşı gelir mi?” gibi bir soru bile bana göre fazladır. Çünkü savcılar kim olursa olsun işlemleri yürüteceklerdir. Ancak yasalarda işlemlerin başlaması hariç yürütülmesi ve sonuçlanması için “izin” yani “olur” alınması gereken durumlar varsa ona dikkat edeceklerdir. MİT Müsteşarı hakkında Oslo görüşmeleri nedeniyle başlatılan soruşturmayı yasa çıkararak günümüz iktidarı engellemişti. Böyle durumlarda savcıların davranışını iktidara karşı olarak tanımlamak da yanlıştır. Savcılar görevini yapmıştır ve yapacaktır. Günümüz iktidarının baskıya, dayatmaya, sansüre yönelik davranışları her gün birbirine eklenmektedir. Bu bağlamda; Cumhuriyet Savcılarıyla, Cumhuriyet Savcılarının isteklerini uygun bularak arama kararı veren yargıçların yerlerinin değiştirilmesi, dosyaların ellerinden alınması, her zaman söylediğim gibi gerçek demokrasilerde görülmüş ve görülecek şeyler değildir. Ben altmış yıla yaklaşan hukukçuluk yaşamımda böyle bir olaya hiç rastlamadım. Bunlar çok çirkin örneklerdir. Bunlar demokrasimizi tartıştıran, sulandıran olumsuz yaklaşımlardır. Yasama, yürütme, yargı organları bağımsızlığının, birbirinden ayrılığının, özgürlüğünün tam olarak çiğnenmesidir. Bu noktada adaletten beklenen güveni ulusa veremezseniz yurttaşların devlete olan saygıları ve güven duyguları da azalır. Bunun çok önemli ve kötü uygulamaları var. Bunlara girişerek Cumhuriyet Savcılarının çalışmalarını engellemek bana göre öncelikle ve en hafifiyle birer anayasal suçtur. Yasalarımızın verdiği yetkileri Cumhuriyet Savcıları kullanacaklardır. Bu, hukuk devleti olmanın ve yargı bağımsızlığının çok doğal ve çok zorunlu koşuludur. 

Bunu böylece söylemek isterim.


yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj2

Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin, yargıyı siyasallaştırmamak hukukçuların işidir

Bu savcıların içinde yan tutanlar varsa, duygusal hareket ediyorlarsa, siyasal amaçla hukuku, benim kınadığım gibi, siyasallaştırıyorlarsa bu başka bir konudur. Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin işidir, yargıyı siyasallaştırmamak da hukukçuların işidir. Tersine bir şey yapıyorlarsa onlar için de gerekli yollar zaten var. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu var. Bunlar gerekli incelemeyi yaparlar, o Kurulun da Cemaatçilerin elinde olduğu da söylenemez ya. Söylenemeyeceği de şuradan bellidir ki bu olaylardan sonra iktidara uygun atamaları, görevden el çektirmeleri, yer değiştirmeleri kim yaptı? Bugünkü Kurul yaptı. Mızrak çuvala sığmaz. Bana göre iktidarın ve iktidarı tutanların 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet olaylarına ilişkin soruşturmaları geçersiz kılmaya çalışmaları, üstünü örtme, karartma ve kapatma çabaları boşunadır, sakıncalıdır ve geleceğimiz için de çok zararlıdır.


TÜRKSOLU: 

Bu bağlamda HSYK düzenlemesi ile ilgili neler düşünüyorsunuz?

HSYK’nın yapısını değiştirme çabası, ele geçirme amacından başka bir şey değildir

Yekta Güngör Özden: 

HSYK düzenlemesinin içtenlikli bir yaklaşım olduğu kanısında değilim. Bana göre, bugünkü HSYK iktidarın kendi isteklerini tamamen yerine getiren bir organ durumundadır. Bu istekleri yerine getirdiğine göre bunun biraz daha iktidar lehinde düzenlenmesi için 17 Aralık 2013 operasyonlarını bahane yapmışlardır. Yapılması gereken şey aslında HSYK’yı iki ayrı bölüm olarak, yani hâkimler için ayrı, savcılar için ayrı olarak çalıştırmak, oraya da meslekten insanları getirmektir. Oysaki bunlar HSYK’yı Meclis çoğunluğunun verdiği yetkiyle tam ele geçirmek için Meclis’in, Cumhurbaşkanı’nın, çeşitli kuruluşların seçtiği kişilerle siyasal bir organa çevireceklerdir.
Bağımsız olması gereken organların içinde herhangi bir yanın ağırlığı zaten tehlikeli ve sakıncalıdır. Örneğin yargıda yürütmenin ağırlığı, yürütmede yargının ağırlığı diye bir şey olmaz. Yasamada yürütmenin, yürütmede yasamanın ağırlığı diye bir şey olmaz. Ama Türkiye’nin gerçeklerinde bugün yasama organı tamamen yürütmenin etkisi ve egemenliği altındadır. Muhalefet partilerinin sözcülerinin konuşmalarından başka herhangi bir aykırı sese rastlanmamaktadır. Anayasa değişikliğinin gerektirdiği nitelikli çoğunluk dışında her yasa için çoğunlukla karar alabilmektedirler. O nedenle bana göre HSYK’ya ilişkin değişikliğin amacı onu daha çok siyasi iktidara bağlamak oyunudur. Nitekim bu nedenle anayasa tartışmaları gündeme gelince HSYK düzenlemesini durdurmuşlardır, ara vermişlerdir. Bu ara vermenin nedeni de yapılacak görüşmelerde uzlaşma olursa Anayasa’nın 159. maddesiyle ilgili yani HSYK’yı düzenleyen maddesinde iktidarın beklediği değişiklikler olursa gündemdeki HSYK önerisine gerek kalmayacak olmasıdır. Olmazsa yine bu yürütülecektir. Zaten Adalet Bakanı da “Seçimlerden önce biz bunu gerçekleştiririz.” demiştir. Onun için HSYK’nın yapısını değiştirmek çabası bana göre orayı daha çok bugünün iktidarının eline geçirme amacından başka bir şey değildir. Bu nedenle de içtenlikli bulmuyorum.

TÜRKSOLU: 

Aslında HSYK 12 Eylül 2010 Referandumu’ndan önce hükümetin eleştirdiği bir yapıdaydı. Referandumla müdahale ederek, değiştirdiler, dönüştürdüler ve şimdi tekrar müdahale ediliyor. Bu durum nasıl açıklanabilir?

Yekta Güngör Özden: 

1961 Anayasası ilk yürürlüğe girdiğinde Yüksek Hâkimler Kurulu da ilk defa oluşturuldu. Başkanı da kendi aralarından seçiliyordu. Daha sonra Adalet Bakanı’nın toplantılara katıldığı zaman başkanlık edeceği bir duruma getirdiler. 1971 değişikliğinden sonra Adalet Bakanlarının saygılı davranarak toplantılara gitmemesi üzerine bağımsız bir şekilde kurum işledi. 1980’den sonra 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle kurulun başkanlığı Adalet Bakanına verildi. Adalet Bakanı’nın Müsteşarı da Bakanın isteğine göre seçildiğinden (Adalet Bakanı’nın değil Adalet Bakanlığı’nın Müsteşarıdır yasalara göre) bütün ağırlık iktidarlarda olmuştur. Bu nedenle de Kurul bağımsız bir yargı organı değil de siyaset organı gibi çalışmaya başladı. Sakıncaları böyle görüldü.

yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj1

Yargının; yürütme ve yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur,

Onun için zaten 12 Eylül 2010 halkoylamasından geçen anayasa değişikliğinin 26 maddesinin 24 maddesi bana göre dolgu maddesiydi. Onlar seçmenlerin yani halkoylamasına katılacak olan yurttaşların oy vermesini sağlayacak aldatmaya yönelik sempati maddeleriydi. Sanmıyorum ki onlardan bir maddeyi hatırlayasınız. Hiçbirimizin yaşamına olumlu bir etkisi olmadığı için. Bütün amaç HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmeye yönelikti. Sonuç istedikleri gibi de olmuştu. Peki, şimdi ne yapıyorlar? Buna bile, en küçük eleştiriye bile katlanamıyorlar. En küçük doğruya çekme, en küçük yanlışlığı önleme çabalarına karşı çıkıyorlar. İktidar, “ben ne dersem o olsun, o yapılsın” diyor. Hâlbuki yargının; yürütme ve yasamanın etkisinde ve buyruğunda olduğu yerlerde hiçbir zaman adalet olmamıştır. Adaletin olmadığı hiçbir toplumda da güvenlikten, barıştan, geleceği ilişkin umuttan söz edilemez.

TÜRKSOLU: 

Bununla bağlantılı olarak, Başbakan sık sık yargı darbesi yapılmaya çalışıldığından, yargının iktidara rakip olduğundan, bahsediyor ve yargıya bile sandığı gösteriyor. Yargının karşılığı sandık mıdır?

Demokrasi sandığa indirgenemez

Yekta Güngör Özden: 

Sandık her şeyi çözmez. Sandığı önermesinin nedeni bugünün Başbakanının, bana göre, eskiden milli hâkimiyet dediğimiz ulusal egemenlikle, milli irade dediğimiz ulusal istenç arasındaki farkı bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Sandık, belirli bir süre için yürütmede yetkili kılınacak insanları seçme işlemidir. Sandık her şey değildir. Sandıktan her çıkma demokrasi olmaz ki. Demokrasiyi sandığa bağlamak basite indirgemek demektir. Demokrasiyi bilmemek, tanımamak demektir. Demokrasinin yaşama geçmesi için sandıktan çıkan yasama organının ve onun belirleyeceği yürütme organının kendi alanlarında bağımsız olmaları kadar yargı bağımsızlığına herkesten çok önem göstermeleri gerekir. Yasama ile yürütmenin birbirinin içinde olduğu bellidir. Çoğunluk yasamada olunca yürütmeyi o seçer. Böylece yürütme yasamanın emrine giriyor. Öyle görünüyor. Yani yürütme öyle egemen oluyor ki partinin genel başkanı Başbakan olduğu için yasama organı da tamamen yürütmenin etkisinde kalıyor. Yasamadan bir ses çıkmamaktadır. Nitekim geçenlerde Meclis Başkanı Anayasa’nın 138. maddesinin ölü olduğunu söyledi. 138. maddeyi vatandaş öldürmedi ki. İktidarlar öldürdü. Yasama organı kendi öldürdü. Yanlış işlemler yaparak, iktidara ayak uydurarak, her dediğini yapmayı görev bilerek öldürmüştür.
O bakımdan bu konu hakkındaki konuşmaların çoğu yanlıştır. Yargı darbe yapmıyor. Onlar yargı organlarının işlerine gelmeyen kararlar vermesini bahane ederek, bunu başkalarının üzerine yükleyerek, sorumluluğu onların üzerine atarak ve yargının terazisinin tarafsız tartmasından duydukları rahatsızlıktan kurtulmaya çalışarak “darbe” diyorlar. Böyle ise sorumlularını tek tek tutup yaptırım uygulasınlar. İşlerine gelmeyen kanun ve işlemler nedeniyle “darbe” demesinler.

TÜRKSOLU: 

Bakanlarla ilgili hazırlanmış fezlekeler var. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de savcılığa iade edildiğini söyledi. Bunun işleyişi nedir?

Yekta Güngör Özden: 

Fezlekeler Cumhuriyet Savcılarının sorumlular hakkında hazırladığı, gereğinin yapılması için, yasama organından dokunulmazlık gereği geçtiği için, Meclis’e gereği yapılmak üzere gönderilen yazılardır. Dokunulmazlığın kaldırılması içindir. Savcının muhatabı Bakanlıktır. Doğrudan doğruya Başbakanlık ya da Meclis Başkanlığı değildir. Bakanlığın muhatabı Meclis Başkanlığı değildir, Başbakanlıktır. Savcı, Adalet Bakanlığı’na, Adalet Bakanlığı Başbakanlığa, Başbakanlık da Meclis Başkanlığına gönderecektir. Bu, normal işleyiş merdivenidir. Birer birer bu adımlarla merdivenin geçilmesi gerekmektedir. Yeni bir yönetmelik çıkarmışlar. İçeriğini henüz bilmiyorum. O yönetmeliğe göre güya savcılar fezlekeleri doğrudan Meclise gönderecekmiş. Bunu benim aklım almadı. Usul ve yazışma nezaketinin gereği olarak Adalet Bakanlığının Başbakanlığa, Başbakanlığın da Meclis’e göndermesi gerekmektedir. Geçenlerde bir fezlekeyi Meclis’e göndermişler. Meclis Başkanlığı da “Bize değil Bakanlığa gönderin.” diyerek iade etmiş. Ardından da tersine Bakanlık, “Bana değil Meclis’e gönderin.” diyor.

Fezlekelerle ilgili zaman kazanma oyunu oynanıyor,

Ben bir oyun oynandığı kanısındayım. Böylelikle seçimlerden önce Bakanların yaptığı eylemlerin kötü taraflarının halk tarafından bilinmesini önlemek istemektedirler. Bakanların eylemleri de Başbakanın ve diğer Bakanların bilgileri dışında olmayacağından ve ilişkiler ortaya çıkacağından “iktidar güç durumda kalmasın” diye bunun soruşturmasını seçimlerin sonuna ertelemek için fezlekeler tenis topu gibi karşılıklı gönderilmeye başlanmıştır. Sonucun ne olacağını bilmiyorum. Bu konuda muhalefet partilerinin tepkilerini çok haklı buluyorum. Bunu belirteyim.
Burada bir şey daha vardır. Bülent Arınç gündeme getirdi. “Meclis İç Tüzüğü’ne göre 55 imzayla bir komisyon kurulsun ve fezlekeler buraya verilsin.” deniyor. Fezleke gelmeden sadece muhalefet partilerinin şikâyeti gelecek buraya. Meclis çoğunluğuyla bunlardan soruşturma açılmaz diyecekler. O zaman fezlekelerin gelmesinin de gereği kalmayacaktır. Bu oyalama, zaman kazanma oyunudur.

TÜRKSOLU: 

Bugün basına yansıyan haberlere göre Meclis Başkanı fezlekelerin savcılıklara geri gönderildiğini söylüyor. Geri gönderme hakkı var mıdır?
Yekta Güngör Özden: Evet bugünkü haberlere göre dönmüş. Bir yönetmelikten bahsediliyor. Görmediğim yönetmelik için bir şey diyemem. Bir yönetmelik çıkmış güya, fezlekeler doğrudan gidecekmiş. Peki, madem yönetmelik böyleydi, neden daha öncekilerde Meclis’e gönderilenler “Bakanlığa gönderilsin” diye iade edildi? Bir karışıklık var.
“Yeniden yargılama” değil yargılamanın yenilenmesi olabilir

TÜRKSOLU: 

Bir taraftan da yeniden yargılanma ve uzun tutukluluk süreleri gündeme geliyor. Tutukluluk süresinin yedi buçuk yıldan beş yıla düşürüleceği söyleniyor. Bu Tayyip Erdoğan’ın bir taktiği midir? Bundan bir sonuç çıkması mümkün müdür?

Yekta Güngör Özden: 

Bu da bir oyundur. İki tane yol var gerçekte. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 308. maddesinde karar düzeltme yolu var. Karar düzeltme yolu biliyorsunuz, mahkemenin verdiği kararların Yargıtay’ca onanmasından sonra Başsavcılara başvurularak, “Bunda yanlışlık vardır ve daire de yanlış onama yapmıştır ya da yanlış bozmuştur.” denilerek düzeltme istenmesidir. Başvuru, Başsavcının takdirine bağlıdır. Başsavcı uygun buluyorsa, o ilgili daireye bir daha bakılması için geri gönderilebilir. Orası da uygun bulmazsa Başsavcı Genel Kurul’a kadar gidebilir.
Öbür yol da yargılamanın yenilenmesidir. Yani “yeniden yargılama” değildir. Yenilenme; bir şeyin elde olan şeklinin yani eskisinin özü yerinde kalarak yenilenmesidir. Yeniden yargılama denildiğinde ise sıfırdan başlayarak yepyeni bir yargılama yapılması gibi anlaşılıyor. Bu kavram yanlış kullanılmaktadır. Bu da aynı yasanın 311. maddesinde vardır. Yargılamanın yenilenmesi için gerekli olan şey konunun tamamen bitmiş, kesinleşmiş olmasıdır. Bunu çoğu kimse yanlış biliyor. Yargıtay’dan geçip onandı. Düzeltme işlemi de bitti. Tüm aşamalar tamamlandı ve dosya kapandı. İşte yargılamanın yenilenmesi için bu durum gereklidir. Yani bitmemiş bir süreç için yargılamanın yenilenmesi olmaz. Yani Ergenekon’da bu olmaz. Balyoz’da ise olur. Balyoz davası bitmiştir ama Ergenekon’un daha kararı bile yazılmamıştır. Yenilenme için yasanın 311. maddesi’nin öngördüğü koşulların gerçekleşmesi gerekir.
Okuyalım: “Kesinleşen bir hükümle sonuçlanmış bir dava aşağıda yazılı hallerde hükümlü lehine olmak üzere yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülür: Duruşmada kullanılan ve hükmü erteleyen bir belgenin sahteliği anlaşılırsa…”; işte bitti. Ama buna rağmen Balyoz’da geri çevirdiler. Orada da bir incelik var. Sahtecilik TÜBİTAK’ın kurum adına kararıyla gitmedi. TÜBİTAK’ın görevlendirdiği bilirkişilerin raporu gitti. “O rapor bağlamaz, kurum adına değildir.” deniyor. Bülent Arınç da bu açıdan yaklaştı; “Durun bakalım, öyle mi değil mi, anlayalım.” dedi. Bir türlü râzı olamadılar.

Burada sahteciliğin bir bilirkişi raporuyla ortada olduğu kesindir. Okumaya devam ediyorum: “Yemin ederek dinlenmiş bir tanık ya da bilirkişinin hükmü etkileyecek biçimde hükümlü aleyhine kasıt ve ihmal ile gerçek dışı tanıklıkta bulunduğu veya oy verdiği anlaşılırsa…”; gizli tanıkların beyanları dosyada var. Devam ediyor; “Hükme katılmış olan hâkimlerden biri…” ama hükmü veren ayrı, bir takım karışıklıklar var dosyada. Ben bizzat kendim görüp incelemediğim için, dışarıdan yakınmaların içeriğinden bunları çıkarmaya çalışıyorum. Tam bir şey söyleyemiyorum ama yargılamanın yenilenmesini gerektiren durumları çarşaf çarşaf, sütun sütun gazeteler yazıyor. Bundan başka daha ne olabilir? Üstelik böyle bir şey duraksamalı olsa bile yargıda kuşkunun ve kuruntunun yeri olmaz. Yargının kaçınmadan el atması gerekir. Öyle bir durum yoksa reddedilir. Sonuçta eski kararda direniyoruz denilir. Onun için ben gene de yargıçların bu konuda gereken duyarlılığı gösterdiği kanısında değilim.

Ergenekon’da yargının yenilenmesi şimdi olmaz, sonra olur

TÜRKSOLU: 

O zaman burada çok ilginç bir durum var. Sizin söyledikleriniz anlatılan sürecin tam tersini işaret ediyor. Kararların alınması ve dosyanın kapanması gerekli dediniz. Balyoz’da olur Ergenekon’da olmaz dediniz. İktidar ise Ergenekon sanıkları için yargılamanın yenilenmesi olur ama Balyoz’da nihai karar olduğu için olmaz diyorlar.

Yekta Güngör Özden: 

Ergenekon’da şimdi olmaz. Sonra olur. Yanlış söylemekteler. Bakın yasada yazılan açıktır: “Kesinleşmiş bir hükümle sonuçlanan bir dava…” diyor. Öbüründe yargı daha bitmemiştir ki yenilensin. Bu yol ancak bitenler için geçerlidir. Gerçekte iktidarın yenilemede içtenlikli olduğu kanısında değilim.

TÜRKSOLU: 

Yine bu konuyla ilgili olarak bunun siyasi bir yaklaşım olarak geldiğini görüyoruz. “Biz sizin yargılamanızı yenileyeceğiz.” deniliyor. İnsanlar da dışarı çıkacağını, yargılamasının yenileneceğini ve artık hep serbest kalacağını düşünüyor. Bunun garantisi var mıdır? Tekrar yargılandığı zaman daha ağır bir cezayı ya da aynı cezayı yeniden alma ihtimali yok mu?

Yekta Güngör Özden: 

Sanıkların lehine olacağı için daha ağır bir ceza olmaz. Fakat burada başka bir incelik var. Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesinde tutuklamaların on yıla kadar sürebileceği yazılıdır. Anayasa Mahkemesi ise bunu bozmuştur. O nedenle uzun süreli tutuklular Mustafa Balbay olayında olduğu gibi tahliye oldular.

Tutukluluk süresinin beş yıla düşmesi iktidarın armağanı değil, zorunluluk

Yine Ceza Yasası’nda tutukluluk için asliye ceza için şu kadar, ağır ceza için bu kadar derler. Bana göre o süre üç yıldır. Fakat yargıçlarımız Yargıtay içtihatlarına bakarak beş yıl olarak götürüyorlar. Terörle Mücadele Yasası, hükümetin dediği gibi buna ilişkin mahkemelerin kapatılmasıyla ortadan kalkacağına göre otomatikman şimdiki beş yıla inecektir. Başbakan’ın “Beş yıla çekeceğiz.” demesi budur. Yani gerçekte beş yıla indirecek bir düzenleme yapmayacaklar. Aslında olmayan bir şeyi veriyormuş gibi davranmaktadırlar. Bir nevi armağan veriliyormuş gibi konuşulmaktadır. Aslında böyle bir durum da yoktur. Kamuoyu da bu incelikleri bilmediği için böyle algılamaktadır.
Bakın Ceza Yargılaması Kanunu’ndan okuyorum: “Madde 102. Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre zorunlu hallerde gerekçeler gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.” Yani Asliye Ceza, Sulh Ceza mahkemeleri için böyledir. “Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir. Uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.” Burada “toplam” ifadesi olmasa idi, uzatma süresi üç artı iki beş olurdu. Ama burada “uzatma süresi toplam üç yılı geçmez” deyince iki artı bir üç olmaktadır. Az önce ifade ettiğim yanlış anlama da buradan kaynaklanmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesine göre olan on yıl da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için geriye ancak buradaki en çok beş yıllık süre kalmaktadır. O zaman ne indirilmiş oluyor? Aslında hiçbir şey yapılmamış oluyor. 

İnsanları nasıl kandırdıklarını görüyorsunuz.

TÜRKSOLU: 

Önceki Ergenekon hâkimi, 2500 sayfalık iddianameyi on beş günde okumamız imkânsızdı biz de davayı açtık dedi. Bu açıklamanın sonuçları ne olur?
Yekta Güngör Özden: 

Bu bile yenileme nedeni olabilir. Tam okunmamıştır, tam okunmayan delil yeterli delil değildir. Yetersiz delille karar vermek de yenileme nedenidir.
TÜRKSOLU: 

Yargının genel durumu açısından neler söyleyebilirsiniz? Siz Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptınız. O dönemden bu döneme yargıdaki olumsuz anlamdaki değişiklikleri nasıl yorumlarsınız?

Yargı bağımsızlığında gölgeler koyulaştı, bulutlar karardı

Yekta Güngör Özden: 

Mustafa Kemal Atatürk’ün çok güzel bir sözü vardır: “Yargı hakkı ulusal egemenliğin temel koşulu olup yargısı bağımsız olmayan ulusların devlet olarak kabulü olanaksızdır.” der. Bir de benim Baro Başkanlığı yaptığım zamanda İsmet İnönü’den rica edip aldığım ve Ankara Barosu’nun 1973’ün 29 Ekiminde çıkan Cumhuriyet’in 50. Yılı özel sayısında yayımlanan bir yazısı vardır. Diyor ki: “Biz Lozan’da kapitülasyonlar kadar mücadeleyi bağımsız hukuk devleti için verdik.” Çok önemlidir. O zaman bu iki büyük insanın dile getirdiği öngörüleri, yapılanmayı düşünüp ondan sonraki aşamalarda yargıya ilişkin düzenlemeleri dikkate alırsanız gitgide yargının bağımsızlığı konusundaki gölgelerin koyulaştığını, bulutların karardığını siz de kabul edersiniz. Demokrat Partililer iktidara geldiğinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası’nın bir maddesini kullanarak 28 tane yüksek yargı üyesini emekliye sevk ettiler. Bugün herkesin üzerinde durduğu bu kötü yaklaşım ve uygulama emin olun ki yine de şimdikinden iyiydi. Onlar hiç değilse insanların görev yapmasını engelleyerek tamamen uzaklaştırdılar. Şimdikiler ise görev yapılmasını kendileri doğrultusunda yürütmek için savcılarla ve yargıçlarla oynuyorlar. Aradaki fark budur. Yargının bağımsızlığı konusunda kimsenin özel bir isteminin ya da beklentisinin olduğunu sanmıyorum. Özlenen, bağımsızlıktır. Dikkat ederseniz yeni Bakan’ın da konuşma yaptığı son savcı ve yargıç atamalarında, avukatlıktan yargıçlığa geçenlerin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hangi yönetim kurullarından ve başkanlıklarından geldiği ortaya çıktı.

Benim başkanlığım zamanında Anayasa Mahkemesi mülâkatları yargı konusunda iptal etmişti. Sonra yeniden getirmişler. Bu konularda dışarıdan aldığım duyumlara göre yazılı sınavdan 100 alan kişiler sözlüde kazanamamaktadır. Bu olacak şey değildir. Daha zayıf puan alanların sözlüde geçirildikleri görülmektedir. Bunların hepsi kayırmadır. Bunlar iktidara yönelik olunca iktidar bunlardan kendisinin sorumlu olmadığını söyleyebilmek için topu cemaate atmaktadır. “Bu onların yargı darbesidir.” diyor. Böyle bir şey varsa bunu rastgele konuşmak doğru değildir. Darbeyi hangi yargıç veya savcı yapmışsa, onu da yargının önüne çıkarıp işlemini uygularsın. Dikkat ederseniz böyle bir sorunun gündeme getirilmediğini görürsünüz. Kuşkulandıkları herkesi görevden alıyorlar. Öyle görülüyor ki iktidar kendisine karşı saydığı tarafsız ya da başka yanda gördüğü yargıç ve savcıları görev değişimliğiyle dosyaları ellerinden alarak uzaklaştırıyor ve kendine yakın olanları göreve getiriyor. Benim görüşüm budur.

Yargıdan, hukuk fakültelerinden ses çıkmıyor,

TÜRKSOLU: 

Peki yargıya bu kadar müdahale olurken yargının kendini koruma refleksi neden devreye girmiyor?

Yekta Güngör Özden: 

Benim bütün üzüntüm de odur. Bir göreve gelmekten daha anlamlı olan görevden ayrılmayı bilmektir. Emekliliğiniz yaklaşmış. Bir ihtiyacınız yok. İkramiyeni de alacaksın. Daha ne bekliyorsunuz? Niye? Halkımızın yararını ve adaletin onurunu yüceltmek için ki bana göre adalet yalnız devletin değil dünyanın temelidir, kendinize düşenleri yapmıyorsunuz? Neden istifa etmiyorsunuz? Niye açıklamalarda bulunmuyorsunuz?
Bakın İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş, Adalet Bakanı Müsteşarı’nın kendisine yaptığı baskıyı tutanağa bağladı ve derhal yerini değiştirdiler. Yer değiştirildiği zaman onun yardımcılarının ve başka başsavcıların da bana göre demokratik tepkilerini ortaya koymaları gerekirdi. Siyasal tepkiden söz etmiyorum. Ben siyaseti sayarım, sevmem. Herkes bunu bilir. Ama ses çıkmıyor.
Bir yerden daha ses çıkmıyor: Üniversitelerden. Bu yasa değişiklikleri oluyor, Anayasa’ya yollama yapıyorlar, HSYK düzenlemesini donduruyorlar fakat bir üniversite de çıkıp doğru dürüst tepki veriyor mu? Veya hukuk fakülteleri bir şey söylüyor mu? Veya hukuk profesörlerinin birkaçının feryadıyla Ankara ve İstanbul Baro Başkanları ile Barolar Birliği Başkanı’nın çıkışlarından başka bir tepkiye rastlayabiliyor muyuz? Bunu da bırakalım, elli tane avukat bir araya gelebilir. Toplu imzaları belli gazetelerde belli eğilimde olanlar yayınlıyorlar da neden onurlu hukukçulardan yüz imzalı bir bildiri çıkmıyor? Paraları mı yok? Adam başı yüz lira verseler ne kaybederler? Bu gidiş kötüyedir. Yargının bağımsızlığını korumak devletin bağımsızlığını korumak kadar önemlidir. Ama günümüz Başbakanı çıkıp “İkinci Istiklâl Mücadelesi”nden bahsediyor bunun da anlamı kalmıyor. Kimse “Bunlar ne anlamsız sözlerdir” demiyor.
Yargı devletine darbe yapar mı? “Kimi savcıların ve yargıçların yeltendikleri darbe” de bari. Bütün yargı neden suçlanıyor? Eskiler “Eline, diline, beline sahip ol” derler. Bunların da önce kendilerini düşünmeleri lâzım. Türkiye’de kavramların ve kurumların değeri bilinmiyor. Atatürk’ün, ilkelerinin ve devrimlerin değeri biliniyor mu? Hayır. Hep inanç sömürüsü yoluyla, çıkarcılıkla, birbirini desteklemekle, gazeteleri dolduran rüşvet olaylarıyla, havuzlarla, yavuzlarla bu iş böyle gidiyor.

Basına ve internete sansürde muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne gitmeli

TÜRKSOLU: 

Bugün Sözcü’deki köşenizde de yazdınız. Bizim gazetemiz gibi kimi gazeteler bayilere çıkamıyor. Şimdi internet üzerinden de bir sansür geliyor. Bunun için ne diyeceksiniz?

Yekta Güngör Özden: 

Bu da yanlıştır. Bugünkü gazetelere göre yasama çoğunluğuyla internette sansür sayılabilecek müdahaleler geçerlilik kazanmış oluyor. Burada muhalefete sorumluluk düşüyor. Bu da konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımaktır. O zaman bu iş Anayasa Mahkemesi’nin sorumluluğu altına girmiş olur.

TÜRKSOLU: Son olarak yaklaşmakta olan seçimleri soralım…

Yekta Güngör Özden: 

Aydınların tembellikten kurtulması gerek. Küçük nedenlerle eleştirilerde bulunup “Ben sandığa gitmiyorum” demesini doğru bulmuyorum. Ben de adayların tümünü beğenecek ya da tanıyacak değilim. Ama bugünün iktidarının kötülüklerini, olumsuzluklarını, sakıncalarını ki onlar kendilerine uymayanlar için “ihanet” kelimesini kullanıyorlar ama ben o kelimeyi kullanacak kadar ileri gitmek istemiyorum, bunları önlemek için partilerin gösterdikleri adaylara o partinin sempatizanı ya da üyesi olan kişilerin, tamamen katılmasalar bile, oy vermelerinden yanayım. İkinci olarak bölünmelere karşıyım.

Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar

Daha da ilerisinde ben muhalefetin yerinde olsam belli bölgelerde kuvvetli partilerin adayına oy verip öbür partinin birkaç ismini listeye almak yolunu izlerdim. Böyle bir dayanışmaya giderdim. En önemli ihtiyaç dayanışmadır. Çok küçük meselelerle bölünmenin anlamı yoktur. Mansur Yavaş MHP’den gelmiş demek ne ifade eder? Ön plândaki sorun Melih Gökçek’ten kurtulmak değil midir? Yavaş, CHP’ye gelmiş, sen ona gitmemişsin. O zaman CHP’liler neden itiraz etmektedir? MHP’lilerin itirazını bir parça anlarım. Ama onun gerçekten kişiliğini sevenler parti gözetmezler. Zaten yerel seçimlerde partililik sıfatı değil hizmet etme yeteneği, becerisi, çalışkanlığı gözetilir. Örneğin ben Ankara’yı tanırım ama İstanbul’a gitsem hiçbir şey yapamam. Onun için bu ölçüleri değiştirmek gerekir.
Örneğin Osmaniye’de MHP’li aday desteklenmelidir. CHP’li bir isim de MHP’lilerin listesine konulabilir. Elbet istifa ederek ve hukuka uygun olarak yapılmalıdır. Bunlar hile-i şeriye değildir. Tek çâre budur. Ankara’da ise CHP’yi desteklemek ve MHP’den bazı isimleri koymak gerekir.

Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar.

Yargının bağımsızlığı bir ülkede hukuk devletinin ve demokrasinin gerçek olması için en temel koşuldur. Yargının bağımsızlığı sadece mahkemelerin, yasama ve yürütme organının bağımsızlığı değildir. Mesela İtalya’da Anayasa Mahkemesi kendi bütçesini yapar devlet de uygular. Bizde bu anlamda tam, ideal bağımsızlık yoktur. Fakat bu bağımsızlığın korunması için baroların bağımsızlığı da şarttır. Barolar da halen idari vesayet altındadır. Hukuk soyut bir kavramdır. Hukukun eli kolu yoktur. Hukuku hukuk yapan hukukçulardır. O bakımdan iyi hukukçu yetişmeden de hukuk devleti olmaz. Ahlâken iyi, çalışkan, yürekli ve bilgili hukukçuya ihtiyaç vardır. Bunu yetiştirecek olan da hukuk fakülteleridir. Bugün 185 üniversite var. 120’den fazla da hukuk fakültesinden söz edilmektedir. Ben bunlardan birinin dolaylı olarak içindeyim, diğerinde ise öğretim görevlisi olarak bulunuyorum. Kadroları da, eğitim düzenini de beğenmiyorum. Beni eski bir hukukçu olarak beğenmiyorsam yenilerin hiç beğenmemesi gerekir. İyi hukukçu yetişmemektedir. Stajlar iyi yapılmamaktadır.

Hukukun siyasallaşması değil, siyasetin hukuksallaşması ilke edinilmelidir ülkemizde. Oysa bir gösteri alanı olarak, insanların zayıf yanlarını okşayan bir yapı olarak siyaset yeğleniyor. Paralarını alıp dönemden döneme liderin buyruğuna göre el kaldıran insanlar var. Ben Anayasa Mahkemesi’nde bile çalıştığım yirmi yıla yakın süre içerisinde hiçbir konuşma yapmadan, yalnız evet ya da hayır diyerek emekli olan üyeler biliyorum. Bu böyle olmamalı. Bunlar acı şeylerdir.

Hukuku hukukçular yapmaktadır. Bizim ulusal hukukumuzun kaynağı da Anayasa’dır. Amerikan Anayasası kaç yüz yıldır yürümektedir. Ancak ekler almaktadır. Federal Yüksek Mahkeme içtihatla yasaların anayasaya uygunluğunu yapmaya başladı. Biz neden çağdaş ve doyurucu bir anayasa yapamıyoruz? Bunların hepsi “basiret” dediğimiz iyi düşünme ve iyi karar verme yetisine dayalı özelliklerdir.

Bir gün bir hukukçu arkadaşım, “Birisine beddua etmek istiyorsanız Allah sizi Türk yargısına düşürsün; dua etmek istiyorsan düşürmesin.” dedi. “Güleriz ağlanacak hâlimize” sözünü kanıtlayacak bir şeydir bu. Bunlardan ders çıkarmak gerekir. Bunu söyleyen eski bir hukukçu, bir yurttaştır. Uzayan dâvalar, mahkemelerde yargıçların yanları azarlaması, avukatları konuşturmaması, geç yazılan kararlar, gerekçesiz kararlar… Böyle yargı düzeni ve adalet dağıtım olmaz. Biz zamanında kendimizi beğenmeyip eleştiriyorduk.

Yansızlık yargının mayasıdır,

Şimdi olanaklar, aygıtlar, kitaplıklar, yardımcılar, tetkik hâkimleri, raportörler, danışmanlar, AİHM kararlarıyla donanımlı bir yargı var. Daha iyi durum, daha doyurucu adaletle güçlü bir yargı olacakken “Bağımsız yargı istiyoruz!” sesleri meydanları dolduruyor. Yargıdan yakınmalar artıyor ve yayılıyor. Yargısı bağımsız olmayan ülkelerde herkes bağımlıdır.
Bu bakımdan “kişilik” dediğimiz size onur kazandıracak eylemlerin tarafınızdan yapılmasıyla oluşur. Onur kazanmayacağınız eylemler kişiliğinizi gölgeler. Kişilik sözle olmaz. Verilen sözün tutulmasıyla olur. Yansız davranacaksınız, yürekli olacaksınız, korkmayacaksınız. Çıkar için değil özveriyle çalışıp, ülke ve ulusunuza hizmet ederek devletinizi yücelteceksiniz. Önemli olan budur. Yansızlık yargının mayasıdır.

http://www.turksolu.com.tr/yekta-gungor-ozden-yarginin-yurutme-ve-yasamanin-buyrugunda-oldugu-yerlerde-adalet-yoktur/


7 Temmuz 2017 Cuma

Ulusal Sol, Altı Ok ve CHP BÖLÜM 1


Ulusal Sol, Altı Ok ve CHP  BÖLÜM 1 



KAYA ATABERK,
* Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi


Türkiye’nin Çözülüşü ve Ulusal Sol’a Yöneliş

Son yıllar Türkiye’nin siyasal ve toplumsal durumunun AKP iktidarıyla şekillendiği bir zaman dilimi olarak belirmektedir. Bu zaman dilimine kısaca bir göz attığımızda, Türk ulusal devletinin tüm kurumlarının Batıya teslim edildiği, uydulaşma ve sömürgeleşmeye direnemez duruma getirildiği, toplumun tüm kesimlerinde gericiliğin yükseldiği ve Sevr’in uzun yıllar sonra ilk kez Batı tarafından Türkiye’ye bu kadar net olarak dayatıldığı bir atmosferle karşı karşıya kalırız.

Emperyalizm ve işbirlikçisi gerici siyasal kuvvetler, gerçekten de Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar ülkenin kaderini etkileyecek duruma gelmiş ve inisiyatifi bu kadar açık bir şekilde ele geçirmiş bulunuyorlar.
Bir önceki iktidar döneminin ana partisi olan DSP’nin çökertildiği 3 Ağustos darbesi ve ertesinde başlayan Üçüncü Meşrutiyet olarak süreci daha önceki Meşrutiyet örneklerine benzer bir şekilde Batıya tamamen bağlı bir ekonomik ve siyasal yapıya, buna bağlı olarak da toplumsal çözülmeye ve özellikle de devletin uğradığı toprak kayıplarına işaret eder.

AKP iktidarıyla beraber daha da hız kazanan bu sürece karşı direniş Batıcı darbenin ilk başladığı andan itibaren Türk toplumunun ihtiyacı olarak belirmekteydi. Darbenin ancak bir darbeyle engelleneceği, özellikle Ordu’nun ve CHP’nin alacağı tavrın Batının hücumunun önüne set çekilmesinde kritik önemde olduğu açıkça ortaya çıkıyordu.

Ancak bunlar yapılamadı ve Türkiye, 2005 yılının Kıbrıs’tan, Kerkük’e kadar tüm milli davalarda kaybeden ve AKP’nin Ilımlı İslam politikasının kökleşerek toplumsal yapıyı gericileştirdiği Türkiye’ye dönüştü. Milli kuvvetler tüm inisiyatifi kaybetti ve gidişata dur diyen çıkamadı.

Yaşanan sürecin diğer bir boyutu da bu dönemin 1960’lardan sonra ilk kez bu kadar yoğun bir şekilde Kuvayı Milliye fikrinin tartışıldığı bir ortam oluşuydu. Kuvayı Milliye direnişinin toplumda bir alternatif olarak yeniden ortaya çıkması aslında yaşanan sürecin doğal olarak zıddıyla beraber doğuşunun ürünüydü. Bu ürünün gerçek önderi de ancak 1919’ların Kuvayı Milliyesi’ne benzer bir şekilde, Ulusal Sol bir programla ortaya çıkacak bir örgütlenme olabilirdi.

Örgütlenmeye çalışılan Fuller “Kuvayı Milliyeleri”ne, sahte ulusacı koalisyonlara rağmen Ulusal Sol akım, özellikle de TÜRKSOLU bünyesinde kendini yeniden tanımlama ve ayrı bir siyasi-ideolojik akım olarak ortaya koyma imkanı buldu. Ulusal Sol akım geçmişte olduğu gibi bugün de kökenlerini Mustafa Kemal Atatürk’e dayandırdı ve onun Altı Ok’unu kendi programının temelini oturttuğu sağlam zemin olarak seçti.

CHP: Nereden Nereye?

Türkiye ve Ulusal Sol hareket böyle bir süreci yaşarken, ciddi bir dezavantaj olarak CHP’nin içine girdiği yönelimi ortaya koymak gerekir. Atatürk’ün kurduğu parti olması ve O’nun Altı Ok’unu hâlâ ambleminde taşıması, Atatürkçü ve solcu bir çok kesimin CHP’den beklenti içinde olmasını da beraberinde getirmekteydi. Gerçekten de Ulusal Sol bir çıkış yapma beklentisi içindeyken CHP bu çıkışın önemli bir bileşeni olarak belirebilirdi.

Ancak, Üçüncü Meşrutiyet döneminin CHP üzerinde yaptığı etki yeniden Atatürk’e ve Altı Ok programına dönerek Ulusal Sol akımla paralelleşmek olmadı. Tam tersine Atatürk’ün ölümünden beri CHP yıllardır aşama aşama geldiği sağcı, liberal noktayı mantıksal sonuçlarına ulaştırdı. Kemalizme ihanet olarak ortaya çıkan bu Atatürk’ten ve Altı Ok’tan kopma çizgisi sonunda, Atatürk ve Kemalizm düşmanlığı haline getirildi.

Özellikle CHP’nin halkçı, devrimci, milliyetçi bir parti olmak yerine Kemal Derviş gibi 3 Ağustos darbesinin önemli isimlerinden birinin Genel Başkan Yardımcısı yapıldığı bir parti olmayı seçmesiyle başlayan son perde bugün CHP tarihinin de yeniden sorgulanmasını ve bu tarihin Ulusal Sol ile kesiştiği ve çoğu zaman da karşıt uçlarda karşılaştığı noktaları yeniden ele almayı, analiz etmeyi bir zorunluluk olarak Ulusal Solcuların önüne koymaktadır.

CHP’nin Sivas Kongresi’nde (CHP’nin ilk parti kongresi olarak da kabul edilir) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında kurulduğu Türk Bağımsızlık Savaşı günlerinden, günümüz CHP’sinin antiemperyalizmin çok çok uzağında, liberal tezleri savunan, Batı güdümlü siyasetin bir parçası olan bir siyasal yapıya dönüşmesini anlamak politik ve teorik bir ihtiyaç durumundadır. Sonuçta Türkiye’nin bugün yaşadığı sürecin sorumlularıyla, CHP’de Kemalizme ihaneti başlatan ve bunu Kemalizm düşmanlığına vardıranlar aynı kesimlerdir.
CHP sorunu sadece bir siyasal partinin sorunu olarak algılanmamalıdır. CHP, Atatürk’ün kurduğu parti olmasıyla ve Türk ulus devletinin kuruluşunda oynadığı öncü rolle tarihsel-toplumsal tüm boyutlarda Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye’de bağımsızlık ve devrim mücadelesine girişmek ve bir yol çizebilmek için Ulusal Sol bu tarihi doğru değerlendirmek durumundadır.

Atatürk ve Altı Ok

Türkiye’de Ulusal Sol akım Atatürk’le beraber doğmuştur ve akımın önderi Bağımsızlık Savaşı günlerinden beri Atatürk olmuştur. 1919’larda Türkiye’nin emperyalizmin fiili işgali altında olduğu günlerde Mustafa Kemal Atatürk, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatarak, hem bir milletin dirilişini başlatmıştı, hem de ezilen dünyada sömürgecilik karşıtı milliyetçi, solcu devrimlerin, Birinci Dünya Savaşı ertesinde gelen büyük dalgasının ilk örneğini vermişti.

Gerçekten de Türk milletinin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verdiği mücadelenin benzerleri Üçüncü Dünya’nın tüm köşelerinde tekrarlanacak ve sömürgeciliğin tarih boyunca en çok hırpalandığı bir dönemin perdesi Atatürk tarafından açılmış olacaktı. “Şarktan doğacak olan güneş” kısa sürede kendini gösterecekti.

Atatürk’ün Ulusal Solu sadece Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan ibaret olan tek boyutlu bir yaklaşım değildi. Toplumu tüm boyutlarıyla dönüştürmeyi hedef alan, uydu yapının kırılması için bir program oluşturan bir çizgi vardı. Atatürk, Altı Ok programını ortaya koymasıyla bir bağımsızlık ve Türk çağdaşlaşması programını da gündeme almış oluyordu. Bu aynı zamanda bir ulus devlet projesiydi. Türk Ulusal Solunun ve anti emperyalizminin kurucusu olan Atatürk, Türk devletinin de kurucusu ve ulusun babası olmuştur.

Ulusal Sol’un bugün takip etmesi gereken program masaya yatırıldığı zaman aslında Altı Ok’la tanımlanan temel ilkelerin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu görürüz. Altı Ok esas olarak Osmanlı toplumsal düzeninin tamamen uydulaşmış ve Türk Milleti açısından esaret zincirine dönüşmüş olan yapısına yapılan halkçı, devrimci, milliyetçi müdahale anlamına geliyordu.

Siyasal ve toplumsal yapı bu müdahale ilkelerine göre yeniden kurulmuştu ve ekonomik olarak taşıdığı devletçi yaklaşımla da dışa bağımlılığa, ülke içindeki sömürücülere karşı da bir mücadele başlatmıştı. Özü itibariyle tüm tutarlılığıyla milliyetçi ve sol olan Atatürkçü hareket bugün de Türk Ulusal Sol akımı için son derece ışık tutucu ve aydınlatıcıdır.

Ancak sol, özellikle de CHP yıllardır bu çizgiden uzaklaşmış, bu çizgiye karşı ihanet içerisinde olmuştur. Sonuç olarak da Atatürk’ün halkla birleşen CHP’sinden günümüzün ABD ile birleşen Batıcı, sağcı CHP’sine gelinmiştir. Türk çağdaşlaşması ve bağımsızlığının mücadelesini verirken Atatürk tafından kurulan CHP artık bağımsızlık kavramını tamamen gündeminin dışına almış durumdadır. Sağcılaşmış ve uydulaşmış siyasal yapı CHP’yi Atatürk’ün ölümünden sonra yaşanan süreçte tamamen içine almıştır.

Bugün solun yaşadığı krizin tek çıkış noktası Atatürk’le ve onun programı olan Altı Ok’la birleşebilmektir. Bunu başardığı sürece ulusla da bir araya gelebilecektir. Bunun dışındaki tüm seçenekler Batı yoludur. Ulusal Sol bu Batı yolunun yerine Altı Ok’u seçenlerin yolu olacaktır. CHP’nin yapacağı tercih ise Ulusal Sol’la tarihi boyunca ilerleyen ilişkisine göre olacaktır. Ya içine girdiği yolda savrulup bitecek ya da silkinerek kendine gelecektir.

CHP’nin Ulusal Sol’la Tarihsel İlişkisi

CHP için yapılacak herhangi bir tarihsel değerlendirmede göz önüne alınması gereken ilk şey CHP’nin Atatürk tarafından kurulmuş parti olduğudur. Gerçekten de CHP Atatürk tarafından bir siyasal mücadele aracı olarak tarih sahnesine çıkartılmış ve Altı Ok programı çerçevesinde örgütlenmiştir.

CHP’nin kuruluş aşamasında Atatürk bu süreci şöyle anlatmıştı: “Her yerde siyasi fırka teşkili hakkında da halk ile uzun hasbıhallerde de bulundum. 7 Kanunuevvel 1922 tarihinde Ankara matbuatı vasıtasıyla halkçılık esasına müstenit ve ‘Halk Fırkası’ namiyle siyasi bir fırka teşkil etmek niyetinde olduğumu beyan ederek bu fırkanın nasıl bir program takib etmesi lazım geleceği hakkında bilcümle vatanperveranın, erbabı ilmü fennin müzaheret ve müşareketine müracaat etmiştim.”

Atatürk, Türk toplumunu dönüştürmek için bir araç olarak siyasal bir parti kurmak ve bu partiyi özellikle de halkçlık ilkesine ve halka dayandırmak istemişti. Dolayısıyla partinin adını da “Halk Fırkası” olarak belirtmişti. Bu anlamıyla halkçılığın Altı Ok’un bir unsuru olarak daha parti kurulmadan nasıl belirdiğini ve Atatürk’ün programının unsurlarının nasıl ilk baştan beri belirlenmiş olduğunu görmüş olyoruz.

Tabi ki CHP’nin bu örgütlenişi de düz bir gelişim çizgisi izlemiş değildir. İlk baştan itibaren Atatürk CHP içinde de önemli bir mücadele vermiş, CHP’yi muhafazakâr-Batıcı bir çizgiye çekmeye çalışan geniş muhalefet kesimiyle Altı Ok’u savunmak için kavga vermek zorunda kalmıştır.

Atatürk’ün kurduğu ve Atatürk tarafından ambleminde ve programında Altı Ok’u taşıyan parti olarak örgütlenen CHP, Atatürk’ün ölümünden sonra aşama aşama Altı Ok’u terk edecektir. Bu terk ediş sırasında da her adımda Ulusal Sol’un fikirleriyle ve pratiğiyle karşı karşıya gelmiştir. Daha Atatürk sağken Ulusal Sol’un teorik kaynaklarını ortaya koyan Kadro’ya tavır alan Recep Peker’den, 60’larda devrimci subaylara, gençlere, Doğan Avcıoğlu-YÖN çizgisine ve Ulusal Sol’un tüm kesimlerine düşmanlık güden ve bunu açıkça ifade etmekten çekinmeyen Ecevit’e kadar bu gerçek değişmemiştir.

Aslında Recep Peker de, Ecevit de siyasal yaşamlarının belirli dönemleride kendilerini liberalizm karşıtı, halkçı ve devletçi olarak tanımlamışlardır ancak iş Altı Ok’u tüm boyutlarıyla savunan Ulusal Sol anlayışla yüzleşmeye geldiği zaman sağcı bir siyasetçinin tavrını almışlardır.

Peker Kadro’yu yabancı ideolojilerden etklenmekle suçlarken, Ecevit YÖN çizgisini darbecilikle, devrimci gençleri anarşizmle, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki devrimci subayları da demokrasi düşmanlığıyla suçlamaktan çekinmemişlerdir.

Oysa CHP’nin karşı karşıya geldiği tüm bu akımlar özünde Ulusal Sol anlayışın temeli olan Altı Ok programını savunmak dışında bir şey yapmamışlardır. CHP’nin Ulusal Sol’dan uzaklaşarak sağcılaşması devrimcileri Atatürk’e geri dönüş anlayışında birleştirmiştir.

Bu noktadan bakıldığında CHP-Ulusal Sol ilişkilerini bir program meselesi olarak anlamak ve CHP - Altı Ok ilişkilerine göre bir yargıya varmak bizim açımızdan daha açıklayıcıdır. Ulusal Sol’un programı Altı Ok’tur ve öz olarak Kadro’dan, YÖN’e ve günümüzün TÜRKSOLU hareketine kadar değişmemiştir. Tümü de Atatürkçülüğün ve Altı Ok’un kendi dönemlerinde savunucusu olmuşlar ve bu program çerçevesinde mücadele etmişlerdir.

CHP de Atatürk tarafından Altı Ok programına göre örgütlemek istenmiştir ama CHP Atatürk döneminde bile Altı Ok’u örgüt olarak savunan bir yapı olamamıştır. CHP’li siyasetçiler zaman zaman söylem düzeyinde Altı Ok’u savunsalar da kritik anların tümünde programın özne aykırı davranmışlardır. Altı Ok CHP’ye program olarak girmiştir ama uygulamada kendini bu programa yüzde yüz bağlı bir partililer kadrosu oluşamamıştır.

CHP’yi Değerlendirmenin Kıstası Altı Ok Olmalıdır

Altı Ok bir program olarak CHP’ye bir kerede kabul ettirilmiş de değildir. Atatürk’ün Nutuk’ta ve diğer konuşmalarında kendisinin de ifade ettiği gibi bir çok kereler bazı gerçekleri daha uygun anlarda açıklamak amacıyla saklamak zorunda kalmış, CHP’nin içinde de yer alan devrim karşıtlarıyla zaman zaman geri çekildiği, zaman zaman saldırdığı bir mücadele yürütmek zorunda kalmıştır. Altı Ok’un tümünün CHP’nin ilkeleri olması böyle bir mücadelenin sonucu olmuştur. Atatürk yapacakların aşama aşama programa geçirmek durumunda kalmıştır.

Altı Ok programı ve devrimler mücadelenin başından beri Atatürk tarafından tasarlanmış olmasına rağmen açıklamak ve gerçekleştirmek aşamalarla olmuştur.

Atatürk bu gerçeği Nutuk’ta belirtir, CHP’nin ilk programı açıklanırken bazı şeyler ertelenmek zorunda kalınmıştır: “Bu program, bugüne kadar icra ve intacettiğimiz esaslı bilcümle hususatı ihtiva ediyordu. Maahaza, programa ithal edilmemiş, mühim ve esaslı bazı meseleler de vardı. Mesela cumhuriyetin ilanı, hilafetin ilgası, Şeriye Vekaletinin lağvı, medreseler ve tekkelerin kaldırılması şapka iksası gibi... Bu meseleleri programa ithal ederek vaktinden evvel, cahil ve mürtecilerin, bütün milleti tesmime fırsat bulmalarını muvafık bulmadım. Çünkü bu mesailin, zamanı münaibinde hallolnabileceğinden ve milletin binnetice memnun olacağından emin idim.”

Cumhuriyet Halk Fırkası kurulurken “Cumhuriyet” kavramı partinin adına girmiş ama programa girememişti. CHP’nin 1923 Nizamnamesi okunduğu zaman aslında Cumhuriyetin tanımlandığı ama isim olarak anılmadığı görülür. Altı Ok’un tamamının ortaya konuluşu da benzer mücadelelerin sonucu olmuştur. Her ilkenin kabul ettirilişi bir muhalif kesimin tasfiyesini getirmiştir.

Atatürk’ün ardından gelen Kemalizme ihanet aşamalarında ise Altı Ok yavaş yavaş törpülenmiş ve sonunda da tasfiye edilmiştir. Altı Ok’a alınan tavır, CHP’nin hangi dönemde hangi konumda olduğunu da tanımlamaktadır. Bu açıdan Altı Ok CHP’yi değerlendirirken kullanacağımız temel kıstas olarak da anlam kazanmaktadır. Her dönem teker teker bu kıstasa vurulduğu zaman dönemin niteliği de ortaya çıkacaktır.

Emperyalızme Karşi Savaş Dönemı: Müdafaa-ı Hukuk Cemıyetı
CHP tarihini dönemlerine ayırdığımız zaman Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşundan, CHP’nin kuruluşuna kadar olan zamanı ilk dönem olarak almamız gerekir. Bu aslında ilk bakışta da hemen anlaşılabileceği gibi CHP’nin siyasi bir parti olarak ortaya çıkmasından, kendini net bir programla tanımlamasından önceki dönemdir.

Şartlar Türk vatanının emperyalist İtilaf Devletleri ve onların yandaşı Yunan Orduları tarafından işgal edildiği, Misak-ı Milli sınırları içerisinde Kürt ve Ermeni devletlerinin oluşturulmasına emperyalistler tarafından karar verildiği şartlardır. Osmanlı Devleti dağılmış, vatan parçalanmış ve Türk milleti henüz kendisini ve vatanı kurtaracak bir mücadeleye başlayamamıştır. Bu mücadelenin önderi Mustafa Kemal Atatürk olacaktır.

Atatürk temel ihtiyaç olarak vatan savunmasının verilmesine hizmet edecek olan bir örgütün kurulması için çalışmaktaydı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bu ihtiyacı karşılayacak örgüt olarak kurulmuştur. Erzurum ve Sivas’ta toplanan kongrelerin ardından Cemiyet kurularak yurt çapında bir mücadelenin tetikleyicisi olmuştu. Cemiyet’in kurulması ve aracılığıyla Ankara’da TBMM toplanmış, direniş oluşturulmuştur.

Bu nedenlerle Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti siyasal bir parti gibi değil, silahlı mücadele veren bir hareket gibi örgütlenmek ve kendini bu anlamda sınırlamak durumunda kalmıştır. Ancak daha bu dönemde bile Atatürk’e karşı muhalefet kendini hissettirmeye başlamıştı. Atatürk’ün kafasındaki ulus devlet projesi ve siyasal program ilk baştan itibaren nettir. Kurtuluş Savaşı’na katılan, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne giren muhafazakâr kesimler de durumu sezmektedirler ve bir muhalefeti ilk baştan itibaren yürütmüşlerdir.

Cemiyet’in amaçları konusunda Atatürk daha sonradan şunları söyleyecektir: “... Nizamnamenin teşkilata ait sahifesinde görülüyor ki maksat Osmanlı vatanının tamamiyetini muallayı hilafet ve saltanatın ve istiklali millinin masuniyetini temin zımnında Kuvayı Milliye’yi hakim kılmaktır.”

Bunları söyledikten sonra devamında “(...) Bugün cihan milletleri yalnız bir hakimiyet tanırlar: Hakimiyeti milliye” demektedir.

Cumhuriyet fikri her zaman vardır ve aslında Atatürk’ün kafasında nettir. Bu netlik taktik olarak o dönem çok ön plana çıkarılmasa da Atatürk’ün niyetinin cumhuriyet kurmak olduğunu hisseden sağcı muhalifler onun önder olmasının ve zaman içinde planladığı programı uygulamasının önüne geçmeye çalışmışlardır.
Bu engelleme çabaları her dönemde Atatürk’ün karşısına çıkmıştır. Önce Kongre ve cemiyet başkanı, ardından milletvekili ve Başkomutan olması engellenmeye çalışılmıştır. Bu muhalefete karşı bir yapı oluşumak istemesinin de etkisiyle Atatürk Meclis içinde bir siyasal grup oluşturarak, onun başında mücadele etmenin önemini daha ilk başlarda anlamıştı ve Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu oluşturarak bir siyasi parti gibi davranma yoluna gitmişti: “Herşeyden evvel, memlekette, milletin mevcudiyet ve iradesini tebarüz ettirmek ve bunu sarsılmaz bir tarzda Meclis-i Milli’de temsil etmek lazımdır. 

Bu da, memlekette milli bir mefkure etrafında, kuvvetli bir teşkilat yapmak ve bu teşkilata müstenit, Mecliste bir grup bulundurmakla mümkündür.”
Atatürk siyasal bir örgütle verilecek mücadelenin gerekliliğini bu şekilde açıklamaktaydı. Ancak muhafazakâr-sağcı güçler hem TBMM’deki muhalif grup içinde hem de Müdafaa-i Hukuk Grubu içerisinde çalışarak engellemelerde bulunmaya devam etmişlerdir.

Atatürk ise kendisinin emirlerini uygulayacak ve Türk Devrimi’ni ilerletecek bir örgüt oluşturmak istemektedir. Bu örgüt de ancak Atatürk’ün önderliğini tamamen onaylayan bir siyasal parti olabilirdi. CHP kurulduktan sonra bir dereceye kadar Atatürk’ün devrimci önderliğinde ulus devlet kurucusu bir siyasal örgüt olacaktır ama ilk baştan beri içinde yer alan muhalif gericilerin frenleme çabaları da devam edecektir.

Atatürk Dönemi CHP ve Altı Ok’un Ortaya Çıkışı

1923 yılında artık Türkiye emperyalistlere karşı verdiği askeri mücadeleyi büyük oranda kazanmış bir durumdadır. Bu noktaya gelinmesi Atatürk’ün de başında bulunduğu örgütü bir savaş aracından, siyasal bir örgüte dönüştürme fikrini hayata geçirmesini sağlamıştır. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti isim değiştirerek Cumhuriyet Halk Fırkası’na dönüşmüştür. Atatürk başında bulunacağı bir siyasal parti oluştururken 1923-1938 arasında bu örgütün programlarını da kendisi inşa edecektir.

1923 yılı CHP Nizamnamesi temel bazı ilkeleri ortaya koyarak partiyi tanımlamıştı. Nizamname’ye göre: “Halk Fırkası, Cemiyetler Kanunu mucibince, teşekkül etmiş bir siyasi cemiyettir. Gayesi milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek ve Türkiye’yi asri bir devlet haline yükseltmek ve Türkiye’de bütün kuvvetlerin fevkinde kanunun velayetini hakim kılmaktır.”
Bu ilk Nizamname’de bile halkçlık, milli egemenlik, çağdaşlık gibi bir çok temel kavramın çok net olmasa da yer aldığını görebiliriz. İlkeler ve program net olarak sadece Atatürk’ün bilincinde mevcuttur. Atatürk, en yakınında yer alan Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak gibi Kurtuluş Savaşı önderlerinin bile aslında bu programın neredeyse tamamının karşısında yer alacaklarını bilmektedir. Bu nedenle erken bir çıkış yaparak henüz belirli güçleri ve stratejik mevkileri ellerinde tutan bu muhafazakarlar karşısında zor durumda kalmak istememiştir.
Partinin ilkelerinin açıklıkla rotaya konulması zaman içinde gerçekleşecek mücadelelerin ve muhafazakarların tasfiyesi sonucunda gerçekleşebiecekti.
1925 yılında gericilik esas kalkışmasını Şeyh Sait isyanıyla gerçekleştirecek, Atatürk de isyanın bastırılmasının ardından Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkmasını sağlayarak gericiliğin tasfiyesi için en önemli adımları atacaktır. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası gericiliğin örgütlenme aracına dönüşmesi dolayısıyla kapatılacak ve önemli bir tasfiye süreci yaşaacaktı.

Sonuç olarak özellikle Cumhuriyet’in ilanına ve hilafetin kaldırılmasına muhalif olan Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi isimler etkisiz hale geldiler. Sağcılığın tasfiyesi Atatürk’ün 1927’de Nutuk’u okumasıyla da açıklanmış oluyordu. Nutuk, Bağımsızlık Savaşı’nı anlatan bir metin olmasının yanısıra Atatürk’ün sağcı, Batıcı muhalefetle olan mücadelesini de ayrıntılarıyla anlattığı ve bu kesimleri siyasal ve tarihsel olarak mahkum ettiği bir belgedir. Yine buna koşut olarak 1927 yılında Altı Ok’un bir kısmı da formüle edilmeye başlanmıştır.

1927 CHP Nizamnamesi’nde “umumi esaslar” başlığı aytıda program şöyle tanımlanır: “Cumhuriyet Halk Fıkası, Cemiyetler Kanununa tevfikan teşekkül etmiş cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasi bir cemiyettir ve merkezi Ankara’dadır. Fırka, Türk milleti mevkii itibar ve refaha mütemadiyen yükseltmekte olan ve her türlü istibdat ve tagallüp idaresi imkanını kapıyan yegane şekl-i devletin, hakmiyet-i milliyenin aksayı tekamülü olan (Cumhuriyet) olduğunu ve cumhuriyetin halen ve atiyen her türlü tehlike ve taaruzlardan masun bulundurulmasının en ali bir vazife-i milliye ve vataniye bulunduğunu en esaslı bir kanaat ve gaye-i siyasiye olarak kabul ve ilan eder.”
Artık Cumhuriyetçlik, Milliyetçilik ve Halkçılık üç ilke olarak belirginleşirken, Cumhuriyet rejimi, baskının ve sömürünün engelleyicisi olarak da tanımlanmıştır. Devletçilik okunun parti programına girişi de ancak 1930 yıında bu konu üzerinden ortaya çıkan Serbest Cumhuriyet Fırkası ayrışmasından ve bu partinin liberal- gerici programıyla beraber tasfiye edilmesinden sonra olmuştur.
Altı Ok’un tümünün parti programına girmesi ise ancak 1931’de gerçekleşmiştir: 

“Cumhuriyet Halk Fırkası 
A- Cumhuriyetçi, 
B- Milliyetçi, 
C- Halkçı, 
Ç- Devletçi, 
D- Layik, 
E- İnkılapçıdır”  tanımlaması yapılarak Altı Ok bilinen sırasıyla sayılmıştır. 

Kısacası Altı Ok’un bir bütün olarak Parti programına alınması bile başlı başına bir mücadelenin sonucu olmuştur ve 1923-1931 yılları arasında aşamalarla gerçekleşmiştir.

CHP’nin kuruluşu itibariyle Atatürk hem parti hem de TBMM açısından kendi etrafında merkezileşen bir yapı kurmaya gayret etmiştir. 1. TBMM’de her türlü gericiliğin Meclis ve hatta Müdafaa-i Hukuk Grubu içinde engellemelere kalkışması bu çabada etkili olmuştur. Parti içindeki devrim karşıtlarıyla mücadele etmek zorunluluğu, Atatürk ölene kadar da hızı kesilmeden süren bir süreç olmuştur. Ancak Atatürk’ün ölümünün ardından bu güçler karşılarında kendileriyle uzlaşmaya çalışacak bir İsmet İnönü bulacaklardır. Atatürk yaşadıkça karşı devrimle uzlaşmak isteyenlerin önündeki engel olarak da var olmuştur.

Atatürk CHP’ye isim verirken bile aslında ideolojik bir mesaj vermekten geri kalmamıştı. Kurulan siyasal örgüt gelecekteki Altı Ok programının iki okunu isminde barındırıyordu. Parti halk egemenliğine dayanarak, halkla birleşerek, cumhuriyeti savunacak olan bir parti olacaktı. Burada muhafazakâr sağcılığa karşı verilecek olan mücadelenin tek yolunun solcu devrimcilik olduğu da bilinmektedir. Bu güçleri engellemek için parti yapısı da merkezi ve Atatürk’ün kendisine bağlı bir şekilde kurulmaya çalışılmıştır.

Atatürk’ün bu yapıyla uyguladığı program da uydu toplumsal yapıya yapılan halkçı devrimci müdahale olarak tanımlanmalıdır. CHP’nin Altı Ok programı da tam olarak bu müdahaleyi gerçekleştirmek ve toplumda devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek anlamına gelecekti.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***


29 Aralık 2015 Salı

CHP'nin Erbakan'la flörtü: MSP ile koalisyonu unuttunuz mu?





CHP'nin Erbakan'la Flörtü:  
MSP ile koalisyonu unuttunuz mu?




Son ucube kurtuluş Projesi: CHP-Saadet koalisyonu

Kaya Ataberk

Deniz Baykal yine öyle bir açıklama yaptı ki, siyaset sahnesi bir kez daha ibretle dalgalanıverdi. Çarşaf açılımı, Kemalizme ihanet, Gürsel Tekin’in Kürt-İslamcı çıkışlarıyla uzlaşma derken bu kez de CHP, bizzat genel başkanının ağzıyla kendisine en yakın gördüğü ve koalisyon yapmayı düşündüğü partinin Milli Görüşçü Saadet Partisi olduğunu açıkladı. Gerçi Baykal “AKP ile koalisyon yapmaktansa Saadet Partisi ile koalisyon kurmayı tercih ederim”diyerek bir anlamda AKP-Saadet mukayesesine girişmiş gibi görünüyor. Ama aslında Saadet Partisi üzerine yapılan “solcu” değerlendirmelerin esas yanlışının bu dengesiz mukayeseden kaynakladığını anlamaktan ne kadar uzak olduğunu da gösteriyor.












Deniz Baykal yine öyle bir açıklama yaptı ki, siyaset sahnesi bir kez daha ibretle dalgalanıverdi. 
Çarşaf açılımı, Kemalizm’e ihanet, Gürsel Tekin’in  Kürt-İslamcı çıkışlarıyla uzlaşma derken bu kez de CHP, bizzat genel başkanının ağzıyla kendisine en yakın gördüğü ve koalisyon yapmayı düşündüğü partinin Milli Görüşçü Saadet Partisi olduğunu açıkladı

Bilindiği gibi bu Saadet hayranlığı CHP açısından bir ilk değil. Yaşananlar herkese olduğu gibi bizlere de 1974 yılının CHP-MSP koalisyonunu ve sonuçlarını hatırlattı. 14 Ekim 1973 seçimlerinin ardından dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit hükümeti kurmak için görevlendirilince soluğu Erbakan Hoca’nın yanında almıştı. CHP ile MSP’nin sekiz ay kadar süren koalisyonu aslına bakılırsa CHP’nin Şeriatçı harekete en büyük hediyesi olarak da değerlendirilebilir. bu sekiz aylık süreç içinde Milli Görüşçüler kendi ifadeleriyle“davada mesafe kat etmeyi”, “meşruiyet kazanmayı” sağlamışlardı. Özellikle ilk göz ağrıları olan Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasının ardından CHP ile koalisyon Şeriatçı harekete ilaç gibi gelmişti!

Bu sekiz aylık dönem içinde MSP’liler imam hatip liselerinin orta kısımlarının açılması ve mezunlarının her fakülteye girebilmesi gibi bir çok icraatı kâr hanelerine yazmışlardı. koalisyonun dağılmasının ardından da AP-MHP-MSP koalisyonları (MC hükümetleri) dönemleri başlamıştı. Bu aşırı sağ bloğun kurulabilmesi de CHP’nin yaptığı hatanın sonucu olmuştu. Aynı dönem Türkiye’de sola karşı faşist katliamların başladığı ve Şeriatçı hareketin ilk kez tutunmaya başladığı yıllar olmuştu.

Günümüze geri dönersek CHP’lilerin geçmişi çok çabuk unuttuğu ya da umursamadığı görülüyor.

Diğer taraftan taktiksel açıdan değerlendirirsek Baykal’ın bu açıklamayı AKP’yi yıpratma politikası yürütmek için yapmış olmadığı açıktır. İşin kökeninde Türkiye’nin “sol” partilerinin genel hastalığının ortaya konuşu var. Bu anlayış solcu seçmene her zaman der ki; “Biz iktidar olamayız, olsak bile ancak bu bir koalisyon olabilir”. Bu da özünde iktidar olamamanın değil iktidar olmak istememenin teorisidir. Gerçekten de Türkiye belki de dünyada solun gelişmesi için tüm nesnel koşulların mevcut olduğu ülkelerin en başında geliyor. Sonuçta gerçekten solcu ve Ulusal Kurtuluşçu bir hareketin halk arasında kök salması için sadece çalışması gerekmektedir. Fakat bizim “ Solcularımız ” gerçekten solculuk yapmaya başladıkları andan itibaren iktidar yolunun bir anda açılacağını bildikleri için buna asla yanaşmazlar. Öyle iktidar olup da ABD’yle, Kürt istilasıyla kim uğraşacak? Bırakırlar ülkeyi sağcılar, faşistler, Şeriatçılar yönetsin kendileri de partilerini yönetsinler... Vatandaş da ne yaparsa yapsın...

Bu son ucube kurtuluş projesi de bu kaçışın bir başka ifadesi. Herhalde dünyanın hiçbir ülkesinde bu tip açıklamalarla, iktidara alternatif olarak, onun benzerini sunan bir muhalefet de olmamıştır bugüne kadar. Ama Türkiye’de olur. Bunu yaparken de Şeriatçılar, “ İyiler ” ve “ Kötüler ” olarak ikiye de ayrılır, yılların sol düşmanı akımlarından solculuk da umulur, ABD’nin Tezgâhlarında üretilen gericiliklerde antiemperyalizm keşfedilmeye de çalışılır.

Bir kısım ilericimiz de “bak ne güzel, artık Saadet de solcu oldu, CHP’yle de koalisyon yapsınlar, AKP’den kurtulalım” fantezisine kapılır. Tabii ne CHP’yle Saadet’in bu kadar oy alacağı var, ne de bu koalisyonun olacağı ama gene de birileri için iş yapmaktansa oyalanmak daha güzel olduğu sürece böyle ucubeler daha çok üretilir…

Saadet’ten sol üretmek…

Geçenlerde Milliyet’ten Mehmet Tezkan, Numan Kurtulmuş’un ne kadar “solcu” olduğunu yazdı. SP Genel Başkanı, öyle konuşmuştu ki, antiemperyalist solcu liderlere benziyordu Tezkan’a göre…
Tabiu bu yeni bir tez değil. Aslında Numan Kurtulmuş’la da bir ilgisi yok. Cumhuriyet gazetesi ve Vural Savaş gibi isimler de içinde olmak üzere bazı zevat daha önceden de Erbakan’ın ne kadar ulusalcı olduğunu, ABD ve İsrail karşıtı olduğunu iddia etmişlerdi. Bugünkü kampanyanın bir benzerini yapmışlardı. Aynı filmi bugün bize yeniden izlettiriyorlar. Saadet’te “ulusalcılık” keşfedenler, bugün keşiflerine bir de “solculuk” ekliyorlar.
Saadet’in “solculuğuna” kanıt olarak sunulanlar da ayrı bir âlem… Numan Kurtulmuş; “Üç tane sakallı ve başörtülünün cipe binmesi fakirleşmemizi örtmüyor. Böyle söyleyince ben de solcu mu oluyorum?” demiş. Biz cevabını verelim. Numan Kurtulmuş’un içi rahat edebilir, tabii ki solcu falan olmuş değil. Kapitalist düzene karşı halkçı ve devletçi bir çözüm önermediğine göre solculuğun yakınından uzağından geçme ihtimali yok. Yaptığı en bayağısından bir laf ebeliğidir. Kurtulmuş’un bahsettiği yeşil renkli burjuvaziyle arasında tek bir çelişki varsa o da eskiden onların oylarını ve desteğini SP alırken, artık AKP’nin alıyor olması… Fakat bunun böyle olması da Numan Kurtulmuş’un bu tarz basit bir eleştiri getiriyor olması da SP’nin sola intikaline neden olamaz.






























Bilindiği gibi bu Saadet hayranlığı CHP açısından bir ilk değil. Yaşananlar herkese olduğu gibi bizlere de 1974 yılının CHP-MSP koalisyonunu ve sonuçlarını hatırlattı. 
14 Ekim 1973 seçimlerinin ardından dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit hükümeti kurmak için görevlendirilince soluğu Erbakan Hoca’nın yanında almıştı.




Şimdi hatırlayalım. 

Erbakan’lı yılların Milli Görüşü de yıllarca bir “adil düzen” tutturup gitmişti. Fakat buna rağmen ne o sakallı, çarşaflı burjuvaziden ne de ABD-Suudi sermayesinden uzak kalmıştı. Diğer faşist eğilimli hareketler gibi Türkiye’deki Şeriatçılık da bilindiği gibi çarpık bir sistem eleştirisini bünyesinde taşımıştır. Burada zamanında Refah Partisi’nin yükselişinde de bunun payı vardır ardından gelen dönemde AKP faşizminin kuruluşunda da… Bunlar ezilenlere oynayan ama ezilenleri kendisine angaje ettikten sonra ezmeye devam eden hareketler olmadılar mı? Siz Refah-Saadet çizgisinin antikapitalist demagojisiyle, sözde mağdurculuğuyla AKP’ninki arasında bir fark görebiliyor musunuz?
Numan Kurtulmuş’un “solcu” açıklamalarını eleştiren de AKP’li Akif Beki oldu. Tabii onun solculuk üzerine ürettiği o fikir incileri de üzerinde durmaya değmeyecek kadar sığ. Beki kısaca Kurtulmuş’un solcu olamayacağı üzerinde durmuş. Fakat önemli olan şey şu ki Türkiye’de solculuk tartışmasının sağcılar, Şeriatçılar arasında yapılıyor! Biz sağcıların düzeysizliğinden dem vuruyoruz ama bir taraftan da solcularımızın aczini görmek zorundayız. Bir tane solcu da çıkıp “kardeşim solculuktan size ne?” diyemedi! Solla yakından uzaktan alakası olmayan iki isim bu kadar rahat solculuk tartışacak cesareti buluyorsa, sol geçinenler de burada iki taraftan zayıf olanını solcu ilan etmek dışında olaya katılamıyorsa “sol” adına bir şeyleri sorgulamanın da vakti gelmiştir sanırız ki.


Milli Görüş - AKP: Kopuş mu süreklilik mi?


Saadet’ten solculuk ve ulusalcılık umanların ana tezi aslında AKP’nin Milli Görüş çizgisiyle bir kopuş yaşayarak ortaya çıktığıdır. Bunlara göre antiemperyalist ve milli özellikler taşıyan Erbakan hareketinden ayrılan AKP, gayri milli ve işbirlikçi bir Şeriatçılık yapmaya başlamıştır. Daha önceden ABD’ye ve Siyonizme karşı olan İslamcılık AKP’yle beraber değişime uğramıştır.
Tabii bu tezleri çürütmek için AKP’nin neden ve nasıl ortaya çıktığının ortaya konması bile yeterli olacaktır. AKP hiç de öyle Şeriatçı hareketin iç dinamikleriyle yaşadığı bir ayrılık sonucu, istenerek kurulmuş bir parti değildir. Yani AKP’lilerin fikir ayrılığı sonucu Milli Görüşü terk etmeleri gibi bir durum yoktur. 28 Şubat sürecinin sonunda RP kapatılıp, Erbakan da siyasi yasaklı olunca birileri ister istemez farklı bir yöntemle Şeriatçılığı, Milli Görüşçülüğü sürdürme yolunu seçmişti. Ortada istekli bir kopuş değil zorunlu bir ayrılık vardır aslında.
Daha önceden Milli Görüşün ideolojik duruşunu simgeleyen Şeriat, türban ve çarşaf bugün de AKP tarafından aynen savunuluyor. Bunların Türkiye çapındaki hâkimiyeti için mücadele ediliyor. Milli Görüş’le, AKP arasında düşmanları konusunda da bir süreklilik var. Atatürk’e, ulusa ve sola karşıtlık, düşmanlık üzerine kurulan Milli Görüş çizgisi aynı düşmanlara karşı mücadelesine AKP’de devam ediyor!
Aynı şekilde iki hareket arasında Türklüğü dışlama özelliği de önemli bir süreklilik öğesi olarak korunuyor. Burada da özellikle Kürtlük, Türklüğün karşıtı olarak savunulup, ön plana çıkarılıyor. Geçmişte Refah döneminde PKK kamplarına giden Milli Görüşçü milletvekillerinden, AKP’nin Kürt açılımına kadar burada da değişen bir şey yok.
İşin daha da ilginç yanı dayanılan sosyo-ekonomik grup açısından da bir değişiklik yok. Bugün “İslamcı solculuk” tartışmalarının odağını oluşturan yeşil burjuvalar o zamanlar Milli Görüş’ün destekleyiciliğini üstlenip palazlanırken, bugün de AKP’nin en önemli dayanaklarını oluşturuyorlar, şu farkla ki bugün duruma daha hâkimler. Şeriatçılığın oy tabanında yer alan yoksul kesimler ise yine aynı konumlarını ve sömürülme durumlarını koruyorlar. Bir taraftan yeşil burjuvaziyi kendilerinden sayarak bunların faşist hegemonyasına rıza gösteriyorlar, diğer taraftan daha da yoksullaşmaya ve ezilmeye devam ediyorlar.
Emperyalizmle ilişkiler açısındansa bizim “ilerici” zevatın gözlerini kapattığı tarihimiz çok önemli. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki İngiliz işbirlikçisi Şeriatçı ayaklanmalardan, Yunan uçaklarıyla dağıtılan Kuvayı Milliye karşıtı fetvalardan, Kanlı Pazar gibi Amerikancı katliamlara, oradan da AKP işbirlikçiliğine kadar değişen hiçbir şey yok. Bilirsiniz PKK son dönemlerde hiç ABD’ye karşı çıkmamakla övünüyor. Aynı gururu Milli Görüşle, Şeriatçılarla paylaşmak zorundadırlar. Bu topraklarda tek bir sağcının ya da Şeriatçının tek bir ABD karşıtı eylemine rastlanmamıştır ve rastlanmayacaktır.
En nihayetinde; esas önemli süreklilik kadro sürekliliğidir. Bugün AKP faşizmini çekip çeviren isimlerin tümü de Tayyip, Gül ve Arınç başta olmak üzere Milli Görüş okulundan yetişmedirler. Yani karşımızda aynı adamların, aynı mantıkla, aynı destekçilerle, aynı dayanak noktalarıyla örgütlediği hareketler vardır. Ortada bir kopuş değil açık bir süreklilik vardır.


Saadet tartışması ve CHP’nin son kullanma tarihi


Tartışmanın sonucuna varmak istediğimizde yine başına ulaşıyoruz: CHP meselesine...
Şimdi her şeyi yerli yerine koymaya çalışalım. Türkiye’de Amerikancı, Şeriatçı ve faşist bir rejim AKP eliyle kuruluyor. Bu yolda da hayli önemlere hedeflere ulaşmış durumdalar. Burada biliyoruz ki siyasetteki karşıtlıklar da kutuplaşmalardan oluşur. Yani bir tarafta faşist, Şeriatçı bir iktidar varsa onun karşıt kutbu olarak da solcu, laik bir alternatifin oluşması gerekir.
Gel gelelim bugünkü Türkiye siyasal arenasında AKP’nin alternatifi olarak karşımıza Saadet Partisi gibi bir başka sağcı, Şeriatçı parti çıkarılmaktadır. Hem de bu antiemperyalizm hatta ulusalcılık ve solculuk adına yapılmaktadır. Gayri milli ve faşist bir rejimin örgütleyicisi AKP’nin karşısına konulacak alternatif olarak “aman oyları bölünmesin” denilen CHP’yi koymak kimsenin aklına bile gelmemektedir!
Burada kimse, CHP bir kenara bilinçli olarak atılıyor, CHP’ye haksızlık ediliyor zannetmesin. CHP’yi kulvar dışı bırakan, yıllardan beri Altı Ok yolunun uzağında durmakla tanımlanabilecek kendi tavrıdır. Yani CHP kendi kendisini ekarte etmiş, son kullanma tarihini doldurmuş bir parti konumundadır. Geniş halk kesimlerinin ihtiyaçlarına seslenemeyen ancak eğitimli orta sınıfların yaşam tarzının korunmasına ve sınırlı da olsa parti çevresinde kümelenmiş çıkarcıların rant sağlamasına çalışan bir çürümüş siyasal yapı konumundadır. CHP öyle bir konumdadır ki artık insanların aklına sol ve ulusallık denilince Saadet Partisi kadar bile gelememektedir.
Peki bunun faturasını iktidar olamayan, her gün güç kaybeden CHP mi ödüyor? Tabii ki hayır! Faturayı millet ödüyor. CHP’nin zaten kaybedecek bir şeyi kalmadı.


Ulusal Parti geldi, sahte umutlar zail oldu!


Ama bu hep böyle mi gidecek derseniz; tabii ki hayır. AKP faşizmini yıkmak için biz nerede durmamız gerektiğini biliyoruz.  Bugün AKP’yi yıpratmak için Saadet’ten medet umanların da AKP Şeriatçılığını bir başkasıyla savuşturma fikrini siyasal deha ürünü kabul edenlerin de artık hiçbir şansı yok.
Kutuplaşmaları siyasal hayatta da nesnel koşullar yaratır. Türk düşmanlığının, Cumhuriyet yıkıcılığının, Şeriatçı faşizmin zıt kutbunun Türk milliyetçisi, Cumhuriyetçi, solcu, anti emperyalist ve laik bir kutup olduğunu söylemenin bu nedenle tek başına çok anlamı yoktur. Bu zaten sürecin getireceği bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun sonunda da Saadet hayranı “ Solculuk ” ve “ Ulusalcılık ” zaten kendiliğinden çöker.

Ama artık Türkiye’de her şeyin anlamını değiştirecek örgütlenme başladı. Atatürkçülük ve Altı Ok’un gerçek sahibi geliyor. Ulusal Parti kaybedilenleri geri almaya geliyor. Faşizmi, şeriatçılığı, emperyalizmi bu ülkeden sürmeye geliyor. Halkçı, milliyetçi, Atatürkçü Türkiye’yi kurmaya geliyor.
Bu iradenin karşısında, bu cisimleşmiş devrimci fikrin karşısında durabilecek bir ucube olabilir mi?
Buyursun CHP 1974 yılının gaflet ve dalaletinde ısrar etsin. Aynı tahribatı bakalım bu sefer yapabilecekler mi?
Hodri meydan!



..