Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2020 Salı

KARADENİZ’DE EGEMENLİK OYUNU

 KARADENİZ DE EGEMENLİK OYUNU







Gözde Kılıç Yaşın 
02 Ocak 2020 
    


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkan Gözde KILIÇ YAŞIN’ın bu makalesi ilk olarak 12 Aralık 2005 tarihinde Cumhuriyet Strateji dergisinde yayımlanmıştır.

Üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen makalenin içeriği güncelliğini korumaktadır. Makaledeki  tespit ve öngörüler Türkiye gündeminin ilk sırlarında yer alan KANAL İSTANBUL ve onunla doğrudan bağlantılı olan KARADENİZ’in jeopolitik önemiyle iç içe olduğunu göstermektedir.

Karadeniz’in jeopolitik öneminin anlaşılmasının Kanal İstanbul konusunu daha iyi kavranılmasında yardımcı olacağı düşüncesiyle makalenin yeniden yayımlanmasının uygun olacağı değerlendirilmiştir.

KARADENİZ’DE EGEMENLİK OYUNU

Karadeniz, jeo-politik açıdan kapalı ve küçük bir deniz olmasına rağmen kıyısında bulunanlar için dünyaya açılan tek kapı olma özelliğini koruyor. Ticaret, ekonomi, güvenlik için anlamı dikkate alındığında Karadeniz kimileri için yaşamsal önemde. Şüphesiz ki, Karadeniz en çok Rusya için derindir; Karadeniz en fazla Rusya için önemlidir. Karadeniz, Rusya için bir sığınak, bir kale ve güç göstergesi. Rusya tarihi Karadeniz’e egemen olmak ve Karadeniz’i aşılabilir kılmak uğraşısı ile yoğrulmuş. Rusya, Karadeniz için büyük savaşlara girişmiş, Karadeniz aşılamadığında da o büyük savaşları kaybetmiş, devrimlere sahne olmuş bir ülke. Karadeniz olmadığında Rusya, küçülen, kuzeyin soğukluğuna hapis olan, küresel güç olma yarışını kaybeden bir değer. Karadeniz’in kontrolü hem askeri güvenlik hem de ticari akış açısından önemli. Rusya, Türk Boğazları Montrö gereği Türkiye’nin tam egemenliğinde olduğu için Karadeniz’in tek sahibi olamamışsa da, Türkiye haricindeki diğer kıyıdaş ülkeleri etkisi altında bulundurduğu Soğuk Savaş döneminde Karadeniz’i de kontrolü altında tutabilmişti. Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte ise Karadeniz’in jeopolitiği ciddi bir değişim gösterdi. Gürcistan, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan Rusya’nın etkisinden çıktıkça bölgesel güç dengeleri de bir dönüşüm içerisine girdi.

Karadeniz’in yeni jeo-politiği

Gürcistan’ın ardından Ukrayna’nın da Batı’ya yönelmesini Bulgaristan ve Romanya’nın 2004’deki NATO üyeliği –keza 2007’de gerçekleşecek AB üyeliği- izleyince Karadeniz’de yeni bir eksen oluştu. Hazar ve Orta Asya enerji kaynaklarının alternatif geçiş yolunun merkezi olan Karadeniz’de, Rus etkisi yerini Amerikan egemenliğine bıraktı. Rusya, Bakü-Ceyhan hattına Hazar petrolünün Türkiye üzerinden geçmesindense kendi topraklarından geçmesini sağlamak niyetiyle karşı çıkarken çok önemsediği Karadeniz’deki nüfuzunu kaybedebileceğini hesaba katmamıştı anlaşılan. Türkiye’nin, Asya-Avrupa enerji koridorunun tek güzergahı olması zaten Batı’nın da tercihi değildi, Rusya bunu kolaylaştırdı. Üstelik Orta Doğu enerji kaynaklarının tam kontrolünü engelleyen karışıklığın Bakü-Ceyhan hattına dek ulaşacağını her nasılsa çok önceden öngörebilen(!) ABD, Karadeniz merkezli yeni güzergahları kontrol edebileceği noktalara yerleşme çabalarını da başlatmıştı. Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin yakın çevresinde hatta sınırlarında gerçekleşirken ABD’nin Trabzon’da üs talebini de içeren “tezkere”nin reddini abartılı şekilde bir kriz nedeni sayması  Türkiye’de anlamlandırılamamıştı. Meclisten kabul kararının çıkması durumunda Türkiye’nin kaybının ne olacağı kestirilemeyecekse de Karadeniz’de ABD’nin  işi oldukça kolaylaşacaktı.

Rus yayılmacılığı endişesini hala hisseden Gürcistan ve Ukrayna’nın Batı’yla ve özellikle ABD ile geliştirdikleri ilişkiler, bir yandan toprak bütünlüklerine –sadece Rusya aleyhine olduğu müddetçe- güvence oluşturuyor bir yandan da Batı tipi ekonomik sisteme geçişlerini kolaylaştırıyor. Karadeniz’e batı yakasından komşuluk yapan Bulgaristan ve Romanya’nın işbirliği karşılığındaki ödülleri ise çok daha fazla oldu. Her nasılsa kader ortaklığı yapan iki ülke kriterleri karşılamaktan uzak koşullarına rağmen önce NATO üyeliğini ardından AB üyeliğini garantiledi; Avrupa ile entegrasyon ve NATO dolayısıyla ABD güvenlik çizgisine geçiş. ABD’nin, Karadeniz’e yerleşme hatta Karadeniz’i çevreleme stratejinde bilinen son adımı, bu iki ülkede kendisine açılmasını sağladığı üsler.

Rusya’yı etkisizleştirerek Karadeniz’de etkin bir duruş ve tam hakimiyet sağlamak için ise -iyimser bir tahminle savaşmayacaksa da- gücünün göstergesi olarak savaş gemilerini ve uçak gemilerini içeriye sokması gerekecek. Bu gemileri boğazlardan geçirmesi ise okyanusları aşmaktan daha zor olacaktır. Zorluğu sadece “tezkere” kaprisiyle ilişkilerini soğuttuğu ve PKK ile mücadelede bilinçli geri duruşu nedeniyle küstürdüğü Türkiye’nin Boğazları üzerindeki egemenliğinden değil Rusya’nın da şiddetle karşı çıkması nedeniyle yaşayacaktır. Halbuki, Mart 2003’de Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasına izin verilseydi, hele ki Trabzon’daki üs talebi karşılanmış olsaydı o gemilerin Karadeniz’e geçişi, bir iki ikna turu ve belki El-Kaide’nin Türkiye’ye yönelik bir saldırısı(!) ile  kolayca sağlanmış olacaktı. Türkiye’nin -örneğin bir saldırı nedeniyle- kendisini “pek yakın bir savaş tehdidi altında” görmesi Montrö’nün 21. maddesini devreye sokacak ve Türkiye savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini serbestçe düzenleyebilecekti. Türkiye 21. madde ile Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelere getirilen tonaj ve zaman sınırlamasını da kaldırabilecekti. Bu da ABD’nin savaş gemilerini tonaj sınırlaması olmadan ve süresiz bir şekilde Karadeniz’de tutabilmesini sağlayacaktı. Orta Doğu’daki savaşın süresine Bush yönetimi karar verdiği için ABD, Karadeniz’deki sorunsuz varlığını dolayısıyla kolay elde edilmiş egemenliğini dilediğince sürdürebilecekti. Türkiye’nin kazancı ya da kaybı bir tarafa bırakılırsa “tezkere”nin reddiyle Rusya, nükleer gücünün caydırıcı etkisine rağmen ciddi bir tehlike atlatmış görünüyor.

Karadeniz çevrelenirken yöntem, gerekçe ve bahane

ABD, Karadeniz’i tam kontrolü altına almayı gündemine aldığına göre bunun alternatif projeleri de, yöntemi, gerekçesi ve bahanesi de hazırdır. Türkiye’nin işbirliğinin sağlanmasının alternatifi de Boğazların statüsünün yeniden tartışmaya açılmasını sağlamak olacaktır. Uzun bir süreç olacaksa da ABD için köklü bir çözüm getireceği aşikar bir yöntem. Egemenlik hakları söz konusu olduğu için Türkiye’nin, burnunun dibindeki tehlikeyi gördüğü için Rusya’nın, küresel mücadelede ciddi bir eksen kaybı yaratacağı için Almanya’nın ve Fransa’nın buna güçlü bir şekilde karşı çıkması gerekir. Diğerlerini de memnun edecek bir orta yolun bulunması halinde dahi Montrö’de yapılacak herhangi bir değişikliğin her halükarda Türkiye’nin egemenlik haklarında yeni bir kayıp olacağı da ortadadır.

ABD, hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açıdan Karadeniz’i savunma konseptine dahil etmiş görünüyor. Siyasi anlamda ABD küresel egemenliğinin güçlendirilebilmesi için AB-Rusya yakınlaşmasının engellenmesi, Atlantikçi bakışın ön plana çıkarıldığı tabloda da Almanya-Rusya arasına yerleşilmesi gerekmektedir. Ekonomik anlamda Orta Asya ve Hazar enerji kaynaklarını Balkanlar üzerinden Avrupa’ya ve oradan da ABD’ye ulaştıran hattın Rusya güdümünde olması, ABD ve kısmen de AB için yeterince güvenceli olmayacaktır. Bu enerji hattının güvenli, sürekli ve istikrarlı bir şekilde çalışması için çıkış noktasından itibaren kontrol altında tutulması gerekmektedir. Hattın Karadeniz seyrinde bırakılacak kontrol boşluğu da enerji akışını sekteye uğratabilecektir. Siyasi ve ekonomik amacın sağlanması için ise güç kullanma kudretinin garanti altına alınmış olması gerekecektir. Karadeniz kıyıdaşları, ülkelerinde Batı tarzı demokrasi anlayışını oturtmaya başladığına göre ön plana çıkarılacak “amaç” da artık “demokrasi” değil terörle mücadelenin etkinleştirilmesi olacaktır. Bunda da Karadeniz ülkeleri üzerinden Avrupa’ya geçiş yapabilen “teröristlerin ve mültecilerin engellenmesi” ve “silah ile uyuşturucu kaçakçılığının önüne geçilmesi” ön plana çıkacak; açıkçası çevrelemenin bahanesi olacaktır.

Karadeniz’de Slavist egemenlik sona ererken

NATO ve dolayısıyla ABD’nin güvenlik konsepti içine alınmış bulunan Karadeniz’de Rusya’nın duruşu ABD’nin kararlılığı dikkate alındığında zayıf görünmektedir. ABD’nin Rusya etrafında attığı her bir adım gibi Karadeniz’deki girişimleri de Rusya açısından kendisine yönelik zayıflatma hareketi olarak anlaşılmaktadır. Yaşam sahasının “arka bahçe”ye dönüşmesini kabullenmeye çalışırken arka bahçesinin de etki alanından çıkması, ardından tarihsel mücadele alanı olan Karadeniz’de kontrolü yitiriyor olması Rusya açısından endişe verici ve karşı atak geliştirilmesi gereken bir gelişme. Devir artık Rusya’nın devri değil; artık Batı’nınkinden farklı bir ideoloji yok; zaten ideolojiyi gerçekleştirecek alt yapısal öğelerin birleştirici nitelikte olmadığı da Sovyetlerin çöküşüyle gün yüzüne çıktı.

Rusya’nın, Ukrayna’yı tekrar kendi nüfuz alanına dahil etmek istemesi kadar doğal bir yaklaşım olamaz. Özellikle Kırım’ın kontrol altında tutulması Rusya açısından askeri ve ekonomik güvenlik açısından vazgeçilmez önemde. Kırım’daki Rus askeri filosunun Ukrayna-Rusya arasındaki anlaşmalara uygun olarak 2017 yılına kadar varlığını koruması Rusya açısından oldukça önemli. Örgüt dışı ülkeye (Rusya) ait bir askeri üssün mevcudiyetinin Ukrayna’nın NATO üyeliği önünde teşkil ediyor olması, Rusya için Kırım’ın Ukrayna’yı ve Ukrayna’nın batıya açılan enerji hatlarını kontrol imkanı sağlayan konumu kadar önemli. Bu nedenle de Ukrayna’nın eski anlaşmayı  düzenleyici –elbetteki Rusya’nın yetkilerini daraltıcı- anlaşmalar yapılması teklifini Rusya’nın kabul etmesi mümkün görünmemektedir. Öte yandan Ukrayna’daki Rus varlığını kışkırtmakla suçlanıyor olması da Rusya’nın Ukrayna’dan vazgeçmeye niyetinin bulunmadığını gösteriyor. Rusya, Karadeniz’deki etkisini sürdürebilmek için rakibinin sıklıkla kullandığı kendisinin de kullanmaya alışık olduğu yöntemi kullanmak zorunda kalmış olmalı: Bölgede karışıklık çıkarmak.

Rusya’nın daha dolaylı müdahalesi ile çıktığı iddia edilen ikinci karışıklık da yine bir Karadeniz ülkesi olan Gürcistan’da gerçekleşiyor. Gürcistan’ın Samtshe-Cevahati vilayetinden yükselen özerklik talebi ve buradaki Ermenilerin ayrılıkçı tutumları da Rusya’nın

Ermenistan aracılığıyla Gürcistan’ı kontrol altında tutma çabası olarak değerlendirilmektedir. Karışıklığın sebebi Ermeniler olunca Gürcistan için tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek kaçınılmaz olacaktır. Üstelik böylesi bir hareketlilik, nispeten sona ermiş görünen Abhazya ve Güney Osetya sorunlarını da canlandırabilecek, pek olası görülmese de yeni karışıklıklara ve sorunlara sebep olabilecektir. Bu da Batı yanlısı politika izlemeye karar vermiş gözüken Gürcistan’a Karadeniz kıyılarının denetimini büyük ölçüde kaybettirebilecektir.

Bölgede baş gösteren karışıklıklar, Karadeniz kıyısında bulunan ülkeler üzerinde etkisini kaybeden Rusya’nın işine yarıyor gibi görünmektedir. ABD’nin işbirliği ilişkileri geliştirdiği ülkelerin toprak bütünlüğünün –şimdilik- korunmasını enerji nakil hatlarının güvenliği için tercih edeceğini kabul etmek gerekiyor. Özellikle de Rusya’nın söz hakkını arttıracak bir karışıklığı tercih etmeyecektir. Ne var ki, ABD’nin karışıklıkları da bölgesel duruşunu meşrulaştırmak için kullanabileceğini hesaba katmak gerekir. Gerçek şu ki, Karadeniz’de Rusya’nın kaybettiğini ABD kazanıyor. Üstelik ABD kazandığı nüfuzu siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlara dönüştürebiliyor. Karadeniz’de Rusya’nın devri bitti. Yine de Karadeniz için son sözler söylenmiş değil. Fransa ve özellikle Almanya’nın yaklaşımı, ABD’nin bölgeyi kontrol altına alma hızını etkileyebilecek faktörler olacaktır. Türkiye de en azından stratejisini belirlemek için sonuçsuz pazarlıkların süresi kadar zaman kazanmış olacaktır; tarih kitaplarında okuduğumuz gibi…


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/karadeniz-de-egemenlik-oyunu

***

10 Aralık 2018 Pazartesi

Kıbrıs’ta Garantörlüğün Kaldırılması Müzakereleri Başlıyor

Kıbrıs’ta Garantörlüğün Kaldırılması Müzakereleri Başlıyor

18.09.2018




     Kıbrıs’ta müzakereler bir kez daha başlarsa Güvenlik ve Garantiler başlığından başlar. “İlerleme” açıklaması da ancak Türkiye’nin bu başlıkta pazarlığı kabul etmesi, dahası “tek başına müdahale hakkından” vazgeçmesi durumunda yapılır. Çünkü Mehmet Ali Talat’ın müzakereleri devraldığı dönemden bu yana Rum tarafı ve Yunanistan, toprak,mülkiyet, haritalar, yönetim başlıklarında istedikleri her şeyi neredeyse aldılar. Güvenlik ve Garantiler başlığı da bugün değil Annan Planı döneminde pazarlığa açılmıştı. Çünkü diğer tüm konularda hakem müdahalesiyle de olsa uzlaşı sağlanmıştı, son nokta olan Güvenlik konusuna da sıra gelmişti. Bu çerçevede anlaşmanın işleyişinin izlenmesi niyetiyle  asker sayısının kademeli olarak azaltılarak 650’ye indirilmesi, Garantörlük Hakkı’nın devamına gerek olup olmadığına ise belli aralıklara yapılacak konferanslarda karar verilmesi hükümleri kayıt altına alınmıştı. Annan Planı reddedildiğinde Türk tarafı, bu anlaşmadaki “Her şey hakkında uzlaşı sağlanana dek hiçbir konuda uzlaşı sağlanmış sayılamaz” hükmün işlemesini bekledi. Ama bu olmadı. Aksine Türk tarafının kabul ettiği her türlü esneklik, mecburiyeti haline geldi; Rum tarafı ise daha önce kabul ettiklerini yeniden kabul etmek için yeni tavizler ve geri adımlar istedi. Rum tarafı, açık bir şekilde Annan Planı’ndaki kazanımlarını arttırmak ve kayıp olarak gördükleri eksikleri gidermek için müzakere yaptı. Türk tarafı ise müzakereleri yürütmeye mecbur tarafmış gibi davranarak, Rumları masada tutabilmek adına ince detaylar ve ana konularda Rumların tüm istediklerini karşıladı. Bugün gelinen noktada Güvenlik ve Garantiler meselesi, müzakerelerin ön şartı halini aldı. Birkaç güne iyi niyet göstergesi olarak Maraş’ın müzakere öncesi iadesi de gündeme gelirse şaşırmamalı.
Kıbrıs’ta Müzakerelerin yeniden başlatılmasının hazırlıkları bir süredir devam ediyor. Kamuoyları yoklanıyor. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 30 Nisan 2018’de belge niteliği taşımayan Guterres’in önerilerini zemin alan bir girişimi desteklediğini açıklamıştı. Müzakereleri niye yeniden başlatma gereği duyduğu ayrı bir konu. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın stratejik zemin yapmak istediği belge, Ada’da kalacak asker sayısını belirlemeyi sonraya bırakıyor ama tek taraflı müdahale hakkına artık gerek kalmadığını söylüyor. Akıncı, bu açıklamayı, KKTC Hükümetinin ve Meclisi’nin bilgisi dışında yapmıştı, tepki gördü. Türkiye Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hami Aksoy da bunu reddetmiş,  “Rum tarafında esaslı bir zihniyet değişikliği olmadığı sürece biz aynı oyunu oynamaya niyetli değiliz. Rumların zihniyetiyle bir federal çözüme ulaşılamaz. Artık yeni bir yol denenmesi gerektiğini düşünüyoruz.” demişti. Akıncı’nın açıklaması, Çavuşoğlu’nun iki ayrı devlet modelinden bahsetmesi ve bunun Kıbrıs Türklerinde heyecan yaratması üzerine gelmişti. Nitekim, Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 21 Nisan 2018’de Akıncı ve siyasi parti liderleriyle gerçekleştirdiği toplantıda “konfederasyon ya da iki ayrı devlet modeli üzerinde durulması önerisi”nde bulunduğu basına sızmıştı. Yani yeni bir yol denenmesi girişimi Akıncı’nın Gutarres Belgesi önerisi ile baltalanmıştı.
Dün de (17 Eylül 2018) Yunanistan Dışişleri Bakanı Kocias, müzakerelerin yeniden başlayacağını ve masada Güvenlik ve Garantiler konusunun olduğunu, bunu BM Genel Sekreteri’nin de İsviçre’deki müzakerelerde kabul ettiğini ve bu nedenle öncekine nazaran çok daha iyi bir pozisyondan başlayacaklarını söyledi. Kastettiği yine Guterres’in önerileriydi. Bahsettiğimiz öneri ise 30 Haziran 2017’de BM Genel Sekreteri Guterres’in taraflara verdiği ödevleri içeren gayri resmi, “non-paper” idi. Yani yeni bir müzakerenin çerçevesi olabilir diye kaleme alınmış bir belge söz konusu değil. Ama bu hamleler sonuç getirecektir. Eylül sonunda BM Genel Sekreteri Guterres liderlerle buluşacak ve muhtemelen müzakerelerin devamı kararını açıklayacak.

Etkin ve fiili garantörlük bütündür, bölünemez

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin zaten müzakerelerden muradı Türkiye’nin etkin ve fiili Garantörlüğünü ortadan kaldıran ya da işlemez kılan bir plana ulaşmak. Çünkü diğer her türlü ayrıntı Türkiye’nin etkisinin olmadığı bir ortamda kolayca çözülebilir, keza toprak, mülkiyet, yönetim başlıkları da Rum tarafının isteklerine uygun bir çerçevede şekillendi. Güvenlik ve Garantiler başlığı, Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile ilgili. Garanti ve İttifak Anlaşmaları birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Kağıt üzerinde kalmış, hukuken var olan ancak harekete geçme kabiliyeti tanımayan bir sistem güvence oluşturamaz. İttifak Anlaşması Ada’da asker bulundurma hakkı tanır ve Garantörlüğün fiili bir Garantörlük olmasını sağlar. Garanti Anlaşması’nda yer alan “tek yanlı müdahale hakkı” da Garantörlüğün etkin bir güvence sağlamasının teminatıdır. Rum tarafının bu husustaki talebi Garanti ve İttifak Anlaşması’nın iptalidir ancak gerçekte elde etmeyi umduğu Ada’da asker kalmaması ve “tek taraflı müdahale hakkı”na ilişkin düzenlemenin ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla kağıt üzerinde kalacak bir Garanti Anlaşması’na itiraz etmeyecektir.
Son müzakere sürecinde Türk tarafının üç önerisi gündeme gelmişti:
1-Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde geçerli olacak Garantörlük Hakkı’nın olması,
2- Garantörlük yerine Türkiye, Yunanistan, İngiltere’den oluşan çok uluslu gücün konuşlanması,
3- Garantörlük Hakkı’nın süreli olarak (15 yıl) devamının yeni planda yer alması.
Bunlara ek olarak Yunan Tae Nea gazetesi de Türkiye’nin Ada’da İngiltere gibi bir askeri üs kurmak istediğini yazmıştı.
Türk tarafı bu önerileri, anlaşmada gereken ilerlemenin sağlanamadığının farkında olmasına rağmen Rum tarafının masada kalmasını sağlamak için getirmiş olmalı. Bunların hiç biri Garanti ve İttifak Anlaşması’nın ikamesi değildir, olamaz. Uluslararası anlaşma olması nedeniyle uluslararası hukuk güvencesinde olan Garanti ve İttifak Anlaşmaları üzerinde oynanmasını bir kez kabul ettiğinde Türkiye, bu güvenceyi kaybedecektir. Bilinmelidir ki Türkiye’nin bu hakkı ve haklı pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin (ve Rumların da) güvenliği bakımından olduğu kadar doğrudan Doğu Akdeniz dengeleri bakımından da önemlidir. Bu dengeler başta Türkiye’nin güvenliği ve aynı zamanda ekonomik çıkarları ve en önemlisi de deniz egemenlik haklarıyla ilgilidir. Diğer Garantör ülkelerin çekilmesi de dahil olmak üzere hiçbir baskı ya da pazarlık Türkiye istemediği/kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan haklarında bir değişiklik yaratmayacaktır.

Olası yanıltma yöntemleri

 Müzakerelerin yeniden başlatılacağı anlaşılıyor. Bu süreçte 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarının sağladığı etkin (müdahale hakkı) ve fiilî (sürekli askeri birlik konuşlandırma yetkisi) hak ve yetkileri tartışmaya açacak her türlü girişime dikkat kesilmek gerekir. İçerikte yapılacak her türlü değişim, ilk anlaşmanın güvence niteliğini kaybetmesine sebep olacaktır. Kıbrıslı Türklerin garanti ve güvenlik şemsiyesinin işlevsizleşmesi kadar kısa sürede Kıbrıs’ın Türkiye için tehdit ve tehlike üreten bir merkez halini alması da kaçınılmazdır. Girit’in önce Türksüzleştirildiği ve ardından S-300 füzelerine ev sahibi yapıldığı unutulmamalıdır.
Öte yandan örneğin süreli Garantörlük Hakkı ve kademeli asker çekme gibi  hususların bir kısmı Annan Planı’nda da vardı zaten yanılgısına düşülmemeli. Çünkü kötü bir anlaşmaydı ama verilen tavizlerin bir karşılığı vardı. Sonraki süreçte, özellikle Akıncı döneminde Türk tarafının göreceli edinimleri kaybedildi. Akıncı, en son harita ve Güzelyurt’u karşılığında hiçbir şey alamadan vererek Türk halkının kaybını katmerlendirdi.
Bir diğer yanılgı da zamanlamayla ilgilidir. Sıranın Güvenlik ve Garantiler başlığına gelebilmesi için kalıcı, sürdürülebilir ve adil bir anlaşma sağlanmış olması gerekir. Crans Montana sürecindeki son haliyle plan kalıcı, sürdürülebilir ve adil değildi. Garantörlük Hakkı zaten böyle dönemler için gereklidir. Türkiye, ortaya çıkacak yeni devletin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini, federal anayasa düzenini, iki kesimliliği (anlaşmada zaten ortadan kaldırılmıştır), federe devletlerin kurucu ortak statüsünü (varlığı tartışmalıdır) garanti etmeyi sürdürmek zorundadır. Adil ve kalıcı bir barış planının oluşması durumunda ise askerin kademeli geri çekilişi ve 1960 İttifak Anlaşması’nda öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi düzenlenebilir. Garantörlüğün sulandırılması ya da kaldırılması, kalıcı ve adil bir planın oluşturulmasına da engel olacaktır. Rumlar diğer aksaklıkları konuşmaya yanaşmayacaktır.
Kaldı ki Türk tarafı müzakerelere muhtaç ve sürecin ezik tarafı rolünden de sıyrılmalıdır. Rum tarafında gerçekten de hiçbir değişiklik esaslı bir zihniyet değişimi olmamıştır. Kıbrıs Rum tarafından güven arttırıcı önlemler alması istenmelidir. Bunların başında Rum parlamentosunda 1967’de kabul edilen Enosis kararının ve Akritas Planı’nın aynı parlamentoda kınanması, EOKA A ve EOKA B’nin Ada’da yarattığı kaos ortamı ve gerçekleştirdiği tüm katliamlar için Rum ve Türk halklarından özür dilemesi,  mağdurlara veya yakınlarına –örneğin- daha önce Ortega Raporu ile tespit edilmiş esaslar üzerinden gerekli tazminatları ödemesi ve hayatta olan sorumlularına dönük bir yargılama faaliyeti başlatması istenmelidir.
Bugün kurulacak bir masa, Türkiye ve Kıbrıs Türkü için düne göre daha fazla zarar doğuracaktır. Türkiye’nin enerjisinin çok fazla bölündüğü, müttefik ilişkilerinin iç yüzünün ortaya serildiği, AB’nin açıkça taraf olduğu, ABD’nin Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’in jandarması ilan ettiği bir ortamda masanın kurulmasına izin verilmesi söz konusu olamaz. Crans Montana Zirvesi çöktüğü zaman Türkiye Dışişleri Bakanı’nın bundan böyle BM parametrelerini zemin kabul etmeyecekleri açıklaması haklı, hukuka uygun, onurlu ve yerinde bir tavırdı, bu yaklaşımın korunması gerekir.

24 Aralık 2017 Pazar

KANLI NOEL, Kıbrıs’a “Yeni Plan”: Ban Ki Moon ya da Revize Annan Planı,



Kıbrıs’a “Yeni Plan”: Ban Ki Moon ya da Revize Annan Planı,





Gözde Kılıç Yaşın
KIBRIS
21 YY ENSTİTÜSÜ
23 Aralık 2013 Pazartesi

KANLI NOEL, 

21 Aralık 1963’de Türklerin Akritas Planı uyarınca silahlı saldırıya uğramasının başlangıç günüdür. 

İlk etapta 30, toplamda 103 köye Rumlar saldırdı, yüzlerce insan öldürüldü. Bu katliam tarihe KANLI NOEL olarak geçti. Kanlı Noel’in 50. yılında Rumlarla Türklerin tekrar bir devlet çatısı altında yaşamasına dönük yeni bir müzakere planı ciddiyetini arttırarak gündemde. Kıbrıs’ta müzakerelerin yeniden başlaması sonbahardan bu yana çeşitli vesilelerle gündeme geliyordu. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’ın liderler ve onların özel temsilcileri ile mekik diplomasisine Kasım ayında başlaması ile birlikte sürecin de şekillenmeye başladığı görüldü. Zira müzakerelerin yeniden başlamasına dönük çalışmalar resmi olarak 10 Eylül 2013’de başlamış ancak hemen bir krize teslim olmuştu. Müzakerelerin başlaması için “ortak açıklama metni” bir anda Rum tarafının müzakere ön şartı halini almıştı. Söz konusu metnin müzakerelerin zeminini oluşturması, burada Kıbrıs’ta federasyonu oluşturacak kurucu devletlerin egemenliklerinin, yetkilerinin ve temsil düzeylerinin sınırlarının çizilmesi bekleniyordu. Rum tarafı, aynı metinde KKTC’nin egemenliğinin kalkmasını ve “Katolik nikah” tabir edilen anlaşmadan geri dönülmemesi şartının olmasını da istiyordu. Şubat 2013’de Rum Yönetimi Başkanı seçilen Nikos Anastasiades,  2008-2012 döneminde iki tarafın birlikte hazırladıkları “yazılı yakınlaşmaları” kabul etmediği gibi Maraş’ın müzakereler öncesinde iadesi gibi yeni bir zemin oluşturmaya da çalışıyor. Aslında ana anlaşmanın unsurlarının müzakerelerin ön şartı haline getirilmesi, müzakerelerin bir türlü başlayamaması anlamına geliyor. Bu nedenle Türk tarafı, müzakerelerin başlamasını geciktirdiğini düşünerek ortak açıklama ve ön şartların müzakerelerin belkemiğini oluşturmaması gerektiğini savunuyor. Türk tarafının en büyük beklentisi ise sürecin bir takvime bağlanması ve müzakerelerin mümkün olduğunda çabuk başlamasıydı. Alexander Downer’ın taraflarla yaptığı görüşmeler de üç ayı aşkın zamandır süren “ortak açıklama metni” krizinin aşılmasını sağlayamadı. 




Downer’ın müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceğini taahhüt eden mektubu KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’ndan almış olmasına rağmen Rum mevkidaşından hala alamaması, başladı başlayacak denilen müzakerelerin hangi aşamada kaldığını da göstermektedir.
Böylesi bir tabloda ilk dikkati çeken, müzakerelerin başlaması için ısrar eden tarafın KKTC ve Türkiye olduğudur. Beklenti müzakerelerin bir takvime bağlanması; izlenmek istenen yöntem de tarafların süreci belirli bir aşamaya getirmesi sonrasında takvime bağlanmış uluslararası bir konferansa gidilmesidir. Temel hedef sürecin sonunda anlaşmaya varılamaması durumunda KKTC’nin kendi statüsü hakkında özgür bırakılmasını sağlamaktır. Nitekim bugüne dek yapılan açıklamalar ancak bu şekilde anlaşılabilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki bu yol daha önce de denenmişti. 2008’de başlayan müzakere sürecini bir takvime bağlama denemeleri sonuçsuz kalmış, Türkiye’nin tüm çağrılarına rağmen uluslararası konferansın toplanması yönünde BM Rumlar üzerinde baskı oluştur-a-mamıştı. Bugün Türkiye Hükümeti’nin müzakerelerin yeniden başlaması konusunda gösterdiği isteklilik bir açıdan daha çelişkilidir. Zira bir önceki müzakere sürecinde (2008-2012), Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB Dönem Başkanlığı’nı devralacağı tarih olan Temmuz 2012’ye dek bir anlaşmanın ortaya çıkmaması durumunda Türkiye’nin B Planı’nı devreye sokacağı yönündeki net siyasi açıklama yapılmıştı. Aslında bu açıklama gayet de ciddi görünüyordu. Şimdi benzer bir yolun yeniden ama daha sağlam adımlarla yürünmek istendiği belki söylenebilir. Ancak karşı taraf Türkiye’nin pozisyonunu pek böyle değerlendirmiyor. Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir hareketlenme, katılım sürecini canlandırma niyeti görülüyor ve Ocak 2014’den itibaren de AB Dönem Başkanlığı’nı Yunanistan devralıyor. Çok kısa sürede 12 faslı açıp 10 faslı kapatabileceğine inanan Türkiye’nin önüne Kıbrıs’ın yeniden konulduğu açıktır. Bilhassa ABD’den ama aynı zamanda AB ve özel olarak İngiltere’den gelen “Eroğlu’nu ikna edin” isteklerini geri çevirdiği söylenen Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Aralık 2013’de önce Atina’yı ardından Kıbrıs’ı ziyaret etmesi aktif tutumu sürdürme niyeti ile ilgili görünmektedir. Dışarıdan geldiği öne sürülen “baskı yapın baskısı” değil ama Türkiye ve KKTC’nin müzakere sürecinin yeniden başlatılması istekliliği dünya kamuoyuna yansımaktadır. 




Ortak metinde basına yansıdığı kadarıyla tek egemenlik, tek uluslararası kimlik, tek vatandaşlık kriterleri yer almakta; iki toplumluluğun devam edeceği federatif bir yapıya vurgu yapılmakta ve iç vatandaşlıkların korunmasından, kurucu devletlere ait anayasada belirtilmeyen artık yetkilerin tanınmasından, Avrupa Birliği normlarının adanın tamamında uygulanmasından bahsedilmektedir. Dile getirilen hususların Annan Planı’nda yer almayan Mehmet Ali Talat- Hristofyas döneminde oluşturulmuş yeni kriterler olduğunu ifade etmek gerekir. Bu anlamda Türk tarafının Annan Planı’na göre daha geri pozisyonda durduğu söylenebilir. Avrupa Birliği normlarının Ada’nın tamamında uygulanması ifadesinin ise Annan Planı döneminde üzerinde çokça tartışılan deregasyonlar meselesini Rum tarafının istediği şekilde çözdüğünü belirtmek gerekir. Keza bu madde, iki kesimliliğin korunması ilkesini bir anlamda ortadan kaldırmaktadır. KKTC Dış İşleri Bakanı Özdil Nami, iki husus dışında “ortak anlaşma metni’nde çözüme ulaşıldığını[1] ifade ederken müzakerelerin asıl yürütücüsü olan KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun Özel Temsilcisi Osman Ertuğ ise Türk önerilerini dikkate almayan, reddeden yeni bir öneri kağıdının Rum tarafınca gönderildiğini[2] ifade etmektedir. Gerek Ertuğ’un bu açıklaması gerekse Eroğlu’nun açıklamaları “ortak açıklama metni”ni konuşmak için dahi çok erken olduğu izlenimi vermektedir. Ancak onlar dışında beyanat verenler anlaşma metninin tamamlanmasından dahi çok yakın ihtimal olarak behsetmektedir.

Ban Ki Moon Planı

Ban Ki Moon Planı söylemi, 28 Eylül 2013’deki Eroğlu-Ban Ki Moon görüşmesi öncesinde Özdil Nami tarafından yeni planın ismi olabileceği şeklinde dile getirilmiş ardından Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın 8 Kasım 2013’de İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında yaptığı açıklamada “Annan Planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-Moon planı herhalde oluşacak.” sözleriyle yeniden gündeme gelmiştir. Erdoğan’ın sözlerinin “Kuzey Kıbrıs’a gerekli telkini yaparız” kısmı da 2002-2004 sürecinin tekrarlanacağı algısı oluşturmuştur.

Ban Ki Moon Planı’nın zeminini oluşturacağını kabul edebileceğimiz bir belge ise yakın tarihte yayınlandı. Downer’ın 2008’de başlayan müzakerelerde uzlaşmaya varılmış konuları toparlayarak hazırladığı 78 sayfalık BM taslak planı, KKTC’de yayınlanan Havadis gazetesinde yer aldı. Planın bazı kısımları GKRY’de basılan Fileleftheros gazetesinde de yayınlandı. Havadis, Rumların BM’ye sunduğu toprak talebiyle ilgili haritayı da yayınladı. Buna göre Rumlara devredilecek topraklara Annan Planı’nda yer alan ve Ada’nın yüzde 7’sine tekabül eden Maraş, Güzelyurt ve Karpaz’a, yine Türklerin yaşadığı Yeni Erenköy ve Dipkarpaz köyleri de eklenmiş durumda. Şimdiden bir anlaşmanın ancak Rumlara daha fazla toprak verilmesi ile mümkün olacağına ilişkin yorumlar KKTC’deki kimi gazetelerde yapılmaktadır. Aslında Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Maraş, Güzelyurt ve Karpaz’ın verilmesi meselesinin Annan Planı’nda kaldığı yönünde açıklaması da bulunuyor. Ancak herhalde “Temmuz 2012’den sonra B Planı’nı devreye sokarız” açıklaması ile birlikte bu açıklamanın da geçerliliğini yitirdiğini düşünmek gerekiyor. Bu durumda, anlaşmaya gidileceği varsayımıyla iki ihtimal bulunmaktadır: Birincisi Kıbrıslı Türklerin Annan Planı’ndaki haritaya göre daha fazla toprağın verileceğine fikren alıştırılması; ikincisi ise gitmesi muhtemel yeni topraklara odaklanmış Kıbrıslı Türkler için Annan Planı’ndaki haritaya dönüş mücadelesi verileceği imajı yaratılması…

Downer’ın 78 sayfalık planına dönersek 2008-2012 döneminde, “Avrupa Birliği”, “Ekonomi”, “Mülkiyet” başlıklarında ve vatandaşlık konularında yakınlaşma sağlanmış; “Yönetim ve Güç Paylaşımı” başlığında dönüşümlü başkanlık ve bakanlık paylaşımlarında anlaşmaya varılmıştı. Annan Planı’nda 11 olan merkezi devletin yetkileri 22’ye çıkarılmıştı. Toprak ve Garantiler başlıklarında ise neredeyse hiçbir ilerleme sağlanamamış, müzakereler tıkanmıştı. Belgede, bu süreçte yakınlaşma sağlanan hususlar yer almaktadır.  Mülkiyet başlığında malını kaybedenler, başkasının malı üzerinde yaşayanlar gibi hususların uluslararası hukuk çerçevesinde çözüme ulaştırıldığı görülmektedir. Türkiye vatandaşlarına serbest dolaşım, mülk edinme, ticaret yapma ve yerleşme hakkının verileceği konusunda uzlaşıldığı da Downer’in taslak planında yer alan hususlardandır. Bilhassa vurgulamak gerekir ki bugün Anastasiades, geçmişteki bu yakınlaşmaları da reddetmektedir.  Dört yıllık görüşme sürecinin bir sonucu sayılabilecek bu yakınlaşma metninin masada tutulmasını mecbur kılan hiçbir ön anlaşma da bulunmamaktadır. Nitekim zamanında Hristofyas da Talat’ın ortak basın açıklaması ile yakınlaşma sağlanan konuları kamuoyuna açıklama teklifini reddetmişti. Daha o gün, kendi görüşmeleri ile ortaya çıkan uzlaşı platformunu bütünlüklü bir anlaşmaya varılmadığı için sahiplenmek ve kendini buna bağlamak istemeyen Hristofyas’ın kendinden sonra seçilecek yeni Rum liderini de aynı ölçüde özgür kıldığı söylenebilir. 



Nitekim Eroğlu, müzakereleri kaldığı yerden ve aynı yapıcı yaklaşımla sürdürme sözü vermiştir ancak Anastasiades’ den böyle bir söz alınabilmiş değildir. 
Bu nedenle Downer’ın taslak planı olarak adlandırılan metnin, bir anlaşmanın zemini olduğunu söylemek bunu Anastasiades de kabul etmeden mümkün olmayacaktır. Ancak Türk tarafı için şimdiden başlayabileceği en iyi nokta olma özelliğini korumaktadır. Nitekim Downer’in Greentree Zirvesi’nde “Hristofyas’a reddedemeyeceği şeyler verin” dediğini hatırlatan Eroğlu da Anastasiades’in “Annan Planına hayır diyen yüzde 75’i ikna etmem için demek ki daha fazla almam gerekir” dediğine dikkat çekmektedir.[3]

Bugün müzakereleri başlatacak ortak açıklamanın yapılmasına taraflar uzak gibi görünmektedir. Ancak bu aşamanın aşılması durumunda müzakerelerle varılmak istenen planın büyük ölçüde hazır olduğu da ortadadır. Muhtemeldir ki Anastasiades, her bir madde için ayak direyecektir. Ancak hatırlatmalı ki bu yeni plan Annan Planı’ndaki Rum memnuniyetsizliğini giderme niyetiyle hazırlanmıştır. Çoğunluğu Talat –Hristofyas döneminde hazırlanan yakınlaşmalar belgesindeki maddelerin önemli bir kısmının Hristofyas’ın işini Kilise, milliyetçi partiler ve Rum kamuoyu karşısında kolaylaştırma böylece Türk tarafının müzakerelerin sürükleyici gücü olduğunu ispatlama niyetiyle yapılmıştır diyebiliriz.[4] Ancak örneğin Talat’ın Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yönetimdeki 7’ye 3 olan paylaşımı, anlaşma sonrası kurulacak yeni federasyonda 6’ya 4 yapma önerisi prensipte kabul görmüş olmasına rağmen Downer’ın yakınlaşmalar belgesinde yer bulmadığını da eklemek gerekir. Bu nedenle de Rum tarafının Annan Planı’nda yetersiz bulduğu kısımların 2008’den bu yana yavaş yavaş değiştirildiğini; muhtemelen “Ban Ki Moon Planı” olarak adlandırılacak Downer metninin de bu zeminde hazırlandığını söyleyebiliriz. İşte Anastasiades, Annan’ın oluşturduğu plan üzerinde dört yıl boyunca müzakerelerle Rum tarafının istekleri doğrultusunda ve salt Türk tarafının “bir adım önde olma” niyetiyle müzakeresi yapılan bu maddeleri bir kez daha müzakere edecektir.
Doğrusu geniş bir çevrede de 2002’deki havanın yeniden oluşturulduğu kanısı hasıl olmuş durumdadır. Müzakere sürecinin ise daha kısa süreceği ve Annan Referandumu’nun tam da 10. yılında yeni bir planın oylanabileceğine inanan da çok. Bir tarafta Türkiye ve KKTC’nin henüz kabul görmemiş takvim ile uluslararası konferans önerisi ve Rumların yeni referandumda bir kez daha “hayır” demesi ihtimali durumunda KKTC’nin yoluna yalnız devam edebilmesi ihtimali diğer tarafta birkaç defa revize edilmiş muhtemel anlaşma metninin nazlı Anastasiades’ca bir kez daha gözden geçirilmesi niyeti… Süreçte koşulların eşit olmadığı açık. Rumlarla birlikte yaşama iradesini bir kez göstermiş Türkler için yeni bir referandum yapılmasına gerek bulunmaması ya da anlaşmaların parlamentolardan geçirilmesi ile kabul edilmiş sayılacağı hükmünün eklenmesi ihtimalini de yabana atmamak gerekir.

DİPNOTLAR

[1] Çözüme hiç bu kadar yakın olmamıştık, 21 Aralık 2013, Hürriyet
[2] Osman Ertuğ: “Bizim yaptığımız son öneriydi”, 22 Aralık 2013, http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=54381:osman-ertu%C4%9F-%E2%80%9Cbizim-yapt%C4%B1%C4%9F%C4%B1m%C4%B1z-son-%C3%B6neriydi%E2%80%9D&catid=214:manset-haber&Itemid=915
[3] Rum,Topraklarımızı İstiyor, (KKTC) Volkan, 11 Aralık 2013
[4] Dönemin Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın müzakere sürecini değerlendirirken Eroğlu için dile getirdiği tavsiyelerden bu yönde bir anlam çıkmaktadır. Bkz. Talat: Çok Üzülüyorum, Havadis, 22 Aralık 2013


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2013/12/23/7344/kibrisa-yeni-plan-ban-ki-moon-ya-da-revize-annan-plani


***