15 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 2

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 2



1946 seçimlerinden sonra İnönü Cumhurbaşkanı, Recep Peker de Başbakan olmuştur. Peker Hükümetinin göreve başlamasından sonra, DP tarafından 1946 
seçimlerine itiraz edilmiştir. Yapılan itirazlarla iktidarla muhalefet arasındaki ilk siyasi mücadele başlamıştır. CHP Hükümetinin seçimlerin adil koşullarda 
yapıldığını iddia etmesine karşın, DP.li milletvekilleri Hükümeti seçimlere hile katmakla itham etmiş ve seçimlerin iptalini istemiştir. DP.li milletvekilleri, yapılan bu itirazlardan sonuç alınamaması durumunda istifa ederek sine-i millete dönmekle CHP ve Hükümeti tehdit etmiştir. Ancak devreye İnönü.nün girmesiyle DP.lilerin Meclis.e girmesi sağlanmıştır (Demir, 2010: 113-115). Seçimlere yapılan itirazların doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlamak, benimsenen açık oy-gizli sayım ve sayım sonunda oy pusulalarının yakılması yöntemini benimseyen 4918 sayılı yasadan dolayı oldukça zordur. DP tarafından yapılan şikâyetler belirlenen komisyonca görüşülmüş ve reddedilmiştir (Buran, 2005: 105). 

 Muhalefet yıllarında meşruiyetini ve ideolojik söylemini esas olarak demokrasiye dayandırmaya çalışan (Özçelik, 2010: 171) DP.nin Meclis Sözcüsü olan Menderes, 1946.da Matbuat (Basın) Kanununda değişiklik yapılması konusunda CHP lilerce getirilen yasa tasarısının keyfi bir yönetime neden olacağı ve hükümetin muhalif gördüğü her gazeteyi kolayca kapatabileceği, bunun yasal sınırlarının gayet iyi ve net çizilmesi gerektiğini vurgulayarak, bu yasa tasarısına 
muhalefet etmiştir. Ancak bu muhalefete rağmen, tasarı yasalaşmıştır (Demir, 2010: 126-127). Bunu da 1947 Bütçe Görüşmelerinde yine Menderes tarafından 
getirilen eleştiriler izlemiştir. Bütçe Görüşmelerinde Menderes.in yapmış olduğu uzun eleştirilerden sonra kürsüye gelen Peker.in Menderes.ten “psikopat” diye söz etmesi, DP.lilerin topluca Meclis.i terk etmelerine yol açmıştır (Kırkpınar, 2002: 96). Menderes bizzat Meclis.teki hakaretlere muhatap olduğu halde, iki hafta sonra toplanacak olan DP Birinci Kongresinden önce Meclise dönülmesi gerektiğini ifade etmiş ve arkadaşlarıyla tek tek görüşerek onları ikna etmeye çalışmıştır. 14 günlük bir boykotun sonunda 28 Aralık.ta DP.li milletvekilleri Meclise geri dönmüşlerdir. DP.li milletvekilleri Meclis.e döndükten sonra yapılacak olan Parti Kongresine odaklanmıştır. Ancak başlarda Hükümet Kongrenin yapılmaması için büyük çaba harcamıştır. Hükümetin nüfuzundan dolayı, Ankara.da kongre yapılacak yer bulunamamıştır. Salon sahipleri salonlarını kiralamaya yanaşmamış, otellerde yapılan rezervasyonlar da iptal edilmiştir. Sonunda Ankara daki Demokratların gelecek delegeleri evlerinde misafir etmeye karar vermesi üzerine çabaları boşa çıkan Hükümet bu baskıyı kaldırmış, oteller rezervasyon için DP.ye müracaat etmiş ve 7 Ocak 1947.de Ankara Ulus Sinemasında 906 delege ile Kongre yapılmıştır (Bayar, 2010: 94). Kongre.de Hükümet ve CHP şiddetle eleştirilmiştir. Öte yandan CHP Hükümeti de DP.yi komünist yöntemler kullanmakla suçlamıştır. Hükümet ile DP arasındaki siyasal çekişmeler gün geçtikçe artarak sürmüş ve sonunda iplerin kopabileceği bir noktaya gelinmiştir (Kongar, 2006: 147). İktidar ve muhalefet arasında karşılıklı tehditkâr ifadelere varan gerginliğin, çok partili hayatın geleceği açısından büyük tehlike oluşturduğunun farkına varan İnönü, siyasete ağırlığını koymaya karar vermiştir (Demir, 2010: 159). 

   İnönü 7 Haziranda Bayarla görüşmüştür. Çankaya.da yapılan görüşmede İnönü, Cumhurbaşkanı olarak Hükümetle DP.nin arasını bulmak istediğini belirtmiştir. Yapılan görüşmede Bayar, şikâyetlerini bir kez daha dile getirerek, Peker Hükümetinin politikalarını değiştirmesi gerektiğini belirtmiştir (Bayar, 2010: 110). İnönü daha sonra, Peker.le de görüşür. İnönü, İktidar ve muhalefetle yaptığı görüşmeler neticesinde siyaseti normalleştirme adına bir 
müdahale için gerekli girişimlere başlamıştır. Bunun üzerine Nihat Erim le birlikte DP.nin varlığının ve Hükümetin baskılarının kabul edilerek, CHP ile DPnin eşit 
statüde kabul görmesinde son derece etkili bir gelişme olan 12 Temmuz Bildirisini hazırlayarak, bu bildiriyi her iki partinin yöneticilerine vermiştir. Kabul edilen bu bildiri, siyasi hayatımıza bomba gibi düşmüştür. Bildiriden sonra Peker istifa etmiş, DP içinde de çatışmalar başlamıştır. Bunun üzerine Hasan Saka Hükümeti kurulmuştur. I. Saka Hükümetinin mali sorunların ve hayat pahalılığının önüne geçememesinden dolayı istifasını vermesi üzerine, İnönü hükümeti kurma görevini tekrar Saka.ya vermiştir. DP.nin Meclis Sözcüsü olan Menderes, II. Saka Hükümeti.nin programını eleştirirken, ülkenin içine düştüğü mali sorunların temel nedeninin II. Dünya Savaşından çok, CHP.nin kötü yönetimi olduğunu belirtmiştir. Menderes, CHP.nin memur kadrolarını gereksiz yere Gişirdiğini, ekonomik yapıyı bozacak düzeyde gereksiz yere vergi topladığını, ülkenin kaynaklarının lüzumsuz inşaatlara kanalize edildiğini ve ülkede büyük bir israfın olduğunu dile getirmiştir (Demir, 2010: 166-179). 

 CHP, DP.nin sıkı muhalefeti, I. ve II. Kongrelerinde aldığı kararlar doğrultusunda adeta makas değişikliğine giderek siyasal muhafazakârlık 
değerlerinin en önemli unsuru olan, devrimleri durdurma sürecine girmiş, din ve halk önceliği alanında önemli değişikliklere gitmek zorunda kalmıştır. 1947.de dini eğitim veren özel okulların açılması yönünde bir yasa hazırlanarak, dershanelerde dini eğitim vermenin yolu açılmıştır. CHP.nin 1947.deki III. Kurultayında Partinin program ve ideolojisi de değiştirilmiştir. Sosyal meselelerde Kurultay „Ortanın Sağında bir konum almış, ayrıca Köy Enstitüleri ve Halk evlerinin çalışma düzenleri değiştirilmiştir. Parti Tüzüğünde laiklik ve din konusunda önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Aralık 1947.de Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi artırılmış, 1949.da birçok ilde İmam Hatip kursları açılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı, bu kursların ortaokul muadili, iki yıllık meslek okullarına dönüştürülmesine karar vermiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 187-188). 
II. Saka Hükümeti 13 Ocak 1948.de, “gizli oy ve açık tasnif” ve “sandık başında seçime katılan parti adına müşahit bulundurulması” kuralını getiren yeni 
bir seçim yasası teklifini CHP Meclis Grubu.na sunmuştur. Bu teklif Peker.in öncülüğünü yaptığı bir grup tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Hazırlanmakta olan yasa teklifini DP.ye verilen bir taviz olarak niteleyen Peker, bu yasayı engellemek için çok çaba harcamış, ancak yasa 33 muhalife karşı 167 oyla kabul edilmiştir. 14 Ocak 1949.da II. Saka Hükümeti.nin istifasından sonra Şemseddin Günaltay Hükümeti kurulmuştur. Günaltay Hükümeti de (Demir, 2010: 180-181). 
Menderes.in eleştirilerinden nasibini fazlasıyla almıştır. Günaltay Hükümeti döneminde de daha demokratik nitelikli bir seçim yasası çıkarılmıştır. 16 şubat 
1950.de gizli oy-açık tasnif usulünün yanı sıra, seçimlere her türlü yargı güvencesi ve muhalefet partilerine de radyoda propaganda yapma olanağını veren 5545 Sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu kabul edilmiştir. Böylece DP.nin eşit şartlarda seçime katılmasının önündeki büyük bir engel kalkmıştır. CHP.deki makas değişikliği, Günaltay Hükümeti döneminde de kendini göstermiştir. Çıkarılan demokratik seçim yasasının dışında, dini liberalizasyon alanında da önemli gelişmeler kaydedilmiştir. CHP ilahiyat fakültelerinin açılması için 30 gubat 1949.da bir yasa hazırlamıştır. Ayrıca tarih ve din büyüklerinin türbelerinin ziyarete açılması, ibadet ve ayinlerin serbestçe yapılması, seçmeli din derslerinin müfredata konması, yeniden İmam-Hatip okulları ile bir ilahiyat fakültesinin açılması yönünde kararlar alınmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 187-189). 

1946 seçimleri sonrasında ilk kez kendisine ciddi muhalif olabilecek bir partiyle karşılaşan CHP, demokrasi ve özgürlük söylemleri sonrasında birçok 
kişinin kayıt olduğu ve desteklediği DP ile rekabet edebilmek için, sosyal alanda anti demokratik nitelikli yasaları kaldırmış, işçilere sendikalaşma hakkı tanımıştır. CHP bu dönemde cemiyet ve dernek kurulmasına izin vermiş, Basın Yayın Kanununda değişiklik yaparak sansürü kaldırmış, sıkıyönetim uygulamasına son vermiş ve sıkıyönetim mahkemelerindeki dosyaları da bağımsız mahkemelere aktarmıştır. Ayrıca Polis Salahiyet Kanununda değişiklik yaparak halkın sebepsiz yere karakola götürülmesi uygulamasına son vermiş, siyasal partilere propaganda izni vermiş ve en önemlisi İstiklal Mahkemelerini kaldırmıştır. Ekonomi alanında da Toprak Mahsulleri Vergisi, Varlık Vergisi ve İhracat Vergisini kaldırmıştır ve Toprak Reformu Yasasında bazı değişiklikler yapmıştır. Kısaca ülkemizde çok partili hayata geçilmesiyle CHP kendini yeniden gözden geçirerek, Parti Tüzüğünde ve yönetim anlayışında önemli değişikliklere gitmiştir. Söz konusu durum ülkede demokrasinin yerleşmesi ve muhalefet partilerinin hükümetleri daha doğru kararlara yönlendirmesi açısından büyük bir deneyim olmuştur (Kaştan, 2006: 138). 


 3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 1

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 1


Yrd.Doç.Dr Selahaddin BAKAN*
* Yrd.Doç.Dr. İnönü Üniversitesi İ.İ.B.F., 
selahaddin.bakan@inonu.edu.tr

Hakan ÖZDEMİR**
** Öğr.Gör. Bitlis Eren Üniversitesi Adilcevaz M.Y.O, 
ozdemirhakan44@gmail.com


Özet;

Bu çalışmanın amacı 1946-1960 yılları arasında hükümet-muhalefet ilişkilerini
analiz etmektir. Bu çalışma 1946-1960 yılları ile sınırlıdır. Çalışmanın orijinalitesi
Cumhuriyet Halk Partisi muhalefeti ile Demokrat Parti iktidarının ilişkilerinin analize tabi tutulmasından kaynaklanmaktadır.Sonuçlar göstermektedir ki, iktidara karşı sert bir muhalefet anlayışı vardır. Demokratik hak talebinin muhalefette iken zirve yaptığını, ancak iktidara geçince bu hakların ihmal edildiğini görmekteyiz.Makalenin içeriğinden daha iyi anlaşılacağı üzere, her iki partinin sert ve uzlaşmaya yanaşmayan çatışmacı tavrı 27 Mayıs 1960 İhtilali ile son bulmuştur.

GİRİŞ

Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce ülkede partileşme sürecini başlatmak amacıyla kurulan CHP; Cumhuriyeti kuran,
ulus devletin şekillenmesinde önemli roller üstlenen, toplumsal alanda gerçekleştirilen reformlara öncülük eden, ülkeyi kesintisiz olarak 27 yıl yöneten bir siyasi partidir. Atatürk?ün iki kez teşebbüs edip başaramadığı çok partili hayata geçiş denemesinden sonra ülkemizi çok partili hayatla tanıştıran, Türk siyasal hayatına muhalefet deneyimini kazandıran DP, 1950 seçimleriyle 27 yıllık tek parti iktidarını kansız ve muvazaa sız olarak sona erdiren, Türkiye?de merkez-sağın tarihi serüvenini başlatan bir siyasi partidir. 1946-1960 döneminde Türk siyasetinde öncü parti olan CHP ile çok partili hayata geçişte köprü olan DP arasındaki ilişkiler  incelendiğinde; siyasal hayatımızda görülen birçok aksaklığın, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki sorunların ve muhalefet alışkanlığına ilişkin yanlışların temellerinin  bu dönemde atıldığı görülmektedir. Ayrıca bu dönemde iktidar ve muhalefet arasında izlenen yanlış politikalar, ülkede kurulan siyasi dengeleri ters yüz eden,  ülkemizin demokratik gelişimini rafa kaldıran ve askeri darbe anlayışının yerleşmesinde rol oynayan 27 Mayıs Darbesi.ne de yol açmıştır. 
Bu çalışmanın amacı 1946-1960 döneminde iktidar ve muhalefet ilişkilerini CHP ve DP örnekleri üzerinden ortaya koymak olup, çalışma tarihsel ve betimsel 
araştırma yöntemlerinden yararlanılarak sürdürülmüştür. Bu amaçla, CHP ve DP.nin siyasi tarihi ana hatlarıyla özetlendikten sonra, partiler arasındaki ilişkiler ele alınmıştır. Çalışma şu şekilde organize edilmiştir: Takip eden bölümde Türkiye.de 1946-1950 döneminde iktidarda olan CHP ile muhalefette yer alan DP arasındaki ilişkiler ortaya konmuştur. İkinci bölümde 1950-1960 döneminde iktidarda olan DP ile muhalefette yer alan CHP arasındaki ilişkiler ele alınmış ve çalışma sonuç kısmıyla tamamlanmıştır. 

I. TÜRKİYE’DE 1946-1950 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CHP İKTİDARI-DP MUHALEFETİ 

 Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi olan Mustafa Kemal Atatürk, ülke ikinci dönem TBMM seçimlerine hazırlanırken; ülkedeki siyasal mücadeleyi 
Meclis.ten bütünüyle hâkim olduğu partiye çekmeye karar vermiştir (Ahmad, 2011: 69). Osmanlı Devletinde II. Meşrutiyet sonrası gelişmeleri de yakından 
takip eden Atatürk, Osmanlı Devletindeki partileşme tecrübelerine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce ikinci dönem TBMM seçimleriyle birlikte 
ülkede partileşme sürecini başlatmış ve ilk olarak 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası (HF).nı kurmuştur (Kaştan, 2006: 124). HF 1924 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF), 1935 yılında ise Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. CHP tarafından 1927.de, “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” 
şeklinde sıralanan dört temel ilke benimsenmiş olup, bunlara 1935 yılında “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya 
çıkarılmıştır (CHP, 2012). Kurucusu ve ilk Genel Başkanı olan Atatürk.ün önderliğinde ulusal bağımsızlığı kazanan CHP, Cumhuriyeti kuran, saltanata ve 
hilafete son veren, ulusal birliğin oluşturulmasında öncü roller üstlenen bir siyasi partidir. Modern bir cumhuriyetin oluşturulması için başta hukuk, eğitim ve 
toplumsal alanda gerçekleştirilen reformlara öncülük eden CHP, bu bağlamda bir ulus devlet projesinin kurucu unsuru olarak önemli tarihsel işlevleri yerine 
getirmiştir (Yılmaz, 2007: 161). Ancak CHP.nin yaptığı devrimlere karşı çıkan Kazım Karabekir, Hüseyin Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi hepsi Kurtuluş Savaşı kahramanı olan kişiler, Partiden ayrılarak 17 Kasım 1924.te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF).nı kurmuştur. Çok partili hayata ilk geçiş denemesi olan TpCF.nin HF.ye muhalefeti iki alanda belirginleşmektedir: Ekonomi ve din. TpCF, HF.nin devletçilik politikalarını, sert ve katı laiklik anlayışını eleştiriyordu. Ancak TpCF.nin kuruluşundan birkaç ay sonra çıkan Şeyh Sait İsyanı.nın sonunda geniş yetkili İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılmıştır. Bu gelişmelerin Üzerine TpCF kapatılmıştır. Ülkemizde TpCF.den sonraki diğer çok partili siyasal hayata geçiş denemesi ise, 1930.da Atatürk.ün talimatlarıyla liberal görüşleriyle bilinen Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF).dır. SCF de TpCF.ye benzer Gekilde dini ve iktisadi fikirlere dayanmaktaydı. Ancak SCF.nin hükümete ve CHF.ye yönelttiği sert eleştiriler nedeniyle siyasal ortam gerginleşmeye ve ülkede kanlı olaylar belirmeye başlamıştır. Bunun üzerine CHF.nin de SCF.ye karşı baskı yollarına başvurması üzerine Partinin yöneticileri Kasım 1930.da partiyi kapatma kararı almıştır (Akşin, 2008: 194-205). SCF.nin kapatılmasından 1946.ya kadar çok partili hayata geçiş denemelerine, siyasi ve ekonomik liberalizm arayışlarına ara verilmiştir. 

 Ancak Atatürk.ün ölümünden sonra Parti içinde meydana gelen değişiklikler 
ve II. Dünya Savaşı nedeniyle alınan sıkı önlemler alternatif arayışlarına yol 
açmıştır. Atatürk.ün ölümüyle “parti devleti yönetimi. yeni bir döneme girmiştir. 
CHP.nin 26 Aralık 1938.de toplanan olağanüstü kurultayında yapılan tüzük 
değişikliğiyle İsmet İnönü “ Milli Şef ” ve “Değişmez Genel Başkan” olmuştur (Yetkin, 1983: 159). 

İnönü bu dönemde Türk Parasının üzerine Atatürk yerine kendi resmini bastırıp, bir de İnönü Ansiklopedisi yayımlatmıştır. 
CHP.de Atatürk taraftarları ile İnönü taraftarları şeklinde bir ayrım belirmiştir. 
26 Mart 1939 da ki seçimlerde Atatürk.e yakınlığı ile bilenen adaylar liste dışında tutulmuş, Atatürke muhalif olan adaylar milletvekili seçilmiştir. CHP nin 29 Mayıs 1939.daki 5. Büyük Kurultayında başka bir parti kurulması yerine Mecliste CHP içerisinde 21 
Millet vekilinden oluşturulan ve başkanlığını da İnönü.nün yapacağı bir Müstakil Grup kurma kararı alınmıştır. Mecliste bağımsız kimlik taşıyan, fakat CHP.nin 
grubunda görüş bildirme ve oy kullanma hakkına sahip olmayan bu oluşum, işlevsiz bir yapıda eriyip gitmiştir. Ayrıca Ocak 1940.da olağanüstü şartlarda, ulusal ekonomi ve savunmayı ilgilendiren hususlarda hükümete geniş yetki veren Milli Korunma Kanununun yürürlüğe konması ve ardından gelen uygulamalar da halkı CHP.ye adeta düşman etmiştir. II. Dünya Savaşı döneminde izlenen iktisat politikası, toplumsal dengeleri sarsıcı sonuçlar yaratmıştır (Altaş, 2006: 16-17). şöyle ki, II. Dünya Savaşı yıllarında çıkarılan Milli Korunma Kanununun yanı sıra, Varlık Vergisi Kanunu ve Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu gibi uygulamaların sonunda büyük bir kıtlık dönemi başlamış, karaborsa yaygınlaşmış, yüksek fiyat artışlarından dolayı sabit gelirli çalışanların satın alma gücü oldukça düşmüştür. Ekonomik alanda yaşanan bu krize, tek parti dönemindeki baskıcı uygulamalar da eklenince, halkın tek parti yönetimine karşı memnuniyetsizliğinde artış görülmüştür (Kırkpınar, 2002: 86). 

Bu dönemde Batılı ülkelerin tek parti yönetimleriyle dayanışma içine girmekten kaçınmaları ve Savaş sonrasında tek parti yönetimlerine son verilmesi gibi nedenlerle de ülkemizde tek parti rejimi derinden sarsılmıştır (Altaş, 2011: 26). 
Ancak bu dönemde çok partili hayata geçiş de iki engele takılmıştır: Birincisi, devletle bütünleşmiş bir partiye bunu kabul ettirmek, ikincisi de Atatürk.ün iki kez teşebbüs edip başarılı olamadığı bir uygulamayı devletin temel değerlerinden taviz vermeden hayata geçirmek (Demir, 2010: 84). 

Bu engellere rağmen 1945 yılında hazırlanan Toprak Reformu Kanunu ile bütçe görüşmeleri sırasında Meclis.te yaşanan tartışmalar, ülkemizde çok partili 
hayata geçişin kapılarını - DP.nin kurulmasının yolunu- aralamıştır (geyhanlıoğlu, 2011: 271). 

  Toprak Reformu Kanunu görüşmelerinde Adnan Menderes ve Celal Bayar tasarıyı şiddetle eleştirmiş ve yapılan oylamada CHP milletvekillerinden 
olan Menderes ve Bayarın yanı sıra, Refik Koraltan, Fuat Köprülü de ret oyu kullanmıştır. Bu Kanuna muhalefet eden aynı milletvekilleri, Bütçe Kanunu.na da muhalefet etmişlerdir. Muhalefet konusundaki bu ortaklık, muhalefeti birleşmeye ve taleplerini ortak hedefler çerçevesinde örgütlü ve sistematik bir şekilde savunmaya itmiştir (Demir, 2010: 62). Türk Hükümetinin Birleşmiş Milletler.de teorik olarak onayladığı hak ve hürriyetleri Türkiye içinde teminat altına alacak çok sayıda kanuni reform teklifinde de bulunan (Taştürek, 2009: 32) bu milletvekilleri, iç ve dış gelişmeleri değerlendirmek amacıyla ortak toplantılarda bir araya gelerek karşılıklı fikir alışverişini hızlandırmıştır. Bu toplantılar neticesinde birbirini daha iyi tanıma fırsatına erişen bu dört milletvekili, “ülkemizin demokratikleşmesi için ne yapılabilir?” sorusuna yanıt aramış ve bir takrir verilmesi hususunda oydaşmaya varmışlardır (Demir, 2010: 64). 

 Takrirde, II. Dünya Savaşı yıllarında siyasi özgürlüklerin doğal olarak kısıtlanmasına rağmen CHP nin Müstakil Grup oluşturduğunu; fakat tek parti 
döneminin özelliklerinden dolayı amaçlanan sonuçların alınamadığı belirtilmiştir (Demir, 2010: 66). Ayrıca takrirde savaşın sona ermesi, demokrasiye toplumun 
hazır hale gelmesiyle Millet Meclisinin hükümeti denetlemesi, anayasada yazılı hak ve özgürlüklerin tanınması ve Mecliste birden fazla siyasi partinin olması dile getirilmiştir. Bunların gerçekleştirilebilmesi için de CHP.nin program ve tüzüğünün değişikliğe uğraması şartının getirilmesini öngören takrir (Altaş, 2011: 30), 
Parti.de fırtınalar koparmıştır. Çankaya da İnönü.nün başkanlığında yapılan toplantılarda, takririn reddedilmesi ve imza sahiplerinin grupta hırpalanmalarına 
karar verilmiştir. Daha sonra da aralıksız olarak yedi saat süren bir müzakereden sonra, takrir oya sunulmuştur. İmza sahibi dört milletvekili haricinde, bütün 
milletvekilleri takririn reddi yönünde oy kullanmıştır. Takririn reddinden sonra takrire imza atan vekillerin Parti içindeki durumu kötüleşmiştir (Bayar, 2010: 44-45). 
Ancak takrire imza atan milletvekilleri kısa sürede basının ve halkın çoğunluğunun adeta gözdesi olmuştur. Gittikleri her yerde büyük itibar gören bu milletvekilleri CHP.den ayrılarak yeni bir parti kurmaları halinde halktan büyük bir destek görecekleri hususunda tatmin ve ikna olmuşlardır. Ülkenin genel gidişatı da bu yönde olup, basın da takrir sahiplerine sempatiyle yaklaşmaya, sayfalarında görüşlerine yer vermeye başlamıştır (Taşyürek, 2009: 36). Basından destek gören takrir sahiplerinden Bayarın Basın Kanununda değişiklik yapılması ile ilgili hazırlamış olduğu yasa tasarısını Meclise taşıması, Menderes ve Köprülü.nün yayımlanan makaleleri, CHP yönetiminin takrircilerle ilgili somut bir tavır takınmasına zemin hazırlamıştır. Partinin bilgisi dahilinde olmayan faaliyetlerin, doğrudan parti disiplinini zedeleyici olduğu gerekçesiyle, Menderes ve Köprülü Parti Disiplin Kurulu.na sevk edilmiş ve Parti Grubunun kapalı toplantısında ikisi hakkında ihraç kararı çıkmıştır (Altaş, 2011: 31). 
Bu ihraç kararını Koraltanın ihracı ve Bayarın Parti üyeliğinden ve milletvekilliğinden istifası izlemiştir. Ancak İnönü.nün iktidar partisinin karşısında denetim görevi görecek bir muhalefet partisinin gerekliliğine vurgu yaptığı 1 Kasım 1945 tarihli Meclis açılış konuşması, çok partili hayata geçişte ve DP.nin kuruluş sürecinde son derece etkili olmuştur (Demir, 2010: 84). Bu konuşmanın ardından Bayar ve arkadaşları arasında parti kurma fikri iyice kökleşmiştir. Vatan Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalmanın Amerika.da 1825.te liberal görüş yanlılarının kurdukları Demokrat Partiden ilham alarak, yeni kurulan partinin adının Demokrat Parti olması yönünde bulunduğu teklif Bayar tarafından kabul edilmiştir. Böylece DP.nin siyasal kimliğinin ilk işaretleri belirmeye başlamış olup, DP statükocu CHP.yi çözecek liberalizme yakın bir görünüme sahipti (şeyhanlıoğlu, 2011: 119). İsim bulma sürecinden sonra Bayar, 1 Aralık 1945.te yeni bir parti kurulacağını açıklamıştır. Konuyla ilgili olarak İnönü.nün de desteğinin alınmasıyla Parti.nin altyapısı tamamlanmıştır. 4 Ocak 1946.da 
Partinin adının Demokrat Parti olduğu açıklanmış ve Kuruluş dilekçesinin Refik Koraltan tarafından verilmesinden kısa bir süre sonra da kuruluş izni alınmış, 
Bayar Genel Başkanlığa seçilmiştir (Demir, 2010: 87). 

 CHP yeni kurulan DP.nin SCF.nin 1930.da ve Müstakil Grupun savaş sırasında davrandığı gibi, meşruluğuna fiilen meydan okumadan hükümeti uyanık 
tutacak sembolik bir muhalefet olarak siyasi hayatına devam edeceğini ummuştu. İnönü.nün Bayarı muhalefetin başına geçmeye zorlamasının arkasında da bu temenninin yattığı söylenebilir. Bu nedenle DP ilk başlarda, CHP.yi halktan gelen düşmanca duyguları giderecek ve halk ayaklanmasını engelleyecek bir emniyet vanası olarak görülmüştür. Başlangıçta Demokratlar da bu rolü yerine getirecek gibi görünmüştür. DP.nin programı CHP.nin programından pek farklı değildi. DP de Anayasa gereğince Kemalizm.in altı ilkesini benimsemiş, ancak bu ilkeleri zamanın şartlarına göre yeniden yorumlayacaklarını ifade etmiştir. Başlıca hedeflerinin demokrasiyi geliştirmek olduğunu, halkçılığı ve halkın egemenlini vurgulayan DP (Ahmad, 2011: 128).nin kuruluşu, bu nedenlerle CHP ve Hükümet tarafından iyi bir gelişme olarak görülmüştür. Bu yüzden CHP, DP.nin kuruluş günlerinde Parti kurucularıyla iyi ilişkiler kurma yolunda çaba göstermiştir. Ancak bir süre sonra kamuoyunda DP.nin gerçek bir muhalefet partisi olacağı ve etkin bir muhalefet yürüteceği yönündeki yorumlar yaygınlaştıkça, iyi ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır (Kırkpınar, 2002: 90). DP.nin demokrasi ve özgürlük söylemleri sonrasında çok sayıda kişi Parti.ye kayıt olmuş ve partiyi desteklemiştir. 
DP.nin örgütlenme çabaları da beklenin üzerinde bir seyir izlemiştir. DP.ye halkın gösterdiği yoğun ilgiden ve gösterdiği büyümeden kuşkulanan CHP, yeni stratejiler benimsemeye başlamıştır. Bu bağlamda DP.nin kuruluşundan dört ay sonra, Parti önemli değişikliklere gitmeye karar vermiştir. 1938.de getirilen “Milli Şeflik” ve “Değişmez Genel Başkanlık” sıfatları ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca „ Parti-Devlet. anlayışı, Cumhurbaşkanının Partinin Genel Başkanı olması, valilerin illerde Parti başkanı olması uygulamaları kaldırılarak, bu makamlar süre ve seçim esaslarına bağlanmıştır (Kaştan, 2006: 137-138). 

Parti yapısını bu değişikliklerle demokratikleştirmeye çalışan CHP, güçlenen DP muhalefetine karşı hem belediye hem de genel seçimleri bir yıl öne alarak 
DP.yi hazırlıksız yakalamak gibi bir tercihte bulunmuştur. Ancak CHP.nin DP.yi hazırlıksız yakalama gayretleri, DP kurmaylarınca ihtiyatla karşılanmış ve Nisan 
1946.da yapılacak belediye seçimlerine katılmama kararı alınmıştır (Kırkpınar, 2002: 91). Böylece DP.nin kuruluşunun üstünden dört ay geçmeden ülke önce 
yerel seçimlere, ardından da genel seçimlere sürüklenmiştir. CHP İktidarının seçimleri öne alması iktidar ve muhalefet arasında ilk ciddi tatsızlıkların 
yaşanmasına neden olmuştur (Demir, 2010: 93). 

Demokratlar, kurallar daha demokratik hale getiriline kadar seçimlere katılmayı ve CHP yönetimini meşrulaştırmayı reddetmeye karar verdiler. Bunun 
üzerine CHP Hükümeti bazı yasaları düzeltmek ve Demokratları yarı yolda karşılamak durumunda kalmıştır. Böylece Seçim Yasası, seçmen kurulları 
aracılığıyla iki basamaklı seçimler yerine doğrudan seçimlere izin verecek biçimde değiştirildi; üniversitelere idari özerklik tanındı ve Basın Yasasının 
serbestleştirilmesine karar verildi. Aynı zamanda CHP Hükümeti, yeni yasalar uyarınca seçimlere katılmayı reddetmesi halinde muhalefet partisi olan DP.yi 
kapatma tehdidinde bulunmuştur (Ahmad, 2011: 130). 

 DP.nin katılmadığı belediye seçimlerimden sonra her iki parti de yapılacak olan genel seçimler için, seçim kampanyalarına başlamıştı. Yıllardır muhalefetsiz 
bir seçime alışkın olan İnönü, bu yeni durum karşısında strateji değiştirip seçim meydanlarına inmiş, aktif propaganda ve miting çalışmalarına başlamıştı. DP ise 
ilk önemli girişim olarak, Kurtuluş Savaşının önemli komutanlarından ve uzun yıllar Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan Mareşal Fevzi Çakmak ı parti 
listesinden bağımsız olarak aday göstermiştir. Daha sonra da ülkenin dört bir yanında siyasi çalışmalarını hızlandırmıştır (Kırkpınar, 2002: 94-95). 21 Temmuz 1946 daki Milletvekili Genel Seçimi, kabul edilen 4918 sayılı yasaya göre açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre yürütülmüştür. Ayrıca bu yasaya göre, oyların sayımından sonra seçmen pusulaları yakılarak imha edilmiştir (Taşyürek, 2009: 40). DP.nin örgütlerinin hala zayıf olduğu ve tarafsızlığı seçim başarısı açısından hayati önem arz eden devlet bürokrasisinin CHP.ye göbekten bağlı olduğu 1946 seçimlerini CHP.nin kazanması sürpriz olmamıştır. Seçimlerde CHP 465 sandalyenin 390.ını kazanırken, DP 65, bağımsızlar ise 7 sandalye kazanmıştır. Seçimlerin bir baskı ve korku ortamında gerçekleştirildiği konusunda genel bir oydaşmanın olduğu 1946 seçimlerinin bir sonucu olarak iki parti arasındaki ilişkiler geleceğe dönük olarak zehirlenmiştir (Ahmad, 2011: 131). 
1946 seçimleri ülkede şekilsel demokrasinin şartlarına riayet edilerek yapılsaydı, DP.nin resmen aldığı sonuçlardan daha ileri sonuçlar elde edeceğinden şüphe 
edilmemektedir. Seçimlerde uygulanan 4918 sayılı yasanın yanı sıra, seçim güvenliğinin sağlanamaması da bunda etkilidir. Şöyle ki, seçimlerde bölgenin 
mülki ve idari amirleri CHP.nin dışında oy verecek kesime yönelik ciddi yaptırımlar uygulamış, jandarma baskısını onların üstüne göndermiş, hatta seçimde CHP sandıkları kaçırmıştır (Kahraman, 2007: 3). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

14 Aralık 2018 Cuma

PKK - PYD SURİYEDE BATININDA DESTEGİ İLE DEVLETLEŞİYOR. BÖLÜM 2

PKK - PYD SURİYEDE BATININDA DESTEGİ İLE DEVLETLEŞİYOR. BÖLÜM 2



Yurdagül Şimşek, 
Hikmet Durgun, 
Elif Örnek


Suriye’deki terör ve iç karışıklık devam ederken, ABD destekli grupların başarıya ulaşamayacağı netlik kazandı. ABD'nin ülkeyi üçe bölme planını gündemine alıp almayacağı belirsizliğini korurken, Türkiye’ye rağmen Kürt güçleriyle yakın işbirliği içinde kuzeyde ABD destekli bir yapı kurulması olasılığını uzmanlar ve aktörler Sputnik’e değerlendirdi.

Sergey Lavrov

SPUTNİK.,

Lavrov: Rusya, Türkiye ve İran'ın Üçlü Mekanizması yürürlükte.,
Suriye’yi üç bölgeye ayırma planı 2013 yılında önce Türkiye, hemen ardından İsrail ve ABD tarafından gündeme getirilmişti. Washington’ın tasarrufunda ülkenin kuzeyinde Türkiye ve Irak’taki gruplarla bağlantılı Kürtlerin; sahil şeridinde Suriye hükümetinin; ülkenin doğu ve kuzey kesimlerinde radikal İslamcıların yönetimi alması vardı. Bu plan zamanla daha ‘yumuşak’ bir şekilde ‘Alevi, Sünni ve Kürt bölgeleri’ olarak ifade edilmeye başlandı. Moskova ile yaşadığı krizi geride bırakarak sahada daha fazla ortak hareket etmeye başlayan Ankara, Astana sürecinde Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyulduğuna ilişkin deklarasyonların altına imza attı.

ABD son dönemde Suriye’nin kuzeyindeki Kürt gruplarla işbirliğini Türkiye’nin sert ikazlarına rağmen giderek artırıyor. ABD Başkanı Donald Trump, seçimler öncesinde New York Times’a verdiği demeçte ‘Kürtlerin hayranı’ olduğunu ifade ederek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Kürtleri yan yana getirebileceğini ileri sürmüştü. Ancak Trump’ın Beyaz Saray’daki koltuğa oturmasından bu yana Washington ile Ankara arasındaki açı, Suriye’deki Kürt gruplara yönelik farklı tutumlar nedeniyle daha da artmışa benziyor.

Suriye’de ABD operasyonlarının önemli kara güçlerinden birini oluşturan Kürtleri, bu ortaklığın sonunda bağımsız bir devlet olma ihtimali mi bekliyor? ABD Türkiye’ye rağmen Suriye’nin kuzeyinde bağımsız ya da özerk bir Kürt bölgesi yaratabilir mi?

Rusya'nın Suriye'de hava operasyonu

© SPUTNİK / DMİTRİY VİNOGRADOV
‘Türkiye ve Rusya’nın sürekli koordinasyonu, Suriye’nin geleceği için anahtar’
PEKİN: TÜRKİYE’NİN İKNA KARTI RUSYA, SURİYE VE İRAN
Konuyu Sputnik’e değerlendiren emekli Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin, Türkiye’nin doğru adımları atması durumunda Suriye’nin kuzeyinde bağımsız ya da özerk bir Kürt yönetimi kurulmasının zor olduğunu savundu. Pekin’e göre Türkiye bunun için Suriye, Rusya, İran, hatta Irak’la ortak hareket etmeli:

“Eğer kartlarını iyi oynarsa, Türkiye’ye rağmen o bölgede bağımsız ya da özerk bir Kürt yönetimi oluşturulamaz. ABD’nin planı açık; Suriye’yi bir federasyon haline getirmek ve Kürtleri de bu federasyonun bir parçası yapmak. Rusya da şu anda Afrin bölgesine ateşkesi gözetim adı altında bir birlik yerleştirdi. Onlar da Afrin’i bir bütün olarak Suriye’nin içinde tutmaya çalışıyorlar. Bütün sorun Türkiye’nin Suriye ile işbirliğinde yatıyor. Eğer Türkiye Suriye ile işbirliği yapıp ABD ve Rusya’yla denge politikasını tutturabilirse, Suriye’nin kuzeyinde özerk bir Kürt bölgesi oluşturulması çok zor.”

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu
© AA / ONUR ÇOBAN
Kılıçdaroğlu: Suriye ile işbirliği yapılmalı.,

‘ BU ŞEKİLDE DEVAM EDERSE TÜRKİYE KAYBEDER ’

İsrail ile ABD’nin politikaları ve Kürt güçlerinin sahadaki işbirliğine rağmen, Türkiye’nin özerk ya da bağımsız bir yönetim kurulmasını engelleyecek kadar güçlü bir kartı olup olmadığı sorusunu yanıtlayan Pekin, şunları söyledi:

“Bence güçlü kartı Türkiye’nin; Rusya, Suriye ve İran’la işbirliği var. Türkiye ideolojik körlükten kurtulup da bunları kullanabilirse emin olun  ABD’ye yaptırmaz bunu. En azından kısa vadede yaptırmaz, zaman kazanır. Daha basit, mahalli idarelere verilen özerklik gibi konularla ancak bu işi halledebilirler. Ancak bu şekilde devam ederse Türkiye kaybeder. Türkiye’nin İran, Rusya, Suriye hatta Irak’la işbirliği yapması gerekiyor.”

ÇONKAR: NATO MÜTTEFİKİMİZ ABD’YLE GÖRÜŞ AYRILIĞIMIZ VAR

Sputnik'e değerlendirmede bulunan Türkiye — Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı ve AK Parti İstanbul milletvekili Ahmet Berat Çonkar ise şunları söyledi:
“Bizim NATO içerisinde müttefikimiz olan Amerika ile YPG-PKK ile ilişkileri konusunda bir görüş ayrılığımız var. PKK-YPG-PYD bunların hepsi aynı çatı altında farklı odalar olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan hiçbir NATO üyesi ülkenin kendilerinin de terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgüte böyle bir özerklik, devletleşme tarzı bir şey sağlaması düşünülemez.”


Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi Hüseyin Diriöz.,

© AA / SEFA KARACAN
Büyükelçi Diriöz: Trump'ın Suriye'de güvenli bölge planının detaylarını bilmiyoruz.,

‘TÜRKİYE’NİN TEPKİSİNİ YUMUŞATMAYA ÇALIŞIYORLAR’

ABD’nin, ‘IŞİD’e karşı savaşta YPG’ye ihtiyacımız var’ gerekçesinin, Türkiye’nin tepkisini yumuşatmaya yönelik olduğunu kaydeden Çonkar, şöyle devam etti:

“Amerika’nın başından beri söylediği, ‘Bizim onlara IŞİD ile savaşmak için sahada ihtiyacımız var. Bu yüzden işbirliği yapıyoruz. Onu da SDG adı altında içine başka unsurlarda katarak yapıyoruz’ bir anlamda Türkiye’nin tepkisini yumuşatmaya çalışan söylemler. Yalnız şunu görmek lazım. Biz bin yıldan fazladır bu topraklarda olan ve daha önceden de o toprakları yönetmiş kadim bir ülkeyiz, kadim bir milletiz. Bizim isteğimizin muhalifinde bir terör örgütünün buralarda devletleşmesi mümkün olmaz. Türkiye bunu her şekilde engeller. Bunu ne Amerika ne bir başkası hiç kimse başaramaz. Burası bizim hinterlandımız, bizim sınırımızdır.”

Numan Kurtulmuş.,

© FOTOĞRAF : DHA
'ABD ve Rusya 3-5 bin PYD militanını mı tercih edecek, Türkiye'yi mi?'

‘PYD ETNİK TEMİZLİK YAPIYOR’

Koridor olarak adlandırılan bölgenin Kürt bölgesi olmadığının ifade eden Çonkar, “PKK ve PYD’nin büyük ölçüde Menbiç’e doğru ilerleyerek Türkmenleri, Arapları etnik bir temizlikle arındırdığı ve işgal altına aldığı birtakım yerler var. Ne coğrafya olarak ne sosyolojik olarak Kürt koridoru diye bir şey yok. Fakat Suriye’de yaşayan Kürtlerin oluşacak çözüm sonrasında Suriye içerisindeki yapıda nasıl yer alacakları, ortaya çıkacak yeni yönetimle birlikte anayasal sistem içerisinde bir karara bağlanacaktır” diye konuştu.


Menbiç'te konuşlanan ABD askerlerinin görüntüleri yayınlandı.

© AFP 2018 / DELIL SOULEIMAN

ABD, Menbiç'e 200 asker ve zırhlı araç daha gönderdi.,

‘TÜRKİYE MÜSAADE ETMEYECEK’

Çonkar, Suriye’nin kuzeyinde PYD öncülüğündeki bir girişime  Türkiye’nin, kesinlikle müsaade etmeyeceğini de ekledi:

“Bu Türkiye’yi açıktan tehdit eden, 40 yıldır askerimizi, polisimizi, insanımızı şehit eden, Türkiye’ye çok büyük zararlar veren eli kanlı bir örgüttür. Bu anlamda oradaki Kürtlerle, terör örgütünü ayırt ediyoruz. Terör örgütünü Türkiye’nin düşmanı görüyoruz. Ama orada yaşayan farklı siyasi partilerden, farklı görüşlerden, farklı inançlardan oluşan grupları da Türkiye Suriye’nin içerisinde hak ve özgürlüklerine sahip olarak yer almalarını destekleyecektir. Bu konuda Türkiye çözüm noktasında herkesle işbirliği yapacak durumdadır.”



DSG Güçleri

© AFP 2018 / DELIL SOULEIMAN

DSG: Rakka operasyonunda Türkiye’nin rolü olmamalı.,

SURİYE TÜRKMEN MECLİSİ: ABD, ‘PYD KORİDORU’ OLUŞTURMAYA ÇALIŞIYOR
Suriye’nin kuzeyinde ABD destekli bir Kürt yönetimi olasılığını Sputnik’e değerlendiren Suriye Türkmen Meclisi yetkilisi Abdurrahman Mustafa ise ABD'nin bir PYD koridoru kurmak ve Suriye'yi bölmek istediğini savundu.

“ABD'nin Suriye'de bir Kürdistan devleti kurma amacının olduğunu söylemeyelim” diyen Mustafa, şöyle devam etti: “ABD'nin amacı PYD — PKK işbirliği yaparak orada bir PYD terör örgütü koridoru yapmaktır. Ancak Fırat Kalkanı’yla birlikte bunun yapılmasına bir set çekildi. Türkiye milli güvenliği konusunda diretecektir, bir oluşuma izin vermeyecektir. Türkiye’nin buna engel olması gerekiyor hem kendi milli güvenliği açısından hem Suriye'nin toprak bütünlüğü açısından; hem de o bölgede bir Türkmen varlığı var.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov.,

HOST PHOTO AGENCY
Peskov, Suriye'de özerk Kürt bölgesi kurulmasına ilişkin soruyu yanıtladı.,

‘SURİYE TÜRKMENLERİ, BÖLÜNMEYE KARŞI’

Suriye’nin kuzeyinde Türkmenlerin de yaşadığını belirten Mustafa, ABD’nin baştan beri Suriye’yi bölme amacı güttüğünü ifade etti:

“Azez — Cerablus arası bir Türkmen bölgesidir, Kürt toprağı değildir. Orada yüzde 2 veya 3 civarında Kürt vatandaşlar da olabilir. Amerika baştan beri Suriye'yi bölmeye çalışıyor. Amerika'nın projesi budur. (eski ABD Dışişleri Bakanı John) Kerry, döneminden beri. ABD'nin bu projesi su yüzüne çıkmıştır;  somut bir şekilde Suriye'yi bölmeye çalıştığını görüyoruz.  Ama biz Suriye Türkmenleri olarak karşıyız. Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunması gerekiyor. Ayrıca Suriye'nin yönetim şekline Suriyelilerin karar vermesi gerekiyor, dış güçlerin değil. Nasıl bir yönetim şekli federatif mi yoksa daha değişik bir şey mi buna Suriye halkının karar vermesi lazım.”


Musul'da cephedeki Peşmerge güçleri.,

© SPUTNİK / HİKMET DURGUN,
ENKS: Rojava Peşmergeleri’ni NATO eğitiyor.,

ENKS: ABD, TÜRKİYE’DEN VAZGEÇEMEZ.

Sputnik'e konuşan Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) yöneticisi Enter Nehsan ise Kürtlerin özerklik kazanmasının ABD’nin çıkarlarıyla ilgili olduğunu belirtti. Nehsan şunları söyledi:

“Bu konu ABD’nin çıkarlarına bağlı.  Eğer Amerikalılar isterlerse bir özerklik kurdurabilirler. ABD her şeyden önce çıkarına bakıyor. Fakat ben Türkiye’nin tutumundan dolayı, böyle bir özerkliğin kurulabileceğini sanmıyorum. Çünkü ABD'nin Türkiye ile ilişkileri çok eskilere dayanıyor. Çıkarları vardır. İncirlik üssünü kullanıyor. ABD’nin Türkiye'den vazgeçebileceğini sanmıyorum.”


© SPUTNİK / HİKMET DURGUN.,

ENKS, Suriye’nin kuzeyi için federalizm talebiyle ‘anayasa’ hazırlıyor.
‘KÜRTLER BİRLEŞİK FEDERAL BİR SURİYE İSTİYOR’.,

ABD’nin bağımsız bir Kürdistan yapılanmasını hedeflemediğini savunan Nehsan, Suriye’deki Kürtlerin de böyle bir bağımsızlık talebi olmadığını kaydetti:

“Şimdiye kadar ABD'nin bağımsız bir Kürdistan amacı yoktur. ABD bu konuda şimdiye kadar hiçbir şey söylememiştir. Türkiye yönetimi, Kürtlerin karşısında olmadığını belirterek, ‘biz PKK'ya karşıyız ve YPG ve PKK birdir’ diyor. Hiç kimse Suriye toprağında bir Kürdistan istemiyor. Kürtler dahi istemiyor. Kürtler en çok Suriye'de bir federalizm istiyorlar. Birleşik, federal bir Suriye istiyorlar. Bütün halkların haklarının içerisinde yer aldığı bir Suriye istiyorlar. Suriye'de Çerkesler, Süryaniler de vardır. Kürt haklarının da korunduğu bir Suriye istiyorlar.”

https://tr.sputniknews.com/columnists/201703241027789459-abd-turkiye-suriye-kurt-bolgesi/

***


İstanbul zirvesi ve Suriye’nin Geleceğine Dair İpuçları.,




09 Kasım 2018 Konur Alp Koçak  
Dış Politika Araştırmaları Merkezi Makale


Suriye’nin geleceğine dair istişarelere sahne olan İstanbul’da gerçekleştirilen dörtlü zirve, Suriye’deki iç savasın sonuna yaklaşıldığının ve krizin diplomatik alanda yeni bir boyuta taşınacağının göstergesi oldu. Suriye krizinin çözümü için eş zamanlı yürütülmekte olan Cenevre ve Astana sürecinde aktif olarak yer alan Türkiye’nin dörtlü zirveye ev sahipliği yapmasının, Suriye’nin geleceği açısından Türkiye’nin oynayacağı rolü güçlendireceği kesin. Suriye’de gidişatı etkileme yeteneğine en çok sahip olan Rusya ile Türkiye, zaten Astana sürecinde önemli bir işbirliği ortaya koyuyor. Diğer taraftan Almanya ve Fransa ise, Cenevre sürecinin önde gelen ülkeleri olmanın yanı sıra, Suriye’de çözüme yönelik çalışmak üzere nisan 2018’den bu yana “küçük grup” adı altında bir araya gelen yedi ülkenin de arasında yer alıyor. Dolayısıyla bu dört ülkenin İstanbul’da gerçekleştirdiği zirve, birbirinden bağımsız bu iki yapının ilk kez buluşmasını sağlamış oldu. Böylelikle, Suriye konusunda diplomatik girişimlerde bulunan iki grup arasında eşgüdüm ve iş birliğinin yolu açıldı.

Zirve sonucunda, halen ülkeleri dışında yaşayan Suriyelilerin güvenli bir şekilde ana vatanlarına dönmeleri gerektiğinin belirtilmesi, bunu temin etmek üzere insanî yardımların arttırılma çağrısının yapılması, Suriye meselesinin sadece bu dört ülkenin meselesi olmayıp tüm uluslararası toplumun bir meselesi haline getirilmesi anlamına geliyor. Bu ise Suriye’nin normalleşmesi ve yeniden yapılanması çerçevesinde yükün diğer ülkeler tarafından paylaşılmasının beklendiğini gösteriyor.

Zirvede, Türkiye ile Rusya arasında İdlib konusunda varılan uzlaşmanın içeriğine ve sürdürülebilir olmasına önem atfedilmesi, Suriye konusunda Türkiye’nin elini güçlendirecek nitelikte. Göçmen dalgasından çekindikleri için İdlib’e yönelik askeri operasyonun önüne geçilmesinden memnuniyet duyan Almanya ve Fransa, İstanbul zirvesinde 17 Eylül 2018 tarihli Soçi mutabakatını desteklediklerini yinelemiş oldular. Astana sürecinde varılan mutabakatın ikili değil, çok taraflı bir anlaşmaya dönüşmesini sağlayan zirve bu açıdan büyük önem taşıyor.

Zirveden çıkarılması gereken notlardan biri de dört ülkeden diplomasi vurgusunun yapılması. Bu durum, çatışmalarda sona yaklaşıldığına işaret ediyor. Suriye için yeni bir anayasa hazırlayacak komisyonun bu yıl sonuna kadar kurulmasına yönelik çağrı ise diplomatik çabanın yanı sıra siyasi çözüm için de adım atılacağının bir göstergesi oldu. Zirve bildirisinde “Suriye’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğünün” öngörülmesi, siyasi çözümden ne anlaşıldığına dair ipuçları veriyor.

Zirve, katılımcı dört ülkenin de Suriye’nin üniter yapısının korunmasından yana olduğunu yani PKK/PYD’nin hedefinin aksine Suriye’de konfederatif bir yapıya sıcak bakılmadığını teyit ediyor. Bunun sağlanması için Fırat’ın doğusunun terörden arındırılması gerektiği, bu rolün de Türkiye’ye düştüğü malum. Bir yandan siyasi çözüm ve diplomasi derken diğer yandan Türkiye’nin bir askeri harekâtla Fırat’ın doğusuna girmesi çelişkili gibi görünse de böylesi bir askeri harekât bölgenin normalleşmesi, asli sahiplerinin bölgeye dönebilmesi ve varılacak siyasi çözümün üniter yapıyı temin edebilmesi için şart. Dolayısıyla, zirvedeki katılımcı ülkelerin Türkiye’nin askeri operasyon düzenlemesine engel olmak gibi bir niyetin olmadığı anlaşılıyor. İstanbul zirvesi, bu konuda Türkiye’nin elini güçlendirmişe benziyor.

Zirveden birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Fırat’ın doğusuna operasyon hazırlıkları tamamlandı” şeklindeki demeci ve topçu atışlarının PKK/PYD hedeflerini vurmaya başladığına dair haberler dikkate alınırsa, İstanbul zirvesinde varılan mutabakattan güç alan Türkiye’nin terör tehdidini kaynağında bertaraf etmek üzere yakın bir tarihte kapsamlı bir operasyon düzenleyeceğini öngörmek yanlış olmayacaktır. Fırat’ın doğusunda PKK/PYD’yi destekleyen ABD’nin buna yönelik tavrı, bölgedeki gelişmelerin nasıl şekilleneceğini belirleyecek.

Not: Bu makale ilk olarak 01 Kasım 2018 tarihli Türkgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 


https://www.tasav.org/index.php/istanbul-zirvesi-ve-suriye-nin-gelecegine-dair-ipuclari.html

***


Pentagon: “Suriye’deki Ortağıma Dokunamazsın” diyor.



Konur Alp Koçak  
19 Kasım 2018 
Dış Politika Araştırmaları Merkezi .,



Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki terör yapılanmasını sona erdirmeye yönelik bir harekât başlatacağına dair açıklamaların ve bazı terör unsurlarının top atışıyla vurulmasının ardından, Menbiç yol haritasında belirlenen adımlar atılmaya başlandı. Menbiç mutabakatı çerçevesinde öngörülen ABD-Türkiye ortak devriye faaliyetleri nihayet 1 Kasım’da başladı. Ortak devriyeler, kimilerince Türkiye ile ABD arasındaki ihtilafların azalacağına dair bir umut olarak görülmüşse de, işin aslının öyle olmadığı kısa süre sonra anlaşıldı. Zira ABD’nin YPG ile Türkiye sınırında ortak devriyeye başladığı ortaya çıktı.

Bir yandan PKK’nın önde gelen isimlerine “ödül” koyan, diğer yandan da PKK’nın Suriye kolu ile Türkiye sınırında ortak devriye faaliyeti gerçekleştiren ABD, bekleneceği üzere “çelişkili” ve “ikiyüzlü” davranmakla eleştirildi. Brunson’ın ABD’ye iade edilmesinin ardından görülen bazı iyi niyetli açıklamalar ve yumuşama sinyallerine rağmen, iki ülke arasında Suriye üzerindeki anlaşmazlıkların aynen devam ettiği bir kez daha anlaşıldı.

ABD ile Türkiye’nin Suriye konusunda uzlaştırılması imkânsız değilse de çok güç yaklaşımları söz konusu. Türkiye haklı olarak, bir terör örgütü olan PYD-YPG’nin ABD tarafından destekleniyor olmasını ittifak hukukuna ve dostane ilişkilere aykırı buluyor. Buna rağmen ABD, Türkiye’nin eleştirilerine karşın bu örgütle olan bağlarını koparamadığı gibi her gün biraz daha derinleştiriyor.

Uzlaşmaz tutumların arka planında ne yattığına dair ipuçlarını ABD’nin bazı resmî kurumları tarafından hazırlanan raporlarda görmek mümkün. Örneğin, Pentagon’un Kongre’ye sunulmak üzere hazırladığı 5 Kasım tarihli rapor, kamuoyunda açıkça dile getirilmeyen bazı unsurları da içeriyor. Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı yürütülen Doğal Kararlılık Operasyonu’nun son üç ayını değerlendiren bu rapor, sahadaki mevcut durumu tespit etmenin yanı sıra, ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarının gerekçesini de ortaya koyuyor.

Raporda dikkat çeken hususlardan birisi, Pentagon’un SDG’yi hâlâ “en güvenilir ortak” olarak nitelendirmesi. ABD’nin siyasî ve askerî kanadı arasında bazı söylem farklılıklarının olduğunu da ikrar eden rapor, DAEŞ’in tamamen yok edilmesi hedefinin hâlen geçerli olduğunu ve bu çerçevede SDG’nin ABD tarafından desteklenmesi gerektiğini açıkça ifade ediyor. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiği askerî operasyonların SDG’nin “DAEŞ karşıtı” eylemlerini aksattığına da değinen rapor, ABD’nin SDG’yi kendi hedefleri açısından vazgeçilmez gördüğünü ortaya koyuyor. Hal böyleyken ABD’nin SDG’yi gözden çıkarıp Fırat’ın doğusuna yönelik bir operasyon için Türkiye’ye yeşil ışık yakmasını beklemek gerçekçi değil.

Ayrıca, Menbiç mutabakatı ve yürürlükte olan yol haritasının asıl niyetinin Türkiye açısından kabul edilebilir olmadığını söylemek de mümkün. Çünkü raporda, Menbiç mutabakatının “bir yandan SDG’nin esas silâhlı unsurunu oluşturan YPG ile çalışmaya devam ederken diğer yandan Türkiye’yle ikili ilişkileri geliştirme hedefi” için imzalandığı belirtiliyor. Bir başka deyişle, Menbiç’te ABD’nin Türkiye ile birlikte devriye faaliyeti yürütmesi, hiçbir surette ABD’nin YPG’ye cephe alması anlamına gelmiyor. Aksine söz konusu mutabakat, ABD açısından YPG ile yürütülen iş birliğinin Türkiye tarafından hedef alınmasına engel olmak üzere düşünülmüş bir taktikten ibaret.

Raporun Menbiç mutabakatına dair bu değerlendirmesi ışığında, ABD’nin ne Türkiye’den ne de YPG’den ayrı kalmak istemediği sonucuna varmak yanlış olmaz. YPG’yi korumaya ve desteklemeye devam ederken üç PKK’lı teröristin yakalanmasına “ödül” kararı alan ABD, aslında Türkiye’ye şu mesajı veriyor: “PKK ile mücadeleni kendi sınırların içinde yürütebilirsin ancak Suriye’deki ortağıma dokunamazsın”. Türkiye’nin bu hasmane yaklaşıma nasıl cevap vereceği, Suriye’nin kaderini belirleyen etkenlerden biri olacak.

Not: Bu makale ilk olarak 13 Kasım 2018 tarihli Türkgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 


https://www.tasav.org/index.php/pentagon-suriye-deki-ortagima-dokunamazsin.html


****

PKK - PYD SURİYEDE BATININDA DESTEGİ İLE DEVLETLEŞİYOR. BÖLÜM 1

PKK - PYD SURİYEDE BATININDA DESTEGİ İLE DEVLETLEŞİYOR. BÖLÜM 1



PKK'nın Suriye'deki Kolu PYD, ülkenin kuzeyinde özerklik için düğmeye basıyor. PYD, 19 Temmuz'da özerkliğini ilan ediyor.

PKK'nın Suriye'deki kolu

PYD, ülkenin kuzeyinde özerklik için düğmeye basıyor. PYD, 19 Temmuz'da Özerkliğini ilan ediyor. 
PKK'nın Suriye'deki kolu PYD, Kürt partilerinin desteğini aldı; özerklik ilan ediyor. 3 ay sonra da referandum var. PKK'nın Suriye'deki kolu PYD, ülkenin kuzeyinde özerklik için düğmeye basıyor. 
Bazı Kürt siyasetçilerin de desteğini alan PYD, 19 Temmuz'da özerkliğini ilan ediyor. 3 ay sonra ise Anayasa için referanduma gidecek. Geçtiğimiz günlerde yönetim değişikliğinin yaşandığı KCK kongresinde alınan kararlardan biri de Kuzey Suriye'de devletleşme yolunda ilk adım olan yönetimin belirlenmesiydi. Bu doğrultuda PKK'nın Suriye'deki kolu PYD, 19 Temmuz'da Kuzey Suriye'de özerklik ilan edecek. Suriye'de faaliyet gösteren 10'un üzerinde Kürt partisi var. PYD, hazırladığı, özerklik ilanına dair programı bölgede faaliyet gösteren diğer Kürt partileri ile de görüştü. 

Bazıları destek verirken sürece karşı olanlar da var. Onlardan biri de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani'nin partisi KDP'nin Suriye'deki kolu. PYD ile KDP arasındaki gerilim uzun süredir devam ediyor. Yaşanan anlaşmazlık özerklik tartışmasına da yansımış durumda.



ALTYAPISINI BAYIK HAZIRLADI

Suriye'deki özerklik ilanına dair çalışmaların alt yapısını geçtiğimiz aylarda Kandil'den Suriye'ye geçerek orada bir süre çalışmaları yürüten Cemil Bayık hazırladı. 
Bayık, yaklaşık iki hafta kaldığı Suriye'de gerekli temaslarda bulunarak bazı kadro değişikliklerini geçekleştirdi. Bayık'ın Kandil'e dönmesinin ardından bölgeye yakın zamana kadar PKK'nın silahlı kanadı HPG'nin başındaki isim olan Nurettin Sofi gönderildi. Suriyeli olan Sofi, özerklik çalışmalarını yürütüyor. 
PYD'nin hazırladığı programa göre 19 Temmuz'da özerklik ilan edildikten sonra 3 ay içinde geçici bir yönetim oluşturulacak. 


PYD'nin hazırlayacağı yönetim listesinde yer almaları için bölgedeki çeşitli siyasi partiler, örgütler, inanç grupları, halk temsilcilerinden de isimlerle bir süredir görüşmeler yürütülüyor. Edinilen bilgilere göre özerklik ilanına destek verip çalışmalara katılan gruplar da var, karşı çıkan da. Özerklik ilanından sonra oluşturulacak komiteler tarafından da 3 ay içinde yönetim belirlenecek. Ardından da anayasa ilan edilecek. Anayasanın referandumla belirlenmesi hedefleniyor. 

Bu çalışmalarla birlikte bir meclis de oluşturulacak. PYD'nin özerlik ilanı ile ilgili hedeflerinden biri de bölgedeki bütün Kürt partilerinin katıldığı ve Barzani'nin destek verdiği Kürt Yüksek Konseyi'nin etkisiz kılınması. PYD özerklik ilanından sonra bu oluşumu tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyor. 
Kürt Yüksek Konseyi içerisinde yer alan 10'un üzerindeki partiden kaçının PYD'ye destek vereceği henüz netleşmiş değil. Ancak, PYD her şeye rağmen özerklik ilan edip yönetimi belirleyecek.


Yol Haritasında açıklamışlardı.,

KCK yönetimin yeniden belirlendiği PKK kongresinde belirlenen yol haritasının 8. Maddesinde Suriye'de gerçekleştirilecek faaliyetler şöyle açıklanmıştı:
 "Rojava'da (Kuzey Suriye) üçüncü çizgi olma temelinde şimdiye kadar sürdürülen siyasetin daha da geliştirilerek geçici seçim yönetiminin ilan edilmesi 
ve bunun bir Kürt mahalli idaresini inşa düzeyine ulaştırılması."


***


ABD'den Suriye'nin kuzeyinde kirli plan

The Washington Post (WP) gazetesi, “DEAŞ ile mücadele için buradayız” diyen ABD yönetiminin, DEAŞ tamamen bitse de Suriye’de kalmaya devam 
edeceğini yazdı. Terör örgütü PKK'nın Suriye kolu YPG'yi destekleyen ABD’nin, Suriye’nin kuzeyinde Esad yönetiminden bağımsız bir yerel bir yönetim 
kurma planları yaptığı ifade edildi.

Haberin Giriş Tarihi: 23.11.2017  
Güncelleme Tarihi: 
24.11.2017  01:50


ABD'den Suriye'nin kuzeyinde kirli plan

Terör örgütü DEAŞ'ın İran ve Rusya destekli rejim güçleri tarafından Suriye'de neredeyse bitme noktasına gelmesi, ABD'nin buradaki varlığını tartışılır 
hale getiriyor. ABD'nin Suriye'deki varlığına en büyük gerekçe olarak gösterdiği "DEAŞ'la mücadele" kartı, terör örgütünün yenilmesi durumunda saf dışı kalabilir. Washington Post (WP) gazetesi ise ABD'nin Suriye'deki varlığının DEAŞ'ın yenilmesine rağmen devam edeceğini ancak bunun meşruiyetinin farklı bir zemin üzerine kurulacağını yazdı.

İşte WP'de yer alan o analiz:

SURİYE'DE İÇ SAVAŞ SONRASI SİYASİ YAPILANMA

ABD'nin Suriye'deki 'değişen' misyonunun ele alındığı analizde, Trump yönetiminin bu ülkedeki hedeflerini DEAŞ'la mücadeleden iç savaş sonrası siyasi 
yapılanmaya yönelttiği ancak bu açık uçlu taahhüdün ABD'yi bölgede Suriye ve İran ile karşı karşıya getirebileceği belirtildi. İsimlerinin gizli kalması koşuluyla 
WP'a konuşan ABD'li yetkililer, Amerikalı birliklerin tam da bu noktada Suriye'nin kuzeyinde terör örgütü PKK'nın Suriye uzantısı YPG öncülüğündeki SDG'ye 
destek vereceğini bildirdi. Bu sayede ay sonu yapılması planlanan Cenevre barış görüşmelerinde, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a imtiyaz sağlanmasının 
önüne geçilmesi planlanıyor.

ABD MEDYASI “DEAŞ-PKK/PYD” İTTİFAKINA SESSİZ.,

ABD'DEN SURİYE'DE 'ÖZERK YÖNETİM' PLANI

Analize göre özellikle İran destekli Şii grupların desteğiyle ülkenin yarısından fazlasında kontrolü tekrardan ele alan rejim güçleri, Esad karşıtı muhaliflerle 
mücadelesine de bir yandan güçlü bir şekilde devam ediyor.

Ancak ABD güçlerinin Suriye'den ani bir şekilde çekilmesi, Esad'ın elini güçlendireceği gibi Suriye'nin en yakın müttefiki, ABD'nin ise en büyük düşmanı 
İran'ın güçlenmesi anlamına geliyor. Bunun önüne geçebilmek için, DEAŞ'a karşı mücadelede SDG'yi eğiten ve destekleyen ABD'nin, bu kez İran'a karşı 
mücadelede Suriye'nin kuzeyinde Esad yönetiminden bağımsız bir yerel bir yönetim kurması öngörülüyor.

CENEVRE'DE ESAD'IN ELİ GÜÇLENDİ

Rusya ve İran ise Suriye'de kalmaya devam edeceklerini belirtmişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov geçen hafta yaptığı açıklamada, Rusya ve İran'ın 
ABD'den farklı olarak, "rejimin davetiyle" Suriye'de olduğunun altını çizmişti.


 ‘ABD Komandoları YPG ile yan yana’

ABD'DEN DEAŞ BAHANESİ

Tam da bu noktada, ABD'nin Suriye'de kalmasını destekleyecek bir diğer argümanı devreye giriyor: "DEAŞ henüz bitmedi." WP'a konuşan ABD'li yetkililer, Suriye DEAŞ'tan 'tamamen' temizlenmeden ABD'nin ülkeden çekilemeyeceğini belirtiyor.

Bunun nedeni ise yerel yönetimlerin istikrarından ABD'nin emin olmak istemesi. Zira, iç savaşın merkezi hükümetin zayıflaması üzerine başladığı ve özellikle 
İran'ın bu güç boşluğundan faydalanarak Suriye'de baş aktör haline geldiği neredeyse herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Bunun yeniden tekrarlanmasını istemeyen ABD yönetimi, bu kez Suriye'de İran ile gücünü dengelemek istiyor.

DEAŞ'TAN İRAN İLE MÜCADELEYE...

Geçen hafta gazetecilerin kendisine yönelttiği, "ABD birlikleri ne kadar süre Suriye'de kalacak" sorusunu yanıtlayan ABD Savunma Bakanı Jim Mattis, 
"Esad ve Suriyeli muhalifler arasında siyasi bir uzlaşma sağlanmadan hiçbir yere gitmiyoruz" demişti.

ABD İLE TERÖR ÖRGÜTÜ YPG VE DEAŞ ARASINDAKİ KİRLİ İLİŞKİ.,

Mattis, "Diplomatik çözüm için uygun koşulların sağlandığından emin olacağız. Sadece askeri kısımda savaşıp, işin geri kalanında iyi şanslar deyip 
gitmeyeceğiz" ifadelerini kullanmıştı. Washington merkezli 'Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi'nden Nicholas Heras ise, "ABD'nin Suriye'de askeri birliklerin 
varlığını sürdürme planı, DEAŞ'a karşı mücadele misyonundan daha geniş bir Beyaz Saray stratejisi olan İran'a karşı mücadeleye doğru geçiş olduğunu 
gösteriyor" değerlendirmesinde bulundu.




***

10 Aralık 2018 Pazartesi

VURAL SAVAŞ IN TARİHİ TESPİTLERİ VE FETULLAH TEHLİKESİ BÖLÜM 2


VURAL SAVAŞ IN  TARİHİ TESPİTLERİ VE FETULLAH TEHLİKESİ BÖLÜM 2




Yeri Gelmişken; Bir konuyu açıklamakta yarar görüyoruz: 

Din istismarlarını eleştirirken, İslamiyete yönelecek münafıkları deşifre ederken, samimi müminleri üzecek ve ürkütecek yaklaşım ve yakıştırmalardan 
mutlaka uzak durulması gerektiğini özellikle ve tekrar hatırlatmak istiyoruz. Din hakkında konuşup yazarken o konuyu, tarafsız ve ön yargısız kaynaklardan iyice araştırmadan veya gerçekleri kasıtlı çarpıtan kitapların etkisinde kalarak yapılacak yorumlar, haklı olduğumuz iddialarımıza bile şüphe bakılmasına yol açacaktır. 

Her türlü ırkçılık düşüncesini şiddetle eleştiren, bütün hayatını ve rahatını aziz milletimize ve manevi değerlerimize hizmete vakfeden ve Atatürk tarafından 
takdir edilip resmi görevler verilmek istenen ve eserleriyle gerçek iman ve örnel İslam düşüncesini öğreten ve Şeyh Sait isyanını asla tasvip etmeyen 
ve desteklemeyen Bediüzzaman gibi bir şahsiyet hakkındaki yanlış ve haksız ithamlar da, talebelerini ve eserlerini okuyup bilenleri bizden soğutacak ve 
Fetullah Gülen'lerin ve AKP gibi partilerin tuzağına atacaktır. 

Bediüzzaman Gerçeği 

Ahmet mercan gibi tarafsız bir senaristin çok ciddi bir araştırma sonucu hazırladığı Said Nursi'yle ilgili çizgi film metninde 25 Kasım 2005 Tempo dergisinde yazıldığı gibi, Bediüzzaman Kürtçülük, bölücülük gibi iddialardan tamamen uzak, yüksek ve örnek bir İslam alimidir. 

Artık, dine düşmanlığını; din alimlerine, İslami hizmetlere ve samimi müminlere sataşmak şeklinde ortaya koyuyor" görüntüsü verecek yaklaşımları 
terk etmelidir. Israrla ve tekrarla vurguluyoruz: İslama şaşı bakan ve Müslümanları potansiyel tehlike sayan bir Ulusalcılık. USA cılığa dolaylı hizmetçilikle eş değerdir. 

İşte Ahmet Mercan'ın Bediüzzaman'la ilgili tespitleri: 

   Filmde Beiüzzaman'ın dini kimliğinin yanında, siyasi tavrı da tüm detaylarıyla anlatılıyor. Kürtçülük yada Türkçülük... Milliyetçiliğin her türlüsünü ağır bir 
dille eleştiren Nursi, Kürtlerin kendisinse teklif ettikleri isyanlarda liderlik etme tekliflerini de, kardeş savaşını istemediğini belirterek her seferinde red ediyor. 
Ruslarla yapılan savaşta ise kendi başına kurduğu bir silahlı bölük ile Enver Paşa'ya yardım ediyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan işkal 
sürecinde ise Said Nursi, padişahın ve hatta şeyhülislamın fetvalarına karşı çıkacak kadar vatansever bir portre çiziyor. Filmde, işkal kuvvetlerinin 
Boğaziçi'nde demir atmış olan gemilerini seyrederken yanına gelip, İstanbul yaptığı anlaşmayla silahı bıraktı, tamamen teslim oldu diyen birisine 
Said Nursi Şöyle yanıt veriyor: Şimdi Anadolu'ya destek zamanı. Hem de en tehlikeli cephe olan buradan, İstanbul'dan milleti uyandırmalı...


Bu sözlerini destekleyen bir başka davranışı da, padişah ve şeyhülislamın Anadolu'daki isyanın yanlış olduğunu belirten fetvalarına karşı isyanı destekleyen bir fetva yayımlaması.

Özellikle İsmet İnönü döneminde Bediüzzaman'ın cumhuriyetin yozlaşmasıyla ilgili yaptığı mücadele ortada. Milli Mücadele'ye destek vermiş olsa da; 
cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra yapılan her şeyden memnun kaldığını da söyleyemeyiz elbette. Zaten bunu da kendisi açık açık dile getiriyor. 
Cumhuriyet sonrası dönemde hiçbir zaman şiddete başvurmayı düşünmeyen, tamamen meseleyi ikna yoluyla hal etmeyi planlayan birisiydi. 
Bu tavırlarıyla da bana göre şunu anlatıyor. Siz her şeye karşı muhalif olabilirsiniz. Ancak açık ve yakın bir tehlike unsuru olarak varlığınızı sürdürmemeli siniz. 

İfade özgürlüğünü savunan bir tavırdır bu. Bediüzzaman tüm davalarında yaptığı savunmalarda bu mantığa uygun şeyler söylemiştir. Kibritin varlığı ormanını 
yanacağına delalet değildir. Kibrit taşıyan herkesi de ormanı yakacak diye hapse atamazsınız; der. Bu konuda bizim Atatürk kitabımızın Bediüzzaman ve 
Atatürk bölümünde yeterli ve gerçekli bilgi ve belgeler verilmektedir. 

Fetullah Gülen'le otuz yıl birlikte çalışan ve bütün sırlarına vakıf olan Nurettin Veren, Fetullah Hocanın Şifreleri kitabında şu itiraf ve ifşaaatlarda 
bulunuyor. [1] 

Sanki bir güç Gülen'e yürü dedi ve Gülen yürüdü... 

Neden herkes inandı ona? Neden kapılar açıldı? İzmir'de etrafında oluşan halkalar, onun adını değiştirmişlerdi... 
O artık, Mehdiydi büyük kurtarıcıydı... 
Yayılıyordu vaazları... 
Herkes onu konuşuyordu... 
O mahkemelerde Nurcu olmadığını söylüyordu... 

Farklıydı diğer Nurcu Ağabeyler den... 
Neden farklıydı? Ya da birileri ona farklı olmasını mı söylemişti? Bu sorular, yanıtını belki de birinci adam konuştuğu için buldu... 
Gülen'in en yakınındaki isim anlattığı için Fethullah Gülen hareketinin şifreleri çözüldü. 

Süleyman Demirel'le ilişkileri 

Ben, 80 darbesinden sonra devletle tanışmanın önemli olduğunu düşündüm. 
İyi işler yapıyorduk ama suçlanıyorduk. 
El ilanlarıyla, teröristlerle aynı muameleyi görmek hoş değildi. 
Bizim kapalılığımızdan kaynaklanıyordu bunlar. İhtilalin ardından, Özal'la birlikte, bizi bilen Cumhurbaşkanına bizi anlatmak istedim. Seyahatlerine davet etti bizi. 

Orta Asya'da açılacak olan okullara Özal'ın önemli desteği oldu. O ülke cumhurbaşkanlarına teker teker anlattı cemaati ve O insanlara destek verin. 
Hizmetleri önemli dedi. Beni, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Gürcistan cumhurbaşkanlarına takdim etti. Ve ben, bu ülke parlamentolarında konuşmalar yaptım. Parlamentolarda çekilmiş fotoğraflarım var. 
Türkiye'deki okullar gibi buralarda okullar açmak istediğimizi söyledik ve bize bütün imkânlar seferber edildi. 

Fakat Türkiye'ye geldikten üç gün sonra Özal rahmetli oldu. Bu destekle açılımı yaptık. Vefatından sonra, Hoca efendi bana şöyle bir şey söyledi: 
E, Nuri Efendi, senin de Özal sayesinde bir saltanatın vardı. O da bitti!; Şaşırdım. Ne saltanatım olacak hocam. 
Benim mutluluğum o ülkelerde okulların açılması. Şimdi sen Demirel'le görüşüp onun desteğini almak istiyorsun herhalde, bunu düşünüyorsun dedi. 
Ben bunu bir mesaj gibi, işaret gibi anladım. Aynen durumu Demirel'e anlattım. Bizim Özal'la başlayan bir çalışmamız vardı. Sizin de destek vereceğinizi ümit ediyorum dedim Demirel'e. O da sanki Özal'la yarışıyor gibi.Ne istiyorsanız getirin, destek vereyim dedi. [2] 

Devlet Ricaliyle Görüşmem Gülen'i Rahatsız Etti

- Fethullah Gülenle yollarınız neden ayrıldı? 

Veren: Ben ayırmadım. Fethullah Hoca'nın bana yüzde yüz güvendiğini düşünüyordum. Ama bu parlak görüşmelerden sonra, başarılı çalışmalardan sonra, Fethullah Hoca benden endişe etti. Benim devlet ricaliyle yakın temasım, her an irtibatta olmam, arkadaşlar arasında haset yarattı. 
Neden siyasilerle Nurettin Bey görüşüyor dediler. Bunu normal karşıladım. 
Ekip halinde hareket edelim dedim. Şerif Ali Bey'i, Latif Hoca'yı, İsmail Büyükçelebi'yi, Hüseyin Gülerce'yi, Alaaddin Kaya Bey'i alıp, Demirel ve 
Tansu Hanım'la görüştürdüm. Fotoğrafları da var. Onlara dedim ki, Yurtdışına gittiğim zaman bu arkadaşlar size gelecek. Bu arada, benim ön plana 
çıkmış olmam Hocaefendi'yi rahatsız etmişti, bu isimleri öne çıkarıp beni geriye çekmeyi düşünüyordu. 
Ben de onu büyük olarak görmüş ve bunu doğal karşılamıştım. Elimle bu isimleri Demirel ve Tansu Hanım'a götürdüm, tanıştırdım. 
Severek, inanarak götürdüm. Ama anladım ki, bunlar önceden planlanmış. Benim bu kadar ön plana çıkıp, kendisinin yerine geçeceğimi ya da bu işi 
berbat edeceğimi düşündü. 
Bu yüzden Gülen beni uzaklaştırmayı planlamış. 

Gülen'i 56 Gün Kaçırdım.,

- 80 Darbesinde ne oldu? 

Veren: Fethullah Gülen duvar ilanıyla aranırken, ben 56 gün boyunca, şoförlüğünü yaparak, onu kimsenin bulamayacağı yerlere götürdüm. 
Aranıyordu o zaman. Bütün bunlara rağmen neden böyle yaptı anlamadım. Olanlar oldu. Amerika'ya gitti. Karar aldı ve gitti. 
Burada, istihbarattan bilgi alan insanların getirdikleriyle daha da körüklendi gitme duygusu ve Amerika'ya gitti. 

ABD-Pansilvanya'da içerisinde özel malikhanesi dışında 7 villa daha bulunan 130 dönümlük çiftlikte yaşayan Fetullah Gülen, beni karşısında görünce Nurettin bana suikast için geldi diye bağırmaya başladı: 

Evet. Hiç hayatımda görmediğim şekliyle avazı çıktığı kadar bağırdı. Nurettin suikast yapmaya geldi beni öldürecek! Onu öyle inandırmışlar, 35 yıl aynı 
çatı altında beraber olduğumuzu unutmuş ve beni canavar gibi görüyordu. Ya ilaçların ya da anlatılanların etkisiyle o kadar insanın önünde avazı çıktığı 
kadar bağırıyordu: Senin buraya, beni öldürmeye geldiğini bilmiyorsam ben eşekoğlu eşeğim! Yazıklar olsun Hocam. Ben sana, anamdan babamdan, 
çocuğumdan daha yakınken, bunları nasıl söylersin. Bana bunu söyleyecek insan daha anasından doğmadı. 
Ben bunu kabul etmem dedim. O sırada şömine demirini kaptı ve üzerime öldürmek üzere yürüdü. Etrafındakilere de Öldürün bunu, öldürün bunu diye 
defalarca avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Polis Arif bana yalvarıyor, Ağabey ne olur uzaklaş buradan. Beni tekme tokat, İsmail Büyükçelebi de dahil, o gölgesinden korkan herif, benim 30 yıllık arkadaşım, Büyükçelebi, boğazımı sıktı, tekme tokat dışarı çıkardılar. Necdet Başaran'ın arabasına tekme tokat bindirdiler, şahsi eşyalarımı alamadan döndüm. [3] 

Görüştüğüm gazeteci ve televizyoncular bu gerçekleri yayımlamadı. 

Veren: Uğur Dündar, Oktay Ekşi, Mehmet Ali Bİrand gibi isimlerle görüştüm. Ama ses çıkmadı. Fatih Altaylı Beyin talimatıyla, Kanal D adına Sizinle 
röportaj yapmak istiyorum diyen Kürşat Okutmuş'la 2.5 saat görüştük. Görüşme ana haber stüdyosunda oldu. Bir hafta önce çekimler, Sayın Altaylı'nın 
önüne sunuldu. Yayına koyma cesaretini gösteremediler. 
Gerçekleri sadece duyurmak görevi olan bağımsız medya, tribünlerdeki bir olayı günlerce manşete taşırken, bütün dünyayı ilgilendirecek boyuta ulaşmış, 
ülkenin bütün istikrar ve asayişini riske sokan AKP'yi sarsacak, bu riskli ve çok tehlikeli olayı haber niteliğinde görmedi. 
Olayı örtbas etme yolunu tercih etti. Altaylı'nın sütununda her gün döktürdüğü inciler var. Biz ne zaman adam oluruz" diyor Altaylı. 
Ben de şöyle bir şey yazmasını tavsiye ediyorum: Gazetecilik şov yapmak için değil, tarafsız ve kutsal görev bilinciyle yapıldığı zaman adam oluruz. 
Altaylı'ya tavsiyem budur [4] 

Yahudi ve Hıristiyanlara sığındı! 

Devletin denetiminden de rahatsız oldu. Kendisini uluslararası bir destekle kuvvetlendirmek istiyordu. Üç ihtilal dönemini birlikte yaşadık. 
Bu dönemlerde, altı senelik takip dönemi var. Arananlar listesindeydi. Onda meydana gelen tepki, askerden ve devletten kaçış şeklinde oldu. 
Bunun için de, Alaaddin Kaya vasıtasıyla Vatikan'la temas kuruldu. Ama ben bunların içinde yoktum, dışlandıktan sonra öğrendim. 
Sadece, Vatikan'a gitmeden önce, Bartholomeos. Marovitch'in, Mutafya'nın, David Osea'nın, dini kıyafetleriyle Altunizade'ye geldiklerini, arkadaki 
Kış Bahçesi"nde bir toplantı yaptıklarını gördüm. İlk kez. Dini liderler oradaydı. İçeri girdiğimde, hepsine tek tek süslü sandıklarla hediye verildi. 
İlk defa gördüm ve şaşırdım. Hatıra fotoğrafı çektirdiler. Ayaktaydılar, Hocaefendi beni fotoğraf karesine girmem için çağırdı. 
Ben istemedim. Bu görüşmeden az sonra Alaaddin Kaya Bey'in organizasyonuyla, Vatikan'a gittiğini duydum. O güne kadar benimle hareket eden Gülen, Vatikan konusunda beni yanına almadı. [5 

Fethullah'ın Soros Bağlantılı Zaman Ekibi 

Cemaati yakından tanıyan isimler, üç ismin önemine dikkat çekiyordu. Fethullah Gülen cemaatinin en önemli yayın organları olan Zaman gazetesi ve 
Samanyolu (STV) televizyonunu bugünkü haline bir üçlü getirdi. Bunlar Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Yayın Danışmanı 
Eyüp Can ve STV Ankara Haber Müdürü Haluk Örgün... Üçü de Amerikan ekolünü temsil ediyorlar.

Hatta Zaman Grubu içinde bu üçlü. ABD'li George Soros'un darbeleri teşvik etmesiyle ünlü Vakfı'nın, Balkanlar ve Türkiye Halkla İlişkiler Dairesi'nin 
etkin isimleri olarak anılıyor. Üçlü, Zaman Grubu dışında da Soros'un Türkiye ekib olarak mimlenmiş durumda! 

Soros destekli bu isimlerden Eyüp Can, Doğan Medya Grubu'na dokuz ay önce Genel Yayın Yönetmeni olarak transfer oldu. 

Haluk Örgün de TMSF'nin kontrolündeki Star Grubu'nun başına getirildi. Örgün'ün, bizzat Fethullah Gülen'in Başbakan Tayyip Erdoğan'dan talepte 
bulunmasıyla bu göreve getirildiği yoğun olarak konuşuluyor. Örgün'ün kayınpederi, cemaatin önemli isimlerinden Ali Bayram. 
Ekrem Dumanlı ise Zaman'daki görevini sürdürüyor. 
Dumanlı yeni yayın döneminde 60 milyon dolarlık reklam taahhüdünde" bulundu. Bu reklamların 12 milyon dolarlık kısmının da Koç Holding'ten 
geldiği belirtiliyor. Koç'un son dönemlerdeki Zaman Grubu'nda artış gösteren reklamlarının da Dumanlı'nın çabalarından kaynaklandığı kaydediliyor. 
Dumanlı'nın da bir özelliği Örgün'le benzeşiyor: Evlendiği eşi, cemaatin önde gelen kuruluşlarından AKER in sahibinin kızı. [6] 

Fetullah Gülen'in milyar dolarlık malvarlığı 

ABD'deki Çiftlik Yeğeninin Değil

Milliyet yazarı Mehmet Gündem, 8 Ocak 2005'te Fethullah Gülen röportajlarına şu sunuşla başladı:Pensilvanya'nın soğukları New York'u aratıyor. 
Bulunduğumuz bölge dağ ve ormanlarıyla meşhur, evlerin çoğu iki, üç kat Fethullah Gülen burada yeğenlerinin evinde kalıyor. Kendine ait bir evi yok. 
Nurettin Veren, bu sözlerin doğru olmadığını söyledi: 

İlk çıkan Milliyet röportajında kendine yakışmaya:; bir tarzda, Amerika'da bulunmasını, önce hastalık, sonra Hicret mülahazası bahanesi gibi kendinin 
de inanmadığı bir beyanla açıkladı. New York Pensilvanya'da 137 dönüm çiftlik içerisinde, yedi villa ve beraberinde yaşayan 100'den fazla insanla yaşadığı ortamı, 

Yeğenimin evinde kalıyorum yalanıyla açıkladı. Bu yalanın arkasına saklanma mecburiyetinde kalmamalıydı. 

Ben kendisini, ailesini, yeğenlerini, köyünü, hayatının bütün safhalarını en iyi bilen kişiyim. Değil yeğeninin, ailesinin hiçbir ferdinin Türkiye'de aldıkları bir 
evi olmadığı halde, hangi kaynakla hangi yeğeni bu çiftliği aldı? Açıklasın! Benim bildiğim ve hatırladığım, 90 öncesi halktan toplanan himmet ve talebe bursu adı altında her vilayetten, her ay, kayıtsız ve makbuzsuz olarak toplanan paraların yüzde 15'i 'Kutsal Hoca'nın hakkı olarak' örtülü ödenek tahsisiyle kendisine bölge imamları aracılığıyla gidiyordu. Çiftlik böyle alındı. 1990 öncesi yıllarda, Hollanda'da bulunan Necdet Başaran, Amerika'da Altın Nesil Vakfı diye bildiğim bir vakıf için, yer almaya ve Amerika'da yer bulmaya gönderilmişti. 20 yıl Hollanda'da kalan, tek kelime Hollanda dilini bilmeyen bu arkadaş Amerika'ya gidip, nasıl bu çiftliği almıştır? Kimin üzerine almıştır? Sorulması lazım. 

Necdet Başaran şu anda Amerika'da Gülen'in yanındadır. [7] 

[1] Bak: Aytunç Erkin Kaynak Yayınları Mart 2005 İST. 
[2] Sh: 29 

VURAL SAVAŞ'IN TARİHİ TESPİTLERİ VE FETULLAH TEHLİKESİ - ŞUBAT 2006 - Milli Çözüm Dergisi 

Yazar Ufuk EFE 

24 Kasım 2006 
[3] Sh: 35 
[4] Sh. 45 
[5] Sh: 65 
[6] Sh: 76-77 
[7] Sh: 87 
13 / 13

***

VURAL SAVAŞ IN TARİHİ TESPİTLERİ VE FETULLAH TEHLİKESİ BÖLÜM 1

VURAL SAVAŞ IN  TARİHİ TESPİTLERİ VE FETULLAH TEHLİKESİ BÖLÜM 1 



ŞUBAT 2006 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ufuk EFE 

24 Kasım 2006 



Onursal Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş Milli Çözüm Dergimizden yaptığı alıntılar yüzünden Fetullah Gülen Avukatları tarafından hakkında suç duyurusunda bulunulması nedeniyle gönderdiği yazılı ifadesinde: Fetullahcılık sorunu, ülkenin konumu ve yargının durumuyla ilgili, çok ciddi yorumlarda ve cesaretli uyarılarda bulunmuştur. ;

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kanalıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına AKP'nin tek başına iktidara geldiği günden beri, yargının bağımsız olmadığı 
ülkemizde kritik bazı görevlere yapılan atamalarla, Bazı cumhuriyet başsavcılıkları ve mahkemelerin, Cumhuriyetimize düşman kişi ve kurumların koruyucu kalkanı haline getirildiği; Cumhuriyetimize sahip çıkan kişilere karşı da, yaptırılan yersiz suçlamalarla yıldırma aracı olarak kullanıldığı; yolunda, kamuoyunda giderek yaygınlaşan inanç, Fethullah GÜLEN'i de etkilemiş olacak ki, avukatı aracılığı ile hakkımda suç duyurusunda bulunma cesaretini kendinde bulabilmiştir. 

1- 2 Ekim 2005 tarihli Aydınlık Dergisi'nde Fethullah GÜLEN, Soros'la İşbirliği mi Yapıyor? başlıklı yazımda, suç unsuru olarak gösterilen cümlelerin bir teki 
dahi bana ait değildir. Bu cümleler, söz konusu yazımda da vurguladığım gibi, Necmettin ERBAKAN'a yakın bir yayın organı olan Milli Çözüm Dergisi'nin 
Eylül/2005 sayısında Osman ERAYDIN ve İsmet SEZGİN imzasıyla yazılan ve çok ciddi bir araştırma ürünü olan yazılarda kullanılan cümlelerdir. 

Hal böyle iken, bu suç duyurusu niçin yapılmıştır? Nedenini bizzat Fethullah GÜLEN, Müdafaa-i Hukuk Gazetesi'nin 19 Mayıs 2000 tarihli sayısında çözümü 
yayınlanan ve kasetle belgelenen talimatında açıklığa kavuşturuyor: 

2- İcabında mahkemelerin altını üstüne getireceksin, avucuna alacaksın; arkadaşlara diyorum ki, sen bin vereceksin, geriye belki biri dönecek. 
Bu dershanelerde müsait, destekleriz. 
Bir milyar vereceksiniz, 10 milyonluk tazminat davası alacaksınız. Yani önemli olan mahkûm ettirmektir. Avukat tutacaksınız, hakim kiralayacaksınız...

Fethullah GÜLEN'in, CIA ve Soros'la ilişkilerini vurgulayan, Osman ERAYDIN ve İsmet SEZGİN tarafından yazılan yazıları derhal gündeme getirmemin 
çeşitli nedenleri var: 

a) Soros, özellikle son bir yıl içinde içimizdeki işbirlikçileri kullanarak, ülkemizi içten çökertmek ve gerektiğinde karışıklıklar çıkartmaya elverişli ortamı 
yaratma çabalarına hız vermişti. 
Kamuoyunu uyarmak ve görevlileri harekete geçirmek amacıyla, Aydınlık Dergisi ve Yeniçağ Gazetesi'nde yayınlanan makalelerimi birbiri ardına yazmaya 
başladım. (Fotokopileri ilişiktedir.) 
Osman ERAYDIN ve İsmet SEZGİN'in makaleleri iddialarıma yeni unsurlar ekleyici görevinin bilincinde ve sıfatına layık Cumhuriyet Başsavcılarını, 
cesaretleri de varsa Fethullah GÜLEN hakkında derhal soruşturma yapmaya başlamasını gerektirecek nitelikte idi. 

Dikkat edilecek olursa, diğer makalelerimde olduğu gibi, kesin bir kanaat izhar etmedim; Osman ERAYDIN ve İsmet SEZGİN'in vahim ve mutlaka 
soruşturulması gereken iddiaları karşısında Fethullah GÜLEN Soros'la İşbirliği mi Yapıyor? sorusunu sormakla yetindim. 

Soruşturma yapmakla görevli olanları göreve davet niteliğindeki bir soruyu, tüm yaşantısını yargıya ve memleketine hizmet etmeye adadığı herkesçe 
bilinen bir emekli savcıya karşı suç unsuru haline getirmeye çalışanların iyi niyetinden, vatanseverliğinden kuşku duymamak mümkün mü? 

b) Hakkında soruşturma yapılması şöyle dursun; suç isnadında bulunulması bile olanaksız hale getirilmeye çalışılan Fethullah GÜLEN'İN gerçek kişiliğini, 
yapmak istediklerini, sinsi çalışma metotlarını çok iyi bildiğim için, Osman ERAYDIN ve İsmet SEZGİN'İN yazdıklarını ciddiye aldım ve gündeme getirmek 
gereğini duydum. 

Bu konuda ilhan SELÇUK'UN değerlendirmeleri şöyle: 

...Hizbullah Türkiye'yi Cezayir'e çevirme tasarımının silahlı örgütü olarak tehlikelidir. 

Fethullah GÜLEN'in örgütü ise, devleti içinden ele geçirmek planlamasını uzun yıllardan beri sinsi sinsi yürüttüğü için tehlikelidir. 

Üniversitelerde öğretim üyeleri arasında örgütlendiği için tehlikelidir. 
Ortaöğretimde açtığı okullarda eğitim alanında uzun vadeli ve sabırlı bir hazırlığı geliştirdiği için tehlikelidir. 

Askeri okullara sızmak ve polisi içinden fethetmek amacıyla uzun yıllardan beri alttan alta çalıştığı için tehlikelidir!.. 

...Bir siyasi partiye dayanmadığı halde siyasal partiden bile daha etkili propaganda yapma olanaklarına sahip olduğu için tehlikelidir. 

Takiyye silahını her türlü İslamcıdan daha ustalıkla kullanabildiği için tehlikelidir. 

Medyada gazete ve televizyon olarak etkin araçlar kullanmasını bildiği için tehlikelidir. 

Amerika'da, Balkanlar'da, Orta Asya'da kişi ve kurum olarak güçlü yandaşları olduğu için tehlikelidir. 

...Sırtını dünyanın egemen gücü Amerika'ya dayamak stratejisini ustalıkla uyguladığı için tehlikelidir...) 

Orgeneral Hüseyin KIVRIKOĞLU'nun Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütürken 

Fethullah GÜLEN'İN devletimizin altını oymayı planladığını belirtmesi, ABD Dışişlerince yayımlanan 2001 yılı insan Hakları Raporu'na dahi yansımıştır. 
Emniyet teşkilatımızda çok önemli görevlerde bulunmuş olan Osman Ak'ın değerlendirmesi ise şöyle: 

Fethullah GÜLEN örgütü silaha gerek duymamaktadır. Çünkü silahlı yanını polis içindeki örgütlenme oluşturmaktadır.
Bu kanaatlerin doğruluğunu belgeleyen MİT, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma İstihbarat ve Emniyet teşkilatımızın müfettiş raporları, yargı kararları, Ankara Emniyet Müdürü Cevdet SARAL'IN Emniyet Genel Müdürlüğü'ne yaptığı suç duyurusu niteliğindeki 12 Nisan 1999 tarihli yazısı, diğer belge ve ifadelerin bir kısmı, çeşitli kitap ve dergilerde kayıtlıdır. 

3- Osman ERAYDIN ve ismet SEZGİN'İN yazdıklarını ciddiye alıp gerekli soruşturma başlatmak için, bu belgelere bile gerek yok aslında... 
Fethullah GÜLEN'İN yıllardır basına, kitaplara, televizyon ekranlarına yansımış kendi beyanları bile yeterli... 

İşte Fetullah Gülen'in gerçek ayarını ortaya koyan kendi yorum ve itirafları 

4- Anglo-Sakson ve Galler ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem de çok şiddetle ihtiyaç vardır... 
Aslında buna mecburuz  Amerikan şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. 
Amerika, bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır  Amerika, daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. 
Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek, şurada burada bir iş yapılmaya kalkışılmamalıdır  Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. 

Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar, dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız 
sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz, Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Şurada bulunmamıza izin veriyorlarsa, bu bizim için avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir diyen; Papa VI. Paul'un talimatıyla kurulan 'Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası'nın 1973 yılında sekreterliği 
görevine getirilen Pietro Rossano'nun "Dinler Arası Diyalog, kilisenin İncili yayma amaçlı misyonunun içinde yer alır, aynı kuruluşun 1984 yılından 
beri başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze'nin Dinler arası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmelidir, yeni Papa'nın Dinler arası 
diyalog, kilisenin insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır dedikleri bilinmesine rağmen, Papa'ya sunduğu mektupta Dinler arası 
diyalog için Papalık Konseyi/PCID misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz... 
En mütevazi yardımlarımızı sunmak için geldik diyebilen, 8 Şubat 1998 Pazar günü Papa'yla buluşmak için Vatikan'a hareketinden önce yaptığı 
açıklamada Birkaç ay önce Abramowitz cenaplarının yardımıyla bu buluşma gerçekleşti diyen Fetullah GÜLEN hakkında, Osman ERAYDIN ve 
İsmet SEZGİN gibi dini bütün ve vatansever insanların suç duyurusu niteliğindeki yazıları ve bu yazıya dikkati çekmeye çalışma mı suç oluşturur; 
yoksa adı geçen yazarların Fethullah GÜLEN'İN CIA ve Soros'la işbirliği yaptığına dair iddiaları hakkında soruşturma açıp gereğini yapmamak mı suç oluşturur?.. 
Günü geldiğinde, yetkili kişi ve kuruluşların bu hususu değerlendirmeye alacağına içtenlikle inanıyorum. 

28 12 2005 
Saygılarımla Vural SAVAŞ   

Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***