26 Eylül 2019 Perşembe

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 3

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 3 




Davutoğlu’nun Dış Politika Vizyonu

Davutoğlu’nun dış politika vizyonu “Stratejik Derinlik” konsepti etrafında şekillenmektedir. Davutoğlu’na göre konsept üç temel boyuta sahiptir. Birinci boyut iç politika ve Türkiye siyaseti ile ilgilidir. Davutoğlu’nun vizyonu iç politikada istikrar, güvenlik ve demokrasinin bir arada olmasını öngörmektedir. Buna göre, güvenlik ve demokrasi bir diğeri için feda edilmemesi gereken kavramlardır. 
Bu kavramların bir arada bulunmaları için siyasi istikrar olmazsa olmaz bir koşul olarak göze çarpmaktadır. 2002 yılından bu yana ülkede tek parti yönetiminin olması bir anlamda bu koşulu sağlayan bir durumdur. Diğer taraftan, toplumsal barış, devlet ve toplum arasında güven tesisi ve güçlü bir ekonomi ihtiyaç duyulan diğer durumlardır. 

Tam bu noktada ikinci boyut olan mücavir bölgelerle bütünleşme devreye girmektedir. İçeride sorunlarını çözerek özgüven sağlayan Türkiye, ancak bölgesel ölçekte etkili hale gelebilir. “Stratejik Derinlik” vizyonu bir anlamda tarih ve coğrafyanın anlamını yeniden yorumlayarak mücavir bölgelerle ilişkileri geliştirmenin önündeki en büyük engel olan psikolojik bariyerleri ortadan kaldırmaktadır. 
Bu bariyerleri kaldırmanın ötesinde bölgede acı hatıralarla şekillenen tarihi hafızayı pozitif anlatılarla şekillendirmeye çalışmaktadır. 
“Stratejik Derinlik”in ufkuyla Ortadoğu’dan Balkanlar’a karşılıklı işbirliği ve güven üzerinden kurulu yeni bir algı ortaya çıkmaktadır. 
Son boyut ise mücavir bölgelerle bütünleşmiş Türkiye’nin küresel ölçekte tesir icra edecek hale gelmesidir. 
Bu alanda ise Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği, G-20 üyeliği ve Medeniyetler İttifakı gibi girişimleri göze çarpmaktadır.16

Türkiye, demokratik reform süreci ve gelişen ekonomisinin sağladığı imkânlar sayesinde bölgede barışı destekleyen bir güç haline gelebilmiştir. Davutoğlu’nun dış politikada belirleyici bir konuma gelmesinden önceki dönemde, Türkiye’de güvenlik büyük ölçüde bir iç politika sorunu olarak değerlendirilmekteydi. Dış politika iç politikanın uzantısı olarak görülüyordu. Bu tutum, iç sorunların dışsallaştırılması ve Türkiye’nin sınırları ötesinde içeride yaşanan sıkıntılara kaynak teşkil edecek düşmanlar aranması eğilimiyle pekişiyordu. 
Bazı durumlarda dış etmenler gerçekten de iç sorunların doğmasına etki etmekteydi. Ancak siyasetçiler bu etmenleri abartarak ya da kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönlendirerek güçlü konumlarını muhafaza ediyorlardı. Davutoğlu, dış politikasını Türkiye’nin komşularını dışlayan tutumunu sona erdirecek yeni bir coğrafi tahayyüle dayandırdı. Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun önemli unsurlarından biri, özellikle Orta Doğu’ya yönelik olumsuz kanıları ve ön yargıları geçmişte bırakmaktı. Bu tutumun sonucu olarak, Türkiye 
dış politikasını iç politikasından ayırmayı başardı.17 

Davutoğlu’nun dış politika vizyonu sayesinde, Türkiye’deki siyasetçilerin ezberi bozulmuş ve zihinlerinde bölgedeki ülkelere ilişkin geçmişten farklı varsayımların canlanması sağlanmıştır. O halde temel soru, Türkiye’nin dış politika seçimlerini şekillendiren bu düşünce değişikliğinin temelinde ne yattığıdır. Davutoğlu’nun yeni dış politika vizyonu, Türkiye’nin sınırdaş olduğu bölgeler ve uluslararası 
ilişkileri bağlamındaki rolünün, yani “stratejik derinliğinin”, siyasetçilerin zihinlerinde var olan vatan/yurt sınırlarının dışında yeniden tanımlanmasını sağlamıştır. Bu yeni vizyonla birlikte, Türkiye’nin komşuları ile kurduğu ilişkilerin fiziksel sınırları ortadan kalkmıştır. 

Bölgeye yönelik politikaları oluştururken ulusal çıkarların tehdit altında olduğu algısı ile hareket etmenin yarattığı sıkıntı ortadan kalkınca ‘sınır çizme ve ötekileştirme’18 arasındaki ilişki de anlamını yitirmiştir. 

Davutoğlu’nun vizyonu Türkiye’nin ulusal güvenlik kültürünü ve jeopolitik dengelere yönelik hâkim anlayışı derinden etkileyecek ve böylelikle siyasetçilerin ufukları genişleyecek ve dış politikada yeni tutumlar geliştirilecektir. Değişim, ulusal düzlemdeki dönüşümü genel olarak değerlendiren ve dönüşümün siyasi, ekonomik ve kültürel öğelerinin her birinin dış politikayla kuracağı ikili ilişkileri içeren çok taraflı bir çerçeveyle ifade edilebilir. Örneğin daha güvenli bir ulusal ortam ile özgüveni yüksek bir dış politika anlayışı yapıcı bir ikili ilişki kurabilecektir. Bu süreç, ulusal güvenlik anlayışının oluşturulma yöntemini yeniden tanımlayacak ve dış politika yapma sürecine yeni etmenler ekleyecektir. Kirişçi’nin söylediği gibi, Türkiye’deki siyasetçilere göre, “siyasi gelişme, ekonomik kabiliyet, toplumsal dinamizm ve yurtiçinde İslam ile demokrasiyi aynı anda yaşatabilme yeteneği”19 
Türkiye’yi komşu bölgelerinde ve Afrika ve Asya’daki uzak bölgelerde faal ve etkin politikalar geliştirebilecek ve uygulayabilecek bir güç haline getirmiştir. 

Davutoğlu, Türkiye’nin komşu bölgelerinin dışında daha geniş bir coğrafyada güvenlik, istikrar ve refaha katkıda bulunmayı vaat ettiğini söylemektedir. Örneğin, Türkiye’nin Afrika kıtasına yönelik geliştirdiği yardım politikalarına ilişkin olarak şunları belirtmektedir: 

“Afrika’yı ihmal eden bir ülkenin uluslararası alanda önemli bir konumda olması imkânsızdır”.20 Türkiye’nin bu bölgelere yönelik ilgisi iç politikasını rayına oturtması, uluslararası ilişkilerinde özgüvenini yükseltmesi, evrensel bir dış politika vizyonu geliştirmesi ve dünya politikalarında liderlik hedefini belirlemesini takiben filizlenmiştir. 

Ahmet Davutoğlu’nun da vurguladığı gibi:

Coğrafi açıdan Türkiye çok ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Afro-Avrasya bölgesinin ortasında yer alan Türkiye, tek bir kimliğe indirgenemeyeceğinden birçok bölgesel kimliğin bir araya geldiği bir merkez ülke olarak tanımlanabilir. Rusya, Almanya, İran ve Mısır gibi Türkiye de gerek coğrafi açıdan gerekse kültürel açıdan salt bir bölgeyle ilişkilendirilemez. Türkiye’nin bölgesel çeşitliliği ona pek çok bölge arasında manevra kabiliyeti sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye komşu bölgelerinde bir nüfuz sahasına sahiptir.21 

Stratejik Derinlik22 adlı eserinde Davutoğlu’nun ustaca ortaya koyduğu gibi, her ne kadar Türkiye’nin diğer ülkelerle arasındaki mesafe aynı kalsa da, Türkiye’nin komşu bölgeleri ile arasındaki tarihi ve kültürel bağların farkına varılması sayesinde, bu coğrafyadaki ülkelerle ilgili yeni algılama biçimleri gelişmekte ve yeni bir coğrafi tahayyül oluşmaktadır. Bu coğrafyadaki ülkelerle geçmişte iletişimi zorlaştıran mesafe ve diğer engeller artık siyasetçiler ve halk nezdinde geçerliliğini yitirmiştir. Bu süreçte, komşu bölge ülkelerinin Türkiye’ye ‘yakınlığı’ yeniden keşfedilmiş ve komşuluk ilişkilerinin yitirilmesinden önceki dönemdeki olumlu iletişim hatırlanarak, ortak kültür ve medeniyet mirası ortaya çıkarılarak ve ortaklık olasılıkları araştırılarak bu ülkelerin Türkiye’nin kendilerine yakınlaşmasına ne denli ‘açık’ oldukları görülmüştür. Davutoğlu’nun ‘sıfır sorun’ politikası adını verdiği, Türkiye’nin komşularına yönelik yeni politikası 
komşuları ile sorunlarını mümkün olduğunca azaltmayı hedeflemektedir.23

Dışişleri Bakanlığı çevrelerinin söylemlerinde Asya ve Afrika’nın anlamlarının değişmiş olması, güç ile coğrafya arasındaki dinamik ilişkinin göstergesidir. Türkiye daha geniş bir coğrafyanın içinde ve yeni bölgelerin bir parçası olacak şekilde kendini yeniden konumlandırma sürecine girmiştir. Türkiye’nin dışişleri ve güvenlik elitleri ve hükümet yetkilileri de Davutoğlu’nun vizyonunun sağlamasını yapmışlardır. Başbakan Tayyip Erdoğan, Davutoğlu’nun stratejik derinlik söylemine referans vererek “İstanbul yalnızca kıtaların birleştiği bir merkez değil, aynı zamanda medeniyetlerin buluşması ve sentezinin bir sembolüdür”24 demiştir. 
Erdoğan, İstanbul’u geniş bir coğrafyanın merkezine oturtarak Türkiye’nin coğrafi ve kültürel mirasını daha kapsamlı bir bölgesel çerçevede anlamlı kılmıştır. 
Davutoğlu’na göre ayrıca,Türkiye’nin Şili’den Endonezya’ya, Afrika’dan Orta Asya’ya ve AB’den İslam Konferansı Teşkilatına kadar uzanan geniş bir coğrafyada kurduğu ilişkiler, bütüncül bir dış politika yaklaşımının parçası olacaktır. Bu girişimleri sayesinde 2023’te yüzüncü yılına yaklaşırken Türkiye 
Cumhuriyeti küresel bir aktör olmaya daha yaklaşacaktır.25

Bu zihniyet sayesinde Türkiye, Afrika’dan Uzak Doğu’ya ve ötesinde uzanan coğrafyada etkin bir oyuncu haline gelme yolundadır.

Davutoğlu’nun yeni dış politika vizyonunu eleştirenler, genelde kendisinin Yeni Osmanlıcılık (Neo-Ottomanism) akımını takip ettiğini ve dolayısıyla eskiden Osmanlı İmparatorluğu’na ait topraklara yönelik dış politika faaliyetlerini geliştirdiğini öne sürmektedirler. 
Aslında Davutoğlu’nun önermeleri eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın dönemindeki dış politikalar ve AK Parti’nin takip ettiği hükümetin AB üyeliğine doğru attığı cesur adımlarla aynı çizgide devam etmektedir. Dış politikadaki bu eğilimleri daha da öteye taşıyarak Davutoğlu, aslında daha kapsamlı bir dış politika yaklaşımı oluşturmuş ve Türkiye’nin ulus-devlet sonrası dönemde küreselleşmenin meydana getirdiği sorunlarla mücadele edebileceği siyasa araçları geliştirmiştir. Davutoğlu’nun ulusal egemenliği gözetmek kaydıyla, 
sınırları uygulamada (de facto) anlamsız hale getirmeye yönelik yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğunun arka bahçesi sayılabilecek coğrafyaya dönmeyi gerektiren jeo-politik zorunluluklar doğurmaktadır. 

İbrahim Kalın’a göre, “Türkiye’nin çağdaşlık ötesine geçişi (post-modernity) Osmanlı İmparatorluğu tarihinde gömülüdür”.26 Ne Osmanlı tarihini hiçe sayan ne de Türkiye tarihini Osmanlı dönemine indirgeyen Davutoğlu’nun komşu ülkelerle ortak tarihi ve kültürel bağlantıları vurgulaması, Türkiye’nin sınırlarındaki bölgelerle ilişkilerini kolaylaştırmıştır. Örneğin, Stratejik Derinlik’te Kudüs sorununa dair bölümde “bölgedeki hiç bir siyasi sorun Osmanlı arşivleri olmadan çözülemez”27 diyerek Osmanlı tarihini, Türkiye’nin Orta Doğu’daki barış sürecinde merkezi bir görev üstlenmesi için uygulamaya koymayı tasarlamıştır. Kemal Kirişçi, Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun ekonomik açıdan devletlerin birbirlerine dayanmak durumunda olduklarını önemle vurgulaması nedeniyle gerçekçi olduğu kanısındadır.28 Bu bağlamda Davutoğlu’nun jeo-politik tahayyülünün arkasındaki amacının öncelikle Yeni-Osmanlıcılık olduğunu savunmak yanlış olacaktır.

Türkiye’nin komşu bölgeleriyle ilgili dış politikası, onun komşularına nazaran üstün bir konumda olmasını öngörmemekle beraber, bölgedeki dinamiklere dayanan bir barış ve güvenlik ortamı yaratmaya yönelik kapsayıcı bir yaklaşımı içermektedir. Bu yaklaşımı benimseyen Türkiye’deki dış politika eliti, komşu bölgelerde barış girişimlerinde bulunacak özgüveni ve siyasi iradeyi oluşturabilmişlerdir. 

Türkiye artık Orta Doğu, Avrasya ve Afrika’dan liderlerle Batılı siyasetçileri ve üst düzey yetkilileri ağırlamakta ve değişik coğrafyalardaki çatışmalara çözüm bulmak için çeşitli platformlar oluşturmakta ya da bu platformlarda yer almakta dır. Türkiye’de karar alıcılar güven inşa edici yöntemler kullanarak ülkeler arasında çatışmaları sona erdirmeye ve bölgede kemikleşmiş sorunları arabuluculuk yoluyla çözmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’deki karar alıcıların bu tutumu, Türkiye’nin uluslararası sistemin içinde barış elçisi konumuna gelmesini de sağlamıştır. Bu gelişmelerin arkasındaki itici güç olan Davutoğlu’nun vizyonu, Orta Doğu’dan Avrasya’nın steplerine uzanan geniş coğrafyada yeni bir barış algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Yeni Dış Politika Araçları

Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu sahada bu anlayışı hayata geçirmek için benimsenen ve uygulamaya konulan araçlara bakılarak daha iyi anlaşılabilinir. Yeni dış politikanın entelektüel mimarı Davutoğlu’nun oluşturduğu çerçeve dış politikanın yürütülme mekanizmalarını daha önce görülmeyen netlikte ortaya koymuştur. Bu araçlardan ilki, entegre dış politika anlayışıdır.29 

Davutoğlu’na göre Türkiye, Soğuk Savaş döneminde dış politika çizgisi açısından bir öncelikler ülkesiydi. O dönemde, dış politika elitlerinin zihinlerinde bir öncelikler sıralaması vardı ve dış politikaları bu sabit öncelikler sıralamasına göre yapıyorlardı. Ancak, Davutoğlu’na göre günümüzde bu öncelikler sıralaması geçerliliğini yitirmiştir. Türkiye’nin artık tüm dış politika meselelerini tek bir siyasal formül etrafında birleştirmesi gerekmektedir. 

Türkiye’nin geçmişte yaptığı gibi bazı dış politika meselelerine sırtını dönme lüksü yoktur. 

Türkiye’nin çok kimlikli olması nedeniyle Orta Doğu barış sürecinden Kafkaslarda istikrarın sağlanmasına kadar pek çok konuyu aynı çerçevede irdeleyeceği 
bütüncül bir dış politika anlayışı geliştirme imkânı vardır. Acil sorunlara öncelik verirken diğer dış politika meselelerini göz ardı etmemelidir.


Dolayısıyla dış politika bir süreçtir ve dış politikaya geçmişe kıyasla daha uzun soluklu bir bakış açısı ile yaklaşılmalıdır. Örneğin, Türkiye dış politikası 2004 yılının ilk yarısında Avrupa Birliği ve Kıbrıs meselesine, 2004 yılının ikinci yarısında ise Irak meselesine odaklanmıştır. Gazze krizi dış politika gündemine 2008 yılının sonlarında girmiştir. Davutoğlu’nun ifade ettiği gibi, dış politikada sadece tek bir bölge ya da sorun üzerinde uzun süre odaklanmak hatalı olacaktır; aksine Türkiye’nin dış politikası stratejik derinlik ilkesine bağlı kalmakla beraber, her an meydana gelebilecek değişikliklere gereken tepkiyi verebilecek kadar dayanıklı ve esnek olabilmelidir.30 

Bu bağlamda Davutoğlu ayrıca Türkiye’nin dış politikasında taraf değiştirdiğine dair suçlanmasına karşı çıkmaktadır.31 Örneğin, 2004 yılında Türkiye’nin faal dış politikasına bakıldığında, odağının Kıbrıs sorunu olduğu söylenebilir ya da Gazze krizi sürecindeki yoğun diplomasi trafiğine bakınca, Türkiye dış politikasının Orta Doğu odaklı olduğu söylenebilir. Bu tür tanımlamalar, Türkiye’nin dış politikasını 
bir süreç olarak algılamamanın ürünüdür ve dış politikayı kısa dönemli ve konjonktürel olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu gözler önüne sermektedir. Türkiye tüm dış politika alanlarını tek bir çerçeve etrafında toplayan bütüncül bir politika izlemektedir. 
Türkiye’nin Batı’dan Orta Doğu eksenine geçtiği iddialarını reddeden Davutoğlu, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde geçici üyeliği olduğunu ve G20’nin faal bir üyesi olduğunu hatırlatmakta ve Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik sürecine bağlılığının sürdüğünü ifade etmektedir.32 Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinde bağlılıklarını sürdürürken bir yandan da Doğu ile ilişkilerini geliştirmesi Davutoğlu’nun bütüncül dış politika anlayışının temel taşlarıdır.


Davutoğlu’nun dış politika vizyonunu hayata geçirmek için kullandığı ikinci araç, ritmik diplomasiyle güçlendirilen faal bir dış politika çizgisidir. Davutoğlu, kitabında İKT (İslam Konferansı Teşkilatı) ile diplomatik ilişkilerin alt düzeyde gerçekleştirilmesini eleştirmiş ve bu nedenle Türkiye’nin 2000 yılında İKT’nin genel sekreterliği görevi için bir aday gösterme imkânını kaçırdığını belirtmiştir.33 

Davutoğlu, Başbakanın Başdanışmanlığı görevini sürdürürken, İKT’nin 2004 yılındaki genel sekreterlik seçimlerinde Türkiye’nin yüksek düzeyde diplomatik katılımını sağlamıştır. Sonuç olarak, demokratik bir seçimle İKT tarihinde ilk defa Türkiye’nin adayı Profesör Ekmelettin İhsanoğlu Genel Sekreter olmuştur.34 Ayrıca son dönemde Türkiye’nin komşu bölgelerinin başkentleri, onlarca yıldır 
görülmeyen sıklıkta ve yoğunlukta Türkiye’den dış politika temsilcilerini konuk etmiştir. Bu faal dış politika yaklaşımı, Türkiye’nin komşuları ile kurmak istediği sorunsuz ilişkileri bir sonraki aşamaya taşımıştır; bu aşamayı Davutoğlu Dışişleri Bakanı olarak düzenlediği ilk basın toplantısında “maksimum işbirliği” olarak tanımlamıştır. Davutoğlu’nun çizdiği yeni ufuk, komşularıyla sorunlarını çözen 
Türkiye’nin bu başarıyı arka plana alarak komşularıyla en üst düzeyde siyasi ve ekonomik işbirliğini geliştirmesi hedefini belirlemektedir. 


Türkiye, Dünya Su Forumundan, Az Gelişmiş Ülkeler ve Karayip Ülkelerine kadar pek çok topluluk ve uluslararası kuruluşun zirvelerine ev sahipliği yapmaktadır. Orta Doğu’dan Avrasya’nın steplerine kadar uzanan bölgedeki sorunların tarafları arasında direkt ve dolaylı barış görüşmelerine de ev sahipliği yapmıştır. Güncel örnekler olarak, İsrail ve Suriye arasında kesintiye uğrayan dolaylı barış 
görüşmeleri ve Afganistan ve Pakistan arasındaki direkt görüşmeler sayılabilir. Türkiye ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyesi seçilmiş ve Afrika Birliği, Karayip Ülkeleri Birliği (Association of Caribbean States, ACS) ve Amerikan Devletleri Teşkilatı (Organization of the American States, OAS) kuruluşlarında gözlemci konumunda yer almakta ve Arap Ligi toplantılarına davet edilmektedir. 
Aynı zamanda Asya’da Güven Artırıcı Tedbirler ve İşbirliği Konferansı ve Güneydoğu Avrupa İşbirliği süreci dönem başkanlıklarını Türkiye üstlenmiştir. Körfez İşbirliği Konseyi ile stratejik diyalog mekanizması kurulmuştur. Türkiye’nin gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımların miktarı 2008 yılında 700 milyon ABD dolarını geçmiştir ve Türkiye Birleşmiş Milletler’de artan yardım faaliyetleriyle bağışçı bir ülke haline gelmektedir. 

Üçüncü araç, özellikle kriz dönemlerinde sahada göstereceği varlıktır.35 Davutoğlu’nun önerdiği gibi, Türkiye gerek Avrupa Birliği gerekse Orta Doğu ve Kafkasya’da Türkiye’ye özgü bir bakış açısını sunmak üzere sorunun yaşandığı noktada varlığını göstermelidir. Bu dış politika aracı, en son Rusya – Gürcistan krizi ve Gazze krizi sırasında kullanılmıştır. Başbakan Erdoğan Gürcistan, Azerbaycan ve Rusya’yı bölge ve Avrupa liderlerinin hepsinden önce ziyaret etmiştir. Türkiye yeniden istikrarın tesisi amacıyla bir zemin hazırlamış ve girişimleriyle Karadeniz bölgesinde olası bir NATO-Rusya krizini engellemiştir. İkincisi, Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye saldırısını hemen takip eden dönemde 
dört Arap ülkesine gitmiş ve Davutoğlu’nun başkanlık ettiği bir Türk ekibi de Şam ile Kahire arasındaki diplomatik trafiği yürütmüştür. 

Dördüncü araç, Davutoğlu’nun herkesi kapsayan ve herkese eşit uzaklıkta durmayı hedefleyen politikasıdır. Türk dış politikası, Davutoğlu’na göre, ilgili tüm tarafları çözüm bulmaya ve öneriler geliştirmeye davet etmeli ve böylelikle geniş bir koalisyon oluşturmalıdır. 
Bu bağlamda Türkiye, diplomasisini dikkatle ve alçakgönüllülükle yürütmelidir. Türkiye’de karar alıcılar tüm taraflara eşit uzaklıkta kalmaya ve çatışma eksenli bölgesel gruplara ya da ittifaklara katılmamaya özen göstermektedirler. Türkiye’nin herkesi kapsayan ve herkese eşit uzaklıkta durmayı hedefleyen politikası, bölgedeki bazı aktörlerin endişelerini yatıştırmakta ve genel anlamda 
Türkiye’nin müdahalesinin yapıcı rol oynayacağına ikna etmektedir. 

Beşinci araç ise, dış politikada toplam performans anlayışıdır. Yani Sivil Toplum Kuruluşları, iş çevreleri ve diğer sivil örgütler gibi devlet dışı aktörleri de yeni dış politika vizyonunun bir parçası haline getirmek ve yeni ve dinamik dış politika çizgisine tam destek vermelerini sağlamaktır.36 Yeni dış politika anlayışının bütünleştirici etkisi nedeniyle, değişik sosyal gruplar, dış politika yapımındaki katkılarını arttırmışlardır. İşadamları örgütleri, sivil toplum kuruluşları, entelektüeller, düşünce kuruluşları ve diğer kişi ve kurumlar şimdilerde 
dış politika yapım sürecine dâhil olmaktadırlar. Bu kurumların günümüzde oynadıkları rol, yerel ve uluslararası politikaların yapım sürecinde sivil aktörlere yer vermeyen geçmiş döneme nazaran daha kapsayıcı ve toplam performansa dayalı yeni dış politika anlayışına uymaktadır.

4.  CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 2

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 2 



Türk Dış Politikasındaki Dönüşüm

Türk dış politikasının son sekiz yılına baktığımızda karakteristiği, algısı, motivasyonu, benimsediği ilkeleri ve kullandığı mekanizmaları açısından daha önceki döneme göre oldukça bariz farklar görebiliriz. Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yıllık dönemine ve Cumhuriyet’in kuruluşundan 2002 yılına kadarki döneme baktığımızda birçok ortak noktadan bahsedilebilir. Örneğin, Osmanlı dönemine hâkim olan otoriter-bürokratik yönetim tarzı Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmüştür. Bu anlayışın dış politikadaki varlığı kendini tepkisel ve savunmacı reflekslerle göstermiştir. Osmanlı yönetici elitinin batıya karşı verdiği hayatta kalma mücadelesi sonucunda oluşan solgun aurası Cumhuriyet döneminde Osmanlı sonrası kafa yapısı dediğimiz şekliyle etkili olmuş ve temel kaygısı yeni rejimi sürdürmek olan yeni elitin temel motivasyonunu oluşturmuştur.

Osmanlı’nın coğrafi bileşkesinin önemli parçalarını oluşturan Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya gibi hayati bölgelerin I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı esnasında kaybedilmesinin yarattığı travmanın ülke içindeki isyanlar ve ayaklanmalarla pekişmesi bölünme korkusunu da beraberinde getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan ve ülkeyi batılı güçler arasında bölmeyi amaçlayan Sevr Anlaşması dış düşmanlara karşı oluşan ve sonraki seksen yıla hâkim olacak olan korkuyu daha da güçlendirmiştir. 
Bu dış tehdit algısı ülkeyi bölmek için dış güçlerle işbirliği yaptıklarına inanılan iç unsurlara karşı da geliştirilmiştir. 

Bu paranoya, o esnada Doğu Blok’u tarafından çevrilmiş olan Türkiye için Soğuk Savaş sırasında da devam etmiştir. Rejim bu sefer de komünist tehdide karşı ayakta kalma mücadelesi içine girmiştir. Bu korku İran’da İslam Devrimi’nin yapılmasıyla daha da pekişmiştir. İdeolojik tehdit böylece ikiye katlanmıştır. 
Ülke bir yandan komünizm, diğer yandan siyasal İslam tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır.1 Bu kemikleşmiş korkunun sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti beş askeri darbeyi tecrübe etme rekorunu kırmıştır. 

Yaşanan tüm bu sıkıntıların sonucunda, Türkiye her ne kadar Orta Doğu’daki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında demokrasi anlamında öne çıksa da, Osmanlı’dan miras kalan otoriter-bürokratik gelenek ve mevcudiyetini devam ettirebilme bahanesiyle rejim tarafından alınmış katı güvenlik önlemleri yüzünden demokratikleşme sürecinin birçok defa sekteye uğradığını ve yavaşladığını söylemek abartı olmaz. Saltanattan cumhuriyete geçilmesine rağmen, askerin siyasete müdahalesi yüzünden, dış politikadaki otoriter yaklaşım devam etmiştir. Bunun sonucunda dış politikada devlet yegâne aktör olarak var olma durumunu sürdürmüş ve sivil toplum kuruluşları, baskı ve çıkar grupları ile iş çevreleri gibi devlet dışı aktörler dış politika yapım sürecinin dışında kalmıştır. Tam da bu noktadan baktığımızda, Cumhuriyet dönemi elitinin batılılaşma projesinin, demokrasi, barış, sivil özgürlükler ve insan hakları gibi evrensel normları ve değerleri içselleştirememesi bakımından bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal yapı bakımından gelişirken, kendi norm ve değerlerini sadece teoride değil pratikte de uygularken, örneğin dış politikasını bile bu normlar çerçevesinde oluşturur ken, Türkiye kendi kâbusları içinde hapsolmuş ve içedönük politikalar uygulamış tır. Avrupa barış, işbirliği ve karşılıklı bağımlılık ilkelerine dayanan komşuluk politikaları uygularken, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini çatışma, uyuşmazlık ve kalın ve kapalı sınırlar belirlemiştir. Bu anlamda, Türkiye’nin AB üyelik süreci karamsar bakış açısının ve korkularının üzerine su serpmiştir. Süreç Türkiye için yeni bir vizyon, taze ve dinamik bir dış politika için fırsatlar paketi sunmuştur.

Cumhuriyet döneminde Türkiye dış politikasının temel belirleyici unsurları tehdit algısı ve bunun sonucunda oluşan güvenlikleştirme (securitization) süreci olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye, Sovyetler Birliği’nin ve komünizmin Batı’ya yayılmasını engelleyen bir tampon ülke olarak konumlandırılmıştır. 
Bu durum hem Türkiye’nin önemini arttıran bir avantaj, hem de tehdit algısını arttıran bir dezavantaj olmuştur. 

Soğuk Savaş’ın bitmesinin üstünden neredeyse 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye bugün hala devlet içine yerleşmiş, Soğuk Savaş tipi illegal örgütlenmelerden arınma çabası içindedir. Dünya henüz Soğuk Savaş’ın yorgunluğundan sıyrılamamışken bir de 11 Eylül olaylarını yaşamıştır. Bu iki kırılma noktasına bir de son yıllara damgasını vuran küresel ekonomik kriz eklenmiştir. Bu üç dönemecin ardından birçok ülkeyle birlikte Türkiye de, politikalarını gözden geçirerek, kendini Yeni Dünya Düzeni içerisinde yeniden konumlandırma süreci içine girmiştir. Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu doğası yerini çok boyutlu bir dış politika anlayışına bırakmıştır. Bu yeni anlayış çerçevesinde bölgesel ortamın daha farkında olan ve diğer aktörlerle daha proaktif diplomatik ilişkiler kurabilen ülkeler öne çıkmaktadır. 

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da altını çizdiği gibi;

Soğuk Savaş düzeni kalktı ama yeni düzen kurulmadı. Bunu kuracak aktörler Soğuk Savaş’ta olduğu gibi sadece iki aktör değil. Mesela Kafkasya’da düzeni Sovyetler ile ABD oturur tartışır ve kurarlardı. Ama şimdi Irak örneğinde görüldüğü gibi ABD tek başına kuramıyor. Gürcistan örneğinde görüldüğü gibi Rusya da kuramıyor.2 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle iç politika dış politika üzerinde daha etkili olmaya başladı. Geleneksel iç/dış ayrımı yerini kültür, kimlik ve din gibi içsel faktörlerin dış politika üzerinde daha belirleyici olduğu yeni bir anlayışa bıraktı.3 Devlet daha heterojen bir yapı olarak algılanmaya başlandı. Dış politika iç politikanın bir uzantısı oldu. Bu anlamda, Türkiye yeni dönemde, askeri kapasite, coğrafi güç, ekonomik güç ve kültürel faktörler gibi ulusal güç unsurlarını gözden geçirmiş ve tüm bu avantajlarını kendisini bölgesinde güçlü bir lider ve yumuşak-güç olarak konumlandırarak değerlendirmiştir.4 

Bunu gerçekleştirebilmek için de aktif, dinamik ve çok boyutlu bir dış politika çizgisi izlemiştir. Türkiye dış politikasının temel prensibini oluşturan “komşularla sıfır problem” anlayışı komşu ülkelerle sorunları çözmek ve komşu ülkelerinin ötesine geçen ölçekte mücavir alanlarda barış ve işbirliğini geliştirmeyi hedeflemiştir. Bu politika ile komşularla sorunları çözmede kaydedilen başarılar, bir adım sonrası olan mücavir alanlarla “maksimum işbirliği” düşüncesini gündeme getirdi. Türkiye içinde bulunduğu küresel kriz ortamında varlığını en etkin biçimde sürdürebilmesinin yolunun güvenli bir barış ortamı ve maksimum işbirliği olduğunun bilinciyle hareket etmektedir. Yeni dönemde devlet dışı aktörler Türk dış politikasında tarihinde hiç olmadığı kadar etkili olmuştur. 
Devlet dışı aktörlerin dış politika yapım sürecine dahil olması durumu yeni dış politikanın ‘toplu-performans’ (total-performance) görüşünü oluşturur. 

Bu sürece dâhil olan bazı kuruluşlara örnek vermek gerekirse; Afrika Zirvesi’ni düzenleyen TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu), Türkiye’nin AB’ye girmesi için mücadele veren TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği), Körfez ülkeleriyle yakın ilişkiler geliştiren MÜSİAD (Müstakil Sanayi ve İşadamları Derneği)5, ve SETA (Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı)’nın Kafkas ülkelerini bir araya getirerek bölgesel barış ve işbirliğine yaptığı katkılar sayılabilir. 

1999 Helsinki Zirvesi ile AB’ye giriş süreci Türkiye’nin içeride yaşadığı demokratikleşme ve reform sürecini tetiklemiştir. İçeride ivme kazanan demokratikleşme sürecinin Ak Parti hükümetiyle gelen siyasal ve ekonomik istikrarla birleşmesi karar alıcıların özgüveninin ve itibarlarının artmasına sebep olmuştur. Bu durum dış politikaya da yansımıştır. Bugün dış politika yapıcıları arkalarına tam destek alarak yola çıkmaktadırlar. Ancak şu unutulmamalıdır ki, dış politikanın istikrarlı ve sürdürülebilir olabilmesi için içerideki reform ve demokratikleşme sürecinin istikrarlı bir biçimde devam etmesi şarttır. 

Bu önerme, Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun temel unsurlarından biridir. Bu anlamda, demokratik açılım, sivil anayasaya geçiş ve sivil-asker ilişkilerinin iyileşmesi gibi konular çözüme bağlanmalıdır. İçeride yaşanacak bir kutuplaşma ve ayrılık, er ya da geç dış politikaya da yansıyacaktır. İç sorunlarını çözemeyen 
bir Türkiye’nin bölgesine yeterince faydalı olması zordur. Bu anlamda, Türkiye’de muhalefetin gösterdiği başarısızlığın ve daha fazla demokratikleşmeyi talep etmek yerine bu çabalara köstek olmasının yarattığı boşluğu AB’nin doldurduğu söylenebilir. Bugün Türkiye dış politikasının sürdürülebilirliğinin önüne çıkabilecek belki de tek engel içeride yaşanacak bir kaos ortamıdır.

AB üyelik süreci aynı zamanda yeni Türk dış politikasının yapım sürecinde etkili olmuştur. Örneğin, Türkiye’nin bölgesinde güvenlik, istikrar, dayanışma, işbirliği ve refah sağlamayı amaçlayan '' Komşularla Sıfır Problem ’ stratejisi AB Komşu luk  Politikası’nın bir benzeridir.

Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde de belirtildiği gibi ‘hiçbir ülke bugünün karmaşık sorunlarını tek başına çözebilecek durumda değildir.”7 
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin yeni dış politikasının rasyonel bir seçim olduğu söylenebilir. Örneğin, Türkiye’nin bazı çevreler tarafından eleştirilen İran’la olan yakınlaşması ve Batı ve İran arasında arabuluculuk yapması İran’ın dünyaya entegrasyonunu sağlayarak ve bölgesel dengeleri koruyarak bölge barış ve istikrarına katkı sağlamaktadır.8

Öte yandan, AK Parti’nin 2002’de başa geçmesinin Türkiye’deki ve dış politikada ki değişim açısından çok büyük bir etkisi olmuştur. 
Bu anlamda, Türkiye’de yaşanan sivilleşme ve demokratikleşme girişimleri, yerel dinamiklerle irtibatı, muhafazakâr-demokrat kimliği ve yeni pazar arayışlarına önayak olan sermaye tabanı gibi Ak Parti’nin içsel dinamiklerini oluşturan unsurlar yeni bir dış politika vizyonu geliştirme açısından etkili olmuştur. Ekonomik sorunlar ve siyasal istikrarsızlık gibi Türkiye’nin gelişimine ve güçlenmesine sekte vuran birçok sorun Ak Parti hükümeti sürecinde çözülmektedir.9 
Ak Parti hükümetinin yüzünü doğuya çevirdiğine dair birçok iddianın, hükümetin AB üyelik sürecinde batıyla olan ilişkilerine bakıldığında asılsız olduğu söylenebilir.  Ak Parti hükümeti AB üyelik sürecinin daima arkasında olmuştur. AB ülkeleri parti üyelerinin ilk ziyaret ettiği ülkelerdir.

 Ayrıca AB müzakere süreci de Ak Parti hükümetinin yoğun çabaları sonucunda 2005 yılında başlamıştır.

AB süreciyle birlikte, daha önce bürokratik elit tarafından güvenlikleştirilmiş (securitized) birçok sorun normal politik konular olarak görülmeye başlanmış ve bir güvenliksizleştirme (desecuritization) sürecine girmiştir.10 Örneğin, Kürt Sorunu ve Siyasal İslam gibi sorunlar eskiden Türkiye’nin Suriye ve İran gibi komşularıyla olan ilişkilerini belirleyen temel unsurlardı. Türkiye bu sorunlara içeride çözüm aramak yerine dışsallaştırarak bu ülkeleri suçlamayı yeğlemiştir.11 
Ancak şu anda Türkiye’nin Suriye ve İran’la olan ilişkilerini dayanışma, işbirliği ve barış gibi kavramlar belirlemektedir. Demokratikleşme adına çok temel adım atılmıştır. Geçmişte milli güvenlik sorunu olarak görülen bu sorunlar ise artık toplumla beraber tartışılan normal siyasal konular olarak görülmektedir. 

Bu anlamda, Türkiye’nin AB üyelik sürecini “demokratikleşme” ve “istikrar 
sağlanması” olarak ” iki temel boyutta ele alabiliriz.12 Türkiye’nin, azınlık hakları, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğü, sosyal ve kültürel hakların geliştirilmesi gibi AB kriterlerini yerine getirme çabası Türk siyasal kültüründe, korku politikasından daha açık, özgür ve çoğulcu bir kültüre doğru bir dönüşüm yaratmıştır. Bu dönüşümün olumlu etkileri özellikle sivil-asker ilişkilerinde ve dış politikada görülmüştür.13 

11 Eylül sonrası dünyaya bakıldığında ise Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan geriliminin hâkim olduğu görülmektedir. Türkiye, bu noktada, küresel barışa katkıda bulunabilecek ve bu gerilimi düşürebilecek bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Türkiye bulunduğu coğrafya ve tarihi derinliği bakımından yeni dünya düzeninin kurulumunda ‘düzen kurucu’ ülke olma rolünü üstlenmiştir. 

11 Eylül sonrası dönemde Türk-Amerikan ilişkileri yeni bir boyut kazanmıştır. Türkiye birçok meselede George W. Bush hükümetinden bağımsız hareket edebileceğini göstermiştir. Örneğin, Amerika’nın Suriye’yi izole etme politikasına destek vermemiş, Irak’a uygulanan ambargoya uymamış, İran’la iyi ilişkiler geliştirmiştir. 

1 Mart 2003’te TBMM Amerika’nın Türk üslerini kullanmasına ve Irak’a Türk askerlerinin yollanmasına dair tezkereye onay vermemiştir. 
Türkiye, Irak’ın ulusal bütünlüğü ve istikrarı için çaba göstermiştir. 
Ayrıca, Filistin sorununa dair İsrail’e karşı da birçok kez tavır almıştır. Amerika güvenlik adına demokrasisinden taviz verirken, Türkiye güvenliksizleşme sürecine girdi ve demokrasisini güçlendirdi. 
Amerika’nın Irak’ı işgali uluslararası camiada beklediği desteği bulamadı. Örneğin, Paris-Berlin-Moskova hattı Amerikan politikasını ciddi anlamda tehdit etti. Türkiye’nin Rusya’yla yakınlaşma ve bağımsız politikalar izlemesi gibi faktörleri de göz önüne alırsak artık çok kutuplu bir dünya düzenine doğru bir gidişattan bahsedebiliriz. 

Amerika’nın Irak’ta ve Afganistan’da güvenlik ve istikrar sağlamaktaki başarısızlığı bölgede farklı aktörler için hareket alanı açmıştır. 
Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirmiş ve bu boşluğu doldurma refleksiyle bölgede liderlik rolüne soyunmuştur. Türkiye’nin bu rolü Bush yönetimi tarafından destek görmemiş olsa da aynı şeyi Başkan Barack Obama yönetimi için söylemek pek doğru olmaz. 

Aksine Obama Türkiye’nin bu yeni rolüne tam destek vermektedir. 

Türkiye’nin Irak’taki tüm gruplarla ve aktörlerle görüşüyor olması, İran ve Batı arasında yaptığı arabuluculuk rolü, Kafkasya’da istikrar sağlama çabaları Obama’nın gözünden kaçmamış Türkiye’ye ‘model ortaklık’ teklif etmesiyle sonuçlanmıştır. Obama’nın ‘model ortaklık’ tan kastı ‘çoğunlukla Hıristiyan ve çoğunlukla Müslüman iki millet arasında dini inançlara değil, idealler ve değerler üzerine kurulmuş’ bir ortaklıktır.14

Obama İslam dünyasıyla ilişkilerini geliştirme isteğini ilk defa 2009 Nisan ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında dile getirmiştir. 
Bunu yaparken Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyacağını defalarca ifade etmiştir. Başbakan Erdoğan 2010 Nisan ayında Nükleer Güvenlik Zirvesine katılmak üzere Amerika’ya yaptığı ziyaret sırasında Orta Doğu’nun nükleer silahlardan arınmasının önemini vurgulamış ancak bunun İran’ın tek başına yapabileceği bir şey olmadığını belirterek, İsrail’in de buna uyması gerektiğini ifade etmiştir. 
Bu açıklamanın önemi Türkiye’nin Amerika’nın belli konulardaki kaygılarını paylaştığı mesajını vermiş olması ancak bunu yaparken de kendi bakış açısını ve fikirlerini özgürce ifade ediyor oluşudur. Türkiye’nin İran, Suriye, Hamas, Irak gibi bölgedeki önemli aktörlerle açık diyalog ilişkisi içinde bulunması, bölgesinde üstlendiği arabuluculuk rolü, diplomasi aracını başarılı bir şekilde kullanabiliyor 
oluşu ve bölgede sahip olduğu lojistik gücü Amerika’nın ihtiyaç duyacağı avantaj lar olarak öne çıkmaktadır.15

3.  CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 1

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ, BÖLÜM 1 



SETA - TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009
BURHANETTİN DURAN
KEMAL İNAT
MUHİTTİN ATAMAN
SETA Yayınları XIII
I. Baskı : Mart 2011
ISBN : 978-605-4023-11-0

Tasarım : Merdiven Sanat
Uygulama : Ümare Yazar
Baskı : Pelin Ofset, Ankara
İletişim : SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı
Reşit Galip Caddesi Hereke Sokak No:10 GOP Ankara
Tel: (312) 405 61 51 Faks: (312) 405 69 03
www.setav.org / info@setav.org


TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009
Burhanettin DURAN | İstanbul Şehir Üniversitesi
Kemal İNAT | Sakarya Üniversitesi
Muhittin ATAMAN | Abant İzzet Baysal Üniversitesi

SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ / 9

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ / 13

Bülent Aras & Pınar Akpınar

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE “REKABET DEVLETİ” / 45
Sadık Ünay

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ / 91

TÜRKİYE’NİN İRAN, İSRAİL/FİLİSTİN VE SURİYE POLİTİKASI 2009 / 93
Kemal İnat, İsmail Numan Telci 

TÜRKİYE’NİN IRAK POLİTİKASI 2009 / 159
Mesut Özcan 

TÜRKİYE’NİN KÖRFEZ ÜLKELERİ, YEMEN, MISIR, ÜRDÜN VE LÜBNAN POLİTİKASI 2009 / 189
Muhittin Ataman, Nuh Uçgan 


TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ POLİTİKASI 2009 / 223
Ali Resul Usul

TÜRKİYE’NİN KIBRIS POLİTİKASI 2009 / 247
Nasuh Uslu

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009 / 293
Ramazan Gözen

TÜRKİYE’NİN RUSYA POLİTİKASI 2009 / 331
Vügar İmanov

TÜRKİYE’NİN ALMANYA POLİTİKASI 2009 / 355
Savaş Genç, Bahadır Çelebi 

TÜRKİYE’NİN İNGİLTERE POLİTİKASI 2009 / 381
Ali Balcı

TÜRKİYE’NİN KAFKASYA POLİTİKASI 2009 / 403
Kamer Kasım

TÜRKİYE’NİN BALKANLAR POLİTİKASI 2009 / 431
Hüseyin Emiroğlu, Turgay Kayalak 

TÜRKİYE’NİN ORTA ASYA POLİTİKASI 2009 / 497
Ertan Efegil

TÜRKİYE’NİN DOĞU ASYA POLİTİKASI 2009 / 523
Selçuk Çolakoğlu, Cemal Alpgiray Bölücek, Yunus Can Polat 

TÜRKİYE’NİN LATİN AMERİKA POLİTİKASI 2009 / 547
Ayşe Aslıhan Çelenk

TÜRKİYE’NİN AFRİKA POLİTİKASI 2009 / 571
Mehmet Özkan

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BAĞIMSIZ MAKALELER / 603

İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER / 605
Gökhan Çetinsaya


KÜRESELLEŞME, MODERNİTE VE DEMOKRASİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 2009 VE SONRASI / 629
E. Fuat Keyman

ANA AKIM TÜRK DIŞ HABERCİLİĞİNDE ŞARKLILAŞTIRMA PRATİKLERİ / 655
Fahrettin Altun

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA AFGANİSTAN / 699
Sevinç Alkan Özcan


ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 

Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

*****



TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 1



Bülent Aras* 
Pınar Akpınar**
* Prof. Dr., Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı. 
Bu makaledeki görüşler yazarın kişisel değerlendirmeleridir.
** Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi.


Giriş 

Türkiye’nin son yıllardaki dış politikasına baktığımızda anlayış, vizyon, prensip, kullanılan araç ve mekanizmalar anlamında büyük bir değişim göze çarpmakta dır. Bu süreç, 2002 yılından beri Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanlığını yapan Prof. Ahmet Davutoğlu’nun 1 Mayıs 2009 tarihinde Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturmasıyla ivme kazanmıştır. Son bir yıl içinde Davutoğlu’nun gitmediği ülke, görüşmediği lider neredeyse kalmamıştır. Davutoğlu yeni bir dış politika vizyonu çizmiş ve bu vizyonu ile dış politikada hakim olagelmiş geleneksel dili ve uygulamaları değiştirmeyi büyük ölçüde başarmıştır. 

Bu anlamda, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren baskın olmuş güvenlik, çıkar ve güç gibi kavramları temel öncelikler olarak gören ve meşruiyetini tehdit algısından alan geleneksel bürokratik/otoriter anlayışın yerini barış ve işbirliği almıştır. Türk dış politikasının içe dönük karakterinin yerini proaktif, dinamik ve çok boyutlu bir politikanın aldığı söylenebilir. Davutoğlu’yla birlikte, ‘komşularla sıfır problem’, ‘ritmik diplomasi’, ‘stratejik derinlik’ gibi daha önce duyulmamış kavramların yer aldığı yeni bir lügat hem Dışişleri Bakanlığı koridorlarında, hem akademik camiada, hem de medya kulvarlarında kullanılmaya başlanmıştır. Uzun seneler boyunca sert-gücü oynamasının ardından Türkiye bir yumuşak-güç ve bir lider olarak bölgesinde yeniden doğmuş ve kendisini bölgesel ve 
küresel kontekstte yeniden konumlandırmıştır. Türkiye’nin yeni dış politikası bir yandan şiddetli eleştirilere maruz kalırken, diğer yandan yoğun bir takdir görmüştür. Türkiye’nin komşularıyla olan kemikleşmiş problemlerini çözme çabası, yakın mücavir alanları dışındaki bölgelere de açılması, doğrudan kendisini ilgilendirmeyen sorunları bile çözme girişimleri bazı çevreler tarafından şüpheyle karşılanmış ve hatta ‘eksen kayması’ tartışmalarını başlatmıştır. 

Türkiye’nin yeni bir dış politika edinmesinin arkasındaki asıl sebep nedir? 
Türkiye’nin dış dünyaya dair algısındaki değişikliğin sebepleri nedir? 
Türkiye’nin bölgesinde bir ‘yumuşak-güç’ olarak doğmasının ardındaki motivasyon nedir? 
Türkiye dış politikasında gerçek anlamda bir eksen kayması olmuş mudur?

Yeni bir dış politika yapmanın ardındaki asıl sebebi anlamak için olaya geniş bir perspektiften bakmamız, birçok unsuru göz önüne almamız gerekir. Bu çalışma Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası konumu, AB üyelik süreci zarfında yaşadığı dönüşüm, geçmişte politika yapım sürecini etkilemiş olan birçok olayın güvenlik ekseninden çıkması ve AB politikalarının uygulanması, Ak Parti’nin iktidara gelmesi, 11 Eylül sonrası dönemde ortaya çıkmış bölgesel ve uluslararası değişimler gibi unsurların dış politika çizgisini etkilemiş olduğunu ve yeni bir vizyon geliştirmeyi kaçınılmaz kıldığını savunur. Elinizdeki çalışma, devleti ve resmi diplomasiyi temel aktör olarak alır ancak son yıllarda devlet dışı aktörlerin de dış politika yapım sürecine dâhil olduğunu göz ardı etmez. 

Aktör kimliklerindeki ve iç konjonktürdeki değişimin politika yapıcıların algı ve taleplerinde bir dönüşüm sürecini tetiklediğini ve yeni bir anlayış getirdiğini savunur. 

Politik taleplerin ve gerekliliklerin yanı sıra ekonomik boyutun işlevini göz ardı etmeden Türk ekonomisinde son yıllarda meydana gelen hızlı büyümenin talep ettiği yeni pazar arayışlarını da politika yapıcılarının zihinlerini meşgul eden bir kaygı olarak görür. Bu anlamda bakıldığında, son dönemde dış politika çizgisinde katı realist bir algıdan nispeten daha liberal bir algıya kayıldığı gözlemlenebilir. 
İçeride meydana gelmiş gelişmeler ve reformlarla birleştiğinde Türkiye’nin bölgesel ve küresel olaylarda daha proaktif, belki de liderce bir rol üstlenme olanağı ve ihtiyacı doğmuştur. Bu çalışma, Türkiye’nin yeni bir dış politika çizgisi izlemesinin rasyonel bir seçim olduğunu savunur. Ayrıca, bu çalışma, potansiyeli ni ve sürdürülebilirliğini değerlendirmek adına Türkiye’nin yeni dış politika araçlarının da altını çizer. Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgesinde bir ‘yumuşak güç’ olarak ortaya çıkışını ve yeni dış politikasının mücavir alanlarda ve uluslararası ortamda yansımalarını araştırır. 

2.  Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

22 Eylül 2019 Pazar

Suriye Müftüsü'nden Erdoğan'a Acı Mesaj

Suriye Müftüsü'nden Erdoğan'a Acı Mesaj


Muharrem Bayraktar  
Açik Istihbarat
www.acikistihbarat.com
20.05.2013


Batılı emperyal güçlerin ve bu güçlerin uzantısı olan sahte cihat özenticilerinin kana buladığı Suriye’den çok dokunaklı bir mesaj geldi. Mesajın sahibi Suriye Müftüsü Ahmed Bedreddin Hassun.

Yol TV’den Fuat Ateş, Lübnan üzerinden Suriye’ye giderek, burada yaşadıklarını ilginç bir belgesel halinde yayınladı. Kendisini kutluyorum. Suriye Müftüsü Ahmet Bedreddin Hassun ile de görüşen muhabir yaptığı mülakatı yayınladı.

Bugünkü yazımda Suriye Müftüsü Hassun’un konuşmasından bir kesit aktarmak istiyorum. 

Müftü Hassun’un oğlu Sariye Ahmed Bedreddin, Şam’da hain bir saldırı sonucu öldürülmüştü. Bakın neler diyor Suriye baş müftüsü:

“Erdoğan’a şunu hatırlatmak istiyorum. Kendisiyle iki defa toplantıya katıldım. İlk olarak İstanbul Belediye Başkanı iken Hz. Muhammed’in kabri başında. Daha sonra da bundan 3 yıl önce başbakanken Ankara’daki Kocatepe Camisi’nde birlikte namaz kıldık. O zaman çok uzun bir süre de görüşme imkânı olmuştu. Kendisi Beşar Esad ve ailesiyle ilgili birçok iltifatta bulunmuştu. Ve bana dönerek şunu söylemişti:

“Arap Baharı denilen bu dalgalar nedeniyle Suriye için çok korkuyorum.”

Bu Uyarısı için kendisine teşekkür ettim. 

Özellikle Suriye’ye gösterdiği ilgi ve ziyaretler için tekrar kendisine şükranlarımı sundum. Suriye’ye döndükten sonra Erdoğan ile gerçekleştirdiğimiz konuşmayı Beşar Esad’a da ilettim.

Bugün Türkiye Başbakanı Erdoğan’a ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na şunu söylüyorum:

Kıyamet günü Allah’ın huzuruna hep birlikte çıkacağız. Orada ben şunu söyleyeceğim. 

“Senin ülkenden gelen teröristler benim çocuğumu ve kırk bin masum Suriye vatandaşını katlederek senin yanına döndüler. Neden tüm bu olaylara izin verdiniz? Biliyorsunuz ki Peygamberimiz “komşunuza iyi davranın”  diye buyurdu.
Suriye’de bu ateşi yakanlar bilsin ki bu ateşin korları onları da yakacaktır.”

Müftü Hassun daha sonra gözyaşları içinde konuşmasına şöyle devam etti:

“Benim çocuğumu neden katlettiklerini de açıklayayım. 

Benden Suriye’den ayrılmam istendi. Ülkemden ayrılıp mevcut siyasi sisteme karşı olduğumu beyan etmemi istediler. Özellikle Ürdün ve Suudi Arabistan’dan bazı isimler beni arayıp bir an önce ülkeyi terk etmem gerektiğini söylediler. Ben de onlara ülkeyi terk etmek yerine yöneticilerle muhalifler arasında köprü görevi görmem konusunda yardımcı olmayı önerdim. Fakat onlar benim bu tavrımı sistem yanlısı olmak şeklinde ilan ettiler. Ve buna cevap olarak da çocuğumu katlettiler. 

Ardından insanlara çocuğumu Suriye devletinin katlettiğini anlattılar. Bütün bunlar olurken çocuğumun katili olan iki kişi yakalandı. Ve ben bir toplantıda onlarla birlikte oldum. Sadece benim çocuğumu değil o saldırıda 15 insanımızı da katlettiler. 

Onlara “ neden yaptınız bu işi? ” diye sordum. “Bize dışardan böyle bir emir geldi” dediler. Ben kendi adıma onları affettim. Türkiye’deki kardeşlerime lütfen anlatın; Suriye’de işte bunlar yaşanıyor.”

Suriye Müftüsü vatanına, milletine, bayrağına, dinine, imanına sahip çıkarak tarihe bir kahraman olarak geçecek. 

Gelen baskılara direnerek ülkesinde kalan bir müftü olarak, gelen baskılara hiç direnmeden “Suriye’yi satan” Türk Başbakan’a çok önemli bir mesaj gönderdi. Ülkesinin emperyal çizmeler altında çiğnenmemesi için evladını şehit verdi. Türkiye’ye ve Başbakan Erdoğan’a güvenmenin bedelini çok acı ödedi.

“ Erdoğan’la Kıyamet Günü Allah’ın (c.c.) Huzurunda hesaplaşacağız ” diye haykırıyor.

Ankara’da aynı safta namaz kıldığı Başbakan’ı “oğlunu katledenlere kucak açmakla” suçluyor.

Haçlının “aferinini” almak uğruna böylesine ağır bir günahla Allah’ın huzuruna gitmeye değer mi be Başbakan!

Ben Suriye müftüsü Ahmet Hassun’un yaralı yüreğinin feryadını aynen aktardım.

Gerisi başbakanın bileceği şey. 


Açık İstihbarat @ 2013

http://acikistihbarat.com/Haberler/10346-Haberler-Suriye%20M%C3%BCft%C3%BCs%C3%BCnden%20Erdo%C4%9Fan

****************

BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ Mİ VAR ?

" BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ Mİ VAR ?"

Kıvanç Değirmenli,

OYUN BOZAN
25 EKİM 2004

"Dünyanın gerçek Sırrı, Görülebilir olandadır; Görülmeyende değil!" 
Oscar Wilde

Biliyor muydunuz?

    NATO sembolünün Yeni Ahid'i Yazan 4 Evangelisti ve Alşimist-Okulist gelenekte yeralan 4 temel elementi simgelediğini ve bu 4'lü Haç'ın 
gösterdiği misyon çerçevesinde dünyanın dört bir yanına asker gönderen NATO'nun üslerinde aynı zamanda Asker Misyoner Papazlar olduğunu...

Kaynak: Aytunç Altındal / Gül ve Haç Kardeşliği

Can Ataklı Star gazetesinde yayınlanan Oyun Bozan köşesine son verdiğinde tarih 15 Kasım 2003'tü.

O gün çıkan yazı; yarısı sansürlenmiş şekilde yayınlandı. Sonuna bize ait olmayan; "Star'daki yaklaşık 2 aylık beraberliğimiz burada bitiyor. Hoşçakalın" ifadesi eklenerek okuyucularımızla iletişimimiz kesilmiş oldu.

"Bu İşte Bir MİT Yeniği Var mı?" başlıklı sansürlenen yazıyı okumak için tıklayın
Oyun Bozan köşesi aracılığı ile; ABD Büyükelçisi'nin yaptığı temaslardan; Fettullah Gülen'in Türkiye'ye dönüş planlarına kadar bir çok deşifrasyonu gerçekleştirdik. (Zaman'a manşet olan Fettullah Gülen röportajları serisi geçen sene yapıldığı halde ancak bu sene yayınlandı. Sebebi; Gülen'in Türkiye'ye dönüş planının deşifre olması idi)

Kandil dağı sosyolojisi üzerine kalem oynatmadığımız, AB'ye karşı "ev ödevlerinden" sözeden yazılara imza atmadığımızdan,; kısacası suya sabuna dokunmadan birilerine zemin hazırlayan yazıları yazmadığımızdan olsa gerek; bu kadar deşifrasyonu bünye kaldıramadı ve köşemiz sansürlendi.

Bizi sansürleyenler çok fazla geçmeden kendileri de ciddi bir sansürle karşı karşıya kaldılar.

Cem Uzan'ı yaklaşan operasyon ve sonuçlarından kurtarabileceğini düşünenler; o günlerde patronları adına harıl harıl görüşme yapmakla meşguldüler. Başbakanlıktan; Ankara'da Sheraton oteline kadar bir çok mekan Cem Uzan ve ekibinin ümit dolu vaatlerle sırtlarının sıvazlandığı sahnelere sahne oldu.

Bandı daha da geriye sardığımızda ise; Fatih Çekirge gibi isimler aracılığı ile, Cem Uzan'a; "Ağustos'ta darbe olacak, parti kur, AKP'ye yüklen" mesajları yollayanları görüyoruz.

Liderler ve çevresindeki danışmanların öneminin en güçlü iki kanıtı bu sürecin sonunda karşı karşıya getirildiler ve Cüneyt Zapsu/Egemen Bağış/Ömer Çelik gibi "veri filtrelerine" sahip Tayyip Erdoğan ile Fatih Çekirge/Can Ataklı/Engin Saydam gibi "veri filtrelerine" sahip Cem Uzan kontrol edemedikleri bir arenaya sürüklendiler.

Gücünü aklı ile dengeleyemeyen Cem Uzan'ın defteri ; görünürde AKP hükümeti, perde arkasında ise, artık " Uzan Operasyonuna " ihtiyacı kalmayan güçler tarafından kapatıldı. 

"Oyun Bozan" işte bu süreçte yayından kaldırıldı. 

Şimdi yeniden karşınızdayız. 

Vatanımıza yönelik tarihin en kapsamlı ve boyutlu saldırılarından biri ile karşı karşıya olduğumuz bu dönemde; Oyunu Bozmak ve yeni bir oyun kurmak zorundayız. 

Oyunu Bozmanın ilk safhası deşifrasyondur fakat deşifrasyon hiç bir zaman; bu ülkenin beyinlerinin yılgınlığa düşmesi ve "elimizden geleni yaptık ama ne yapalım her yerdeler" duygusunu yaratmaya hizmet etmemelidir.

Oyunu Bozarken; yeni ve daha güçlü bir karşı oyun kurmanın dinamiklerini de beraberinde yaratmalı ve önümüzdeki haritayı doğru etüd etmeliyiz; bu harita üzerine kendi güçlerimizi konuşlandırmadan önce. 

Sizleri hep beraber bu oyunu bozmaya ve Türkiye için yeni bir karşı oyun kurmaya davet ediyoruz.

Yolumuz açık olsun.

Kıvaç Değirmenli

 http://www.acikistihbarat.com/oyunbozan/oyunbozan251004.htm

***********

Karikatür Rezaleti Amerikan Tertibidir.,

Karikatür Rezaleti Amerikan Tertibidir., 

Selim Somçağ

Danimarka basınında Hz. Muhammed’ e hakaret niteliği taşıyan karikatürlerin yayınlanması Büyük Ortadoğu Projesine destek sağlamaya yönelik bir Amerikan,  daha doğrusu bir neo-con tertibidir.  

Amerika Irak’a hâkim olamamıştır. 

Hâkim olamamanın ötesinde,  ABD ve İngiliz birlikleri Irak’ta  işgalci güçler gittikten sonra ülkenin kendilerine kalacağının hesabını yapan Şii çoğunluğun işgale aktif direniş göstermemesi sayesinde barınabilmektedir. Öte yandan ABD kamuoyunda neo-con iktidarına ve bu iktidarın Irak işgaline verilen destek gün geçtikçe azalmaktadır. Buna karşılık ABD ekonomisindeki bıçak sırtı dengelerin sürdürülmesi her geçen gün daha da zorlaşmakta,  ABD’nin hegemonya planları bakımından tehdit olarak gördüğü Çin gibi ülkeler ise ekonomik ve siyasî olarak güçlenmeye devam etmektedir.  ABD’nin dünya hakimiyetini sürdürmesinin yolu olarak belirlenen neo-con projesi Irak’ta ters bir rotaya saplanmıştır. Neo-con iktidarı bu ters rotadan kurtulmak için bir sıçrama yapmak zorundadır. Ya BOP projesi Mezopotamya bataklıklarında boğulup gidecek, ya da cephe genişletilerek çatışma daha geniş ölçekte tırmandırılacaktır.

Cephenin yeni hedefleri bellidir:   

Suriye ve İran.   Zaten Kamışlı’daki Kürt ayaklanmaları,  Lübnan’da Hariri suikastı gibi olaylarla ABD Suriye’ye çoktan beri elense çekmektedir.  ABD-İngiltere-İsrail üçlüsü yalnız bir Suriye’yi gözlerine kestirebilirler, ama İran’a yönelik bir işgal harekatına girişemezler,  çünkü buna güçleri yetmez.   İran coğrafî olarak büyük bir ülkedir,  stratejik derinliği vardır.   Nüfusu çoktur (80 milyon civarında.   Medyada yer alan 70 milyon civarındaki rakamlar İran’ın resmî bildirimidir,  fakat bu ülke çeşitli sebeplerle nüfusunu düşük göstermekte dir)   İran devleti İslam Devriminden beri,  yani 25 yıldır büyük petrol gelirini en çok halkın hayat standardını yükseltmeye (devlet ihtiyacı olan herkese sosyal konut sağlamakta ve gıda kuponu dağıtmaktadır) ve silahlanmaya harcamakta dır.    

Dolayısıyla İran halkı 10 küsur yıllık gıda ve ilaç ambargolarıyla bunaltılmış Irak halkına, İran ordusu Körfez savaşıyla ağır darbe almış Irak ordusuna benzememektedir.  
İran’ın en önemli gücü ise halkın ezici çoğunluğunun birlik içinde olması ve devletini desteklemesidir.    

Bu bakımdan Irak Kürt,  Türkmen,  Sünnî Arap,  Şii Arap olarak bölünmüş Irak’la kıyaslanamayacağı gibi,  ne yazık ki Türkiye’den de daha iyi durumda dır.  

İran’ın çimentosu Şiiliktir.   

İran asırlarca dünyanın tek Şii devleti olduğu için, burada Şiilikle Perslere kadar uzanan köklü İran geleneklerinin kaynaşmasıyla dinî görüntülü bir İran milliyetçiliği ortaya çıkmıştır.  Sünnî ülkelerde başarılı olamayan İslamî köktendinciliğin İran’da çok başarılı olmasının sebebi de budur,  çünkü İran bağlamında Şii-İslamî hedeflerle millî hedefler bağdaştırılabilmiştir.  Merci-i taklid,  imamet gibi Şii kavramları halkın dinî nitelik taşıyan siyasî otoriteye sadakatini güçlendirmektedir.   Ayrıca İran’ın Irak’taki Şii nüfus üzerinde büyük nüfuzu vardır.   
Üçlü koalisyon İran’a saldırırsa İran,  Amerika ve İngiltere’ye Irak’tan,  İsrail’e Hizbullah aracılığıyla Lübnan’dan vurabilecek,  üçlü belki de Dimyat’a pirince 
giderken evdeki bulgurdan olacaktır.   Binaenaleyh,  ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün bugün için İran’a  yönelik Irak benzeri bir işgal harekatına girişmeleri hayaldir.    

Bu yüzden üçlü İran’ı içeriden sarsmak için çok sevdikleri etnik ayrılıkçılık silahını kullanmayı denemektedirler.    

İran’daki en büyük etnik azınlık nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturan Azeri Türkleridir,  dolayısıyla etnik ayrılıkçılıkla İran’ı bölme planlarının ilk hedefi İran Türkleridir.  

Amerika bu amaçla himayesine aldığı Çöhregani adlı Türkçü görüntülü bir İran Azerisini geçen yıl Türkiye’ye yollayarak “Güney Azerbaycan’ın bağımsızlığı” konusunda  milliyetçi çevrelerde propaganda yaptırtmaya çalıştıysa da, asıl niyet sırıttığı için bu zat Türkiye’de pek yüz bulamadı.   
Zaten İran’ı etnik temelde bölme hesabı neo-conların bu konularda akıl hocalığını yapan Amerikalı ve İngiliz oryantalistlerin isabetsiz teşhislerine dayanmaktadır ve tutmaz.    
Modern İran devletinin temelini Azeri Türkleri atmıştır.   
İran Selçuklulardan itibaren asırlarca bir ucu Orta Asya’da veya Anadolu’da bulunan Türk devletleri tarafından,  millî ve coğrafi bütünlüğünü kaybetmiş olarak yönetildi.   
16. yüzyıldaki Safevî iktidarıyla bu durum değişti.    
Türk kökenli olan ve askerî güç olarak hemen tümüyle Türkmen aşiretlerine dayanan Safevîler İran’ı doğal sınırlarına oturttu ve o zaman çoğunluğu Sünni olan İran halkını cebren Şiileştirerek İran’a ideolojik bir çimento sağladı.   Safevilerden sonra da İran’ı ta 1920’lere kadar Afşar,  Kaçar gibi Anadolu kökenli Türkmen oymaklarına mensup hanedanlar yönetti.  İran Azerileri bu ülkede oynadıkları tarihî rolün bilincindedir.   İran’da Türklerin kültürel halkları gayet kısıtlı olmakla beraber,  Azeriler toplumsal olarak dışlanmış bir kesim değildir.   Bilakis ulema,  siyasî kesim ve tüccar arasında Azerilerin önemli ağırlığı vardır.    

Ayrıca dindarlıkta,  Şiiliğe bağlılıkta Türkler Farslardan geri değil,  belki daha ileridir.  
(Bu bakımdan Kuzey Azerbaycan,  yani Azerbaycan Cumhuriyeti emsal teşkil etmez,  çünkü:  
Birincisi, bu bölge batıdan ve kuzeyden Sünni Osmanlı etkisine açık olduğu ve bir dönem de Osmanlı hakimiyetinde yaşadığı için önemli ölçüde Sünni nüfus da barındırır.   
İkinci olarak da 1828’den yakın geçmişe kadar Rus hakimiyetinde kaldığı için laikleşmiş,  toplumda dinin,  bu arada Şiiliğin rolü zayıflamıştır.  Güneyde,  yani İran Azerbaycanında ise ne Sünni nüfus vardır,  ne de laikleşme güçlüdür.)  Bütün bu sebeplerden dolayı İran Azerileri Türklüklerini bilmekleberaber,  çoğunlukla ülkelerine bağlıdır.   İran’a bir  saldırı vukuunda bu bağlılık şüphesiz daha da artacaktır.   Dolayısıyla İran’ı etnik kışkırtıcılıkla bölmek görünür gelecekte mümkün değildir.

Bu şartlar altında neo-conlar ne yapacaktır?   
Mevcut güçlerle İran yutulamıyorsa,  yapılacak iş cepheyi genişleterek güçleri arttırmaktır.   
Bunun iki ana ayağı vardır.   
Birinci ayak Avrupa’dır.   
Irak harekatında her zaman ABD ile hareket eden İngiltere dışında kıtanın diğer ibüyük güçleri olan Almanya ve Fransa ABD’ye destek vermemişti.   Bunda bu iki ülke kamuoyunun da önemli rolü olmuştu. İşte şimdi karikatür provokasyonu ile Avrupa kamuoyu da İslamı uygarlığa, özgürlüğe ve bu arada Avrupa’ya karşı bir tehdit olarak görmeye itilmektedir.  
Maalesef İslam ülkelerinde bu tertibe balıklama atlayacak gruplar sayısızdır,  halbuki bu hakarete devletler düzeyinde,  resmi bir tepki gösterilmeli, radikal ve saldırgan görüntülü nümayişler yapılmamalıydı.    

( Bu çerçevede Hamas gibi köktendinci grupların hareketleri ve söylemleriyle emperyalizmin “medeniyetler çatışması” tezine büyük destek verdiğini gözden 
kaçırmamak gerekir.   Filistin’de laik-milliyetçi El Fetih’in yerine Hamas’ın iktidara gelmesinde ABD ve İsrail’in önemli rol oynamış olduğu muhakkaktır.   
İran’ın başında da böyle kritik bir dönemde “İsrail haritadan silinmelidir” gibi sözler sarf edebilen bir kişinin bulunması şüphesiz ki aynı şekilde neo-con 
planlarının değirmenine su taşımaktadır.)    Zaten dün Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’ın bu ülkelerde karikatürlere gösterilen tepkilerden yola çıkarak İran ve 
Suriye’yi Müslümanların öfkesini istismar ederek şiddeti teşvik etmekle suçlaması karikatür olayının İran-Suriye cephesini genişletmeye yönelik bir Amerikan tertibi olduğunu açıkça ortaya koymuştur.   Bu yöndeki başka bir gösterge de Fransız devleti içinde ABD’den bağımsızlık çizgisinin lideri konumundaki Cumhurbaşkanı Chirac’ın karikatür olayını provokasyon olarak nitelemesi ve sorumluları eleştirmesidir..

Tabiî Batı ve Özellikle Avrupa kamuoyunda İslam aleyhtarlığını körüklemek cephe genişletme harekatının ikinci derecedeki ayağıdır,   çünkü Avrupa ülkelerinin İran çöllerinde ölecek askeri yoktur.   Kritik ayak Türkiye’nin İran ve Suriye’ye saldırı cephesine dahil edilmesidir,  çünkü Türkiye’nin dünyanın her yerinde savaşmaya muktedir askeri vardır.   Dolayısıyla ABD ve müttefiklerinin İran’a saldırarak BOP’u kurtarma planında kritik ülke Türkiye’dir.   

Bu konuda ABD’nin psikolojik harekatı son haftalarda büyük hız kazanmıştır.  Millî cephede yer alması gereken çevrelerin dahi (bilerek veya bilmeyerek) bu 
harekata destek vermesi özellikle ilginçtir ve Amerika'nın ne kadar sıkıştığını göstermektedir.  Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Balbay ve Doğu Silahçıoğlu Şahap füzelerinin menzillerinden dem vurarak günlerce İran’ın Türkiye için tehdit oluşturduğunu yazdılar.   

Sanki Şahap füzeleri sittin senedir İran’ın elinde değilmiş,  ve sanki Türkiye’nin çevresindeki bunca ülkede Türkiye’yi vurabilecek menzilde füzeler yalnızca İran’ın elinde varmış gibi...  

(Bu arada Cumhuriyet’teki yazı dizisinde ileri sürülen “Türkiye destek vermese de ABD İran’a saldırabilir” iddiası Türkiye’ye yönelik Amerikan propagandasının  kilit taşıdır. Irak harekatından önce de aynı propaganda yöntemi işlenmiş,  Amerika’nın güdümündeki medya günlerce “Amerika bizsiz de Irak’ı halleder; olayın  dışında kalırsak masada yerimiz olmaz” diye yazmıştı.  Amerika’nın Türkiyesiz  Irak’ta ne kadar başarılı olduğunu bugün görüyoruz.  ABD’nin Irak’a kıyasla İran’a saldırı için Türk askerine ihtiyacı çok daha fazladır ).  

Ulusalcı profil vermeye çalışan bazı medya erbabının bugünlerde Uğur Mumcu’nun katillerinin İran’da olduğu iddiasını kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi 
işlemeye başlamaları da yine aynı harekatın bir parçasıdır.  

Elbette İran ya da herhangi bir başka devlet Türkiye için bir tehdit oluşturabilir,  çünkü dış politikada oyuncular devletlerdir ve bunların her an milli menfaatleri
veya planlarına göre herhangi bir başka devlete karşı hasmane tavır almaları mümkündür.   
Ancak dış politikada ve askerlikte tehdit sıralaması diye hayatî önemde bir kavram vardır.   
Tehditleri uzak-yakın,  küçük-büyük diye sıralamayı beceremeyen bir devlet yok olur.

Bugün Türkiye’nin millî birliği ve toprak bütünlüğü açısından, daha üç yıl önce Türk topraklarına onbinlerce askerini indirmeye çalışan ve Irak’ın kuzeyinde 
Türkiye’nin güneydoğusunda gözü olduğunu açıkça dile getiren bir kukla devleti kurduran Amerika mı daha büyük tehdittir,  yoksa İran mı?

Türkiye’nin Millî birliğini ve toprak bütünlüğünü koruması açısından, Amerikan cephesine dahil olup İran ve Suriye’ye saldırarak bu ülkelerin parçalanmasına 
yol açmak mı daha akıllıcadır,  yoksa Amerika Irak’tan çekilene kadar baskılara göğüs gerip bölgede barışı savunmaya devam ettikten sonra İran ve Suriye 
ile beraber kukla devletin fitilini söndürmek mi?

Bu soruların cevapları açıktır.


http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=4822

***