osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 2


TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE  BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 2



Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulması yirminci yüzyıldaki Türk dış ve güvenlik politikası tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. 
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren Sovyetler Birliği’ni temel düşmanı olarak görmeye başlamıştır. Yukarıda belirtildiği gibi Ankara’nın Sovyet niyetlerinden kuşkusu tarihsel olarak Çarlık Rusyası’nın nüfuzunu Karadeniz’in ötesine Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya genişletme teşebbüslerine dayanmaktaydı. Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin güvenlik kaygılarını Sovyet askeri gücü karşısındaki savunmasızlığı belirlemiştir 21. Türkiye, Sovyet kara kuvvetlerinin yirmi tümeni ile Transkafkasya bölgesindeki 500 kilometreden daha uzun olan ortak sınırda karşı karşıya kalmış; yoğun nüfusun yaşadığı bölgeleri ise Sovyet savaş uçakları ve füzelerinin yakın menzilinde olmuştur. Sovyet deniz kuvvetleri ve denizaltıları Karadeniz’in kontrolünü elde tutacak şekilde konuşlanmıştı. Bir NATO üyesi olarak Türkiye, Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin askeri güçlerine karşı NATO’nun güney kanadını güvene almak konusunda hayati bir misyon üstlenmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı ve Transkafkasya bölgesinde Sovyetler ile olan kuzeydoğu sınırını savunmak zorunda kalmıştır.

Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da daha iyi çevrelenmesi için Türkiye 1955’te, Britanya, İran, Irak ve Pakistan ile çok taraflı bir savunma antlaşması olan Bağdat Paktı’nda (1958’deki Irak İhtilali’nin ardından Merkezi Antlaşma Teşkilatı- CENTO- adını aldı) bir araya gelmiştir 22. Türkiye, NATO ve CENTO ittifak sistemleri arasında köprü olarak hayati bir diplomatik ve stratejik rol oynamıştır. 
1950’lerde Türk dış politikasının temel ilkesi Batı ittifakının bir parçası olmak ve stratejik önemini bu ittifakın üyelerine kanıtlamak olacaktır. 
1950’ler ve 1960’lar boyunca Türkiye, Sovyet yanlısı ülkelerin nüfuzunu sınırlandırmak için genellikle Ortadoğu’daki diğer İngiliz ve Amerikan müttefikleri ile işbirliği yapacaktır.

Türkiye, Soğuk Savaş derinleştikçe Batı yanlısı tutumunu devam ettirmiştir: 1950’de Avrupa Konseyi’ne, 1960’da OECD’ye katılmıştır. Bu doğrultuda daha ileri bir adım olarak, 1959’da (daha sonra Avrupa Birliği olan) Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik için başvurmuştur. Türkiye 1963’te ortak üye olmasına ve 1970’de Ek Protokol’ü imzalamasına rağmen, Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerin gelişmesini büyük ölçüde iç siyasi ve ekonomik koşullar engellemiştir.23

1960’larda, Soğuk Savaş’ın Yumuşama döneminde, Ankara’nın Kıbrıs konusunda uluslararası alanda yalnızlaşmaktan ve bu konuda Batılı müttefiklerinden destek gelmeyişinden duyduğu hayal kırıklığı, o zamana kadar sürdürdüğü dış politika yaklaşımını sorgulamasına neden olmuştur. Türkiye 1945’ten beri izlediği tek boyutlu dış politikanın faydalarını sorgulamaya başlamış ve özellikle 1960’ların ortalarından itibaren çok boyutlu bir dış politika izlemeye çalışmıştır. Kısmen Soğuk Savaş sürecindeki ve Batı ittifakındaki gelişmeler kısmen de Kıbrıs sorunu için BM’de destek sağlama ihtiyacı nedeniyle Ankara, Sovyet Bloğu, Bağlantısız Ülkeler ve İslam Dünyası ile ilişkilerini geliştirme çabasına girişmiştir.24

Türk-Amerikan ilişkilerinin dönüşümü Ankara’nın çok boyutlu dış politika arayışında önemli bir rol oynamıştır. 1960’lar ve 1970’lerin problemleri Türkiye’nin güvenlik ve ekonomik ihtiyaçları için (1950’lerde olduğu gibi) sadece ABD’ye bel bağlanamayacağını göstermiştir. 1960’ların başında meydana gelen iki gelişme Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratmış, Batılı müttefiklerine yönelik 
derin bir güvensizlik ve hoşnutsuzluğa yol açmış ve giderek Türk-Amerikan ilişkilerinde bir krize neden olmuştur. 1962 Küba Füze Krizi ve 1963–64 Kıbrıs Krizi (özellikle 1964 tarihli Johnson Mektubu) Türk-Amerikan ilişkilerine önemli ölçüde zarar vermiş 25, ilişkiler Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesine bir tepki olarak uygulanan Amerika’nın silah ambargosu ile daha da bozulmuştur. Ankara’nın silah ambargosuna tepkisi, NATO misyonları ile doğrudan bağlantılı olmayan Türkiye’deki tüm tesislerde Amerika’nın askeri operasyonlarını 
askıya alarak misilleme göstermek olmuştur. Kıbrıs meselesi Amerika-Türkiye ilişkilerini birkaç yıl için son derece kötüleştirmiş; 

Amerikan Kongresi’nin 1978’de silah ambargosunu kaldırmasından sonra bile iki taraflı savunma işbirliği ve askeri yardımın 1974 öncesi seviyesine gelmesi için iki yıl gerekecektir.26

Kıbrıs meselesinin Türk dış politikasına etkileri çok büyük olmuştur. 1970’lerdeki gelişmelerin bir sonucu olarak Türkiye ulusal güvenliğini yeniden tanımlamış ve ulusal güvenliğe yönelik tehdidin sadece kuzeyden (Sovyetler Birliği) değil aynı zamanda batıdan da (NATO üyesi Yunanistan’dan) geldiği vurgulanmıştır 27. 1970’lerdeki iki ambargo (silah ambargosu ve petrol ambargosu) Türkiye’yi 
dış politikasını daha fazla çeşitlendirmeye zorlamıştır. Arap dünyası ile ilişkileri normalleştirme çabaları özellikle Türkiye üzerinde bir hayli zararlı etkileri olan petrol ambargosunun ardından hız kazanmıştır. Ankara Ortadoğu’da ABD’ye sınırsız destek sağlamakta daha az istekli olmuş ve bölgede Arap ve Filistin yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.28

Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden kuşkuları Yumuşama döneminde tedrici bir şekilde azalmış ve bu durum 1970’lerde bazı iki taraflı ekonomik işbirliği anlaşmalarına giden yolu hazırlamıştır. Çok taraflı dış politika izleme doğrultusunda atılan adımların bir sonucu olarak Türkiye-SSCB ilişkilerinin normalleşmesi bu dönemde büyük bir değişim anlamına geliyordu; ancak ilişkiler ekonomik işbirliği anlaşmalarıyla ve Sovyetlerin Türkiye’ye ekonomik yardımı ile sınırlıydı 29. Bu yeni gelişme Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasına yeniden yön verdiği anlamına gelmiyordu; Türkiye Batı ittifakının bir parçasıydı; ama artık dış politikasını çeşitlendirmek istiyordu. 1960’lar ve 1970’lerde bazı önemli değişimler geçirmiş olsa da, Türk dış politikasının temel ilkeleri aynı kalmıştır.

1979’da ‘İkinci Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye’nin stratejik pozisyonu yeniden önem kazanmıştır. 1979 yılında yaşanan iki olay, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi, Türkiye ve ABD’deki tehdit algılamalarını değiştirmiş ve iki ülke arasında yakın ilişkilere yol açmıştır. Özellikle Sovyetlerin Afganistan’ı işgali Türkiye’nin Sovyetlerin yayılmasından kaynaklanan korkularını yeniden canlandırmış ve ilişkilerin soğumasına neden olmuştur. 1980’ler boyunca Türk-Amerikan stratejik işbirliği artmış ve ilişkiler 
tedrici bir şekilde de olsa eski düzeyine yeniden kavuşmuştur. Ankara, Amerikan Kongresi’nin Kıbrıs meselesinden dolayı Türkiye’ye askeri yardımları sürekli bir şekilde kısıtlama çabalarından dolayı rahatsız olsa da, önce Başbakan (1983–89) ve daha sonra Cumhurbaşkanı (1989–1993) olan Turgut Özal genellikle Amerikan yönetimlerini Türkiye’nin çıkarlarına daha yakın görmüş ve Türkiye’nin gelecekteki güvenliğinin Amerika ile güçlü ilişkilerin devamına bağlı olduğuna inanmıştır. Washington, Özal’ın liberal ekonomik politikalarına destek vermiş ve Avrupa ülkelerinden farklı olarak Türkiye’yi insan hakları ihlalleri konusunda açık bir şekilde eleştirmekten kaçınmıştır.30

1980’lerde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik zorluklar ve iç politika sorunları, 1980 askeri darbesinin dış politikadaki sonuçlarıyla birlikte ikiye katlanmış, AB ile ilişkiler (insan hakları gibi konularda) daha da kötüleşirken ülkeyi bir kez daha ABD’ye yakınlaştırmıştır. 

Bu dönemde Türkiye’nin AB ile ilişkileri yeni krizlere konu olurken, ABD ile ilişkileri güçlenmiştir. Türkiye 1987’de AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuş ama bu talebi Aralık 1989’da reddedilmiştir. “İlk kez ‘Batı’ artık Türkiye’nin dış politika yönelimi bakımından bir bütün olmaktan çıkmıştır” 31.   
1980’lerde ilk kez Türk dış politikasında ‘iki Batı’ (Avrupa ve Amerika) algılaması ya da fikri doğmuştur.

1989-91 yıllarında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte Türkiye’nin güvenlik ortamı temelden değişmiş ve Türkiye yeni bir uluslararası ortama kavuşmuştur. Bir kere Rus/Sovyet askeri tehdidinin sona ermesi Türkiye’yi 200 yıllık bir kamburdan kurtarmıştır. İkincisi, Türkiye’nin kendisinden hem askeri hem de iktisadi bakımdan zayıf yeni komşuları ortaya 
çıkmıştır. Üçüncüsü, bu yeni uluslararası ortam Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni fırsatlar doğurmakla birlikte (istikrarsızlıklar, belirsizlikler, Türkiye’nin sınırları etrafında yeni çatışmalar bağlamında) yeni riskleri de beraberinde getirmiştir. Son olarak Türkiye, bölgesinde (Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir kenar ülke değil) “merkez ülke” konumuna gelmiştir.

1990’ların başında uluslararası ve bölgesel siyasetteki muazzam değişikliklerin Türkiye’nin tehdit algısı, kendi kimliği ve dış ilişkilerine bakışı üzerinde önemli etkisi olmuştur 32. Bu yeni stratejik ortamda bazı Türk seçkinleri ülkenin uluslararası konumunu yeniden değerlendirmeye başlamıştır. Son 200 yıllık dönemdeki tarihsel parametreler ortadan kalktığı için, bu değişimlere tepki olarak Türkiye’nin dış/güvenlik politikasına yeniden yön verme ihtiyacı belirmiş ve buna ilişkin tartışmalar artarak devam etmiştir.33 

Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeninde Türkiye’nin izlemesi gereken yeni dış politika ne olmalıdır tartışmasında “üç tarz-ı siyaset”ten bahsedebiliriz: AB seçeneği; Osmanlı hinterlandı ya da İslam seçeneği; Avrasya seçeneği. Yukarıdaki tarihsel özetten de görülebileceği gibi, 1990’larda tartışılan bütün bu seçenekler de dahil olmak üzere çeşitli dış politika seçenekleri 19. yüzyıldan başlayarak siyasi ve askeri elitler tarafından tartışılmış, ama bu farklı seçenekler Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tam olarak gideremediği ya da yetersiz 
kaldığı için, hem de bu farklı seçenekler doğrultusunda yapılan bazı girişimler (Müslüman ve Türk dünyası ya da yakın çevredeki komşular gibi) başarısız kaldığı için dış politika tercihi Batıya yönelik (Batı ile ittifak ya da Batı sistemi içerisinde bağlantısızlık/denge arayışları şeklinde) olmuştur. 1830 ’lardan itibaren Osmanlı/Türk dış politikası incelendiğinde ideolojisi ya da dünya görüşü ne olursa olsun devlet adamlarımızın Orta doğu, İslam Dünyası veya Avrasya seçenekleri üzerinde düşünüp birtakım teşebbüslerde bulunmalarına 
rağmen, son tahlilde tercihlerini Batı siyasi ve stratejik sisteminden yana yaptıklarını görmekteyiz. Diğer seçeneklere hazırlık teşkil edebilecek arayışların ise ya başarısız ya da kısa ömürlü olduğu görülmektedir.

     Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan Yeni Dünya Düzenindeki muhtemel dış politika tercihleri üzerine (içeride ve dışarıda) başlayan tartışmaların en önemlilerinden birisi Türkiye ve NATO üzerineydi. 
Bir görüşe göre, NATO açısından Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin stratejik önemi kaybolmuş, Batı ittifakının Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı. Türkiye açısından da yeni dış politika seçenekleri yahut fırsatları karşısında NATO ittifakına gerek kalıp kalmadığı tartışma konusuydu. Ancak başta Körfez Savaşı 
(1990-1991) olmak üzere diğer bölgesel (Kafkaslar ve Balkanlar’daki) çatışmalar ve istikrarsızlıkların kısa zamanda ortaya çıkışı bu tartışmaları iki taraf açısından da bitirdi. İki tarafında birbirine ihtiyacı devam ediyordu. Hatta Türkiye’nin bu yeni uluslararası ve bölgesel ortamda önemi daha da artacak; Türkiye’nin katkısı Batı için, özellikle NATO’nun yeni (Afganistan gibi alan dışı) misyonlarında hayati olacaktır.

Türkiye bölgesindeki yeni tehditler ve istikrarsızlıklardan dolayı NATO’ya önem vermeye devam etmiş ve yeni NATO misyonlarına kararlılıkla katkıda bulunmuş tur. Ankara’nın özellikle Balkanlar’da istikrarı garantilemek ve güvenliği sağlamak için yapılan NATO operasyonlarına katılması Türkiye’nin NATO’da gelecekte oynayacağı pozitif role ilişkin AB çevrelerinde de olumlu etkiler yaratmıştır. Türkiye, ulusal çıkarı üzerine temellenen kendi tehdit algılamalarının yanı sıra, Batı’nın yeni global tehdit algılamalarını da (global terörizm, kitle imha silahları vb.) paylaşmaktadır. Türk siyasi ve askeri elitleri, klasik Osmanlı/Türk güvenlik öncelikleri- yani toprak bütünlüğü ve siyasi rejimin bekası- ile birlikte bu yeni tehdit algılamalarını da dikkate almaya başlamıştır. Bir başka ifadeyle, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte Batı ve Türkiye’nin algıladığı tehdit parametreleri değişmiş ama iki taraf da yeni tehditleri tanımlamak konusunda ortak bir noktada buluşabilmiştir.

Balkanlar, Avrasya ve Ortadoğu’da meydana gelen yeni gelişmeler Türkiye’ye yeni fırsatlar, ama aynı zamanda yeni riskler, güvenlik boşlukları ve meydan okumalar getirmiştir34. 1990/91’den beri geçen dönem Türkiye’nin etrafındaki bölgede istikrarsızlık ve belirsizlik dönemi olmuştur. Türkiye’nin sınırları, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’daki yeni istikrarsızlıkların, çatışmaların ve savaşların meydana getirdiği çalkantılarla tehdit edilmiş; Türkiye etnik ve dini çalkantılarla fokurdayan bir bölgenin merkezinde kalmıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki etnik ve dini çatışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan bu yeni tehdit algılamaları, Türkiye ve Batı arasında hem işbirliği için yeni bir zemin yaratmış, hem de yeni gerilimlere yol açmıştır. Gerek 11 Eylül ve gerekse 2003’teki Irak savaşından beri yaşanan global ve bölgesel gelişmeler göz önüne alındığında, bu trendin devam ettiği görülmektedir.

Türk dış politikasının istikameti üzerine 1990’larda başlayan bu tartışmalar, eğilimler ve süreçler Kasım 2002 seçimlerinden sonra işbaşına gelen AK Parti hükümetleri döneminde yeni bir ivme ve vizyon kazanmıştır. Önce Başbakanlık Başdanışmanı sıfatıyla, daha sonra Dışişleri Bakanı olarak büyük ölçüde Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun teori ve pratiğini yönlendirdiği bu yeni dış politika, 
1990’ların başında gündeme gelen “üç tarz-ı siyaset” yerine, dördüncü bir siyaset yahut istikamet belirlemiştir. AK Parti Hükümetleri döneminde biçimlendirilen Türkiye’nin yeni dış politika vizyonuna göre Türkiye Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bir cephe ülkesi ya da Soğuk Savaş sonrası önerilen köprü ülkesi değil, yeni uluslararası sistemde bölgesel merkezi bir güç, merkez (pivot/mihver) ülke olmalıdır. 

Bu bağlamda Türkiye, bir merkez ülke ve bölgesel güç olarak tarihi, coğrafi ve stratejik derinliği ile küresel bir güç olabilme potansiyeline sahiptir. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni stratejik parametreler çerçevesinde 2002’den itibaren devam eden bu sürecin Türk dış politikasının tarihsel temelleri bağlamında bir sürekliliğe mi yoksa kopuşa mı işaret ettiği tartışması ise bir başka yazının konusu olmayı hak ediyor.


Kaynaklar

Allen, W.E.D. ve Muratoff, P. (1953), Caucasian Battlefields (Cambridge: Cambridge University Press).
Altunisik, M.B. and Tür, Ö. (2005), Turkey: Challenges of Continuity and Change (London: Routledge Curzon).
Anderson, M.S. (1966), The Eastern Question, 1774–1923 (London: Macmillan).
Anderson, M.S. (ed.) (1970), The Great Powers and the Near East, 1774–1923 (London: Edward Arnold).
Athanassopoulou, E. (1999), Turkey: Anglo-American Security Interests, 1945–1952: The First Enlargement of NATO (London: Frank Cass).
Aydin, M. ve Ismael, T.Y. (eds) (2003), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate).
Bac-Muftuler, M. (1997), Turkey’s Relations with a Changing Europe (Manchester: Manchester University Press).
Bal, İ. (ed.) (2004), Turkish Foreign Policy in the Post Cold War Era (Florida: BrownWalker Press).
Boll, M.M. (1979), ‘Turkey’s New National Security Concept: What It Means for NATO’, Orbis, 23.
Bölükbaşı, S. (1988), Turkish-American Relations and Cyprus (Lanham, MD: University Press of America).
Çetinsaya, G. (1999), ‘Ikinci Dünya Savaşında Türk-İran İlişkileri, 1939–1945’, Strateji, 11.
Davison, R.H. (1973), Reform in the Ottoman Empire, 1856–1876 (New York: Gordian Press).
Davison, R.H. (1976), ‘Russian Skill and Turkish Imbecility: The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconsidered’, Slavic Review, 35.
Deringil, S. (1989), Turkish Foreign Policy during the Second World War: An ‘Active’ Neutrality (Cambridge: Cambridge University Press).
Fromkin, D. (1991), A Peace to End All Peace: Creating the Modern Middle East, 1914–1922 (London: Penguin).
Fuller, G. and Lesser, I.O. (1993), Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China (Santa Monica, CA: RAND).
Gokay, B. (1997), A Clash of Empires: Turkey between Russian Bolshevism and British Imperialism, 1918–1923 (London: I.B. Tauris).
Hale, W. (2000), Turkish Foreign Policy, 1774–2000 (London: Frank Cass).
Hurewitz, J.C. (1961), ‘Ottoman Diplomacy and the European States System’, Middle East Journal, 15.
Karpat, K.H. (ed.) (1975), ‘Turkish-Soviet Relations’, içinde Kemal H. Karpat (ed.), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974 (Leiden: E.J. Brill).
Karpat, K.H. (ed.) (1975), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974 (Leiden: E.J. Brill).
Kent, M. (ed.) (1984), The Great Powers and the End of the Ottoman Empire (London: George Allen & Unwin).
Kuniholm, B. (1994), The Origins of the Cold War in the Near East (Princeton: Princeton University Press).
Kuniholm, B. (1996), ‘Turkey and the West since World War II’, içinde Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (eds), Turkey Between East 
and West: New Challenges for a Rising Regional Power (Colorado: Westview Press).
Kurat, A.N. (1990), Türkiye ve Rusya (Ankara: Kültür Bakanlığı).
Larrabee, F.S.ve Lesser, I.O. (2002), Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty (Santa Monica, CA: RAND).
Leffler, M.P. (1985), ‘Strategy, Diplomacy and the Cold War: The United States, Turkey and NATO, 1945–1952’, The Journal of American History, 71.
Mango, A. (1999), Ataturk (London: John Murray).
Martin, L.G. ve Keridis, D. (eds) (2004), The Future of Turkish Foreign Policy (Cambridge, MA: The MIT Press).
Naff, T. (1984), ‘The Ottoman Empire and the European States System’, in Bull, H. ve Oran, B. (eds) (2001a), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980 (İstanbul: İletişim).
Oran, B. (ed.) (2001b), Türk Dış Politikası, Cilt 2: 1980–2001 (İstanbul: İletişim).
Robins, P. (1991), Turkey and the Middle East (London: RIIA, 1991).
Robins, P. (2003), Suits and Uniforms: Turkish Foreign Policy since the Cold War (London: Hurst).
Rubin, B. and Kirisci, K. (eds) (2002), Turkey in World Politics: An Emerging Multiregional Power (İstanbul: Bogazici University Press).
Sever, A. (1997), Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Bati ve Ortadoğu, 1945–1958 (İstanbul: Boyut).
Sezer, D.B. (1981), Turkey’s Security Policies, Adelphi Papers 164 (London: IISS).
Sezer, D.B. (1993) ‘Turkey and the Western Alliance in the 1980s’, içinde Atilla Eralp, Muharrem Tunay ve Birol A. Yesilada (eds), 
The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey (Westport: Praeger).
Vali, F.A. (1971), Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore: The Johns Hopkins Press).
Watson, A. and Bull, H. (eds) (1985), The Expansion of International Society (Oxford: Oxford University Press).
Yasamee, F.A.K. (1993), ‘Abdulhamid II and the Ottoman Defence Problem’, Diplomacy and Statecraft, 4/1.
Yasamee, F.A.K (1996), Ottoman Diplomacy: Abdulhamid II and the Great Powers, 1878–1888 (İstanbul: ISIS).
Yasamee, F.A.K. (1999), ‘Ottoman Diplomacy in the Era of Abdulhamid II, 1878–1908’, içinde Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: TTK).
Yasamee, F.A.K. (2000), ‘The Ottoman Empire and European Alliances, 1815–1914’, The Great Ottoman-Turkish Civilization: Politics (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları).
Yasamee, F.A.K. (1995), ‘“Ottoman Empire”, in Decisions of War, 1914’, içinde Keith Wilson (ed.), The Ottoman Empire (New York: St. Martin’s Press).
Yeşilbursa, B.K. (2005), The Baghdad Pact (London: Frank Cass).


DİPNOTLAR;

1 Naff, T., “The Ottoman Empire and European States System”, in H.Bull & A.Watson. (eds.), The Expansion of International Society, Oxford:Clarendon Press,1984). S.143–169
2 Kurat, A.N., Türkiye ve Rusya, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1990; Allen, W.E.D. ve Muratoff, P., Caucasian Battlefields, Cambridge, Cambridge University Press, 1953
3 Davison, R.H.,”Russian Skill and Turkish Imbecility: The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconsidered”, Slavic Review, 35, 1976, s. 436–483.
4 Anderson, M.S., The Eastern Question, 1774–1923, London, Macmillan, 1966, s. 28–55.
5 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 13–43.
6 Davison, R.H., Reform in the Ottoman Empire, 1856–1876, New York, Gordian Press, 1973.
7 Anderson, M.S. (ed.), The Great Powers and the Near East, 1774–1923, London, Edward Arnold, 1970, s. 81.
8 Anderson, M.S., The Eastern Question, 1774–1923, London, Macmillan, 1966, s.178–219.
9 Anderson, M.S. (ed.), The Great Powers and the Near East, 1774–1923, London, Edward Arnold, 1970, s. 108–112.
10 Yasamee, F.A.K., “Abdulhamid II and the Ottoman Defence Problem”, Diplomacy and Statecraft, 4/1, 1993, s. 20–36; Yasamee, F.A.K, Ottoman Diplomacy: Abdulhamid II 
and the Great Powers, 1878–1888, İstanbul, ISIS, 1996; Yasamee, F.A.K., “Ottoman Diplomacy in the Era of Abdulhamid II, 1878–1908”, içinde Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Ankara, TTK, 1999, s. 223–232
11 Kent, M. (ed.), The Great Powers and the End of the Ottoman Empire, London, George Allen & Unwin, 1984; Yasamee, F.A.K., “Ottoman Empire”, in Decisions of War, 1914”, içinde Keith Wilson (ed.), The Ottoman Empire, New York, St. Martin’s Press, 1995, s. 229–268
12 Fromkin, D., A Peace to End All Peace: Creating the Modern Middle East, 1914–1922, London, Penguin, 1991
13 Mango, A., Ataturk, London, John Murray, 1999; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 95–238; Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 44–78
14 Gokay, B., A Clash of Empires: Turkey between Russian Bolshevism and British Imperialism, 1918–1923, London, I.B. Tauris, 1997
15 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 44–78; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 239–384.
16 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 44–78; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980 İstanbul: İletişim, 2001, s. 239–384.
17 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 79–108; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul: İletişim, 2001, s. 385–479; Deringil, S., Turkish Foreign Policy during the Second World War: An ‘Active’ Neutrality, Cambridge, Cambridge University Press, 1989.
18 Çetinsaya, G., “Ikinci Dünya Savaşında Türk-İran İlişkileri, 1939–1945”, Strateji, 11, 1999, s. 41–79
19 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 109–121; Kuniholm, B., The Origins of the Cold War in the Near East, Princeton, Princeton University Press, 1994.
20 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 522–575; Leffler, M.P. “Strategy, Diplomacy and the Cold War: The United States, Turkey and NATO, 1945–1952”, The Journal of American History, 71, 1985, s. 807–825; Athanassopoulou, E., Turkey: Anglo-American Security Interests, 1945–1952: The First Enlargement of NATO, London, Frank Cass, 1999.
21 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 499–521; Karpat, K.H. (ed.) “Turkish-Soviet Relations’, içinde Kemal H. Karpat (ed.), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974, Leiden, E.J. Brill, 1975, s.73–107
22 Yeşilbursa, B.K., The Baghdad Pact, London, Frank Cass,. 2005; Sever, A., Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Bati ve Ortadoğu, 1945–1958, İstanbul, Boyut, 1997
23 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 808–853; Bac-Muftuler, M., Turkey’s Relations with a Changing Europe, Manchester, Manchester University Press, 1997
24 Vali, F.A., Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey, Baltimore, The Johns Hopkins Press, 1971; Karpat, K.H. (ed.), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974, Leiden, E.J. Brill, 1975.
25 Bölükbaşı, S., Turkish-American Relations and Cyprus, Lanham, MD, University Press of America, 1988; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s.716–768.
26 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 681–715; Kuniholm, B., “Turkey and the West since World War II”, içinde Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (eds), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional Power, Colorado: Westview Press, 1996, s. 45–69
27 Sezer, D.B., “Turkey’s Security Policies”, Adelphi Papers, 164, London, IISS, 1981; Boll, M.M., “Turkey’s New National Security Concept: What It Means for NATO”, Orbis, 23, 1979, s. 609–631.
28 Robins, P., Turkey and the Middle East, London, RIIA, 1991.
29 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul: İletişim, 2001, s. 769–783.
30 Oran, B. (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt 2: 1980–2001, İstanbul, İletişim, 2001,s. 34–101; Sezer, D.B., “Turkey and the Western Alliance in the 1980s”, içinde Atilla Eralp, Muharrem Tunay ve Birol A. Yesilada (eds), The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey, Westport: Praeger, 1993 s. 215–231.
31 Altunisik, M.B. and Tür, Ö., Turkey: Challenges of Continuity and Change, London, Routledge Curzon, 2005 s. 111.
32 Robins, P., Suits and Uniforms: Turkish Foreign Policy since the Cold War, London, Hurst, 2003, s. 113–133.
33 Fuller, G. and Lesser, I.O., Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China, Santa Monica, CA, RAND, 1993.
34 Rubin, B. and Kirisci, K. (eds), Turkey in World Politics: An Emerging Multiregional Power, İstanbul, Bogazici University Press, 2002; Bal, İ. (ed.), Turkish Foreign Policy in the Post Cold War Era, Florida, BrownWalker Press, 2004; Larrabee, F.S.ve Lesser, I.O, Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty, Santa Monica, CA, RAND, 2002; Aydin, M. ve Ismael, T.Y. (eds), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics, Aldershot, Ashgate, 2003; Martin, L.G. ve Keridis, D. (eds), The Future of Turkish Foreign Policy, Cambridge, MA, The MIT Press, 2004.


***

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 1

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE  BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 1



İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER,

Gökhan Çetinsaya*
Çeviren: Ali Balcı

* Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi


ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

GİRİŞ

On sekizinci yüzyıl sonundan yirminci yüzyıl sonuna kadar neredeyse iki yüzyıldır Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı Türkiye Cumhuriyeti üç önemli meydan okumayla yüzleşmiştir. İlki Rusya İmparatorluğu’ndan ve daha sonra Sovyetler Birliği’nden gelen askeri ve stratejik tehdittir. On sekizinci yüzyılın sonundan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar Osmanlı / Türk devlet adamları için (belli kısa 
dönemler hariç) en önemli kaygı Rusya/Sovyetler Birliği’nden gelen stratejik tehdit olmuştur. İkinci meydan okuma Fransız Devrimi’nin ardından Osmanlı İmparatorluğu’nda önce gayrimüslim unsurlar arasında daha sonra Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında milliyetçi düşünce ve hareketlerin ortaya çıkışı olmuştur. Bu gelişme Osmanlı’nın dağılmasının ardından da yeni formlar altında devam etmiştir. Osmanlı / Türk dış politikasının seyrini belirleyen üçüncü meydan okuma Türkiye’nin ekonomik koşulları ve Batı’ya olan mali bağımlılığı olmuştur. Birbirleriyle ilişkili bu üç meydan okuma on dokuzuncu yüzyılın başlarından beri Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ve iç politikalarını (özellikle Batı’ya yönelimini) şekillendirmektedir. Bunlar sadece Türkiye’nin komşuları ve Batı ile ilişkilerini belirlememiş aynı zamanda Batılılaşma süreci üzerinden iç politikasını da etkilemişlerdir. Bu makale Batı’ya yöneliş sürecini incelemeye ve son iki yüzyıldır Türk dış ve güvenlik politikasında oluşan belli süreklilikleri vurgulamaya çalışacaktır.

On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın bir kısmını yönetmiş ve kıtanın meselelerine müdahil olmuştu. On sekizinci yüzyılın son çeyreğine kadar Avusturya en büyük düşman, Fransa ise temel müttefik olmuştur. Ancak on sekizinci yüzyılda Rusya’nın büyük bir güç olarak belirmesi Osmanlı İmparatorluğu aleyhine güç dengesinde bir kaymaya 
yol açmıştır. 1. 

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından 1917’ye kadar Rusya Osmanlı’nın zayıflığının bölgede yarattığı boşluğu doldurmaya istekli olmuştur. Rusya’nın Balkanlar, Güneydoğu Avrupa ve Kafkaslardaki toprakları işgal etmesiyle sonuçlanan bir dizi Rus-Osmanlı savaşı bu dönemde yaşanmıştır. Osmanlılar devamlı olarak (1853–56 Kırım Savaşı hariç) Ruslara yenilmiş ve Osmanlı 
İmparatorluğu’nun kalbi olan başkent İstanbul sık sık Rus ordusunun tehdidine maruz kalmıştır 2.

On sekizinci yüzyılda başlayan Rus ilerlemesi nihai olarak Kırım’a ve Karadeniz sahillerine ulaşmıştır. 1768–74 savaşındaki Rus galibiyetinden sonra Osmanlı hükümeti Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. 
Bu Rusya’ya Karadeniz’in kuzey kıyılarında bir tutunma noktası vermiş, Kırım’ın bağımsızlığını kabul ederek onu fiilen Rusya’nın kontrol alanına bırakmış ve Rus gemilerine Karadeniz’e açılma hakkı sağlamıştır. Bütün bunların yanında Ruslara Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortodoks unsurları üzerinde hamilik rolü oynama imkanı sağlamıştır 3. 

Nitekim Rusya 1783’de Kırım’ı ilhak etmiş ve daha sonra 1787-92’deki başka bir savaşta Dinyester ve Bug nehirleri arasındaki bölgeyi de ele geçirmiştir.

Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde, özellikle 1799 ve 1812 arasındaki çalkantılı diplomatik olaylar ve savaşlar sırasında Osmanlılar Avrupa’da eskiden izlediği karışmama siyaseti yerine Avrupa güç ittifaklarına girmiş ve Avrupa devlet sisteminin parçası olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu Avrupalı Büyük Güçlerle kıyaslandığında zayıf olmasına rağmen, aldığı kararların daha güçlü devletlerin çıkarlarını ve davranışlarını ciddi şekilde etkilemesi nedeniyle önemli bir uluslararası aktör olarak kalabilmiştir.

Rusya ile yapılan 1828–29 savaşında Osmanlı güçleri yenildi ve İstanbul’un 250 km batısında bulunan Edirne Ruslar tarafından ele geçirildi. 

Ordudaki salgın hastalık ve Avrupalı diğer Büyük Güçlerden korkusu nedeniyle Ruslar İstanbul’a kadar ilerleyemediler. 

Bunun yerine Rusya, güney sınırı boyunca zayıf bir Osmanlı İmparatorluğu’nu bir müddet için tampon devlet olarak bırakmayı tercih etti.


İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER

1830’larda, özellikle de Mısır krizi sırasında (1831–41), savunma ve güvenlik kaygıları Osmanlıların düşüncesinde kritik bir hale gelmiştir. 
Osmanlı devleti on sekizinci yüzyılın sonu ile on dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıkan Rusya ve diğer askeri tehditlerle başa çıkmak için bir dizi askeri reform başlatmasına rağmen, kısa süre içinde bazı içsel nedenlerden dolayı Osmanlı ordusunun Rusya ve diğer modern ordularla başa çıkacak bir durumda olmadığı anlaşılmıştır. Bu yüzden Rusya ve Mısır karşısında alınan askeri mağlubiyetler Osmanlıları dış ve güvenlik politikasını değiştirmeye zorlamıştır.

Osmanlı devlet adamlarının dile getirdikleri amaç İmparatorluğun bekası ve toprak bütünlüğü olmuştur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca temel tehditler üç çatışma bölgesinden geliyordu: Balkanlar (Rusya’nın desteğini alan ulusal hareketlerden); İstanbul ve Çanakkale Boğazları (Britanya ve Rusya’dan); Mısır ve diğer Arap eyaletleri (Britanya ve Fransa’dan gelen tehdit). Osmanlı devlet adamları İmparatorluğun askeri olarak bu tehditlerin üstesinden gelemeyecek kadar zayıf olduğunun farkındaydılar. 
Bu nedenle etkin bir diploması İmparatorluğun bekasının temel garantisi olarak görülmüştür. Avrupalı ülkelerden biri ya da bir kaçı tarafından desteklenilmediği sürece Rusya gibi Büyük Güçlere karşı yapılacak bir savunma savaşının kazanılamayacağı düşüncesi benimsenmişti. İmparatorluk böylece büyük bir Avrupalı güce karşı diğer Avrupalı güçlerden destek görmeyecek bir askeri direniş yerine diplomatik manevralara başvurmaya mecbur kalmıştı. Osmanlılar bu süreçte Avrupalı Büyük Güçler arasındaki güç dengesinden faydalanmaya çalışmış, özellikle Britanya ve Rusya arasında Avrasya coğrafyasında yaşanan rekabeti (Büyük Oyun) kullanmıştır. Devletin bekasının anahtarı olarak görülen diplomasi bağlamında on dokuzuncu yüzyıl boyunca Rusya gibi Büyük Güçlerden gelen tehditlere karşı iki farklı yaklaşım geliştirildi: ilki, bizzat güç dengesi sisteminin kendisini avantaja çevirerek hem Büyük Güçlerle çatışmaktan hem de yakın ittifaklar kurmaktan kaçınmaktı; ikincisi, Avrupalı güçlerin bir veya birkaçıyla makul bir ittifak kurmak, diğer bir ifadeyle düşmana karşı bir güçle ya da güçler koalisyonu ile ittifak kurmaktı 5.

Tanzimat döneminde (1839–76), Osmanlı devlet adamları ikinci yaklaşımı sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer Avrupalı güçlerden biri tarafından desteklenmeksizin Rusya’nın dengi olmadığı gerçeği yaygın bir şekilde kabul görmüştü. Askeri ve bürokratik reformlar zaman ve güç istiyordu. Bu zaman gelene kadar mevcut uluslararası durum avantaja çevrilmek zorundaydı. Bu ikilem Osmanlı devlet adamlarını geleneksel diplomasi yerine, Britanya ve Fransa (ve bir ölçüde de Avusturya) ile ilişkilerin geliştirilmesi 
üzerine temellendirilen yeni bir diplomasiyi benimsemeye zorlamıştır.

Aynı zamanda dış politikadaki Batı yanlısı yönelime paralel olarak Osmanlılar milliyetçilik ve emperyalizm çağında reformlar yapmak ve hayatta kalmak için Tanzimat sürecini başlatmışlardır. Devlet siyasal, sosyal, hukuki ve ekonomik alanlarda bir Batılılaşma dönemine girmiştir. 1839’da ilan edildiği üzere Tanzimat reformları adil vergi toplanmasından düzenli bir askere alma sistemine kadar devlet ve toplumun her kurumunda genel bir reorganizasyon sözü veriyordu. Önerilen reformlar kısmen Avrupa modelleri üzerinetemellendirilmişti 
ve yavaş da olsa daha önce görülmedik bir kurumsal ve kültürel ‘Batılılaşma’ sürecini başlatmıştır. Bu süreçte imparatorluğun gayrimüslim tebaasına vadedilen ‘eşitlik’ sözüyle İslam ve Osmanlı geleneği kısmen de olsa terk edilmiştir. Tanzimat’ın ‘Batıcıları’ Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak Batı siyasal ve ekonomik sistemine entegre olmak suretiyle kurtarılabileceğine inanmak taydı. İmparatorluk için direnmek yerine Avrupa’ya entegre olmak daha akıllıca olacaktı; dünya ekonomik sistemine entegre olmaktan da ayrıca çıkar sağlanacaktı. Rusya’ya karşı olan mücadelede Britanyalıların desteğini garantiye almak için Osmanlı hükümeti, iki ülke arasında daha güçlü bir bağ yaratmak amacıyla belli mali ayrıcalıklar da sunmuştur 6.

Tanzimat dönemi boyunca Britanya (ve Fransa, bazen de Avusturya) Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile olan mücadelesinde temel destekçileri olmuşlardır. 1838’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’ya karşı bir kalkan olarak korunması ve güçlendirilmesi Yakın Doğu ve Avrasya’da Britanya stratejisinin ilk önceliği olmuştur. Bu politika zirvesine Rusya’nın Britanya, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan oluşan koalisyon güçlerince yenilgiye uğratıldığı 1853–56 Kırım Savaşı sırasında ulaşmıştır. Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması doğrultusunda İmparatorluğun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı garanti edilmiş ve Osmanlı hükümeti ‘Avrupa (concert) sisteminin ve kamu hukukunun avantajlarına iştirak etmeye’ davet edilmiştir 7. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devlet sistemine resmi bir şekilde kabul edilmiş ve Avrupalı Büyük Güç statüsü onaylanmıştır. Söz konusu kabulün devam etmesi 
bu tarihten itibaren Osmanlı/Türk devletinin temel dış politika amaçlarından biri olmaya devam etmiştir.

Paris Antlaşması İmparatorluğun Batılı güçlerle ilişkilerinde 1875’e kadar sürecek olan bir sakinlik dönemine yol açmıştır. 
Balkanlar’da, Suriye ve Lübnan’da iç krizler olsa da uluslararası bir kriz yaşanmamıştır. Fakat 1875–77 Büyük Şark Krizi’ni Rusya ile yapılan 
savaş (1877-78) izlemiş, savaş boyunca Rus askerleri Balkanların ve Doğu Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiş, Ocak 1878 sonuna gelindiğinde ise Rus askerleri İstanbul’un banliyölerine ulaşmışlardır 8. Rusya’nın İstanbul’u işgal etmesine karşı çıktığını açıklayan Britanya, donanmasını Osmanlı başkentini savunması için bölgeye göndermiştir. Bu arada Ruslar Osmanlı hükümetini kendi barış koşullarını kabul etmeye zorlamış ve Mart 1878’de geniş bir Bulgar devleti yaratan Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştır. Ancak Britanya baskısı ve tehdidinin sonucunda Ruslar Ayastefanos Antlaşmasını Berlin’de toplanan uluslararası bir kongreye sunmayı kabul etmişlerdir. Bu sırada Britanya Kıbrıs’ın geçici olarak verilmesi karşılığında Doğu Anadolu’nun korunmasını garanti etmiştir. Haziran 1878’de toplanan Berlin Kongresi’nde yeni Bulgar devletinin sınırlarını daraltılmış, Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan’ın işgaline bırakılmış ve Kafkas sınırları boyunca uzanan Batum, Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya devredilmesi onaylanmıştır 9. Berlin Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu birkaç yıl içinde nüfusunun beşte birini ve topraklarının da beşte ikisini kaybetmiştir.

Tanzimat dış politikasından ve 1871’de Almanya devletinin kurulmasından sonra ortaya çıkan yeni uluslararası sistemden dersler çıkaran Sultan II. Abdülhamid (1876-1909), Berlin Antlaşmasının bir sonucu olarak imparatorluğun yeni bir dış politika arayışı ihtiyacında olduğuna kanaat getirmişti. İmparatorluğun Avrupalı Büyük Güçlerin nüfuzuna karşı savunmasız olduğundan endişe eden Sultan 
Abdülhamid’in öncelikli dış politika amacı İmparatorluğun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü savunmak olacaktır. Abdülhamid sadece dışarıdan gelen askeri saldırılardan değil, Mısır (ve Hindistan) örneklerinde olduğu gibi nihayetinde bölünmeye kadar gidecek ‘nüfuz bölgelerinin’ kurulmasına yol açan ‘barışçıl sızma’ stratejisinden de korkuyordu. Abdülhamid’in İmparatorluğun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü otuz yıl boyunca korumadaki başarısını öncelikle onun diplomasisine bağlamak gerekir. 

   Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu ’nun çok fazla bölgede çok fazla potansiyel düşmanla muhatap olduğu, ufak bir çatışmanın kolaylıkla sayısız düşmana karşı büyük bir savaşa yol açabileceği ve İmparatorluğu yok edebileceği sonucuna varmıştır. Abdülhamid’in dış politikası o sırada Avrupa’da oluşan her bir Büyük Güçler ittifakına karşı denge ve tarafsızlık güden bir dış politikaydı. O dönemde Avrupa’da şekillenmekte olan hiç bir Büyük Güç ittifakının Osmanlı İmparatorluğu’nu koruyamayacağına ve Büyük Güçlerin kendi aralarındaki çatışmalarında taraf tutmanın akıllıca olmadığına inanıyordu. Söz konusu güçlerle barış zamanı ittifaklarından kaçınmış, tarafsızlık ve bağlanmama (non-commitment) temelli genel bir diplomatik tutum sürdürmüş, imparatorluğun eski hamisi Büyük Britanya’dan uzaklaşmış ve imparatorluğun en büyük düşmanı olan Rusya ile ilişkileri düzenleyerek Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan (1774) beri Rus-Osmanlı ilişkilerinde en uzun barış dönemini başlatmıştır. Abdülhamid ayrıca Britanya ve Rusya’yı dizginlemek için Almanya ile yakın ilişkiler geliştirmiştir 10. Tarafsızlık ve denge stratejisi en azından 1890’ların sonuna kadar başarısını kanıtlamış ama başarısı Osmanlı   İmparatorluğu’nun manipüle edebileceği Büyük Güç bölünmeleri ve dengelerinin varlığına bağımlı olmuştur: Rusya ve Britanya arasında Boğazlar için rekabet, Rusya ve Avusturya-Macaristan arasında Balkanlar’da üstünlük mücadelesi, Britanya ve Fransa arasında Mısır için yaşanan rekabet, Fransa ve İtalya arasında Kuzey Afrika rekabeti. 1897’den sonra bu rekabetlerden kaynaklanan avantajlar ortadan kalkmış ve Sultan Abdülhamid’in manevra kabiliyeti azalmıştır: Avusturya-Macaristan ve Rusya Balkanlar üzerinde anlaşmış, İtalya 
Fransa’yla yakınlaşmış ve Britanya ile Rusya 1907’de ittifak antlaşması imzalamıştır.

1908’de iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) kısmen Abdülhamid’in politikalarına kısmen de 1907 sonrası oluşan uluslararası sisteme bir tepki olarak yeni bir dış ve güvenlik politikası benimsemiştir. Temel amaç savunmacı bir dış politika ve İtilaf Devletleri (Britanya, Fransa ve Rusya) ile yakınlaşmak olmuştur. Balkan Savaşlarının (1912–13) Türk siyasi ve askeri seçkinleri üzerindeki travmatik etkilerinin ardından İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak için sadece Britanya ve Fransa ile yapılacak bir ittifakın İmparatorluğun varlığını sürdürmesinin garantisi olabileceğine ikna olmuş olan İTC (1908–1918), Londra ve Paris’ten destek almaya çalışmıştır. 

Fakat bu hedef gerek dönemin Büyük Güçler siyaseti ve gerekse Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle imkânsızdı; nitekim İTC dış politika hedeflerini yerine getirmekte başarısız olmuştur. Diğer yandan, İTC liderleri Osmanlıyı yalnızlaştıracağı ve maceracı devletlerin insafına bırakacağından dolayı tarafsızlık siyasetinin bir felaket olacağına inanmışlardı. Sonunda İTC Hükümeti Almanya ile ittifak oluşturmuş ve savaşa girmiştir 11.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Doğu Anadolu’da Ruslara karşı; Mezopotamya, Arabistan ve Filistin’de İngilizler ve müttefiklerine karşı çatışmalara girmiştir. Osmanlılar 1915’de Çanakkale’de Britanya-Fransız ortak donanması ve kara kuvvetleri karşısında başarılı bir direniş gösterse de diğer bölgelerde o kadar başarılı değildi: Ruslar Doğu Anadolu’nun içlerine kadar 
sızmış, İngilizler Bağdat, Filistin ve Suriye’yi ele geçirmişti. Savaş boyunca Müttefikler Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi için birçok antlaşma imzalamıştır. İstanbul Antlaşmaları olarak bilinen Mart-Nisan 1915 İngiliz-Fransız-Rus antlaşmalarının sonucu olarak, Britanya ve Fransa İstanbul ve Boğazlar meselesinin buraların Rusya tarafından ilhak edilmesiyle çözüleceği konusunda anlaşmaya varmışlardı. Nisan-Ekim 1916 Sykes-Picot Antlaşması doğrultusunda ise Rusya’ya Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmı (Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis dahil) verilirken, Fransa Suriye ve Kilikya’yı alacak ve Britanya da karşılığında Filistin ve Mezopotamya’nın kontrolünü üstlenecekti 12. 1917’ye kadar Rus kuvvetleri Trabzon-Van hattının doğusunu işgal etmişti; 1917 Bolşevik Devrimi sayesindedir ki Osmanlı ordusu, Rus kuvvetlerinin Devrim sonrası yaşanan süreç nedeniyle boşalttığı Doğu Anadolu’yu yeniden kazanabilmiştir. Rusya’nın savaştan çekilmesinin sonucu olarak İstanbul Antlaşmaları da dahil Rusya ile yapılan antlaşmalar fesholmuştur.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nin ardından Britanya, Fransa ve İtalya önceki antlaşmalar üzerine temellenen şahsi taleplerini Paris Barış Konferansı’nda dile getirmiş ve Anadolu’nun bazı kısımlarını işgal etmeye başlamıştır. Sevr Antlaşması olarak bilinen ve 10 Ağustos 1920 tarihinde son Osmanlı Hükümeti ile yapılan barış antlaşması fazlasıyla ağır bir antlaşmaydı; Osmanlı İmparatorluğu’nu tüm Arap vilayetlerinden koparmakla kalmamış, aynı zamanda Osmanlı hükümetinden Boğazların kontrolünü almış, bağımsız bir Ermeni devleti yaratmış, ve gelecekte Batı Anadolu’nun Yunan kontrolüne girmesini öngörmüştür. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) önderliğindeki 
Türk milliyetçileri Müttefiklerin işgaline karşı silahlı bir direniş organize etmiş ve başarılı bir şekilde Yunanlılar, Fransızlar ve İtalyanlara karşı Batı ve Güney Anadolu’da, Ermenilere karşı Doğu Anadolu’da savaşmışlardır 13.

Bolşevik devrimiyle birlikte Rus-Türk ilişkilerinin tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Mustafa Kemal’in düşünceleri Bolşeviklerin Sosyalizmi ile çok az ortaklık taşımasına rağmen, Ankara ve Moskova Batılı güçlerden gelen (özellikle Britanya kaynaklı) ortak bir tehdit ve Sevr Antlaşmasına yönelik ortak hoşnutsuzluk nedeniyle bir araya gelmiştir. Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması (16 Mart 1921) iki hükümet arasındaki yakınlaşmanın zirvesini temsil etmekteydi14. Ankara’daki yeni rejim Bolşeviklerin doğal müttefiki olmuş, karşılıklı çıkar üzerine temellenen özel bir ilişki geliştirilmiş ve bunlar Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması (17 Aralık 1925) ile sonuçlanmıştır. 
Bu dostluk atmosferi (1930’larda başlayan uzaklaşma eğilimine rağmen) İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar sürmüştür.

Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) Ankara’nın taleplerini kısmi olarak yerine getirmiş olmasına rağmen yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne uluslararası bir tanınma sağlamıştır. Lozan sonrası dönemde Cumhuriyet yönetimi dikkatini içerde yeniden yapılanmaya vermiştir. Dış politika bağlamında ise dikkatler Musul, Boğazlar ve Hatay gibi sınır sorunları ve Osmanlı borçlarının ödenmesi de dâhil Lozan görüşmelerinden artakalan problemleri çözmeye yöneltilmiştir. 
Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni uluslararası sistemde Türk dış politikası, Lozan Konferansı’nın bitmemiş konularını çözdükten sonra Büyük Güçler ve komşu ülkelerle (bunlardan bazıları- Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi- aslında yine Büyük Güçlerdi) ilişkilerin normalleştirilmesini amaçlamıştır. Atatürk’ün dış politikası yeni Türkiye’nin mutlak bağımsızlık ve egemenliğini teyit etmeye uğraşıyor ve bu amaçla dış politikada tarafsız bir tutum takınıyordu. Türkiye bu dönemde uluslararası hukuk ve antlaşmalara, 
ve 1932’de üyesi olduğu Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında kolektif güvenlik düşüncesine büyük bir saygı göstermiştir 15.

Atatürk döneminde (1923–1938), Türkiye’nin Batı yönelimi tedrici bir şekilde oluştu ve 1930’larda kararlı bir şekilde temellendirildi. Bu hem içsel hem de dışsal düzlemde izah edilebilir; içsel olarak Türk seçkinleri Batılılaşma doğrultusunda radikal modernleştirme reformları başlatmış, dışsal olarak da dönemin karmaşık uluslararası olaylarının ortasında kendilerini revizyonist güçler yerine İngiltere-Fransa ittifakının safında görmüştür. Temel amaç Batılı devlet sistemi içine güvenli bir şekilde dâhil olmak olduğundan Türkiye 1930’larda 
statükocu bir aktör olmuştur. Hitler ve Mussolini’nin revizyonist politikaları aynı zamanda Türkiye’ye batı ve doğu sınırları üzerinde bir güvenlik kuşağı (ya da savunma ittifakları) oluşturma güdüsü vermiştir. Ankara 1934’te Balkan Antantı’nın (Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya) ve 1937’de Sadabat Paktı’nın (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan) kurulmasında öncü bir rol oynamıştır. Bu dönemde Oniki Adaları elinde bulundurması nedeniyle komşu olan İtalya, öncelikli temel stratejik tehdit olarak Rusya/SSCB’nin yerini 
almıştır. Sovyetler Birliği ile ilişkiler 1920’ler boyunca ve 1930’ların başında en sıcak seviyesinde olmasına rağmen, 1930’ların ikinci yarısında Britanya ve Fransa ile ilişkileri hatırı sayılır derecede geliştikçe Türkiye kendisini Moskova’dan uzaklaştırmıştır 16.

1930’ların sonunun hızla kötüleşen uluslararası ortamında Atatürk’ten sonra Cumhuriyet’in ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü (1938–1950), hayati çıkarları açık bir şekilde tehlikede olmadığı sürece savaş sırasında ülkenin tarafsızlığını sürdürmekte kararlıydı. Fakat Ağustos 1939 tarihli Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı Ankara’nın Britanya ve Fransa ile askeri ittifak antlaşması imzalamasını tetiklemiştir (Ekim 1939). Ankara’nın kaygısı Sovyetler Birliği’ne karşı bir savaşın içine çekilmek olasılığı olduğu için, Türk Hükümeti Moskova’yı da bu ittifaka dahil etmek istiyordu; fakat bütün çabaları sonuçsuz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye (savaşa katıldığı 1945 başına kadar) Nazi karşıtı koalisyonun savaş-dışı (non-belligerent) müttefiki olarak kalmıştır. Türkiye, Britanya ve Fransa ile askeri ittifak antlaşması imzalamış olmasına rağmen, Müttefikler tarafından dile getirilen talepler, teşvikler, tehditlere karşın 
savaş-dışı bir siyaseti ısrarla takip etmiştir. Bunun da ötesinde, Alman baskısına rağmen Mihver askerlerinin, gemilerinin ve uçaklarının Türkiye’nin kara, deniz ve hava alanlarından geçmesine izin verilmemiş; Montrö Konvansiyonu dikkatli bir şekilde Boğazlarda uygulanmıştır. 

Ağustos 1944’de Almanya ile diplomatik ilişkilerini kesen Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) ortaya çıkmasını sağlayan Nisan 1945’deki San Francisco Konferansı’na katılmanın bir ön koşulu olarak ancak Şubat 1945’te Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. Türkiye BM’nin elli bir kurucu üyesinden birisi olmuştur 17. Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın ardından Sovyetler Birliği bir kez daha temel stratejik kaygı haline gelmiş ve bu durum Ankara’nın savaş sırasındaki politikaları üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Türkiye, Ağustos 1941’de Britanya ve Sovyetlerin İran’ı güneyden ve kuzeyden işgali, Sovyetlerin İran Azerbaycanı’ndaki mevcudiyeti ve özellikle Kürt ve Azeri milliyetçiliğini teşvik etmesi ve örgütlemesi dolayısıyla bir hayli tedirgin olmuştur. Türkiye, İran’ın Kürt ve Azeri bölgelerindeki Sovyet eylemlerinden duyduğu rahatsızlığı 
Londra ve Washington’a sürekli olarak iletmiş olsa da, bu rahatsızlığın savaş sürecinde muhatap buması zordu. Müttefiklerin garantilerine rağmen Sovyetler tarafından savaşın sonunda kur(d)ulan kısa süreli Kürt ve Azeri cumhuriyetleri Türkiye’nin bu kaygılarını haklı çıkaracaktır 18.

Mart 1945’te Türkiye Montrö Konvansiyonu’nun değiştirilmesi, Boğazlarda askeri üs kurulması (böylelikle suyollarının ortak kontrolü) ve Doğu sınırlarının değişmesi de dâhil Sovyet baskısı ve toprak talepleri ile karşı karşıya kalmıştır. Bu Sovyet tehdidinin sonucu olarak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler hızla gelişmiş ve Sovyet yayılmasını çevrelemek için oluşan ortak çıkar gelecek kırk yıl boyunca Amerika-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturmuştur. ABD ile iki taraflı yakın bağların gelişmesi, ABD’nin Türkiye’nin ve Yunanistan’ın güvenliğini garanti ettiği ve her iki ülkeye de askeri ve ekonomik yardım sözü verdiği Mart 1947’deki Truman Doktrini ile şekillenmeye başlamıştır 19. Türkiye ayrıca ABD desteğindeki Avrupa Onarım Programı’na (Marshall Planı) katılmış ve Amerika’nın Soğuk Savaş stratejisine destek bağlamında Kore Savaşı’nda (1950–1953) BM güçlerine asker takviyesinde 
bulunmuştur. 

Türkiye sadece savunma amacıyla değil aynı zamanda siyasi, ekonomik ve kültürel sebepler dolayısıyla da üye olmak istediği Kuzey Atlantik Paktı (NATO) ittifakına 1951 yılının sonbaharında kabul edilmiştir. Şubat 1952’den itibaren resmileşen Türkiye’nin NATO’ya kabulü kararı, NATO’nun güney kanadını güney Akdeniz’i de içine alacak şekilde genişletme stratejisi bağlamında yaşanan önemli tartışma ve görüş ayrılıklarının ardından gelmiştir. Türkiye’nin kabulüyle NATO, artık Varşova Paktı ile daha uzun bir kara sınırına sahip olmuş ve üstelik Türkiye’nin Karadeniz sahilleri ve (Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e ulaşmasını sağlayan) Boğazlar ile ilgili bir antlaşmaya dönüşmüştür. Aynı zamanda Türkiye NATO’ya insan sayısı bakımından (Amerika’dan sonra) en geniş ikinci orduyu sağlamış, ayrıca ileri konuşlanma ve istihbarat toplama alanlarına ulaşma imkânı sunmuştur. NATO’nun Müttefik Kara Kuvvetleri Güneydoğu Avrupa Karargâhı İzmir’de kurulmuş ve NATO’nun amaçları için Adana yakınında İncirlik üssü oluşturulmuştur. 1954’de Amerika ile yapılan askeri antlaşmalar başka NATO tesislerinin açılmasını ve Amerikan askeri personelinin Türkiye’ye yerleşmesini sağlamıştır 20.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

21 Mart 2017 Salı

Yahya Kemal’in Kaleminden Kürtler'e 100 yıllık bir Hatırlatma,



Yahya Kemal’in Kaleminden Kürtler'e 100 yıllık bir Hatırlatma,






Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. 

 Bu genç Rumeli’yi fetheden ilk Türkler’in torunlarındandı. Humbaracı-zâde’ler adıyle anılan ailesi Fâtih devrinde Üsküp toprağına kök salmış, o toprakda büyük bir meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan dalları vermiş eski bir aile idi. Üsküp şehrinin ortasından akan Serava kenarında köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsâ Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını fethetmiş bir Bey’in evkaafına mütevelliydi. Konağının herhangi penceresinden baksa bu cedlerin cami, medrese ve imaretlerinin kurşunlu kubbelerini görürdü.

Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamâmiyle muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murâd-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvablar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve bıyıkları ağızlarını, örtecek kadar gürdü. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naîmâ Târihi’nin sahîfelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyle bıçak ve tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesden şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.

Bu şehir Fâtih devrinin rûhânî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki yâ Bağdat’da bir evliya fazla imiş yâhud da Üsküp’de; ulemâ henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları hep cengâverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamıyacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı Baba’nın başı ucunda düşman zindanında taşıdığı bukağılar vardı. Kal’a içinde yatan Câfer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne düşürülen gülleleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutar, üstüste yığar, kabrinin etrafına gülleden bir duvar örermiş. Gaazî Baba etrafında binlerce gaazî ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gaazî Baba semti bir mum şehrâyîni hâlinde görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi Kosova Meydan Muhârebesi’nin yolu üzerindeydi. Fakat bu şehrin binbir evliyasını sayamayacağım.

Tanzimat bu şehrin yanına bir hükümet konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine, zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey kanından olmayan biri bey ünvanını takınmakdan utanırdı. Üsküp’lüler bey unvanını fuzûlî takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi.

İstanbul’un fethinde kanını dökdükten sonra Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şâirler, münşîler yetiştirmiş, Selâtîn Câmîleri’ne benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Maamâfih medeniyeti yıkılmaktan ziyâde bir göl gibi durmuşdu. Çarşısı, kazzazları, bezzazları, haffafları, hallaçları, bakırcıları, kuyumcuları, silâhcılarıyle olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi.

Üsküp o kadar eski ve o kadar Türktü ki İstanbul’dan ve Selânik’den gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hattâ yeni şarkıları alafranga telâkki ederdi. Balık suyu idrâk etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sâdece müslüman diyordu. Maamâfih yanında kardeş unsur olan Arnavudlar vardı. Arnavudlar Rumeli’nin son senelerinde yâr ü ağyarca îtibarda idiler. Sultan Abdülhamid Arnavudları seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğulları Üsküp’de gerek hükümetten, gerekse halkdan, Avrupalılar’ın gördüğü imtiyazlı muameleyi görürlerdi; İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi, Üsküplüler de Arnavudluğa özenmeğe başladılar; bu dağlı kavmin siyâsî itibarından başka kisvesi, silahı, lehçesi de cazibeliydi. Câhil İstanbullu da Üsküp’ü bir Arnavud şehri zannediyordu; hâlâ da öyle zannedenler vardır. Bu tuhaf fıkra bu bahsi güzel tenvîr eder: Bundan yirmi sene evvel Üsküp halkı Belediye Reisini, Vâlî Hafız Mehmed Paşa’yı istememek dâiyesiyle bir ihtilâl çıkarmış, Midhat Paşa’nın ihtilâlci hocalarından İdris Hoca’nın peşine takılarak Sultan Murad Câmii’ne kapatmıştı; Yıldız bu ihtilâlden ürkmüş, Üsküp’ü Arnavudluğun merkezî sandığı için, — sonraları sadrâzam olan — Hakkı Bey’i, Mahmud Esad Efendi’yi ve daha bir kaç Babıâli siyâsîsini hey’et hâlinde göndermişti. 

Hakkı Bey Üsküp’e gelmiş, pâdişâh nâmına, eşrafı davet etmiş, nasihate koyulmuş; lâkin dikkat etmiş ki, bu eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavudca bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavud olmadıklarının farkına varmış ve derhâl hiddetlenmiş: “Biz de sizi Arnavud zannediyorduk, çıkınız buradan!” diye kovmuş.

Üsküplüler Arnavud olmadıklarına yanıyorlardı; Avusturya gibi bâzı devletler Üsküp’ü Arnavud görmek ve göstermekde menfaatdârdılar; zâten biz de öyle biliyorduk. Her büyük şehrimizde olduğu gibi burada da leylî ve nehâri, bir îdâdî mektebi vardı. Bu mektepte Arnavudlar, Karadağlılar meccâni tahsil görürlerdi. Bir Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu. Arnavudlar, bugünkü felâketlerini hazırlayan o Kanunî devrinde Üsküplülere, kendilerinin tortusu bir unsur nazariyle bakarlardı.

Arnavudluğun ikbâli gitgide Arnavud milliyet nazariyesini doğurdu: yeni Arnavud elifbası, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavud devletinin hududları alttan alta fikirlere yerleşiyordu, Bu heves yalnız Arnavudları değil, Kosova’da beş asırdan beri yerleşmiş fâtih Türklerin çocuklarını da sardı.

Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının çocukları Başkım Kulüpleri’ne yazıldılar; kendi kanlarına sövmenin lezzetini aldılar. Bu hevâ vü hevesin ateşini düşman yakmışdı, İstanbul da bu ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lâkin bu hep bildiğimiz sergüzeşti burada açmayalım.

Rumeli faciasından sonra Türk devletinin çekilişine yâr ağladı, hattâ zaman zaman ağyar da teessüf ediyor; bunu hep biliyoruz. Lâkin ben dün bu bağrı yananlardan bir gençle görüşdüm.

Bu genç samimî ve sıcak sesle dedi ki: “Meğerse Rumeli’nin en asil, en metin, en hâlis unsuru Türkmüş!” Bunu nasıl anladığını sordum. Cevap verdi: “Son onüç senenin tecrübesiyle… Rumeli’de Türk hâkimiyetinin yerine geçen unsurlar hâkimiyet sıfatına liyâkat kazanamadılar, lâkin mahkûm unsurların liyâkatleri bu münâsebetle daha ziyâde ortaya çıktı. 

Devlet Rumeli’ye hâkimken Türk’ün esâmesi okunmazdı. Bilhassa Arnavud kardeşlerimizin millî faziletleri dillerde destandı. İslâmda asîl unsur varsa Arnavuddu. Arnavud cesurdu, hürdü, azimkardı, Nûh der peygamber demezdi, cinsi, dîni, millî izzet-i nefsi, hakkı uğrunda pervasızca can verirdi. Türk hâkimiyeti devrinde Arnavud’un bütün bu destan olan meziyetlerine sonraları Avrupalılar da daha ziyâde revnak verdiler, dediler ki: Arnavud Asya’dan değil Avrupadandır, Turanlı değil Arya’dır, Türkü Avrupa’da tutan Arnavud’dur. Avrupalılar böyle bir sıfatla Arnavudları pehpehlediler. 

Sarayın gözdesi, milletin gözbebeği olan Arnavudlar medeniyetin bu iltifatlarıyle de mest oldular. Türk idaresi zamanında Başkım cereyânı türedi. Kosova’nın, Manastır’ın an-asıl Türk olup da Türklüğünü unutan unsurlarından nice kimse kendilerini Başkım cereyanına bıraktılar. Sonra Rumeli parçalandı. Müslümanlar mahkûm vaziyete düştüler. Bu geçen onüç sene mahkûmlar için yaman bir imtihan devriymiş. Türkler hâkimiyetleri zamanındaki tevazû’lu vaziyetlerini mahkûmiyetlerinde muhafaza ettiler, yalnız devrin değişişi Arnavudları pek ziyâde söndürdü. Sırp hâkimiyeti altında yaşayabilmek için bir cemâat tesânüdü göstermek lâzım geliyordu. Arnavud kardeşlerimiz yazık ki bu kadarcık bir tesânüdü bile göstermediler. Son intihabat iyi bir mihenkdi. Türkler kırbaç, sopa, dipçik altında kalan en ücra köylerde bile azimlerinden şaşmadılar, reylerini yine müslüman kutusuna attılar. 

Arnavudlar bilâkis dağıldılar, hâkimlerinin millî rekaabeti karşısında derlenip toplanamadılar, son çâreleri olan reylerini millî muarızları olan fırkalara verdiler. Bu küçük bir misâl. Lâkin böyle küçük misâller çok. Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturakdan, âlâyişden, böbürlenmekden âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türkdeymiş. Arnavud’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metîn bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netîce isbât etti ki Türk bu devletin müslüman unsurlarını birleşdirmek için Allah tarafından bir mevhibe imiş. 

O giderse Arnavudlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş. 

Bugün Arnavudlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idare şebekesi vücûda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdî kaabiliyetle o kadar büyük adamlar yetişdiren bu unsur, kendi başına kalınca şaşırdı. 

Arnavudluk’da âciz, Sırbistan’da ise irâde-i cüz’iyesine bile sahip değil. On üç senede Türk’ün büyük bir millet olduğunu anladık, zaman geçtikçe daha ziyâde anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkda uyandık ” dedi. (*)

* Dergâh Mecmuası, 20 Teşrîn-i. Sâni, 1337. (20 Kasım 1921)

Etiketler: arnavut, fatihan, kosova, osmanlı, sırp, türk, üsküp, yahya kemal beyatlı, yugoslavya

http://www.turksolu.com.tr/yahya-kemalin-kaleminden-kurtlere-100-yillik-bir-hatirlatma/


..