Ortadoğu Uzmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu Uzmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2020 Cumartesi

Libya'daki vekalet savaşında Türkiye

 

Libya'daki vekalet savaşında Türkiye



Libya’da Trablus’u almaya çalışan Hafter yanlısı güçlerle karşı karşıya gelen Türkiye, siyasi belirsizliğin hakim olduğu ve fiilen ikiye bölünmüş olan ülkede nüfuzunu artırmaya çalışıyor. Peki ama neden?
Petrol zengini Libya, Arap Baharı'nın başladığı ve ardından Muammer Kaddafi'nin linç edilerek öldürüldüğü 2011 yılından bu yana giderek derinleşen bir iç savaşın içinde. Ülkede çok sayıda silahlı grup faaliyet gösterse de uluslararası alanda destek bulan ve etkinliğini artıran iki güç var: Bunlardan biri Birleşmiş Milletler, Türkiye ve Katar'ın yanı sıra bazı Batı ülkelerinin tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti. Diğeri de Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Fransa tarafından desteklenen ve ülkenin doğusunu kontrolü altına bulunduran Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi. İşte Türkiye'yi düşman ilan eden ve kendini Libya Ulusal Ordusu olarak tanımlayan silahlı birliklerin komutanı General Halife Hafter de Temsilciler Meclisi'nin yanında.
Hafter ve destekçilerinin Türkiye'ye karşı suçlamalarda bulunmasının nedeni ise Türkiye'nin Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne siyasi desteğin yanı sıra silah satışı yaparak askeri destek de vermesi. Ulusal Mutabakat Hükümeti‘ne bağlı güçlerin Türk malı silahları kullanarak önemli bir şehri geri alması Hafter‘in Türkiye'ye açık cephe almasına yol açtı ve Libya'daki altı Türk'ün tutuklanmasıyla da gerginlik tırmandı. Türkiye'nin tutuklamaların devam etmesi halinde Hafter yanlısı güçlerin açık hedef haline geleceğini açıklamasının ardından tutuklanan Türklerin serbest bırakıldığını ifade eden Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nden (ORSAM) Oytun Orhan, Libya'daki iç savaşın aslında Türkiye'nin de dahil olduğu bir vekalet savaşı olduğuna dikkat çekiyor.
📷
General Halife Hafter
"Libya fiili olarak bölündü"
Ortamın giderek kızıştığı uyarısında bulunan Orhan, "Esasında Suudi Arabistan, BAE ve Fransa ittifakının askeri anlamda yaşadığı bir başarısızlığın bir tezahürü olarak da görebiliriz, Türkiye'ye dönük artan bu eleştirileri. Tabii Libya'daki bu çatışmaların bir sonucu olacak. O da şu: (Gelişmeler) Bir askeri güç dengesine ulaşıldığını gösteriyor. Bu Türkiye‘nin kendi pozisyonunu koruması açısından önemli, olumlu. Ama bir yandan da bu Libya'nın fiili olarak bölündüğü anlamına geliyor" değerlendirmesinde bulunuyor.
Orhan'ın askeri güç dengesinden kastı ise Libya'nın fiili olarak ikiye bölünmesine neden olan güçler arasındaki iktidar paylaşımı. Tarafların askeri güç açısından benzer konumda olduklarına işaret eden Orhan, Libya'nın siyasi geleceği ile ilgili olarak da "Bir taraf diğer tarafa üstünlük kuramadığı için artık bir birleşmenin olmayacağını söylemek mümkün" öngörüsünde bulunuyor.
Dolayısıyla Libya büyük bir siyasi belirsizlik içinde. BM ile birlikte bazı Batı ülkeleri Trablus'daki hükümeti muhatap alsa da Doğu'daki grubun da uluslararası güçler tarafından askeri, lojistik ve mali açıdan desteklenmesi denklemi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Açık bir pozisyon almasa da ABD'nin de Hafter'e destek verdiği tahmin ediliyor. Rusya'nın durumu ise muğlak. Libya'nın demografik yapısını da iktidar denklemine dahil etmek gerekiyor. Hafter yanlıları Libya'nın doğusu ile birlikte geniş bir alana sahip, ancak nüfus yoğunluğunun bulunduğu Trablus ve çevresi Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin kontrolünde.
"Hafter yasa dışı milis bir lider"
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı'nın dış politika uzmanı Emrah Kekilli ise Hafter'i yasa dışı bir milis lider olarak tanımlıyor ve Libya'daki çatışma ve çözümsüzlüğün nedeni olarak Hafter'i gösteriyor. Kekilli'nin Hafter güçlerinin Türkiye'ye tepkisini "Hafter son aylardaki yenilgilerini izah edebilmek için bir dış düşman arayışındadır, Türkiye'yi tehdit ederek kendi tabanını konsolide etme gayretindedir" şeklinde açıklıyor.
Hafter'in bir Kaddafi olmaya aday olduğuna, ancak gücü ve imkanlarının bunun için yeterli gelmediğine işaret eden Kekilli, "Libya'da siyasi çözüm sağlanabilirse, Hafter zayıflayarak sahneden çekilecektir" diyor. Kekilli ayrıca "Türkiye krize müdahale etmemiştir, uluslararası hukuk çerçevesinde meşru aktörlerle muhataptır" yorumunu yapıyor.
Türkiye'nin Libya'daki çıkarları
Peki Türkiye'nin Libya'daki çıkarları neler? En önemli unsurlardan biri ticari. Kaddafi öncesinde Türkiye'nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki yatırımları açısından Libya'nın açık ara öne çıkan bir ülke olduğunu belirten Ortadoğu uzmanı Oytun Orhan, "Kaddafi döneminde Libya'da çok sayıda Türk firması faaliyet gösteriyordu. Yaşanan iç savaş ise Türkiye'nin ekonomik anlamda burada ciddi bir kayıp yaşamasına neden oldu. Tabii işin bir diğer boyutu da Doğu Akdeniz'deki güç mücadelesi konusu" diyor.
📷
Ortadoğu uzmanı Oytun Orhan
Türkiye geçen aylarda Doğu Akdeniz'de petrol ve doğal gaz arama amaçlı sondaj çalışmalarına başlamıştı. Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin faaliyetlerini yasa dışı bularak tepki göstermesinin ardından Doğu Akdeniz, uluslararası politikada bir çatışma alanı olarak ortaya çıkmaya başladı. Libya'nın bu çatışma alanında jeopolitik önemi nedeniyle kritik bir konumda olduğuna işaret eden Orhan, "Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki güç mücadelesinde, enerji oyununda kendi yanındaki müttefiklere ihtiyacı var. Libya'yı da bir müttefik olarak koruma çabası içinde" değerlendirmesini yapıyor.
Müslüman Kardeşler ve Türkiye
Öte yandan Türkiye'nin Libya'daki rolünün Mısır merkezli Müslüman Kardeşlerle bağlantılı olduğunu savunanlar da var. Türkiye'nin Libya'da Müslüman Kardeşlerle bağlantılı grupları desteklediği ve dolayısıyla radikal İslamcı gruplara destek verdiği iddia ediliyor.
ORSAM'dan Oytun Orhan bu değerlendirmelere mesafeli. Orhan, "Türkiye‘nin Trablus hükümetini desteklediği biliniyor. Trablus güçlerine silah satışı söz konusu. Meşru bir silah satışı bu. Ancak bu desteği Müslüman Kardeşlerle sınırlandırmamak lazım. BM nezdinde de meşru bir hükümet olan Trablus hükümetinin yanında yer aldığını ve Suudi Arabistan ve Emirliklerin desteklediği güçlere karşı bir pozisyon aldığını söylemek daha doğru olur" diyor.
Libya'da bundan sonra ne olacak?
Sekiz yıldır süren bir iç savaş, silahlı milisler, yüzlerce can kaybı ve evini, yurdunu terk etmek zorunda kalan binlerce mülteci. Peki Libya'yı nasıl bir gelecek bekliyor? Almanya'nın Giessen kentindeki Justus-Liesig Üniversitesi'nden Andreas Dittman, Deutsche Welle'den Nermin İsmail'in bu sorusuna şu yanıtı veriyor: "Hafter'in ülkede ilerlemesini memnuniyetle karşılayan çok sayıda Libyalı var. Sükuneti sağlaması ve ekonomik büyümeyi sağlaması umuluyor. Kimse daha fazla çatışma istemiyor. Ancak öte yandan Kaddafi'nin bir tekrarı olacağı gerekçesiyle Trablus çevresinde Hafter'in iktidara gelmesini istemeyenler de var. Onlar askeri bir diktatöre karşı demokrasi istiyor."
Hülya Schenk
© Deutsche Welle Türkçe


20 Şubat 2019 Çarşamba

Kürt Koridoru, Türkye İçin Tehdit mi., Fırsat mı?

Kürt Koridoru, Türkye İçin Tehdit mi., Fırsat mı? 



Hasan Mesut Önder yazdı: Kürt koridoru Türkiye için tehdit mi fırsat mı? 

25.06.2016 Cumartesi 02:59 

Suriye’de koalisyon güçlerinin IŞİD terörüne karşı operasyonları sürerken, bölgenin kuzeyinde ‘Kürt koridoru’ tesis etmeye dönük gizli bir ajandanın varlığı 
tartışma konusu. Böyle bir şey ne ölçüde mümkün, mümkünse Türkiye bu noktadan sonra neler yapabilir? 

Uluslararası Stratejik Tahlil ve Araştırma Merkezi 
(USTAD) Ortadoğu Uzmanı Hasan Mesut Önder kaleme aldı. 

HASAN MESUT ÖNDER.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa’nın ürettiği yapay ulus-devletler,  Arap Devrimleri ile birlikte etnik, mezhepsel ve dini bileşenlerine ayrıldı. İnşa edilen ulus-devletlerin yapay olarak kalmasının temel sebebi; farklı dini, etnik ve mezhepsel kimliklerin ortak ekonomik, siyasi, kültürel ve psiko-sosyal olarak iç içe geçişlerinin yeterince sağlanamamasıdır.
Irak’ın işgali ve Suriye’deki ayaklanma, uluslararası alanda küçük grup kimliklerinin siyasi zeminde görünür olmasını sağladı. PYD, bu sürecin bir sonucu olarak Suriye iç savaşında Rusya, ABD ve İran gibi karşıt pozisyonda duran devletlerle ittifak kurabilen tek aktör olarak ortaya çıktı.

PYD’yi stratejik olarak önemli kılan etken petro-politik açıdan Kürt koridorunun hayati önem taşıması mı yoksa IŞİD ile sahada aktif olarak savaşan muharip güç olması mı? Bu sorunun cevabı ülkeden ülkeye değişir; ancak oyuna dâhil olan bütün devletler farklı gerekçelerle PYD’ye destek vermeye devam ediyor.
PYD-IŞİD savaşı sonrasında Kobani, Kuzey Irak’a alternatif yeni bir Kürt jeopolitik merkezi olarak ortaya çıktı. Bu iki jeopolitik; birbirine siyasi açıdan rakiptir ve ideolojik olarak farklı köklerden gelmektedir. KDP’nin kontrol ettiği Kuzey Irak, geleneksel muhafazakâr bir yapıda iken, PKK/PYD’nin kontrol ettiği jeopolitik ise seküler bir siyasi anlayışa sahiptir. Bundan dolayı bu iki jeopolitik merkezin orta vadede bir araya gelip yekpare bir jeopolitik güç oluşturması, bu ideolojik farklılıktan dolayı mümkün değildir.
Ülkemizde yaşayan Kürtler ve Suriye Kürtleri arasında yakın akrabalık bağlarının bulunması, Türkiye’nin daha yapıcı politika izlemesini zorunlu kılıyor.
Türkiye, bu iki jeopolitik merkezle ilişkilerini sürdürülebilir sağlam bir zemine oturtma amacı ile içerde çözüm sürecini başlatmış ancak PKK/PYD Kobani’de elde ettiği kazanımın vermiş olduğu aşırı özgüvenle çözüm sürecini baltalamıştır. Suriye’de oluşan bu fiili durum ve örgütün İran ile geliştirmiş olduğu taktik ilişki, çözümün önündeki en önemli engeldir.
Suriye’de rejimin değişmesi ve siyasi düzenin sağlanmasında Türkiye’nin harcadığı çabalara karşın İran, PKK’yı bir koz olarak tutmakta ve Kobani jeopolitiğini Türkiye’nin Suriye politikasını yönlendirmek için kullanmaktadır. Türkiye, bütün bunları engellemek ve Ortadoğu Kürtleri üzerinde etki sağlamak için KDP ile yakın işbirliğini devam ettirmektedir. Ancak son zamanlarda Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmeler KDP’nin; Bağdat yönetimi, İran ve PKK tarafından hedef alındığını göstermektedir. Goran Hareketi ve KYB‘nin İran destekli faaliyetleri ve PKK yöneticisi Mustafa Karasu’nun KDP‘yi hedef alan açıklamaları Türkiye’nin müttefikini saf dışı bırakma gayreti olarak okunabilir. Bunun yanında PKK yöneticilerinin AK Parti, KDP ile birlikte olup “bizi yok etmek istiyor” mealindeki demeçleri Türkiye’nin, Kuzey Irak ile geliştirdiği ilişkilerden duyulan rahatsızlığı göstermektedir.

Türkiye ne yapmalı?

Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı Kuzey Irak’tan başlayıp Akdeniz’e uzanan bir Kürt koridorunun oluşması mümkün görünmemektedir, ancak Suriye’nin kuzeyinde özerk veya federal bir siyasi yapının oluşması muhtemeldir. Oluşan bu yapı ile kavgalı bir politika izlemek, Kobani merkezli oluşacak yeni siyasi Kürt kimliğinin en önemli bileşeninin Türkiye karşıtlığı olması gibi bir riski beraberinde getirebilir. Bu risk, önemli bir bölgesel güç olan Türkiye’nin arka bahçesinde varlık gösterememesi anlamına gelir.
Ülkemizde yaşayan Kürtler ve Suriye Kürtleri arasında yakın akrabalık bağlarının bulunması, Türkiye’nin daha yapıcı ve dönüştürücü politika izlemesini zorunlu kılmaktadır. Türkiye’nin PYD’yi dışlayıcı politika izlemesi, partinin başka güçlerin kontrolüne girmesini sağlamak dışında bir sonuç doğurmaz. Ancak Türkiye içerde terör sorunu ile boğuşurken PKK’nın uzantısı konumundaki PYD ile yakın ilişki geliştirmesi siyasi karar alıcılar açısından bir ikilem oluşturuyor. Bu ikilemi çözmek için Türkiye’nin orta vadede yapması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. PKK ve PYD arasındaki ilişki koparılarak PYD, ideolojik olarak yeniden formatlanmalı ayrıca Salih Müslim’in bağımsız bir politik figür olarak ortaya çıkması ve Kandil’in gölgesinden kopması için çaba harcanmalıdır. PYD, ideolojik olarak formatlanırken askeri yöntemler yerine “yumuşak güç” unsurları daha baskın olarak kullanılmalıdır. İbn Rüşd: “Yumurta dıştan bir güçle kırılırsa yaşam son bulur; içten bir güçle kırılırsa yaşam başlar; zira sahih dönüşümler hep içten gelir” der. Türkiye’nin PYD ile ilişkileri bu bağlamda ele alınmalı ve içerden dönüştürmeye yönelik adımlar atılmalıdır. Geçmişte Kuzey Irak’taki otonom bölge Türkiye’nin kırmızı çizgisi idi ancak gelinen süreçte çok yakın ilişki tesis edildi. Buna benzer bir politika Kuzey Suriye için de uygulanabilir. Çünkü Kuzey Suriye’de oluşacak yapının Türkiye’ye rağmen ekonomik ve siyasi açıdan sürdürülebilir organizasyon inşa etmesi mümkün değildir ancak Türkiye’nin de çevresinde yaşayan Kürtlerle kavga ederek kendi Kürtleri ile barışabilmesi de mümkün değildir.

Kuzey Suriye’de oluşacak yapının Türkiye’ye rağmen ekonomik ve siyasi açıdan sürdürülebilir organizasyon inşa etmesi mümkün değildir.
2. PKK terörü, Türkiye’nin Kürt jeopolitiğine yönelik atacağı adımları engelleyen en önemli faktördür. Örgütün bu fonksiyonu bertaraf edilmediği sürece Türkiye’nin çevresindeki Kürtlerle bütünleşmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Türkiye; PKK’nın eylem kapasitesini yok ederek terbiye etmeli ve “kolu kanadı kırık Kandil” ile masaya oturarak Türkiye’ye karşı silahları kullanamayacak hale getirerek çözüm sağlanmalıdır.

3. Siyasi düzlemde ise, yeni HDP’nin oluşması için devlet tüm imkânları ile PKK/HDP’nin sistem dışına ittiği “Çözüm yanlısı Kürt muhalefetini” görünür hale getirerek HDP içinde temsil edilmesini sağlanmalıdır. Türkiye’nin siyasi ve toplumsal kutuplaşmasını derinleştiren HDP içindeki çözümsüzlük taraftarı siyasi ekibin dokunulmazlıkları kaldırılarak; çözüm için hükümetle rahat çalışabilecek kadroların önü açılıp siyasi denkleme dâhil edilmelidir. 
Oluşacak yeni HDP, Türkiye merkezli bir bakış ile hem KDP hem de PYD’nin Türkiye ile bütünleşmesi için politika geliştirmeli, Türkiye’yi bütün Ortadoğu Kürtlerinin devleti haline getirecek bir siyaset izlemelidir. Türkiye’nin , Ortadoğu’daki etnik ve dini çeşitliliğini kuşatan çoğulcu siyasi merkezler yaratıp geliştirmedikçe çevresindeki sorunlara kalıcı çözüm üretebilmesi mümkün değildir. HDP’nin bu rolü oynayabilmesi için gerekli siyasi alan, devlet tarafından açılmalıdır. Aksi halde Suriye’nin kuzeyinde oluşan Kürt koridorunun, Türkiye’nin orta vadede en önemli güvenlik ve siyasi tehdidi haline gelmesi muhtemeldir. Tehdit gibi görünen durumlar akıllı politikalar ile fırsata çevrilebilir, yeter ki bunu uygulayacak esnekliği gösterelim.

https://www.karar.com/gorusler/turkiye-icin-tehdit-mi-firsat-mi-169488


***

12 Aralık 2017 Salı

Türkiye-Suriye Askeri Tatbikatı ve İsrail’in “Rahatsızlığı”

Türkiye-Suriye Askeri Tatbikatı ve İsrail’in “Rahatsızlığı”

Oytun Orhan, 
28 NİSAN 2009 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı

Türkiye ile Suriye Kara Kuvvetleri arasında, sınır bölgesinde üç gün sürecek, “sınır birlikleri değişim tatbikatı” düzenleniyor. Bu tatbikat, Türkiye ile Suriye arasında ilk olma özelliğinin yanı sıra ilk kez NATO üyesi bir ülkenin Suriye ile düzenliği bir ortak askeri tatbikat niteliğini taşıyor. Yapılış amacı “iki ülke kara kuvvetleri unsurları arasındaki, dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek, sınır birlikleri arasında, eğitim ve birlikte çalışabilirlik seviyesini artırmak” olarak açıklanan tatbikata sayıları onlarla ifade edilen asker katılıyor.

Tatbikat her şeyden önce Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen noktayı göstermesi açısından önemlidir. İki ülke daha 10 yıl öncesine kadar teröre destek sorunu nedeniyle savaşın eşiğine gelmişti. Adana Mutabakatı ile güvenlik alanında başlayan işbirliği dönemi siyasi ve ekonomik alanda devam etmişti. Tatbikat iki ülke yakınlaşmasında yeni bir aşama olarak görülebilir. Askeri işbirliği, tatbikat ile sınırlı kalmayacaktır. Tatbikatın hemen ertesinde iki ülkenin ilgili bakanları arasında “savunma işbirliği anlaşması” da imzalanacaktır. Tatbikat, özellikle İsrail tarafında kaygıya neden olmuştur. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, sınır birlikleri değişim tatbikatının, kendileri açısından "rahatsız edici bir gelişme" olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla tatbikat, Türkiye’nin Suriye ile yakınlaştığı oranda gerilen İsrail ile ilişkilerinde de yeni bir aşamadır. En son, Davos krizine rağmen Türkiye-İsrail gerginliği İsrail tarafından somut bir yaptırıma dönüşmemişti. Bunun en önemli nedenlerinden biri, “Türk Hükümetlerinin iç politika ihtiyaçları nedeniyle İsrail’e karşı sert eleştiriler yönelttiği ve bunun söylem düzeyinde kaldığı” yönündeki İsrail algısıdır. Yine de, Türkiye’nin daha önce benzerlerini İsrail ile yaptığı gibi Suriye ile ortak tatbikat düzenlemesi giderek artan kuşkuları derinleştirecek, bazı çevrelerde Ankara’nın farklı bir yöne kaydığı şeklideki kaygıları körükleyecektir. Ancak ortak tatbikat farklı bir bakış açısıyla şöyle de değerlendirilebilir: Türkiye-Suriye ortak tatbikatı yalnızca Türk dış politikasında yaşanan değişimin işareti olarak değil Suriye dış politikasında yaşanan bir değişimin de işaretidir. Bu bakış açısıyla ortak tatbikat bölge ve İsrail açısından farklı anlamlar taşıyabilir. İsrail’de, Türkiye’nin Batı ve İsrail’le sürdürdüğü yakın işbirliğinin sonlanmaya başladığı algısı sıkça gündeme getirilmektedir. Ancak diğer taraftan İran ile çok sıkı ilişkilere sahip Suriye de, bölgede Türkiye ile kendisine yeni bir dış politika alternatifi yaratmaktadır. Türkiye-Suriye yakınlaşması İran-Suriye ilişkilerinde son yıllarda giderek artan karşılıklı bağımlılığı kendiliğinden azaltmaktadır. Sürece, Türkiye’nin değişiminden duyulan kaygı yerine Suriye’de meydana gelen değişim penceresinden bakıldığında ortaya İsrail’in belli bir noktaya kadar destekleyebileceği bir süreç çıkmaktadır. Bu açıdan önem taşıyan diğer bir unsur tatbikatın niteliğidir. Sınır değişimi tatbikatı, sınır birliklerinin ortak çalışabilme kapasitesini artırmak ve bu çerçevede sınır kaçakçılığına karşı daha etkin bir mücadele geliştirmek amacıyla düzenlenmektedir. Yani üçüncü bir ülke hedef alınmamaktadır. Türkiye-Suriye savunma işbirliğine, Suriye’nin askeri alanda Rusya’ya olan bağımlılığını az da olsa azaltacak bir unsur olarak bakılabilir. 

Bütün bunlara rağmen, Türkiye-Suriye yakınlaşması zaten son yıllarda kötüleşen Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir gerginlik unsuru olacaktır. Şimdiye kadarki Türkiye-İsrail ilişkilerinin temel direklerinden birini savunma alanındaki işbirliği oluşturmuştur. 1990’ların ortalarında imzalanan savunma ve güvenlik işbirliği anlaşmaları ile zaman zaman tarafların “stratejik müttefiklik” olarak tanımlanan pozisyonları bölgesel ve her iki ülke içi yaşanan değişimlerin sonucu olarak olumsuz anlamda değişmektedir. Şimdiye kadar somut sonuç vermeyen değişim, ortak tatbikat ile beraber en azından Türkiye-İsrail savunma işbirliğini zayıflatabilir ve İsrail’i Türkiye’ye silah satışında daha temkinli olmaya itebilir.
   
 28 NİSAN 2009 

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=243

***

Suriye’nin Dış Politika Açılımı ve Lübnan’a Yaklaşımı

Suriye’nin Dış Politika Açılımı ve Lübnan’a Yaklaşımı


Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı


Suriye ve Lübnan’ın karşılıklı büyükelçilik açma süreci 2008 yılının ortalarında Fransa’nın girişimi ile başlamıştı. Fransa, Temmuz 2008 ayı içinde ev sahipliği yaptığı Avrupa Birliği (AB) Akdeniz Birliği Zirvesi’ne Beşar Esad’ı davet ederek bir anlamda Suriye’nin 2005 yılı Hariri suikastı sonrasından beri süren uluslararası izolasyonunu kırmasına imkân sağlamıştı. Şam yönetimi Sarkozy’nin bu “jesti” karşılığında Lübnan’da büyükelçilik açmayı kabul etmişti. Temmuz ayında gerçekleşen zirveden bir ay sonra Suriye ve Lübnan Devlet Başkanları karşılıklı büyükelçilik açma niyetlerini dile getirdi. Beşar Esad’ın Ekim ayı içinde yayınladığı kararname ile ilk kez Suriye’nin Beyrut’ta elçilik açması resmiyet kazandı. Buna paralel olarak Şam’da Lübnan Büyükelçiliğinin açılma süreci de işlemeye devam etti. Ocak 2009 tarihinde Mişel Huri’nin kabul mektubu Şam Büyükelçiliği Suriye tarafından onaylandı ve 16 Mart tarihinde de Şam’da ilk Lübnan Büyükelçiliğinin açılışı yapıldı. Karşılıklı büyükelçilik açılmasının önemi, Suriye’nin 1940’lardan bu yana Lübnan’ın bağımsızlığını tanıma anlamına geleceği gerekçesiyle Beyrut’ta büyükelçilik açmayı reddetmiş olmasından kaynaklanıyor. Lübnan’ı tarihsel olarak kendi topraklarının bir parçası olarak gören ve kendilerinden “koparıldığına” inanan Şam yönetimleri, bu ülkeyi her zaman hayati çıkar alanı olarak görmüş ve belli dönemlerde (özellikle 1991-2005 yılları arasında) patronaj ilişkisi kurabilmiştir. Dolayısıyla büyükelçilik açılışları iki ülke ilişkileri ve Suriye’nin Lübnan’a bakışı açısından simgesel ama önemli bir gelişmedir.

Büyükelçilik açılışları, Suriye’nin yeni dönem ilişkileri çerçevesinde anlam kazanmaktadır. 2005 yılında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikast Suriye’nin bölgede ve uluslararası alanda yalnızlaşmasına neden olmuştu. ABD, Avrupa Birliği, Suudi Arabistan ve Mısır ile sorunları derinleşen Suriye’nin İran ile ilişkileri giderek yakınlaşmaya başlamıştı. İran’a dayalı az alternatifli ilişki ağı Suriye’nin yoğun bir uluslararası baskı altında kalmasına ve ekonomik olarak sıkıntı yaşamasına neden olmuştu. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı bu süreci daha da tetiklemişti. Örneğin Suriye-Suudi Arabistan ilişkileri gerilim, Beşar Esad’ın Suudi Kralı için “yarım akıllı” ifadesini kullanmasına kadar varmıştı.

Ancak bölgede koşullar değişiyor ve ilişkilerde yeni bir hava esiyor. Her şeyden önce Obama’nın başkanlık koltuğuna oturması ile Suriye ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlayacağı beklentisi çok güçlü. Bunun ilk işaretleri de verilmeye başlandı. Dışişleri Bakanı Clinton’ın “Suriye’yi teşvik etmek gerektiği” ifadelerinin yanı sıra ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör John Kerry’nin Şam ziyareti ilk somut adımlar niteliğinde. Avrupa Birliği ile ilişkiler zaten Sarkozy ile beraber yumuşama eğilimi içine girmişti. Hariri suikastı sonrasında dondurulan AB-Suriye Ortaklık Anlaşması yeniden hayata geçirildi. Buzların erime süreci Ortadoğu ülkeleri ile de devam ediyor. Yaklaşık dört yıllık gergin ilişkilerin ardından son iki ay içinde Suriye-Suudi Arabistan arasında yaşanan diplomasi trafiği şaşırtıcı boyutlara ulaştı. Yumuşamanın ilk sinyalleri Şubat ayında Suudi Arabistan İstihbarat Başkanı’nın Şam’a gerçekleştirdiği ziyaret ile verilmeye başladı. Suudi Kralı’nın “iki kardeş ülke arasında işbirliği yapması” yönündeki mesajını getiren İstihbarat Başkanı’nın ziyaretini takiben, aynı ay içinde, Suriye Dışişleri Bakanı Muallem Riyad’da sıcak bir şekilde karşılandı. Mart ayının başında Suudi Dışişleri Bakanı’nın Şam gezisini Mart’ın ikinci haftasında iki ülke arasındaki en üst düzey ziyaret olan Esad- Kral Abdullah görüşmesi takip etti. Riyad’da Mısır ve Katar’ın da katılımıyla gerçekleşen mini zirvede ele alınan konulardan biri de Lübnan konusuydu. Bu ülkede farklı siyasal hareketleri destekleyen iki ülke işbirliği yapma konusunda görüşmeler yaptı.

Suriye’nin son dönemdeki Lübnan açılımları işte böyle bir dış politik ortamda gerçekleşmektedir. Batı ve Arap ülkelerinin ilişkileri yumuşatma çabaları Suriye’nin Lübnan’da kendi adlarına daha “olumlu” bir rol oynamasını sağlamaktadır. Suriye de izolasyonu kırma açısından fırsat yakalamaktadır. Öte yandan tarafların aklında daha farklı hesaplar da olabilir. Örneğin Suriye açısından Birleşmiş Milletler Hariri Suikastı Araştırma Komisyonu’nun Mart ayında çalışmalarına başlaması önemli bir gerekçe olabilir. Suriyeli üst düzey yetkililerin suikastla bağlantısını ortaya koyması beklenen olası rapor Suriye üzerinde önemli bir baskı unsuru oluşturuyor. Raporun “siyasi amaçlı kullanıldığını” düşünen Şam yönetimi sıcaklık kazanan ilişkilere paralel olarak raporun içeriğinin de yumuşayacağını düşünmekte. Buna karşılık ABD yeni dönemde bölgesel önceliği olacak Irak’tan çekilme, Ortadoğu Barış Süreci gibi konularda Suriye’nin işbirliğine ihtiyaç duymakta. Suudi Arabistan ise Suriye-İran ittifakını gevşeterek artan İran etkinliğini sınırlama çabası içinde. Bunun yanı sıra bu ay sonunda Riyad’da gerçekleştireceği zirvenin başarı şansını artırmak için Suriye’nin katılımını sağlamaya çalışmakta. Ve son olarak Suudi Arabistan Suriye ile yakınlaşarak Haziran ayında Lübnan’da gerçekleşecek meclis seçimlerinin sakin ve sorunsuz geçmesini sağlamaya çalışmakta. 

Suriye’nin Lübnan ile karşılıklı büyükelçilik açma girişimi, Batı ve Suudi Arabistan’ın yakınlaşma çabalarına karşı bir “jest” olarak görülebilir. Bu adımlar Suriye’nin Batı ve Arap devletleri ile ilişkilerinde yumuşama sağlamaktadır.
   
 19 MART 2009 

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=223


***

Yeni Bölgesel Şartlar ve İsrail-Suriye Barış Görüşmeleri


Yeni Bölgesel Şartlar ve İsrail-Suriye Barış Görüşmeleri

Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı


İsrail Başbakanı Olmert’in istifasının ardından ertelenen İsrail-Suriye dolaylı barış görüşmeleri Gazze saldırıları sonrası çıkmaza girmiştir. Suriye, operasyon sürerken görüşmeleri askıya aldığını açıklamıştır. Belirsizliğin hâkim olduğu görüşmelerin geleceği konusunda etkili olabilecek faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz: Gazze operasyonunun yarattığı yeni bölgesel güç dağılımı ve İsrail siyasetine etkileri, Obama yönetiminin getireceği yeni yaklaşım ve arabuluculuk rolü üstlenen Türkiye’nin pozisyonunda oluşan değişim.

1. Gazze Operasyonu ve Barış Görüşmeleri: Gazze operasyonu bölgesel güç dengelerini İsrail lehinde değiştirmiştir. HAMAS’ın Suriye etkisine daha açık olan askeri kanadı önemli ölçüde zayıflatılmıştır. İkinci Lübnan Savaşı ile psikolojik üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Suriye, şimdi karşısında güç kullanımında tereddüt etmeyen bir İsrail bulmuştur. Suriye güç dengelerinin aleyhine döndüğü bir ortamda pazarlık masasına zayıf konumda oturmak istemeyecektir. Ayrıca Suriye’nin hassas olduğu Filistin sorunu konusunda, görüşmelerin devam ettiği bir dönemde, İsrail’in saldırı düzenlemesi barış ortamını yok ederek görüşmelerin geleceğini olumsuz etkileyecektir. İsrail açısından da Filistin sorununun öne çıkması, Suriye ile görüşmelerinin rafa kaldırılmasını gündeme getirebilir.

2. İsrail İç Politikası: “İran tehdidi”nin yarattığı kaygılar, 2006 Lübnan (Hizbullah) Savaşı’nın başarısızlığı, Gazze’den tek taraflı geri çekilme sonrası HAMAS’ın düzenlediği roket saldırıları ve son Gazze operasyonu, İsrail kamuoyunun tercihlerinde ulusal güvenlik konularını birinci sıraya yükseltmiştir. Dolayısıyla İsrail seçimlerinden Kadima Partisi birinci sırada çıkmış olsa da genel eğilim İsrail sağı lehinde olmuştur. Likud’un az farkla ikinci sırada yer almasının yanında İsrail Evimiz ve Yahudi Evi gibi milliyetçi sağ partiler seçimden güçlenerek çıkmıştır. İsrail siyasetinin kendine özgü yapısı nedeniyle Knesset’te sandalye kazanan her parti koalisyon görüşmelerinde önemli roller üstlenmektedir. Kadima Partisi hükümeti kurmayı başarabilse bile sağ partilerin etkin olacağı bir koalisyon ile karşılaşabiliriz.

İsrail siyasetinde milliyetçi-sağ partilerin güçlenmesi İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini olumsuz etkileyebilir. Partisi ikinci sırada çıkmış olsa da halen başbakanlık koltuğunun önemli adaylarından Likud lideri Netanyahu, muhalefet döneminde İsrail-Suriye barış görüşmelerinin sürdürülmesine karşı çıkmaktaydı ve kampanya döneminde “barış ancak güçlü iken olur ve İsrail Golan Tepeleri ile çok daha güçlü” söylemiyle stratejik tepelerin Suriye’ye iadesine karşı çıktığını ifade etmişti. Netenyahu, Suriye sınırının zaten güvenli olduğunu ve barışa ihtiyaç olmadığını düşünmektedir. Golan’ın iadesinin gündeme gelmediği bir ortamda İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini tartışmak da anlamsızdır. Seçimlerden beklendiği gibi güçlenerek çıkan ve hükümet içinde bazı bakanlıkları alması muhtemel Evimiz İsrail partisi de “barış karşılığı toprak” ilkesine karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla İsrail iç politikasının alacağı yeni şekil zaten kırılgan bir zeminde yürüyen dolaylı görüşmelerin sonlanmasına neden olabilir.

3. Obama ve Ortadoğu: İsrail’de olası milliyetçi-sağ hükümete karşılık ABD’de Obama yönetiminin işbaşında olması, beraber çalışabilirlik açısından umut verici bir tablo çizmemektedir. İsrail sağının müzakereleri ikinci plana atan, kuvvet kullanımı ve tek taraflılığı öne alan yaklaşımı Obama yönetiminin Ortadoğu politikalarıyla çelişebilir. Daha önce Kuzey İrlanda sorununun çözümünde önemli rol oynamış deneyimli müzakereci George Mitchell’in Ortadoğu Özel Temsilciliğine atanması hem diplomasi yoluyla çözüm hem de Barış Süreci’ne verilecek öncelik için önemli işaretlerdir.

Barış Süreci’ne ilişkin Obama yönetiminden genel olarak beklenen, sürecin İsrail-Suriye ayağına öncelik vermesi yönündedir. Bu yaklaşımın temelinde, karmaşık Filistin sorununu çözmeden önce İsrail çevresinde barışçıl bir ortam yaratma düşüncesi yatmaktadır. Suriye’ye Golan Tepeleri’nin iadesi sağlanırsa, Suriye’nin İran, Hizbullah ve HAMAS ile ittifakı zayıflatılabilir, İran’ın da bu örgütler üzerindeki etkisi sınırlanabilir. Obama yönetimi henüz işbaşına gelmeden Suriye’ye yönelik açılımın sinyallerini vermiştir. Obama ekibinden bir grup, görüşmeler yapmak üzere Suriye’nin başkentine gitmiştir. Bu doğrultuda en çarpıcı gelişme, yakın dönemde ABD’nin Suriye’ye büyükelçi atayabileceği yönündeki haberlerdir. Bu açılımlar gerçekleşirse İsrail-Suriye barış görüşmelerinin de ciddi olarak gündeme gelmesini bekleyebiliriz. ABD’nin aktif olarak katılımı ve desteği, görüşmelerin devamı açısından olumlu bir faktör olarak görülebilir. Görüşmelere soğuk bakması beklenen yeni İsrail yönetiminin ABD tarafından ikna edilmesi de gündeme gelebilir.

4. Türkiye’nin Rolü: Türkiye, Gazze operasyonu sonrasında bölgedeki ağırlığını daha çok Filistin tarafından yana koymuştur. Bu yaklaşımın Türkiye’ye belli avantajlar sağlaması kaçınılmazdır. Ancak diğer taraftan İsrail nezdinde Türkiye’nin tarafsızlık algısı erozyona uğramıştır. İsrail’de oluşacak yeni hükümetin Türkiye’yi tarafsız bir arabulucu olarak görme konusunda şüpheleri oluşabilir. Yine de, Filistin tarafında sağlanan güven ve itibar, İsrail açısından Türkiye’yi daha değerli bir arabulucu da yapabilir. Zaten Türk-İsrail ilişkileri pratikte şimdilik bir değişim göstermemiştir. Askeri ve ekonomik alanda işbirliği aynen sürmektedir. İki taraftan da ilişkilerin devamına ilişkin beklentileri dillendirmektedir. Dolayısıyla HAMAS ve Filistin halkı üzerinde etkin bir Türkiye, arabuluculuk açısından ön plana çıkabilir. Son olayların arabuluculuk rolünü nasıl etkileyeceği sorusunun yanıtı, eleştirilerin İsrail’de yarattığı hasarın derinliği ve Türkiye’nin bundan sonra eleştiri dozunu nasıl ayarlayacağı ile doğrudan bağlantılı olacaktır. Türkiye’nin arabulucu rolündeki değişimin yönü, İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini olumlu ya da olumsuz etkileyebilir.

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=132


***