RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 2
Sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor. Niye görüşemezmiş?
Sözün öldürücü olduğu ikinci nokta da, PKK'ye yaklaşım ve bu noktada dile getirilen beklentilerdir.
Baştan itibaren ve bu sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor.
Niye görüşemezmiş?
Bu devletin dünyadaki diğer devletlerden farkı, fazlalığı ne ki, benzer sorunlarda bütün devletler görüştü, görüşüyor da, bu devlet görüşmesin? Nedir farkı?
Nelson Mandela hapisten çıkmak için şiddet yöntemini terk etme şartını dahi reddetmişti. Buna rağmen hapisten çıkardılar, görüştüler ve şiddeti birlikte ortadan kaldırdılar. Türklerden bu meseleyi bilip de, Mandela'nın haksız olduğunu söyleyen olmuş mudur acaba?
Ama yok, işin ucu kendilerine dokunmadıkça son derece adil olan Türk kesimi, söz konusu Kürtler olunca, pusulayı şaşırıyor.
İşte bu söylem ortamı zehirliyor, hem de silahlardan daha fazla... Çünkü bu söylemin sahibi herkes kendisini devletin yerine koymuş oluyor ve bu sözün tercümesi de şu olmuş oluyor:
Biz Kürtleri o kadar da ciddiye almayız...
Bu yaklaşım, bu söylem nerede gömüldüklerini bile bilmediğim kardeşlerimden daha fazla canımı yakıyor...
Yıllar önce Kürt ayaklanmalarıyla ilgili adını şimdi hatırlamadığım yabancı bir yazarın kitabını okurken, onca vahşet olaylarını okuduktan sonra, yüreğime saplanmış zehirli hançer gibi duran ne oldu, biliyor musunuz? Bölüm başlarına konan bazı Türk büyüklerinin sözleri oldu. O kitapta anlatılan bütün o vahşet 'Türk kılıcının görüldüğü yerde, Kürt sorunu bitmiştir' lafında somutlaştı ve dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un, Türk olmayanlara vaat ettiği adalet ile zehir olup yüreğime aktı...
Sözün yarattığı tahribat, merminin yarattı tahribattan daha beterdir.
Kozluk ayaklanmasına öncülük eden Teterê Badikî en güvendiği adamı tarafından arkadan vuruldu. Adam, Teter'in kafasını kesip götürdü, devlete (Madanoğlu) teslim etti. Aradan elli yıl geçti. Yara kapandı. Her ikisinin torunları arasında bir yakınlık da oluştu. Ama bir gün aralarında ticari bir mesele yüzünden tartışma çıkınca, ihanet edenin torunu Teter'in torununa, dedesini kast ederek "Çok çok bir ekmek alacağın var, onu alırsın!" dediğinde, Teter'in kesik başı yeniden kanamaya başladı ve bir gün sonra da, torunu Mehmed Yurdakul gidip adamı öldürdü.
Mehmed Yurdakul da cezaevinden çıkınca PKK'ye katıldı, o da oralarda öldürüldü.
Muhataplık meselesi, bu yüzden hayatidir. Ne savaşta ne barışta Kürtler muhatap kabul edilmeyecekse, ne barışından söz edilecek? Adam yerine konmak, biraz saygı görmek Kürtler için, talep ettikleri haklardan bile daha önemli olduğu bilinmelidir...
Bir de PKK'nin Demokratikliği meselesi var...
Bu hareketin demokratik olmadığı, despot olduğu ve Kürtleri baskıyla sindirdiği, şiddete taptığı, barışçıl çözüme yanaşmadığı söyleniyor, ardından Kürtlerin bu harekete karşı sessiz kalmaması, tepki göstermesi isteniyor.
Bu konuda gazeteci Zekine Türkeri'nin legal alanda siyaset yapan Basklı bir siyasetçiye 'Kendi aranızda konuşurken ETA'yı çok sert eleştiriyorsunuz da, bunu neden alenen hiç yapmıyorsunuz, bu biraz ikiyüzlülük değil mi?' sorusu üzerine aldığı cevap, hayli öğretici ve açıklayıcı bence:
Bunu ahlaki nedenlerle yapamam. Çünkü benim ETA'yı övme özgürlüğüm yok. Bu özgürlüğüm olmayınca da, eleştirme hakkımdan da feragat etmek zorunda hissediyorum. Onları övme özgürlüğüm olduğunda, eleştiri hakkımı da fazlasıyla kullanırım...
Ne diyorsunuz, haksız mı adam?
Bu Cevap Kürtlerin pozisyonunu da çok iyi izah ediyor bence...
PKK silahlı bir örgüt ve silahlı bir örgütün demokrasi sınırları, doğası gereği dardır. Despotik yönleri kaçınılmaz olarak vardır. Fakat kendilerini eleştiren herkese dünyayı dar ettikleri de bir safsatadır. Örnek olsun diye, daha önce PKK'ye ilişkin bianet'te yazdığım bir yazıdan buraya bir alıntı alayım önce:
"PKK de garip bir biçimde, yapılan eylem çok da sırıtmıyorsa, kimin yaptığına bakmadan, üstleniyor. Bu "yemeği" pişirip önüne koyana hiç bakmıyor, hemen sofraya buyuruyor. Bu "yemek" zehirli mi, değil mi, diye hiç kontrol etmiyor. 1994 yılında İstanbul'da iki İran Kürdü kaçırıldı, işkence yapılarak öldürüldü. Bunlardan biri yakın Kürt tarihinin önemli kişilerinden biri olan Simko Ağa'nın torunuydu. PKK bu eylemi, çeteler tarafından kaçırılıp öldürülen Savaş Buldan ve iki arkadaşı için misilleme olarak yaptığını açıklamakla kalmadı, onları öldürmeden önce sorguladıklarını açıklayarak, bu sorgu kasetlerini de Politika gazetesine gönderdi. O sırada bile bu hiç aklıma yatmamıştı, çünkü onların bu tür profesyonel eylemleri hiç yoktu. Şehir gerillacılığında hiç başarılı olamadılar. Yüksekovalı bir "işadamı" ile yaptığım bir sohbette, bu kuşkumu dile getirdiğim anda, adam bu olayı kendilerinin yaptığını itiraf etmişti. Onun tabiriyle "yurtsever işadamları" bunu ortak bir bütçeyle sağlamıştı. Bu açıklamayı adını vermemem şartıyla kaydetmeme de izin verdi. Bazı polislerin para karşılığı, onları Ataköy'de yol kontrolünü yapma bahanesiyle durdurup, zırhlı mersedesten indirdiklerini ve getirip kendilerine teslim ettiklerini söylemişti. Çok sonra Susurluk patlak verdiğinde, bu olayı da onların yaptığı ortaya çıktı. Yani PKK'ye karşı kurulan özel bir birim, birilerini kaçırıp PKK'ye teslim ediyordu ve iki taraf da "Bu yaptığımızda bir gariplik yok mu?" diye sormuyordu... Onlar sormuyordu da, o sorgu kasetlerini yayınlayan Kürt gazetesi de "Ne oluyor, biz o adamların sorgu kasetlerini başka bir adresten almamış mıydık?" diye sormamış ve genel medyada da "Durun bakalım, bunların kaçırdığı adamların sorgu kasetlerini PKK dağıttı, neler oluyor?" diye soran olmamıştı. Hadi herkesi iyi niyetli kabul edelim: Bu garip durum, gözden kaçtı... "
Bu yazdıklarım eleştiri midir değil midir?
Peki, bu yüzden PKK ya da PKK'lilerden bir tepki aldım mı?
Evet...
Ama acele etmeyin, aldığım tepki olumsuz değildi...
PKK'nin üst düzey bir kadrosu ortak bir arkadaşımız aracılığıyla güzel yazmış olduğuma ilişkin mesajını selamlarıyla birlikte gönderdi.
PKK silahlardan arınmadığı ya da legal alanda siyaset yapma olanaklarına kavuşmadığı sürece, istese de demokratikleşemez ve kendisini ciddi yanlışlardan arındıramaz. Çünkü dünyada ve Ortadoğu'da söz sahibi olan ve olmak isteyen bütün devletlerin bu hareketin içinde uzantıları vardır. Doğal olarak her yabancı güç (Türk devleti dahil) oraya sızdırabildiği gücü oranında, hareketi manipüle etmeye çalışıyordur. Bunu PKK'liler de kabul ediyor. Bunu bilmeyecek kadar saf değiller. Ama engelleyemezler, nasıl engelleyebilirler ki?
Buradan çıkan sonuç, herkesin dilediği gibi kullandığı bir hareket midir PKK?
Değil tabii...
Hangi düzeyde olursa olsun, PKK içindeki dış uzantıların etkisi, zaman zaman can yakıcı olsa da, sınırlı kalır. Yoksa şimdiye kadar kırk defa parçalanırdı bu hareket...
PKK'nin çözüme, barışa dönük girişimleri engellediği, sabote ettiği iddiası ise doğru da değil, dürüstçe de değil...
Devletten gelen en küçük olumlu sinyale PKK fazlasıyla karşılık vermiştir. Her şeyden önce bağımsızlık hedefiyle dağa çıkmış, sonra bu hedefinden vazgeçmiş ya da geçmek zorunda kalmıştır. Bundan daha büyük ödün mü olur. Ama bu bile tersinden okunuyor, hangi amaçla dağa çıktıkları es geçilerek '"İstediğiniz şeyler için silaha ne gerek var" deniyor.
PKK yıllarca eylemsiz kaldı, dahası silahlara veda ettiğini söyledi. Ne oldu?
Psikolojik saldırıların (bittiler, yok oldular filan) dışında, devletten gelen en 'iyi niyetli' karşılık 'Kürt sorunu yok diye düşünürseniz, yok olur' yaklaşımı oldu. İyi niyet nişanesi olarak, barış adına gelenler içeriye atıldı, işkencelerden geçirildi.
Madem silahlara veda ettiğini söyledi, niye tekrar silaha sarıldı, demek ki samimi değildi, diye düşünüyordur bazıları. Silahlara veda söylemi, barışın önünü açmada kullanılabilecek en büyük jestti. Başka türlü düşünmeyi saflıkla açıklamak bile zor...
Şu anda farklı bir durum olduğunu mu söylüyorsunuz?
Bizi ikna edin o halde...
Niye barış adına gelenlerin karşılanmasını bu kadar büyük bir soruna dönüştürdüler. Efendim bir zafer havası yaratılmış... Barış adına mı dersiniz, ne adına derseniz deyin en nihayetinde teslim olmaya gelmediler mi? Üstelik bunu herkes istememiş miydi? Ama yok, başları öne eğik, aman dilemeye gelmişler gibi bir atmosfer yaratılmalıydı. Başka türlüsü Türklerin hassasiyetini zedeler çünkü... İşin en vahim tarafı da, haksızlık üzerine kurulmuş bu 'hassasiyet' sahte değil... Sanki bir asırdır, haksız saldırılar altında yaşayan Kürtler değil de, Türkler... Türk tarafı haklı olduğuna o kadar fazla inandırılmış ki, karşı taraftakilerin en nihayet suçlu olarak, gelip teslim olmasından başka bir beklentisi yok. Bu yüzden sık sık 'kimse bu aşamada bir affı gündeme getiremez!' deniyor.
Yani önce bir teslim olacaklar, nedamet getirecekler, sonra gerekirse biz alicenaplığımızı gösteririz...
Oysa Kürtler açısından af bir aşağılanmadır. Suçlu affedilir ve suçlu olduklarını hiç mi hiç düşünmüyorlar. Haksızlığa karşı meşru savunmaya geçmek zorunda kaldıklarını düşünüyorlar.
(Bu kadar zıt uçlardan bakıp sık sık kardeşlik edebiyatı yapmanın nasıl bir görüntü oluşturduğunu bir an için düşünün hele...)
Sonra belediye başkanları dahil, Kürt siyasetçilerinin içeriye atılması, sınıra yapılan yığınak vs. vs. İran ve Suriye ile Kürtlere karşı yapılan gizli anlaşmaları da ekleyin...
Bu arada MHP ve CHP'nin açılım karşısında takındıkları katı tutumun sadece onlardan kaynaklandığına Kürtlerin inanmadığını söylersem şaşırır mısınız. Onların bu katı tavırlarının altında devletin ahlak dışı pazarlık anlayışının yattığını düşünüyor Kürtler. Bu yaklaşımla hem AKP'nin işini bitirmek hem de korku atmosferini yaratarak, meseleyi Kürtlere haklarını vermeden kapatmak, halletmek. Nitekim beklenmedik bir noktaya doğru varınca tehlike, devlet bu iki partinin ipini daha kısa bağlamak zorunda kaldı...
En kötüsü de ne biliyor musunuz, PKK dahil herkesin, her kesimin 'Şiddetle bir yere varılamaz' demesine rağmen, barışa doğru da yine şiddetle ilerleniyor olması. Çünkü ne zaman şiddet başlansa, Türk tarafından makul sözler duyulmaya başlıyor. Ve böyle devam ederse, korkarım birgün böyle ucuz hesaplamalar yapmaksızın, samimi olarak da barışçıl çözüme yaklaşılsa, geç kalınmış olacak, bir işe yaramamış olacak... Herkes kaybetmiş olacak...
Türkiye başbakanı yerinde olsam (Hey allahım! Bu lafı kullananları hep komik bulmuşum oysa...) bu sorunun çözümünde Hürriyet Yazarı sayın Ege Cansen'i koordinatör olarak tam yetkiyle görevlendirirdim. Her şeyden önce, artık mide bulandıran sahte kardeşlik edebiyatına tenezül etmeyecektir. Pratik çözüme odaklanacaktır. İş dünyasından tecrübesi, buna el veriyor. Üstelik kemalist cepheden gelecek salvoları da ondan daha iyi durduran olamaz. Neyle suçlayacaklar onu?.. (RB/TK)
***