Cem Özatalay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cem Özatalay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2019 Salı

Ergenekon Operasyonu Susurluk'un Rövanşı mı?

Ergenekon Operasyonu Susurluk'un Rövanşı mı?



Cem Özatalay
İstanbul - BİA Haber Merkezi
02 Şubat 2008, Cumartesi 00:00

     Ergenekon örgütünün devletin derin operasyonlarını yürütmekle mükellef bir organizasyon olmadığı, tersine devleti her ne yolla olursa olsun ele geçirmeye çalışan bir hareket olduğu söylenebilir.


Önce peşinen söyleyeyim: Ergenekon operasyonunu derin devletin rutin iç tasfiyesi olarak görülmesi yaklaşımının meselenin özüne temas edemediği kanısını taşıyorum.

Çünkü Susurluk örgütü ile Ergenekon örgütü arasında yapılan analoji üzerinden geliştirilen bu yaklaşımın, söz konusu iki örgütün ideo-politik çizgilerindeki, kadrosal bileşimlerindeki ve daha da önemlisi örgütlenme stratejilerindeki temelli farklılıkları önemsizleştirerek meselenin politik muhtevasını gözden kaçırdığını düşünüyorum.

Susurluk,
 
Susurluk örgütü, seçilmişlerin -özelde dönemin Doğru Yol Partisi'nin- Emniyet ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kökenli unsurlarla yan yana gelmesiyle oluşmuş tipik bir kontrgerilla örgütüydü. Bir yandan PKK ile mücadelede işlev üstlenen bu örgüt, diğer yandan da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) dağılmasıyla oluşan Türki cumhuriyetlerde Türkiye'nin diplomatik etkisini artırmaya dönük illegal operasyonları yürütüyordu.

Ancak bu örgütün gözden kaçan üçüncü özelliği ise Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) devlet yönetimi üzerindeki hakimiyetini dengelemeye hizmet eden militarist bir aygıt olmasıydı. Tam da bu nedenle büyük olasılıkla JİTEM imzalı bir “trafik kazası”yla  söz konusu örgüt tasfiye edildi.

Bu tasfiye sürecinin legal platformdaki uzantısının ise kazadan bir yıl sonra gerçekleştirilen 28 Şubat muhtırası olduğunu düşünmek için anlamlı gerçekçeler bulunuyor.

Eksen değişti,
 
Ergenekon örgütünün ise ağırlıkla asker kökenli kadrolara dayanan bir oluşum olduğunu görüyoruz.

1999'da kurulduğu Emniyet yetkilileri tarafından da teyit edilen bu örgüt (Bkz. Birgün, 29 Mart 2007) hakkındaki ilk çarpıcı dosyanın, Danıştay saldırısının hemen akabinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) yönetiminde olduğu bir dönemde -büyük olasılıkla MİT ya da Emniyet kaynaklı ısmarlama bir haberle- Star gazetesinde yayınlandığını görüyoruz (Bkz. Star Gazetesi, 26-27 Mayıs 2006).

Susurluk örgütünün baş aktörlerinden olan Mehmet Ağar “düz ovada siyaset” açılımını yaparken, Ergenekon örgütünün baş zanlısı Veli Küçük'ün, “Benim Atatürk’ümün çizdiği Misak-ı Milli hudutları içerisinde Musul-Kerkük, Halep, Karaağaç, Dedeağaç var. Ben bu haritayı kabul etmiyorum. Benim Misak-ı Millim bu değil” sözlerinde ifadesini bulan irredentist bir stratejiye yöneldiğini tespit edebiliyoruz.

Bu bağlamda, Ağar'ın devamcısı olduğu Susurluk çizgisi Türkiye'nin geleneksel Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eksenli dış politika stratejisiyle hiçbir zaman çatışma içinde olmamışken, Küçük'ün Ergenekon'unun bu çizgiyi değiştirerek Türkiye'yi Çin-Rusya-Hindistan eksenli Avrasyacı bir hatta oturtmayı planladığını anlıyoruz.

Diğer yandan, Susurluk örgütü zaten DYP ile yakın ilişkileri olan, bu nedenle de özgül politik strateji geliştirmeyen bir oluşumken, Ergenekon'un Milliyetçi Hareket Partisi'ni (MHP) ele geçirmeye çalıştığı, bunun için irredentist görüşleriyle tanınan Ümit Özdağ'ın MHP Genel Başkanlığı adaylığının Küçük tarafından desteklendiğini görüyoruz (bkz. Zaman, 15 Kasım 2006).

Ancak hasımları tarafından MİT'çi addedilen Devlet Bahçeli'nin bu planına hayata geçmesini engellemeyi başardığı biliniyor.

STK'lere özel önem!,
 
Susurluk örgütü kitleselleşmek gibi bir stratejiye yapısı gereği ihtiyaç duymamışken, Ergenekon örgütünun sivil toplum örgütlerine özel önem verdiği anlaşılıyor:

“Sivil toplum örgütleri Dünya Bankası, Avrupa Birliği örgütleri ve dış ülkelerin siyasi erkleri tarafından finanse ediliyor. Umutlar devletten daha çok giderek bu sivil toplum örgütlerine bağlanıyor. (...) Ergenekon’un kendi kuracağı sivil toplum örgütlerine ihtiyacı vardır. Bu örgütlerin etki altına alabildiği öyle noktalar vardır ki bunu diplomasi sağlayamaz” (Star, 27 Mayıs 2006).

Keza soruşturma sürecinde medyaya sızan bilgilerin de teyid ettiği üzere, tipik bir kontrgerilla örgütü formunda teşkilatlanmış Susurluk örgütünden farklı olarak, Ergenekon örgütünün Nazi örneğinde olduğu gibi Hücum Kıtaları (SA) formunda örgütlendiği anlaşılıyor.

Dolayısıyla Ergenekon örgütünün devletin derin operasyonlarını yürütmekle mükellef bir organizasyon olmadığı, tersine devleti her ne yolla olursa olsun ele geçirmeye çalışan bir hareket olduğu söylenebilir. Bu özelliği Ergenekon'u öncellerinden köklü bir biçimde ayırıyor.

Tam da aynı nedenle, Susurluk örgütü bilindik bir kontrgerilla taktiğiyle (trafik kazası) tasfiye edilirken, Ergenekon örgütünün tasfiyesi legal platformda gerçekleştiriliyor. Zira delilleri büyük olasılıkla Susurluk ardılı Emniyet ve MİT görevlileri tarafından sağlanan bu operasyonla yalnızca söz konusu yapılanma örgütsel olarak tasfiye edilmek istenmiyor; aynı zamanda “kızıl elmacılık” diye bilinen ve azımsanmayacak bir toplumsal desteğe sahip olan ırkçı-faşist eğilimin de zayıflatılmak istendiği anlaşılıyor.

Tam da aynı nedenle bu operasyonun Ergenekon'un kimi karanlık eylemlerini aydınlatması söz konusu olabilir, ki bu söz konusu operasyonun sağlayabileceği yegane kazanım olarak görülmeli.

AKP-Ordu-ABD mutabakatı,
 
Operasyonun yasal platformda yürütülmesinin esas nedeni ise ABD'nin içine sürüklenmekte olduğu ve kısa sürede tüm dünya ekonomisini etkisi altına alması beklenen iktisadi kriz ortamında Ergenekon çizgisinin toplumsal güç haline dönüşmesinden çekinilmesi olmalı.

Söz konusu operasyonun bu çerçevede muradına ulaşıp ulaşmayacağını ise zaman gösterecek. Ancak tüm dünyada ırkçılığın ve faşizmin yükseldiği düşünülecek olursa bunun o kadar da kolay olmayacağı ilk elden söylenebilir.

İlk bakışta, ırkçı-faşist bir örgüte ve onun ideolojisine yönelik yürütülen operasyonun hayırlı olduğu düşünülebilir. Bu bir yanıyla haklı bir kanı. Ancak diğer yandan operasyonun mümkün kılınmasına yol açan mutabakat zemininin pek de püripark olmadığı gözden kaçırılmamalı. Çünkü AKP, Genelkurmay ve ABD arasında tesis edildiği anlaşılan mutabakat zemininin Türkiye için aydınlık bir gelecek vaat ettiğini söyleyebilmek mümkün değil.

Görünen o ki; ABD, PKK'nin tasfiyesine izin vereceğini, AKP askeri vesayet rejiminin devamına boyun eğeceğini, Genelkurmay da  başörtüsü vb. sorunlar üzerinden laikçilik zemininde gerilimi tırmandırmayacağını beyan ederek bir mutabakat zeminine ulaşmışlar.

Sıra, tüm tarafların kazançlı çıktıklarını düşündükleri bu mutabakat zeminine çomak sokacak hasmın ortadan kaldırılmasına geldiğinde ise Susurluk ardıllarının topladığı deliler üzerinden Ergenekon operasyonuna start verildiği anlaşılıyor.

Bırakın derin devletin tasfiyesini veya temiz eller operasyonu olmayı, devletin verili statükolarının devamı ve Kürt halkının demokratik taleplerinin inkarı üzerinden kurulan -ve bahar aylarında Kuzey Irak'a bir kara harekatının düzenlenmesinin zeminini oluşturan- bu oldukça can sıkıcı mutabakat düzleminin ise alkışlanacak bir tarafı bulunmuyor.(CÖ/EÜ)

* Cem Özatalay, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi.


***

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 2


RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür  BÖLÜM 2




   Sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor. Niye görüşemezmiş?

Sözün öldürücü olduğu ikinci nokta da, PKK'ye yaklaşım ve bu noktada dile getirilen beklentilerdir.

Baştan itibaren ve bu sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor.

Niye görüşemezmiş?

    Bu devletin dünyadaki diğer devletlerden farkı, fazlalığı ne ki, benzer sorunlarda bütün devletler görüştü, görüşüyor da, bu devlet görüşmesin? Nedir farkı?

Nelson Mandela hapisten çıkmak için şiddet yöntemini terk etme şartını dahi reddetmişti. Buna rağmen hapisten çıkardılar, görüştüler ve şiddeti birlikte ortadan kaldırdılar. Türklerden bu meseleyi bilip de, Mandela'nın haksız olduğunu söyleyen olmuş mudur acaba?

Ama yok, işin ucu kendilerine dokunmadıkça son derece adil olan Türk kesimi, söz konusu Kürtler olunca, pusulayı şaşırıyor.

İşte bu söylem ortamı zehirliyor, hem de silahlardan daha fazla... Çünkü bu söylemin sahibi herkes kendisini devletin yerine koymuş oluyor ve bu sözün tercümesi de şu olmuş oluyor:

Biz Kürtleri o kadar da ciddiye almayız...

    Bu yaklaşım, bu söylem nerede gömüldüklerini bile bilmediğim kardeşlerimden daha fazla canımı yakıyor...

Yıllar önce Kürt ayaklanmalarıyla ilgili adını şimdi hatırlamadığım yabancı bir yazarın kitabını okurken, onca vahşet olaylarını okuduktan sonra, yüreğime saplanmış zehirli hançer gibi duran ne oldu, biliyor musunuz? Bölüm başlarına konan bazı Türk büyüklerinin sözleri oldu. O kitapta anlatılan bütün o vahşet 'Türk kılıcının görüldüğü yerde, Kürt sorunu bitmiştir' lafında somutlaştı ve dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un, Türk olmayanlara vaat ettiği adalet ile zehir olup yüreğime aktı...

Sözün yarattığı tahribat, merminin yarattı tahribattan daha beterdir.

Kozluk ayaklanmasına öncülük eden Teterê Badikî en güvendiği adamı tarafından arkadan vuruldu. Adam, Teter'in kafasını kesip götürdü, devlete (Madanoğlu) teslim etti. Aradan elli yıl geçti. Yara kapandı. Her ikisinin torunları arasında bir yakınlık da oluştu. Ama bir gün aralarında ticari bir mesele yüzünden tartışma çıkınca, ihanet edenin torunu Teter'in torununa, dedesini kast ederek "Çok çok bir ekmek alacağın var, onu alırsın!" dediğinde, Teter'in kesik başı yeniden kanamaya başladı ve bir gün sonra da, torunu Mehmed Yurdakul gidip adamı öldürdü.

Mehmed Yurdakul da cezaevinden çıkınca PKK'ye katıldı, o da oralarda öldürüldü.

Muhataplık meselesi, bu yüzden hayatidir. Ne savaşta ne barışta Kürtler muhatap kabul edilmeyecekse, ne barışından söz edilecek? Adam yerine konmak, biraz saygı görmek Kürtler için, talep ettikleri haklardan bile daha önemli olduğu bilinmelidir...

    Bir de PKK'nin Demokratikliği meselesi var...

Bu hareketin demokratik olmadığı, despot olduğu ve Kürtleri baskıyla sindirdiği, şiddete taptığı, barışçıl çözüme yanaşmadığı söyleniyor, ardından Kürtlerin bu harekete karşı sessiz kalmaması, tepki göstermesi isteniyor.

Bu konuda gazeteci Zekine Türkeri'nin legal alanda siyaset yapan Basklı bir siyasetçiye 'Kendi aranızda konuşurken ETA'yı çok sert eleştiriyorsunuz da, bunu neden alenen hiç yapmıyorsunuz, bu biraz ikiyüzlülük değil mi?' sorusu üzerine aldığı cevap, hayli öğretici ve açıklayıcı bence:

Bunu ahlaki nedenlerle yapamam. Çünkü benim ETA'yı övme özgürlüğüm yok. Bu özgürlüğüm olmayınca da, eleştirme hakkımdan da feragat etmek zorunda hissediyorum. Onları övme özgürlüğüm olduğunda, eleştiri hakkımı da fazlasıyla kullanırım...

Ne diyorsunuz, haksız mı adam?

Bu Cevap Kürtlerin pozisyonunu da çok iyi izah ediyor bence...

PKK silahlı bir örgüt ve silahlı bir örgütün demokrasi sınırları, doğası gereği dardır. Despotik yönleri kaçınılmaz olarak vardır. Fakat kendilerini eleştiren herkese dünyayı dar ettikleri de bir safsatadır. Örnek olsun diye, daha önce PKK'ye ilişkin bianet'te yazdığım bir yazıdan buraya bir alıntı alayım önce:

 "PKK de garip bir biçimde, yapılan eylem çok da sırıtmıyorsa, kimin yaptığına bakmadan, üstleniyor. Bu "yemeği" pişirip önüne koyana hiç bakmıyor, hemen sofraya buyuruyor. Bu "yemek" zehirli mi, değil mi, diye hiç kontrol etmiyor. 1994 yılında İstanbul'da iki İran Kürdü kaçırıldı, işkence yapılarak öldürüldü. Bunlardan biri yakın Kürt tarihinin önemli kişilerinden biri olan Simko Ağa'nın torunuydu. PKK bu eylemi, çeteler tarafından kaçırılıp öldürülen Savaş Buldan ve iki arkadaşı için misilleme olarak yaptığını açıklamakla kalmadı, onları öldürmeden önce sorguladıklarını açıklayarak, bu sorgu kasetlerini de Politika gazetesine gönderdi. O sırada bile bu hiç aklıma yatmamıştı, çünkü onların bu tür profesyonel eylemleri hiç yoktu. Şehir gerillacılığında hiç başarılı olamadılar. Yüksekovalı bir "işadamı" ile yaptığım bir sohbette, bu kuşkumu dile getirdiğim anda, adam bu olayı kendilerinin yaptığını itiraf etmişti. Onun tabiriyle "yurtsever işadamları" bunu ortak bir bütçeyle sağlamıştı. Bu açıklamayı adını vermemem şartıyla kaydetmeme de izin verdi. Bazı polislerin para karşılığı, onları Ataköy'de yol kontrolünü yapma bahanesiyle durdurup, zırhlı mersedesten indirdiklerini ve getirip kendilerine teslim ettiklerini söylemişti. Çok sonra Susurluk patlak verdiğinde, bu olayı da onların yaptığı ortaya çıktı. Yani PKK'ye karşı kurulan özel bir birim, birilerini kaçırıp PKK'ye teslim ediyordu ve iki taraf da "Bu yaptığımızda bir gariplik yok mu?" diye sormuyordu... Onlar sormuyordu da, o sorgu kasetlerini yayınlayan Kürt gazetesi de "Ne oluyor, biz o adamların sorgu kasetlerini başka bir adresten almamış mıydık?" diye sormamış ve genel medyada da "Durun bakalım, bunların kaçırdığı adamların sorgu kasetlerini PKK dağıttı, neler oluyor?" diye soran olmamıştı. Hadi herkesi iyi niyetli kabul edelim: Bu garip durum, gözden kaçtı... "
Bu yazdıklarım eleştiri midir değil midir?

Peki, bu yüzden PKK ya da PKK'lilerden bir tepki aldım mı?

Evet...

Ama acele etmeyin, aldığım tepki olumsuz değildi...

PKK'nin üst düzey bir kadrosu ortak bir arkadaşımız aracılığıyla güzel yazmış olduğuma ilişkin mesajını selamlarıyla birlikte gönderdi.

PKK silahlardan arınmadığı ya da legal alanda siyaset yapma olanaklarına kavuşmadığı sürece, istese de demokratikleşemez ve kendisini ciddi yanlışlardan arındıramaz. Çünkü dünyada ve Ortadoğu'da söz sahibi olan ve olmak isteyen bütün devletlerin bu hareketin içinde uzantıları vardır. Doğal olarak her yabancı güç (Türk devleti dahil) oraya sızdırabildiği gücü oranında, hareketi manipüle etmeye çalışıyordur. Bunu PKK'liler de kabul ediyor. Bunu bilmeyecek kadar saf değiller. Ama engelleyemezler, nasıl engelleyebilirler ki?

Buradan çıkan sonuç, herkesin dilediği gibi kullandığı bir hareket midir PKK?

Değil tabii...

Hangi düzeyde olursa olsun, PKK içindeki dış uzantıların etkisi, zaman zaman can yakıcı olsa da, sınırlı kalır. Yoksa şimdiye kadar kırk defa parçalanırdı bu hareket...

PKK'nin çözüme, barışa dönük girişimleri engellediği, sabote ettiği iddiası ise doğru da değil, dürüstçe de değil...

Devletten gelen en küçük olumlu sinyale PKK fazlasıyla karşılık vermiştir. Her şeyden önce bağımsızlık hedefiyle dağa çıkmış, sonra bu hedefinden vazgeçmiş ya da geçmek zorunda kalmıştır. Bundan daha büyük ödün mü olur. Ama bu bile tersinden okunuyor, hangi amaçla dağa çıktıkları es geçilerek '"İstediğiniz şeyler için silaha ne gerek var" deniyor.

PKK yıllarca eylemsiz kaldı, dahası silahlara veda ettiğini söyledi. Ne oldu?

Psikolojik saldırıların (bittiler, yok oldular filan) dışında, devletten gelen en 'iyi niyetli' karşılık 'Kürt sorunu yok diye düşünürseniz, yok olur' yaklaşımı oldu. İyi niyet nişanesi olarak, barış adına gelenler içeriye atıldı, işkencelerden geçirildi.

Madem silahlara veda ettiğini söyledi, niye tekrar silaha sarıldı, demek ki samimi değildi, diye düşünüyordur bazıları. Silahlara veda söylemi, barışın önünü açmada kullanılabilecek en büyük jestti. Başka türlü düşünmeyi saflıkla açıklamak bile zor...

Şu anda farklı bir durum olduğunu mu söylüyorsunuz?

Bizi ikna edin o halde...

Niye barış adına gelenlerin karşılanmasını bu kadar büyük bir soruna dönüştürdüler. Efendim bir zafer havası yaratılmış... Barış adına mı dersiniz, ne adına derseniz deyin en nihayetinde teslim olmaya gelmediler mi? Üstelik bunu herkes istememiş miydi? Ama yok, başları öne eğik, aman dilemeye gelmişler gibi bir atmosfer yaratılmalıydı. Başka türlüsü Türklerin hassasiyetini zedeler çünkü... İşin en vahim tarafı da, haksızlık üzerine kurulmuş bu 'hassasiyet' sahte değil... Sanki bir asırdır, haksız saldırılar altında yaşayan Kürtler değil de, Türkler... Türk tarafı haklı olduğuna o kadar fazla inandırılmış ki, karşı taraftakilerin en nihayet suçlu olarak, gelip teslim olmasından başka bir beklentisi yok. Bu yüzden sık sık 'kimse bu aşamada bir affı gündeme getiremez!' deniyor.

Yani önce bir teslim olacaklar, nedamet getirecekler, sonra gerekirse biz alicenaplığımızı gösteririz...

Oysa Kürtler açısından af bir aşağılanmadır. Suçlu affedilir ve suçlu olduklarını hiç mi hiç düşünmüyorlar. Haksızlığa karşı meşru savunmaya geçmek zorunda kaldıklarını düşünüyorlar.

(Bu kadar zıt uçlardan bakıp sık sık kardeşlik edebiyatı yapmanın nasıl bir görüntü oluşturduğunu bir an için düşünün hele...)

Sonra belediye başkanları dahil, Kürt siyasetçilerinin içeriye atılması, sınıra yapılan yığınak vs. vs. İran ve Suriye ile Kürtlere karşı yapılan gizli anlaşmaları da ekleyin...

Bu arada MHP ve CHP'nin açılım karşısında takındıkları katı tutumun sadece onlardan kaynaklandığına Kürtlerin inanmadığını söylersem şaşırır mısınız. Onların bu katı tavırlarının altında devletin ahlak dışı pazarlık anlayışının yattığını düşünüyor Kürtler. Bu yaklaşımla hem AKP'nin işini bitirmek hem de korku atmosferini yaratarak, meseleyi Kürtlere haklarını vermeden kapatmak, halletmek. Nitekim beklenmedik bir noktaya doğru varınca tehlike, devlet bu iki partinin ipini daha kısa bağlamak zorunda kaldı...

En kötüsü de ne biliyor musunuz, PKK dahil herkesin, her kesimin 'Şiddetle bir yere varılamaz' demesine rağmen, barışa doğru da yine şiddetle ilerleniyor olması. Çünkü ne zaman şiddet başlansa, Türk tarafından makul sözler duyulmaya başlıyor. Ve böyle devam ederse, korkarım birgün böyle ucuz hesaplamalar yapmaksızın, samimi olarak da barışçıl çözüme yaklaşılsa, geç kalınmış olacak, bir işe yaramamış olacak... Herkes kaybetmiş olacak...

Türkiye başbakanı yerinde olsam (Hey allahım! Bu lafı kullananları hep komik bulmuşum oysa...) bu sorunun çözümünde Hürriyet Yazarı sayın Ege Cansen'i koordinatör olarak tam yetkiyle görevlendirirdim. Her şeyden önce, artık mide bulandıran sahte kardeşlik edebiyatına tenezül etmeyecektir. Pratik çözüme odaklanacaktır. İş dünyasından tecrübesi, buna el veriyor. Üstelik kemalist cepheden gelecek salvoları da ondan daha iyi durduran olamaz. Neyle suçlayacaklar onu?.. (RB/TK)





***

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE., Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 1

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE., Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 1


.

RAHMİ BATUR
17/2/2019



    Genel olarak bu meselenin çözülmesi önünde en büyük engelin, silah ve şiddet olduğu sanılıyor, böyle olduğuna inanılıyor, bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Asıl sorun söylemdedir bence. Türklerin söylemi, Kürtleri umutsuzluğa itiyor...

Bu savaşta iki kardeşini yitirmiş bir Kürt olarak, bir kimseye Türk diye kin duymak, nefret etmek aklımın bir köşesinden geçmedi. Türklerin her kesimiyle anlaşabileceğime de inanıyorum. Şahsi olarak insanın hoşlanmayacağı tipleri bu bahse dahil etmiyorum elbet... Böyleleri ailemde de var... Samimiyet noktasında mahçup olmamak için "ağır Kemalistler hariç" demek zorundayım ama.

Karadenizli müzisyen arkadaşım Ayşenur Kolivar'ın "Ben neredeyse faşistlik derecesinde sağcı da oldum ama, allahıma çok şükür, hiç kemalist olmadım" sözünü bir ayet gibi kabullendim. Çünkü Kemalizmin dünyanın en katı, en bağnaz dini olduğunu düşünüyorum. Din olmayan tek din... Üstelik kıblesi de yok...

Barut kokusunun kana karıştığı şu ortamda "sözün bir anlamı kalmış mıdır" sorusunun yarattığı yerinde bir tedirginlik var. Fakat mesele nereye kadar giderse gitsin, sonunda dönüp sözde düğümlenecek, sözle çözülecek.

Başka bir yolu yok çünkü.

Üstelik sorunun düğümlendiği asıl nokta da, söz ve zihniyettir.

Sistemin yüzyıllık çabasıyla öyle bir hal almış ki, daha sorunu ifade eden kavramı kullanamıyoruz. Sorunu ifade etmede kullanılan en cesaret gerektiren kavram "Kürt sorunu"dur ve bu kavram da sorunludur, meseleyi ifade etmiyor.

Kürt niye sorun olsun ki?

Bu kavramı kullandığınızda, sokaktaki Türk'ün kafasında Kürt bir sorun olarak şekillenir.

Sanırım bu ülkede yaşamanın getirdiği sıkıntılardan biri de, herkesin kendi doğrularını tekrarlamak zorunda kalması... Benimki de tekrar olacak ama, İstanbul'da, Adana'da, İzmir'de Kürt sorunu olsa da, Diyarbakır'da bir Kürt sorunu yoktur. Olsa olsa, orada bir Türk sorunundan bahsedilebilir.

İlginçtir, bu noktada en gerçekçi yaklaşım, iki, üç yıl önce Hürriyet yazarı Ege Cansen'den geldi.

Güneydoğu Kürt Sorunu başlıklı iki yazı yazdı. Orada Kürt sorunu kavramının meseleyi anlamada yetersiz kaldığını yazdı, coğrafyayı ekledi.

Asıl sorun söylemde
Genel olarak bu meselenin çözülmesi önünde en büyük engelin, silah ve şiddet olduğu sanılıyor, böyle olduğuna inanılıyor, bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Asıl sorun söylemdedir bence. Ne yazık ki Türklerde nefs û qiyas (empati, ve Kürtçesini kullanarak milliyetçilik yaptım galiba...) eksikliği had safhada.

Türklerin söylemi, Kürtleri umutsuzluğa itiyor...

Sanıldığı gibi, Kürtleri umutsuzluğa iten, devlet mekanizması içinde yer alan Türklerin söylemi değil, bu mekanizmanın dışındaki Türklerin söylemidir. Şaşırtıcı gelebilir ama, bu meselede kardeşlik kavramını fazla kullanan herkes, sorunun ağırlaşmasına hizmet ediyor. Bu kavram ne yazık ki, artık Kürtlere "Öğ"'dedirtiyor. Bilmiyorum ama, büyük ihtimalle Kürtler kullandığında, Türklerde de aynı duyguyu oluşturuyordur. Artık kimin bu kavramı samimi olarak kullandığını, kimse bilmiyor.

Devlet mekanizması dışındaki Türklerin söylemi, neden Kürtleri umutsuzluğa iter ki, diye sorulabilir.

Cevabı zor değil.

Kürtler devlet mekanizması içinde yer alan bir kimseden, acılarını anlamasını beklemiyor, samimiyet beklemiyor, hakkı hukuku gözetmesini beklemiyor. Mesela 25 yıl öncesinden cumhuriyetin kuruluş dönemine doğru, ticari davalara ilişkin bir araştırma yapılsa, bu güvensizlik çok net olarak ortaya çıkar. Sanırım Türk mahkemelerine taşınmış çok az ticari dava vardır.

Yani Kürtler devletten kötülük bekler ve geldiğinde de, şaşırmaz, hayalkırıklığına uğramaz. Ama bu mekanizmanın dışında kalanlardan hakkaniyet bekler. Samimiyet bekler. Ne yazık ki, bu beklentisinin güçlü bir karşılığı yok... Kürtlerin hakkını teslim eden birkaç cümleden sonra, illa ki Kürtlerden bir şey de istenecek ya da bir ithamda bulunulacak. Üstelik hakkaniyete uygun olmayan bir talep ve yersiz, mesnetsiz bir itham olacak... Ve dolaylı dolaysız, biraz da Kürtler nankörlükle suçlanacak. Nedir bu?

PKK'ye yaklaşım ve karşılıklı milliyetçilik ithamı...

Birincisinde haksız olunacak...

İkincisinde mesnetsiz...

İkincisinden başlayalım.

Son yıllarda sık sık Kürt milliyetçiliğinden yakınılır olmaya başladı.

Bu konuda yakınan Türk aydınlarından, önce yakınılması gereken milliyetçiliğin, hadi daha sadeleştirelim, ırkçılığın bir tarifini yapmalarını, sonra da Kürtlerin hangi davranışının bu tarife uygun düştüğünü açıklamalarını isterdim doğrusu.

Nedir milliyetçilik?

Yani kimliğine sahip çıkmanın ötesine taşan ırkçılığı diyorum.

Anadilde eğitim alma talebi, milliyetçilik mi oluyor?

Hadi en uç noktadan sorayım.

Bir toplumun kendi ülkesinde, kendisini yönetme iradesini ortaya koyması, bu talebi dile getirmesi mi milliyetçilik oluyor?

El insaf, daha Kürtlerin yarısı AKP'ye oy veriyor, hangi Kürt milliyetçiliğinden bahsediliyor?

Kast edilen örgütlü Kürtlerse eğer, Abdullah Öcalan daha Bekaa'daki karargahında "Ben Türkeş'ten daha Türkçüyüm" diyordu.

Hangi milliyetçilik?

Kürtlerde bir akım olarak, dikkate değer bir milliyetçilik yoktur. Kürtlerin yüzde biri bile milliyetçi değildir.

Zaten olana da, Türk tarafından bir itiraz yoktur.

Şu anda TRT 6'de program yapan Arif Zêrevan, Ahmet Türk'ü "Türksever" diye suçluyordu ve bu onun bu noktadaki en hafif suçlamalarından biri... Yine de ne kendisinin Türk devletine para karşılığında hizmet sunmaktan bir rahatsızlığı söz konusu ne de Türk cephesinden ona karşı... Al gülüm ver gülüm yani... Milliyetçilerin ortak samimiyetsizliği...

Yanlış anlaşılmasın, TRT 6'de çalışan Kürtleri suçluyor değilim. Bu benim haddimi aşar.. Ama böyle, milliyetçilik adına başka Kürtlere, Kürt örgütlerine, partilerine küfredenlerin Türk devletinin bir kurumunda çalışmasını da ahlaki bulmuyorum. Aynı şekilde olmayan Kürt milliyetçiliğinden şikayet edenlerin, böyle nadir bulunan bir numuneyi bağrına basmasını da hakeza...

Kürtler adına siyaset yapanların yanlış yaptıklarını, saptamak, eleştirmek hatta yaptıklarını, söylediklerini ahmakça bulmak başka şey, bu siyaset yanlışlarını milliyetçilik diye suçlamak başka şey...

Hele karşılıklı milliyetçilik ithamı, mide bulandırıcı.

Burada durup Türklerin milliyetçiliğinin, ırkçılığının dökümünü yapacak, Ermeni 'dölü'nden girip, Rum 'tohumu'ndan çıkacak değilim. Vicdan ve izan sahibi herkes bu taraftakileri biliyor zaten.

Tek istediğim bu kadar suçlaması yapılıyorsa, Kürt tarafına ilişkin de bir döküm çıkarılsın. İşte şunlar şunlar, şu nedenle milliyetçilik, ırkçılık kapsamına giriyor densin.

Bakın devletin PKK cephesine sürdüğü Yalçın Küçük de, Kürtlerin milliyetçiliği üzerine az kafa yormadı. Yakın tarihten milliyetçilik olarak kullanabileceği bir malzeme bulamamış olmalı ki, Ehmedê Xanî'nin kullandığı bir cümleden medet umdu. Roj TV'de program yapıyordu. Konuğu Abdülmelik Fırat'tı. Yalçın Küçük sözü Mem û Zîn'e getirdi ve neden girişteki önsözün sansürlendiğini sordu. Melik Fırat yasal nedenlerle olabileceğini söylediğinde "yok yok" dedi ve ısrarla bu sansürlenen cümleyi aktarmasını istedi. Fırat da, dönemin şartlarına göre söylenmiş, ama günümüzde milliyetçiliğe davet niteliğine girebilecek bir cümle olduğunu, bu yüzden de sansürlenmiş olabileceğini söyledi ve sansürlenen cümleyi okudu.

Yani bilmem kaç yüz yıl önce söylenmiş ve üstelik günümüzde yine Kürtler tarafından, milliyetçi diye sansürlenmiş bir cümleden, Kürt milliyetçiliğini yaratma gayreti... (Söz buraya gelmişken, Yalçın Küçük'ten ötürü PKK'nin Kürt halkına bir özür borcu var. Hatta bazı Türklerden de... 1996 yılında, Azadiya Welat gazetesi adına Mahir Kaynak'la söyleşi yapmaya gittiğimde ve söyleşi bittikten sonra "Yalçın Küçük'ün kim olduğunu merak ediyorum, bizden görünüp canımıza okuyor ve her nedense onun Emin Çölaşan ve Doğu Perinçek ile aynı kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Sahi, kim bu Yalçın Küçük?" diye sordum, saf bir biçimde tereciye tere satmaya çalışarak... Soruma karşılık ne anlama geldiği belirsiz bir tebessüm elde etmiştim. Ben, hadi büsbütün dışarıdan demeyelim, kenardan bunu görebildiysem, PKK'nin görmemesinin, bilmemesinin imkanı yok...)

Kürtleri milliyetçilikle suçlayanlardan, böyle bir döküm bekliyoruz. Bunu yapan olursa, kendi adıma özür de dileyeceğim...

Sorunlu yaklaşımın birincisini de, bu yazının ikinci bölümüne bırakalım. (RB/TK)




****