GERÇEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GERÇEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2017 Perşembe

ALIN SİZE ÖNDER; (EMİNE ÜLKER TARHAN GERÇEĞİ )


ALIN SİZE ÖNDER; (EMİNE ÜLKER TARHAN GERÇEĞİ ) 


AHMET AKIN
Ahmet Akın/t2174a
21 Kasım 2014
t2174a@hotmail.com

Bugün ülkenin bir karşı devrim, fiili bir işgal hazırlığı içinde olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Fakat bunlar bir anda değil, adım adım, sindire sindire, hatta göz göre göre yapıldı ki, bu durumun asıl failleri ve sorumluları başta siyasetçiler olmak 
üzere, olacakları bildikleri halde görevlerinin gereklerini yerine getirmeyenlerdir. 

(Sadece son 10 yılı Kastetmiyorum, bugünkü sonuç dünün birikimidir.)

Ve bugün eğer iktidar sahiplerinin çıkarları aksine adım atacak olursanız (ki artık bunu yapamazsınız), gözünüzün yaşına bakılmaksızın, her türlü iftira ve 
yaptırımla karşılaşır, hakkınızı arayacak bir kurum da bulamazsınız.

Gerçek şu ki, artık herkes izin verildiği ölçüde hareket kabiliyetine sahip! Bu çerçevenin dışına çıkıldığı takdirde aklı başında olan herkes neyle karşı 
karşıya kalacağını bilir!..

Buna rağmen ülkede hala bir demokrasi ortamı varmış gibi hava estirilmekte, seçimlerden, partilerden, siyasilerden medet umulmakta, toplumun gözünden 
gerçekler kaçırılmakta ve gizlenmektedir.

Açıkçası bunlar, mevcut ortamda hiçbir getirisi olmayan, halkı oyalama taktikleridir.

Bugün eğer siz insanlık adına bir şeyler yapma niyetinde ve gayretindeyseniz, Atatürk’ün gerçekten manevi mirasçısı ve O’nun fikirlerinin savunucusu iseniz, 
bilin ki size siyasi arenada yahut vb. ortamlarda yaşam hakkı tanınmaz, toplumu yönlendirmenize izin verilmez.

Düşünün ki, halka gerçekleri haykıran Atatürk’ün gerçek manevi mirasçıları Hablemitoğlu, Uğur Mumcu, A. Taner Kışlalı gibi aydınlarımız halihazırda böyle bir ortam oluşmamışken susturuldular.

Sahip çıkan, haklarını arayan da olmadı, çünkü onların arkasında kimse yoktu; tıpkı bugün Türk milletinin sahipsizliği ve arkasında kimse olmadığı gibi…

Şöyle de diyebiliriz, bugün artık birilerinin izni ve onayı olmadan, bu ülkede açıktan kimse Atatürk milliyetçiliği yapamaz. İzin vermezler; sadece 
‘Atatürkçülük’ yapılmasına izin verilir ki, aradaki fark önemlidir.

Ne bir siyasi partinin başı, ne üniversite rektörlüğü, ne bir askeri yahut polis teşkilatının üst kademeleri, ne de belli başlı stratejik noktalar… hiçbir karar 
merciinde söz hakkı tanınmaz, halkı Atatürk’ün milliyetçilik esaslarına göre örgütlemenize müsaade edilmez. Bunun için gerekli tüm önlemler alınmıştır.

Bunların aksini iddia edenler veya edecekler, Akp‘nin bugüne dek yaptıklarına baksınlar;

Kaldı ki adına ‘Ergenekon’ dedikleri aşamada susturulanların, içeri atılanların hepsi Atatürkçü ve vatansever bile değildi, fakat her hükümet karşıtı eylem ve 
söylemde bulunan, muhalif tavır takınan öyle lanse edildi.

Akp ve Erdoğan (daha doğrusu onu yönlendirenler) kendisine ve amacına engel teşkil edecek unsurları susturmuştur, gariptir bunların içinde sosyalisti, 
kürtçüsü de vardır, Apo’nun dostları da… Temelde aynı bölücü zihniyetin hizmetkarlarıdırlar, fakat bunların bir kısmı Amerikancı olmadıkları, bir kısmı 
da Rus emperyalizmi yanlısı oldukları veya Amerikan çıkarlarına karşı oldukları gerekçesiyle içeri alınmışlardır. Kimisi daha sonra içeride devşirilmiş, şartlı 
salıverilmiştir.

( Bunların kimler olduğunu, son dönem gelişmeleri takip edenler tahmin edeceklerdir.)

Bu kişilerden bazılarının Anti Amerikancılık propagandası yapması, halkın gözünden bazı gerçekleri kaçırmak içindi. Mesela bunlar hiçbir zaman bir Rus 
emperyalizmini eleştirmemişlerdir, varsa yoksa Amerikan emperyalizmi… 
Dolayısıyla antiemperyalistlikle alakaları yoktur, amaç bir ‘devir teslim merasimi’nden; yani bahsettikleri gibi tam bağımsızlıktan yana değil, Türkiye’yi 
birinin pençesinden alıp diğerine teslim etmekten ibarettir.

Tabi içeri alınanların tümünü aynı kefeye koymuyoruz. Sapla saman bilinçli olarak karıştırılmıştır çünkü.

İşte, mevcut iktidar sahipleri ve arkasındakiler için her dönem asıl tehlikenin Türk milliyetçiliği olduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa, böyle bir ortama 
müsaade edilip edilmeyeceği daha net anlaşılır ki, bugün halkın önüne sürülen bazı milliyetçi yapılanmalar aslında kontrol altında tutulmaktadır.

Fakat bu yapılanmaların içinde olanların birçoğu durumun farkında değildir çünkü iş, hareketin başını çekenlerde bitmektedir.

Bugün belli bir kitle üzerinde söz sahibi olan birtakım kişilerin ya Atatürk’ün devrimcilik anlayışıyla ilgileri yoktur ve bundan dolayı kendilerine yol 
verilmektedir, yahut sistemin çıkarlarına bilerek ya da bilmeyerek hizmet etmekte, dolayısıyla halk oyalanmaktadır ki, boşa akıp geçen zaman karşı tarafın lehine işlemektedir.

Aksi takdirde durumun vehameti görülmüş, artık siyasi partiler ve söylem Atatürkçülüğü ile bir sonuç alınamayacağı anlaşılmış ve halka da uygun bir dille 
anlatılmış olurdu.

Düşünmek gerekir ki, Erdoğan amacına engel teşkil eden herkesi, her kurum, kuruluş, örgüt ve yapılanmayı hiçbir gerekçe göstermeden saf dışı bırakmış, 
kimilerini de devşirmiştir. Bu değişim ve tasfiyeler için gerekli şartlar zaman içinde oluşturulmuş ve kaçınılmaz olan gerçekleşmiştir.

Halka doğruları yazıp söyleyecek bir avuç aydın kesim ise sesini duyuracak ortamlardan mahrum bırakılmış, milliyetçi yapılanmalardan dışlanmıştır.

‘Bakın, ülkede demokrasi var, aksi durum söz konusu olsaydı kimse muhalefet yapamazdı’ izlenimi vermek için de, kimilerinin iktidara açıktan karşı 
propagandada bulunmasına izin verilmiş, göz yumulmuştur. (Yalnız belli koşullarla. Zira bu, oyunun kurallarındandır.)

Fakat inisiyatif ve otorite, mutlak Erdoğan’dadır, çünkü yasalara göre hareket eden değil, yasaları kendine ve amacına alet eden, ‘yasa koyan’ konumundadır ve kimse de bu durum karşısında bir şey yapmamakta, yapamamaktadır.

Bir ‘FAKAT’ daha var ki, o da uyuyan devin uyanması, uyandırılması korkusu ve tehlikesidir! 

İşte Erdoğan ve diğerlerinin asıl korkusu, Türk milletinin ayağa kalkması ve bu oyuna bir son vermesi ihtimalidir.

Bütün bu takiyye, ikiyüzlülük, diktatörlüğünü açıkça ilan edememe vs.. , Türk milletinin gazabından çekindikleri, Türk’e esareti açıkça kabul 
ettiremeyecekleri içindir.

Göstermelik te olsa düzenlenen ‘Atatürk’ü Anma Merasimleri’ de bu sebeptendir. Çünkü Atatürk’ü bu milletin kalbinden ve zihninden kazıyıp atmanın hiç te 
düşündükleri kadar kolay olmadığının bilincindedirler.

Ben burada ne yapılması gerektiğinden ziyade, yapılan yanlışı- yapılmaması gerekeni ortaya koymak istiyorum ki, bu da çözümün bir parçası ve bir adım 
sonrası için önemlidir.

Bugün tam bir kuşatılmışlık altında olduğumuz konusunda kuşkuya yer yok.

Toplum maddi manevi baskı altına alınmış, düşünme ve karar verme yetisi 
zayıflatılmış, psikolojik operasyonlar yaşamın her alanına serpiştirilmiş…

Sağlıklı düşünebilen, bir şeylerin farkında olan çok az, olduğunu zannedenler de 
buzdağının sadece görünen kısmının farkında.

Halkın algısıyla çok rahat oynuyorlar, bir siyasinin (ya da partinin) ömrü biter bitmez (deşifre) hemen bir diğerini öne sürüyorlar ki, o kitle başıboş kalmasın 
ve halk uyumaya devam etsin; toplumda her şeyin, her sorunun mutlak koşul ve şart altında siyasetle çözüleceği görüşü hakim olsun!

İktidara muhalif gözüken partiler ve kadroları bir bayrak yarışı içindelermiş gibi, bayrak bir siyasinin elinden diğerine el değiştirip durmakta, gerçekteyse 
değişen sadece isimler, yüzler olmaktadır. Temel anlayıştaysa değişen bir şey yok ve bugüne kadar bunun örneklerini defalarca gördük, fakat hala da bu ucuz 
numaraları afiyetle yiyoruz.

Birileri çıkıp bunun böyle olmadığını söyleyince de, duygusal davranarak o kişiyi günah keçisi ilan ediyoruz. Ne zaman ki acı gerçeklerle yüzleşiyoruz, o 
vakit aldatıldığımızı fark ediyor, fakat ne fayda ki kaybeden yine biz oluyoruz…

Halbuki biraz üzerinde düşünülse, uyarılara kulak verilse, gözlemlense, araştırılsa her şeyin basit birer siyaset oyunundan ibaret olduğunu göreceğiz.

İş bu noktaya geldiğine göre Chp’den ayrılan ve şimdilerde yeni bir partiyle karşımıza çıkan E. Ülker Tarhan’ın durumundan artık söz edebiliriz.

Kendisine ve partisine gönül vermiş olanlar, samimiyetine inananlar olabileceğini de gözönüne alarak, ben de eleştiri hakkımı kullanmak istiyorum.

Biliyorum ki E. Ülker Tarhan’a ve yeni partisine gönül verenler samimi ve iyi niyetliler, bundan şüphem yok. Ben burada bir girişimi baltalamak amacıyla 
değil, bazı gerçeklere dikkati çekmek, resmin bütününü göstermek amacıyla yazıyorum. O bakımdan bu aslında yapıcı bir eleştiridir.

Yani birinin çıkıp, kralın çıplak olduğunu söylemesi bazılarını rahatsız edebilir.

***

-Chp’nin iki numaralı adamı; Chp Genel Başkan Yardımcısı, Habur’da Pkk’lı teröristlerin davul zurna eşliğinde ülkeye sokulması esnasında başrolde yer alan, Pkk’nın avukatı, Sezgin Tanrıkulu!

-Pkk’lılar tarafından kaçırılma numarasıyla ünlenen, teröriste; ‘’Hak savaşçısı kardeşlerimiz’’, Atatürk’e ‘’soykırımcı’’ diyen Chp Tunceli Milletvekili Hüseyin 
Aygün!

– ‘’ Ne Atatürk rozeti, ne Türk bayrağı, ne türban’’ diyerek Atatürk ve Türk bayrağını türbanla eşdeğer tutan, nötrleştiren Sema Pekdaş!

-‘’Ben Atatürk ilke ve devrimlerinin bekçisi değilim, olmak ta istemiyorum’’ diyen Chp Bursa milletvekili Sena Kaleli!


Çok daha fazlası var, bunlar belli başlı bilinenler ve tüm bunlara sahip çıkan, söylem ve düşünceleriyle onlardan hiç de geri kalmayan, kokmuş balığın başı bir Kemal Kılıçdaroğlu var Chp’nin başında ki; tıpkı diğerleri gibi o da Atatürk’ü soykırımla suçladı, Dersim İsyanı’nı ‘katliam’ olarak niteledi! Hem de bunlar 
bugün değil kaç yıl evvel yazıldı, söylendi.

Böylece Akp ve Kürtçülerle aynı çizgide olduklarını gösterdiler! Yani görmek isteyen için bu kadarı da kafi.

Bu kişiler Chp’nin içine bilinçli eller tarafından bir plan dahilinde sokulan kişiler.
Şimdi bu köstebekler Chp’ye gökten zembille mi indirildi, bir araya toplaştırıldı da, Atatürk’ün kurduğu partinin adına ‘’Y-CHP’’ denildi?

Tüm bunlar olup biterken birileri de ısrarla yazmaya, halkı aydınlatmaya çalışıyordu…

– Peki E. Ülker Tarhan bunlardan bihaber miydi, yahut bu köstebeklerle ülkenin iyiye gideceği gibi iyimser bir beklenti mi içerisindeydi? Yoksa gaflet mi demeliyiz!

– Kürtçüden daha Kürtçü, bölücüden daha bölücü söylem ve eylemlerde bulunan Chp milletvekillerinin asıl niyetlerini, ne amaçla Atatürk’ün partisine monte 
edildiklerini anlayacak bilgi birikimine sahip değil miydi E. Ülker Tarhan?

– Yoksa Chp içinde bizim bilmediğimiz bir ayrılıkçı grup, parti içinde parti örgütlenmesi mi vardı? Var idiyse bu ne menem bir çelişki, nasıl bir anlayıştır?

– Atatürk’e hakaretler edilir, Cumhuriyet’in altı oyulurken, (üstelikte mebusu olduğu partisi Chp ve arkadaşları tarafından) nasıl bunca şeye sabredebildi, 
nasıl onlarla aynı sıraları paylaşabildi, neden gereğini yapıp milletvekilliğinden, tüm konum ve statüsünden vazgeçip sine-i millete dönmedi de 
bu kadar bekledi?

Asıl tehlike arzeden görünürdeki düşman mıdır, yoksa amacını gizleyen mi? Y-Chp’nin Bdp’den ne farkı vardır, adından başka? Kaldı ki Bdp bunlara göre daha 
bile dürüsttür; en azından amaçlarını gizlememektedirler, en azından karşımızdaki düşmanın kim olduğunu ve amacını biliyoruz.

Bunun için ”Y-Chp” denilmedi mi, bu truva atları bu yüzden sokulmadı mı Chp’nin içine?

Türk halkını cepheden yıkamayacaklarını bildikleri için değil midir, cephe gerisinden yıkma gayretleri?

– Peki Chp’nin eski bir milletvekili olarak, ülkenin bölünmesi yolunda atılan adımlar ve alınan kararlarda hiç mi pay sahibi değildir E. Ülker Tarhan? Bu 
vebali nasıl taşımayı düşünmektedir?

– Ülke bölündükten sonra istifa etmenin, bu dakikadan sonra siyasi manevraların, yeni parti kurmanın bu millet için çok geç kalınmış bir proje olduğunun acaba  farkında mıdır E. Ülker Tarhan?

– Uzağa gitmeye gerek yok, daha geçtiğimiz seçimler iktidar sahiplerinin oylar üzerinde göz göre göre nasıl oynadığını ve kendilerini kimseye hesap vermek 
mecburiyetinde dahi hissetmediklerini, artık seçim ve demokrasinin bir oyundan ibaret olduğunu bilmez mi E. Ülker Tarhan?

- Tüm bu bilinen ve bilinmeyen gizli kalmış durumlar yaşanırken, kendisine birileri tarafından susması, sessiz kalması yönünde ikaz ve telkinlerde 
bulunuldu mu, bulunulduysa neden çıkıp bunları açıklamadı? Bulunulmadıysa neden istifa etmedi, neden Atatürk’ün mirasçısına yakışır bir tutum sergilemedi de bu ihanetlere ortak oldu?

Bunlar merak edilen konulardan bazıları.

Bugün Erdoğan padişahlığını ilan etmiş, kim gelirse gelsin değişen sadece isimler olmuş, tüm siyasi partiler aynı amaca kilitlenmiş (görüntüde 
muhalifler), ülke işgal altında parça parça bölünmüş, sınırlar kevgire dönmüş, ‘LOZAN’ yırtılıp çöpe atılmış yerine ‘SEVR’ resmen uygulamaya sokulmuş, T.B.M.M. terör yuvası haline dönüştürülmüş, Atatürk’ün bırakın devlet politikalarını, mecliste ve dahi medyada adını anmak yasaklanmış, ülke yabancı ajanlardan geçilmez olmuş, Türk ordusu sindirilmiş, Türk halkı desen son nefesini vermeye hazırlanmakta… Ve siz, bu şartlar altında hala siyasi partilerden medet mi ummaktasınız!

Bu nasıl bir gaflettir, nasıl bir tezgahtır?

Nerede gerçekçilik ilkesi?
Bu şartlar altında hala bu şekilde düşünebiliyorsa E. Ülker Tarhan, ya çok saftır, ya ne yaptığını bilmiyordur ya da… bir bildiği vardır mutlaka!..

Duruma en iyimser bakış açısıyla yaklaşacak olursak, E. Ülker Tarhan ve kadrosunun sadece ‘Atatürkçülük’ yapmasına izin verirler ki, olan yine Türk 
milletine olacaktır.

VE GERÇEK:

Artık Türkiye’de bir takım şeyler, siyasi ve meşru yollarla düzeltilemeyecek kadar vahimdir! Çünkü bütün köşe başları tutulmuştur.
Bir defa mevcut koşullarda ‘alın size önder’ diyerek önünüze birini sürmezler.

Bu andan itibaren samimiyetine inanılması gereken, önderlik vasfına talip olanlar, siyaset oyunlarının arkasına saklanarak, vatanseverlik postuna 
bürünerek değil, ispatla olmalıdır.

Önderlik odur ki; talip olduğu, çıktığı ve inandığı yolda ölümü göze alabilmelidir. 

Olası başarısızlık ihtimalinde kaybeden sadece halk olmamalı, kendisi de halkla aynı akıbeti paylaşmalıdır.

(Yani bugüne dek görevini ve halkı istismar edenler gibi; ‘çabaladım, elimden geleni yaptım olmadı, ne yapayım’ tarzında duruş sergileyen, sonrasında yaşam 
kalitesinden ödün vermeyen, fakat halkı bir kademe daha çıkmaza sürükleyenlerden 
önder olmaz!)

Kısaca vaat dönemi tükenmiş, artık Türk milletinin boş vaaz dinleyecek zamanı kalmamıştır.

Ahmet Akın/t2174a
21 Kasım 2014
t2174a@hotmail.com

***

6 Ocak 2017 Cuma

VARLIK VERGİSİ GERÇEĞİ



VARLIK VERGİSİ GERÇEĞİ 


Arslan Başer Kafaoğlu




Perşembe, 28 Temmuz 2011 14:37 
Son Güncelleme Pazar, 
01 Ocak 2012 16:44 
Varlık Vergisi Gerçeği  Arslan Başer Kafaoğlu 
Yayınevi: Kaynak Yayınları  ISBN: 975-343-343-3  
Basım tarihi: Şubat 2002 


A. Başer Kafaoğlu bu kitabında, 11 Kasım 1942 yılında çıkarılan " Varlık Vergisi " hakkındaki kanunun uygulanışı ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalara ışık tutuyor. 
Yazar, Salkım Hanımın Taneleri adıyla yayımlanan kitabın ve aynı isimle kamu olanakları harcanarak çevrilen, ödüllerle donatılan filmin çarpıttığı gerçekleri yerli yerine oturtuyor. 
Kafaoğlu, Batı´ nın Türkiye´ye dayattığı azınlık politikalarının bir devamı olan " Varlık Vergisi ile azınlıklara baskı ve zulüm uygulandı " iddialarına karşı, aynı dönem, köylülerin ve emekçilerin çektiği sıkıntıları ve acıları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor 
Üç bölümden oluşan kitapta yer alan bazı konu başlıkları şunlardır: 
" Savaş Türkiye´yi Dünyadan Koparıyor ", 
" Gelir Politikaları ", " Harcama ve KİT Politikaları", 
" Büyük Kentlerin Beslenmesi ", 
" Varlık Vergisi ", 
" Köylüye Vergiyle Binen Yük ", 
" Fiyat Mekanizmasıyla Köylüye Ek Yük ", 
" Kim, Ne Ödedi? "... 



I. SAVAŞ, TÜRKİYE'Yİ DÜNYADAN KOPARIYOR 

Savaş Tehlikesinin Yaklaşması 

İki Deniz Subayının Romanya Serüveni 24 4 / 25

II. SAVAŞ VE EKONOMİMİZ 25 

A. Savaş ve Ekonomi 26 

B. Terk Edilen İsabetli Politikalar-Enflasyon 27 

C. Çöken Yerel Yönetim Maliyesi 30 

D. Vergi Sistemi de Çöküyor 31 

E. Giderlerin Hızla Artısı 32 

F. Ekonominin Genel Durumu 34 

Sonuç 36 



İKİNCİ BÖLÜM 


I. GELİR POLİTİKALARI 


Savaş Nasıl Finanse Edildi? 38  

A. Dönemin Vergileri 39 

B. Cari Vergi Uygulamalarının Sonuçları 45 

C. Ne Yapılabilirdi? 47 

II. HARCAMA VE KIT POLİTİKALARI 52 

Ne Yapılabilirdi? . 54 


III. BÜYÜK KENTLERİN BESLENMESİ 55 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 56 


VARLIK VERGİSİ 56 

Yasa ve Vergi Tekniği 56 

Basın. Vergiyi Genellikle Beğendi 57 

Niçin En Çok Gayrimüslimden? 59 

Vergi Nasıl Yasalaştı, Nasıl Uygulandı? 61 

Güdülen Hedeflere Ne Kadar Yaklaşıldı? 63 

İs Sahiplerinin Türkiye'den Kaçtığı İddiası 64 

Ülkenin ve Köylünün Acıklı Durumu 66 

Köylü Enflasyonu 68 


I. KÖYLÜYE VERGİ İLE BİNEN YÜK 69 

Hayvanlar Vergisi 69 

Toprak Mahsulleri Vergisi 69 


II. FİYAT MEKANİZMASIYLA KÖYLÜYE EK YÜK 72 

Maaşsız Askerlik 74 

III. KİM, NE ÖDEDİ? 75 

Acaba Bunları Hangi Gruplar Yüklendi? 75 

Dolaylı Vergiler 77 

Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi'nin Tahakkuk Usullerinin Tartışılması 80 

EKLER 83 

EK 1: VARLIK VERGİSİ VE DEVLET ADAMLIĞI 85 
EK 2: SALKIM HANIM: TERSİNE TARİH! 88 
EK 3: SALKIM... SALKIM... TRT'LEME... 95 
EK 4: VARLIK VERGİSİ HAKKINDA KANUN 100 
EK 5: VARLIK VERGİSİ KANUNU'NA EK KANUN 107 
EK 6: BAKAYANIN TERKİNİ HAKKINDA KANUN 108 
EK 7: 1. MÜKELLEFLERİN TESPİTİ VE 


İŞ MAHALLERİNE GÖNDERİLMESİ 109 


2. MÜKELLEFLERİN ÇALIŞTIRILMASI 112 


ÖZ YAŞAM ÖYKÜSÜ 115 

Bu kitabı İkinci Dünya Savası'nın en ağır yükünü taşıyan köylü kadınlarımıza, bugüne kadar kimsenin farkına varmadığı özverilerine, bu ulusun sade bir bireyi olarak 
duyduğum şükran ve minnet duygularımı ifade edebilmek için yazdım. 

ÖNSÖZ YERİNE 

1949 yılında Siyasal Bilgiler okulunu bitirdim. Memurluk yaşamımın ilk yılları sönük geçti. Sonra 1951 yılında giriş sınavını kazanarak Maliye Bakanlığı Hesap Uzman Yardımcısı oldum. İstanbul'da görev verdiğim ilk yılda iş dünyası Varlık Vergisi'nin taze anıları içindeydi. Varlık Vergisi uygulamasında en çetin görevi 
Maliye Bakanlığı Teftiş Heyeti yüklenmişti, bizim grubumuzdaki kıdemliler de bazı görevler almışlardı. Aslında ne Maliye Müfettişleri, ne de bizim kıdemlilerimiz bu anılarından konuşmak istemezlerdi. Bir kötülüğe zorunlu olarak karıştırılmış olmakla, aslında öfkeliydiler bu konuda. 

Uzmanların bugün de çalıştığı Karaköy'deki binasında üçüncü katta bir Büyük Salon vardı. İşten artan zamanlarda burada buluşur, sağdan solda konuşurduk. 
Aslında benim yaşımdaki arkadaşların bu salondan epeyce anıları vardır. Salonun bizim dönemlerdeki bülbülleri rahmetli Tuğrul Bora , yine rahmetli İsmail Ertan , 
bir de Ramazan Göçmen idi. Vergicilik dışında günlük olaylarda konuşulurdu. En çok konuşulan da, o yılların genç iktidarı Demokrat Parti ile CHP arasındaki çekişmelerin yorumları, lig maçları olurdu. Lig maçları konuşulurken Beşiktaş'ın eski yıldızlarından Faruk ağabey de (Bilginoğlu) gelir ve zengin futbol anılarıyla bizi büyülerdi. Ayrıca bir de Küçük Salon vardı. Genellikle Hayrullah Korgan, Cemil Uzunoğlu, Necati Karsel, Halûk Uğurlu gibi daha kıdemli üstadlarımız orada sohbet ederlerdi. 

Her iki salonda da yukarıda anlatılanlar dışında birçok mali, siyasi konu üzerinde söz açılırdı da, yakın anıları hâlâ sıcak Varlık Vergisi'nden söz açıldığını 
bir tek istisna dışında anımsamıyorum. 

Karşı binanın alt katında Maliye Müfettişleri Grubu vardı. Ağabeyim Maliye Müfettişi olduğu için ziyaretine giderdim. Orada Varlık Vergisi uygulamasına katılmış Nezih Sirel, Necmi Tansu, Münir Mostar, Barık Uluğ gibi kıdemli müfettişlerle konuşurduk çeşitli konuları. Her iki kurulda, Varlık Vergisi konusunun, olayın çok yakın zamanda olmasına rağmen, konuşulduğunu anımsamıyorum. 

Her iki Örgüt. 

Varlık Vergisi uygulamasında parlak bir sınav verip, basında ve kamuoyunda övgü ve itibar görmüşlerdi. Böylesine her şeyin, uygulayıcılarının takdirine bırakılmış konularda, dürüst bir uygulayıcı notunu almak kolay değildi. 

Özellikle uygulamanın en sorumlu görevlerinin verildiği müfettişler, doğrusu Türk Bürokrasisi için yıllarca övünülecek bir sınav başarısı vermişlerdi 
(Hesap Uzmanları Kurulu, Merkez'e bağlı bir birim olarak Varlık Vergisi'nden daha sonra kuruldu). 

Ben Hesap Uzman Yardımcısı olduğumda, gerek Teftiş ve gerekse Hesap Uzmanları Kurulu, Kazanç Vergisi yerine getirilen Gelir Vergisi Reform yasalarının başarıya ulaştırılması çalışmaları içindeydi. Reform yasaları 1950 yılında yürürlüğe girmişti ve henüz ben kurula girdiğimde (Şubat 1951) ilk gelir ve kurumlar vergileri yıllık bildirimleri yapılmamıştı. Ve heyecanla bekleniyordu. Bu yeni yasalardan her iki kurul çok umutluydu. Ama Mart ve Nisan'da ilk beyanlar verildi. Sonuç büyük bir hayal kırıklığı getiriyordu. Özellikle, Hesap Uzmanları Kurulu'nda hayal kırıklığı ve üzüntü derindi. Gelir Vergisi Reform yasalarının hazırlığında görevde bulunan Maliye Bakanları Şevket Adalan olsun, İsmail Rüştü Aksal olsun, eski bir maliye müfettişi idiler. Ancak bu kurulun çalışma kapasitesini düşürmemek için olacak hazırlıklarda daha çok Hesap Uzmanlarından yararlanmışlardı. Reformun stratejisi, o yıllar Türkiye'de ders okutan büyük Alman iktisatçısı Prof. Neumark ile Hesap Uzmanları Kurulu'nun, bu kurul durdukça anılardan düşmeyecek üyesi, büyük insan Ali Alaybek tarafından çizilmişti. Hatta büyük kısmıyla Reformun ana çizgilerini rahmetli Alaybek çizmişti denilebilir. 

Rahmetli Rasim Saydar 

Reform Komisyonu'nun 1943'ten beri üyesiydi. Kanunlar şekillendikçe, hatta TBMM geçmeden Vergi Daireleri'nin eğitimine başlanmış ve burada da işi kurul yüklenmişti. Yasalar çıktıkça nasıl uygulanacağını anlatan izahnameler, yine kurul üyeleri İhsan Gürsan, İlyas Seçkin, Muzaffer Egesoy gibi uzmanlarca kaleme alınmıştı. Eğitim konularında Mehmet Ali Adalan, Adil Yücefer ve Muhtar Güredin rehberliğinde çalışılmaya başlanmıştı. O günlerde TV yoktu; fakat radyolar çok etkiliydi. Devlet radyolarında, Vergi Reformu'nun anlatılması için oldukça geniş saatler ayrılmıştı. Bu saatlerde Sabri Kayralcı, Sezai Kurdoğlu, İlyas Seçkin ve Tarık Hatusil son derece duru açıklamalarla aydınlık saçıyorlardı. Ayrıca her defterdarlıkta danışma büroları açılmıştı. Bir gün, bu kursa devam eden bir memurun konuşmasına rastlantıyla tanık oldum: 

"Birader orada bize ders veren uzmanı görsen şaşırır kalırsın. Adam sadece muhasebe ve maliye bilmekle kalmamış. Ayakkabıcı geliyor onun nasıl çalıştığını biliyor. 
Şekerciyle şekerci, kumaşçıyla adeta kumaşçı, kuyumcuyla kuyumcu gibi konuşuyor. Nerede öğrenmiş, nasıl öğrenmiş bütün bunları? Bir de böylesi bilgi sahibiyken öylesine alçak gönüllü, sorma..." 
Kısaca içine girdiğim ve hâlâ oradaki çalışmalarımla övündüğüm, kurul kendi çocuğu öldürülmüş ya da sakat bırakılmış bir annenin kızgınlığına benzer duygular içine girmişti. 
Uzmanlar arasında sakin olanlar pek azdı. Bunlar arasında Ali Alaybek anılmaya değer. Üstadımız Gelir Vergisi'nin zamanla oturacağına inanıyordu. 

Kısa sürede aksaklıklar olabilirdi, hatta mutlaka olacaktı. Sabırla, akılla, bilimle düzeltmeler yapılarak, ama hiç öfkeye ve benzer duygulara kapılmadan, o düşük tarifelerle (en düşük oran yüzde beş, en yüksek oran yüzde 35) yola devam edilmeliydi. Ama o bilge adamın bu öğütleri bile hiddet uyandırıyordu. Kolay değildi; o yıl ilk kez bütçe milyar liraya sığmamış, bir milyar eşiği aşılmıştı. Beyannameli mükellefler beyanlarına bakılırsa, sadece 155 milyon ödeyecek lerdi. Doğrusu kızmamak elde değildi. Bu kızgınlığın, hem TBMM'de ve hem de Maliye Bürokrasisi'ndeki sonuçları, çalışmasına başladığım 

20. Yüzyılda Türkiye iktisat Tarihi kitabında anlatılacaktır. Buraya, Varlık Vergisi'nin ilk kez bu günlerde Maliye Bürokrasisi'nde konuşulmaya başlandığını anlatmak için geldim. 

İnsanlar ve insan toplulukları, umutlarını kıran olaylarda, çok üzüldükleri dönemlerde, geçmişe bakıp oralarda işlenen hatalara yanarlar. Hele o hataları kendileri değil de başkaları işlemişse, herşeyi o hata ile açıklamayı yeğ tutarlar. Bu nedenle, grubumuzda, Varlık Vergisi ile yapılan hatalar ve Varlık Vergisi anıları konuşulmaya başlandı. 
Hiç unutmam bir gün, Küçük Salon'da bizden oldukça kıdemli bir hesap uzmanı yüksek sesle anlatıyordu, bir gelir vergisi yükümlüsünün kendisine söylediklerini 
aktarıyordu: 
"Varlık Vergisi'nde altın yumurtlayan tavuğu kestiler. Şimdi akıllanan tavuklar yumurtalarını kolay kolay vermeyecekler. R... Bey, vermem yumurtamı öyle kolayca..." 

Konuşma hemen hemen salonu dolduran herkesçe onaylanıyordu. Gelir ve Kurumlar Vergisi'ndeki düşük performansın suçunu, -eski iktidarların, kuşkusuz büyük teknik hatalarıyla da dolu- Varlık Vergisi'ne yüklemek... Bu iyi fikirdi ve hükümetle onu destekleyen basınca hemen sahip çıkıldı. İste o sıralarda piyasayı ayağa kaldıran bir kitap yayımlandı. 

Varlık Vergisi Faciası. 

Kitabın yazarı, verginin uygulanmasında en çok payı olan eski İstanbul Defterdarı Faik Ökte'ydi. Ökte daha sonra Maliye Bakanlığı Teftiş Heyeti Başkanlığı'na atanmış ve oradan emekli olmuştu. İstanbul'da bir mali müşavirlik bürosu açmıştı ve memurken söyleyip yazamadıklarını bu kitaba dökmüştü. Kitap ilgi görerek bu konudaki tartışmaları alevlendirdi. 
Kitabın Önsöz'ünde Faik Ökte söyle yazıyordu: " Varlık Vergisi Cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartan bir sahifesidir. ''

Bu verginin tatbikinde benimle beraber çalışan arkadaşlarımın çoğu ondan nefret ederler ve ceninin gömülmesini isterler. 
Ben bu fikirde değilim. Bu faciada siyaset adamlarının, memurların, mükelleflerin karşılıklı rolleri, hataları, ıstırapları vardır: onları olduğu gibi belirtmek, bu faciayı bütün çıplaklığıyla meydana çıkarmak ve bu suretle benzeri yeni yeni faciaların tekrarlanmasına mani olmaya çalışmak hepimize düsen vazifedir. 


" Ben bu kitabı, iste bunun için yazıyorum. Kitabın tetkikinden anlaşılacağı veçhile, bu vergi bir siyaset adamının dimağından doğmuştur; teknik servislerin bunda hiçbir dahli yoktur. 
Memleketimizin bünyesi bu çeşit siyaset adamlarının doğmasına, daha doğrusu, siyaset adamlarının bu gibi ucubeler doğurmasına müsaittir. Bu sebeple, bu faciayı gömmektense, bilakis açmak ve meydana çıkarmak daha faydalı olur. Kitapta CHP, sadece Varlık Vergisi nedeniyle değil, bütün ekonomi siyasetiyle ağır biçimde eleştiriliyordu. 
Adeta iktidardaki Demokrat Parti'ye malzeme verecek yöndeydi. Ne var ki, DP, bu malzemeye pek yüz vermedi. Çünkü onun liderlerinin silmek istedikleri kişi, 
yani İnönü, bu olayla hiç bağlanmış değildi. Suç varsa yoksa zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu 'na yükleniyordu. Bu nedenle kitabın yazdıklarıyla çok ilgilenmediler. 
Ama bir umutları vardı; belki  Saraçoğlu bu ağır suçlamalara karşı söyle bir savunmaya geçebilirdi: " 

O devrin mutlak Egemeni İnönü'ydü. Böyle büyük bir olaya onun haberi ve talimatı olmadan başvurulabilir miydi? " 

Aslında böyle bir savunma, inandırıcı da olabilirdi. Gerçekten devletin savaş yıllarındaki egemeni İsmet İnönü'ydü. DP iktidarı, Saraçoğlu'ndan böyle bir beyan yapılmasının umudu içinde, onun dışarıda tedavi gördüğü yerden dönmesini bekledi. Saraçoğlu daha yurda döndüğü vapurun merdivenlerinde gazetelerin soru yağmuruyla karşılandı. 

Ona Varlık Vergisi'nin kimler tarafından telkin edildiği soruldu; yanıt, son derece yalındı: " Eser benimdir. O kadar benimdir ki, bugün aynı mevkide, aynı mali şartlarla karşılaşırsam, bu kanunun tecrübelerinden aldığımız dersleri de göz önünde tutarak, bir yenisini yapmakla tereddüt etmem."* 

DP liderleri ve medya için işin " Zevki! " kaçmıştı. DP hükümeti ve o günlerde çoğunluğu DP'yi tutan basın, bu nedenle işe boş verdi. 

Faik Ökte kamuoyu ilgisinden uzak kaldı, üstelik bir bilirkişilik skandalına karıştı. Varlık Vergisi tartışmaları da gündemden düştü. Ta 2000 yıllarına kadar. 
2000'li yıllara girerken ülke çeşitli haksız saldırılara uğrama durumuyla karşı karşıya geldi. En büyük eleştiri ve yerme Türk ve Müslüman olmayanlara yapılan zulüm ve ayrımdı. Kürtlere ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelere Türk devletince oldukça ayrım ve hukuk dışı baskılar yapıldığı iddiaları ile yetinilmeyip,  85 yıl önce uygulanan Ermeni Tehciri gündeme getiriliyordu. 
Bazı ulusal ve yerel parlamentolar Türkiye devletinin Ermeni Tehcirini kabul (itiraf) etmesi yolunda kararları alırken, siyasette ağırlığı olan bir yazar, 60 yıl önce kabul edilip uygulanan Varlık Vergisinde gayrimüslümlere zulüm yapıldığını, kuskusuz edebi bakımdan nefisliği yadsınamayacak bir kitapla anlatıyordu: Salkım Hanımın Taneleri. Yılmaz Karakoyunlu cidden hünerli bir yazar. Kitap kısa sürede birçok baskı yaptı. Aslında bu iddia, ülkemizi zayıf düşürme gayretleri içinde olanların ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildi. Durup durup hep Müslüman olmayan yurttaşlarımızın haksızlığa uğradığı belirtiliyordu. Ama haksızlığa uğrayan sadece onlar mıydı? 

* Bkz. bu kitapta. Hasan Pulur'un yazısı. Ek 1, s.85. 


1942 yılında üniversite ve lise mezunları 38 ay askerlik yaparken; memur, isçi ve emekçiler ağır bir enflasyonla gelirlerinin üçte ikisini yitirirken; bazı genç ve orta yaşlılarımız dört yıl askerlik yaparken; bunlar, ne o zaman ne de daha sonra dile getirilmedi, yazıya dökülmedi. 

Hele o Köylülerin Çektikleri!.. 

Ülkemiz aydınları ve bilim adamları, köylülerimizin ve hele elleri öpülecek köylü kadınlarımızın uğradığı ve çektiği haddini aşmış haksızlıkları fark etmediler bile. Eğer bugün bağımsız bir devlet olarak yasıyorsak; bunu en çok, çocuğunun kundağını sırtına sarmış tarladan biçtiği ekinleri (askerdeki kocasının hasreti yüreğini kanatırken, kör olası sıtma nöbetleriyle tüm vücudu titrerken) kağnılarla köyün harman yerine taşıyan, döğenle daneyi samandan ayıran, uygun rüzgâr gelince savuran köylü kadınlarına borçluyuz. Varlık Vergisi'nde yapılan haksızlıklar üzerinde bu kadar kâğıt, mürekkep harcarken her birinin destansı özverilerine tanık olduğum elleri öpülesi bu bacılarımızın özverilerine ve acılı yaşamlarına dair, gereği kadar demiyorum, çünkü gereği kadarına ne kâğıt, ne insanların ömrü yeter- hiçbir anlatıma rastlamayışımı ben büyük bir 
kadirbilmezlik sayarım hep. 

Bu nedenle Faik Ökte'nin kitabının alevlendirdiği tartışmalara, köylü bacılarımızın katlandığı onca azabı dile getiren yazılarla katılmayı, o günlerde çok istedim. 
Ama buna cüret edemedim. Bunun bir nedeni de, edebi yapıt verme konusundaki yeti eksikliğim oldu. 

Ancak Yılmaz Karakoyunlu'nun kitabı, ( SALKIM HANIMIN TANELERİ FİLMİ  SEYREDİNİZ ) Salkım Hanımın Taneleri esas alınarak, hem de kamu olanakları harcanarak çevrilen ve ödüllerle donatılan aynı isimli bir filmle sinemalarda on binlerce insana Varlık Vergisi konusunda, azınlıklara hükümetimizin Hitlerimsi gaddarlıklar yaptığı anlatılmaya çalışılması hız kazanınca dayanamadım. Hamide, Şehriban, Hikmet, Şaziye, Elbis, Yeter ablaların çektiklerini anlatmaya niyet ettim. 


Aslında İkinci Dünya Savası'nın sürdüğü yıllarda her sınıf ve gruptan yurttaşlar ( İstifçi ve o zamanın ünlü deyimiyle Muhtekirler, Karaborsacılar , bir de toprak ağaları dışında) büyük sıkıntı çekmiştir. Kent emekçileri, altı yıla kadar varan sürelerle çadırlı, barınma olanakları sınırlı ordugâhlarda askerlik yaptılar. 

Varlık Vergisi'ni ödemeyen yükümlülerinin gönderildiği Aşkale'nin berbat yaşam koşullarından çok söz edilmiştir. 

Ama yüz binlerce ana evladı. 

Aşkale'den çok beter sınır kasabalarında askerlik yapıyordu. 1910, 1911 ve 1912 doğumlular üç kez askere alındılar ve çoğu da bu yerlerdeki bazısı çadırlı ordugâhlarda vatan borcunu ödediler. Çoluk çocuğunun geçimi için çalışan esnaf, topraksız ya da az topraklı köylüler askere gidince geride kalanlar büyük sıkıntılar çektiler. 

Büyük kentlerde, özellikle İstanbul'da karneyle verilen ekmek o kadar azaltıldı ki, sofradan aç kalkma, her günkü yaşam biçimi oldu. Sıkıntı çeken sadece Varlık Vergisi mükellefleri değildi; Karadeniz Bölgesi'nde halk süpürge tohumu yemeye başladı. Köylerde sıtma, Karadeniz kasabalarında ve İstanbul'da eksik beslenme ve ilaçsızlıktan akciğer hastalıkları yaygınlaştı. 

İstanbul ve Ankara'da Birinci Dünya Savaşı'ndan beri unutulan Tifüs hastalığından ölenler oldu. Salgın zorlukla önlenebildi. Sadece bir savaş olgusuyla izah edilemezdi bütün bu sıkıntılar. Üç baskı yapan Enflasyon kitabımda buna değindim, bu kitapta daha genişçe ele alacağım. 

Umarım bu konular ilginizi çekecek, Varlık Vergisi'nde azınlıklara zulüm edebiyatı hiç olmazsa bu gerçeklerin deşilmesine yol açarsa mutlu olurum. 



..