Avrupa Parlamentosu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Parlamentosu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 11


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 11


Fransa'nın BM nezdindeki Daimî Temsilcisi, Örgütün İnsan Hakları Bölüm Başkanına 16 Eylül 1976'da şunları yazmıştır: 

"Fransa hükümeti azınlık olsun, olmasın ayrı etnik grupların varlığını kabul edemez. Ulusal dil dışındaki dillere ve dine gelince, Fransız hükümeti bu hususların kamu hukuku alanına değil ve fakat yurttaşların kişisel özgürlüklerini kullanma alanına girdiğini hatırlatmak ister. Fransız hükümetinin bu konudaki görevi, yasalar tarafından belirlenen sınırlar içinde ve herkesin hukukuna saygı duyulması çerçevesinde, bunların eksiksiz ve özgürce kullanımını sağlamaktan ibarettir. Fransız Hükümeti, yerel dillerin kullanımının bir halk grubunun bilimsel amaçlar dışında bir amaçla tanımlanması için bir kriter oluşturmayacağını hatırlatmak ister. Bu dillerin fikir ve tekniklere uyum sağlamakta güçlük çekmeleri, bunları sınırlı bir coğrafî çerçevenin dışına çıkma yeteneğinden mahrum bırakmakta, Fransa ulusundan başka bir topluluk olarak tanımlanmalarına yetecek öğelerden yoksun bulunmaları sonucunu vermektedir. Bu gözlem çağdaş yaşantının da hızlandırmış olduğu sürekli karışımın ulusu oluşturan elemanların son derece karmaşık olduğunu ve bunların objektif bir analiz yapabilmek için birbirinden ayrılamayacağını kanıtlamaktadır. Bu itibarla keyfilikle suçlanmadan ve anayasasının demokratik ilkeleri ile Fransa yasalarını ihlal etmeden, Fransa'da etnik ve dil azınlıkları bulunduğunu ileri sürmek mümkün değildir." 
Fransa Anayasa Divanı, Meclis'in Korsika Yerel Meclisi'ne sınırlı konularda yasa çıkarma yetkisi ile ilgili kararını, "Cumhuriyet tektir ve bölünemez kuralına" aykırı bularak iptal etmiştir. 
Birleşmiş Milletler'in kurucu belgesi olan "Şart"ta, azınlıklardan hiç söz edilmemiş, herkesin dil, din, ırk ve cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanacağı belirtilmiştir. 
BM belgelerinde azınlıklar ifadesine ilk kez, Türkiye'nin 2001'de çekince koyarak imzaladığı ancak henüz onaylanmayan 1966 tarihli Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'nde yer verilmiştir. Sözleşmenin 27. maddesindeki, "Etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklardan olan kişilerin, gruplarındaki öteki üyelerle birlikte toplu olarak, kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini açıklamak ve uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakları inkâr edilemez" hükmü gerek ifade tarzı, gerekse de devletlerin üstlendikleri yükümlülükler açısından yoğun tartışmalara konu olmuştur. Bazı devletler, bunun bölücülük temayüllerini teşvik edeceği, diğerleri de ülkelerindeki göçmen grupların hakları bakımından doğuracağı sonuçları göz önünde tutarak, bu maddenin sözleşme metninde yer almasına karşı çıkmışlardır. Sonuçta, "Azınlıklardan olan kişiler" ifadesinin birim olarak gruplara değil, bireysel kişi haklarına işaret ettiği formülünde uzlaşılmıştır. Bu madde ile ilgili anlayış ve yorum farklılıklarının uygulamaya da yansıması üzerine BM İnsan Hakları Komitesi 1-18 Nisan 1994 tarihlerinde, sözkonusu maddeyi yeniden yorumlamak ihtiyacını duymuş, ancak konu bu kez de istenilen açıklığa kavuşturulamayınca, aynı gerekçelerin tekrarlanılması yoluna gidilmiştir. Bu arada 27. maddede azınlıkların somut olarak hangi haklara sahip olduklarına hiç değinilmediğine de işaret etmek gerekiyor. Yunanistan bu anlaşmaya taraf değildir. Fransa da, onay belgesinin teatisi sırasında, ülkesinde sözleşme anlamında hiçbir azınlığın bulunmadığına ilişkin çekince koymuştur. 
Görüldüğü gibi ne Birleşmiş Milletler, ne de devletler, gerek azınlıkların tarifi, gerekse de uygulama konusunda henüz ortak bir sonuca varamamışken, AB, Türkiye'de kendince azınlıklar yaratmış ve bunlar için bir takım taleplerde bulunmaya başlamıştır. AB, ülkesinde uluslararası anlaşmalarla belirlenen resmî azınlıklar bulunan üyesi Yunanistan'ın taraf olmadığı, bizim ise tıpkı Fransa gibi çekince koyarak imzaladığımız BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'ni Katılım Ortaklığı Belgesi'nin orta vadeli öncelikleri arasına koyarak, ön şartlardan birisi haline getirmiş ve onaylaması için TBMM'ye çağrı yapmıştır. 
BM'nin Her Türlü Irk Ayırımcılığının Önlenmesine İlişkin Sözleşmesi de, "Devletlerin, ırklar arasındaki engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, bütünleştirici, birleştirici kuruluş veya hareketleri cesaretlendirme ve bölücü girişimleri engellemekle yükümlü olduğunu" hatırlatmaktadır. Bu yükümlülük, AB'nin "Birleşme, bütünleşme, sınırları ortadan kaldırma" amacı ile de örtüşmektedir. Ancak AB, nedense Türkiye'de insanları ayrıştıracak formüller üzerinde ısrarlı bir tutum izlemektedir. 
Kaldı ki, Birleşmiş Milletler dahil, hiçbir ülkenin bir diğer ülkenin iç yetki alanına giren konulara müdahale hakkı yoktur. İşte en üst antlaşma niteliğinde olan Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 7. Maddesi: 

"İşbu antlaşmanın hiçbir hükmü, BM'e, herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi, üyeleri de bu türden konuları işbu antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz."
BM Medenî ve Siyasî Haklara İlişkin Sözleşme'nin 4. Maddesi de şöyledir: 
"Ulusun hayatını tehdit eden ve varlığı resmen ilan edilmiş olan olağanüstü bir durumun ortaya çıkması halinde, bu sözleşmeye taraf devletler, uluslararası hukuktan kaynaklanan diğer yükümlülüklerine aykırı olmamak ve ırk, renk, cinsiyet, dil, din ya da toplumsal kökene dayalı bir ayrımcılık içermemesi kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde olmak üzere, bu sözleşmeden doğan diğer yükümlülüklerinden ayrılan tedbirler alabilirler." 
AGİT Helsinki Sonuç Belgesi'nin (1 Ağustos 1975), azınlıklar ile ilgili maddesi ise şöyle düzenlenmiştir: 
"Ülkesinde millî azınlıklar bulunan devletler, bu gibi azınlıklara mensup kişilerin kanun önünde eşit olma haklarına saygı gösterecekler ve onların insan hakları ve temel özgürlüklerden gerçekten yararlanabilmeleri için kendilerine tam fırsat sağlayacak, bu alandaki meşru çıkarlarını koruyacaklardır." 
Belgede azınlıklar, gruba mensup bireyler olarak ve insan hakları açısından değerlendirilmiş, bunun "ülkesinde millî azınlıklar bulunan devletlerce" uygulanacağı vurgulanmış, kimlerin azınlık sayılacağına ise belgeyi imzalayan devletin kendisinin karar vereceği belirtilmiştir. 
AGİT çerçevesinde 1990 Haziran'ında Kopenhag'da yapılan İnsanî Boyut Konferansı'nda da, azınlıklar aynı kapsamda değerlendirilmiştir. Konferans sonucunda yayınlanan bildiri ile ilgili olarak, bazı ülkelerin görüşleri şöyle olmuştur: 




Yunanistan: Bildiride yer alan hakların, insan hakları alanındaki uluslararası belgelerdeki haklarla uyum içinde ve bunların kullanılmasının devletin ülke bütünlüğüne zarar vermemesi gerektiğini beyan etmiştir. 
Bulgaristan: Belgede yer verilen azınlık haklarının siyasî nitelikte olduğuna işaret ederek, kamu idareleri önünde azınlık dilinin kullanılması, özerk idareler kurulması, malî ve diğer yardımların tamamen egemen devletlerin takdirine bırakılmış hususlar olduğunu beyan etmiştir. 
Türkiye: Millî azınlıklar kavramının sadece, statüleri karşılıklı veya çok taraflı antlaşmalarla belirlenmiş olan halk gruplarını kapsadığını, belgede yer alan hükümleri, Anayasa ve millî mevzuata göre uygulayacağını bildirmiştir. 
AGİT Millî Azınlıklar Uzmanlar Komitesi'nin 1991'de konuyla ilgili olarak hazırladığı raporda da Türkiye, Lozan Antlaşması'ndaki Müslüman olmayan azınlıklara işaretle, sadece statüleri uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan grupları azınlık olarak tanıdığını tekrarlamıştır. 
AGİT'in 1992'deki Helsinki Zirvesi'nde, "AGİT Millî Azınlıklar Yüksek Komiserliği" kurulmuştur. Yüksek Komisere, millî azınlıklar konusunda çıkabilecek uyuşmazlıkları büyümeden, erken uyarı ve eylem tedbirleriyle çözme görevi verilmiş, "örgütlü terör eylemlerinin desteklediği azınlık sorunları" komiserin yetkisi dışında bırakılmıştır.
Ülkemizde yaratılmak istenen sanal azınlıkların sorunlarının örgütlü terör eylemlerince desteklenmek bir yana, doğrudan onlar tarafından gündeme getirildiği ortadadır. AGİT'in Komiseri bile bu konuda yetkisiz kılınırken, AB terör destekli bu talepleri sahiplenebilmektedir. 
Yine AGİT'in Lizbon Zirvesi Bildirisinde (1996), "Ülkesindeki azınlık sorununa çözüm arayan her devlete yardıma hazırız" denilmiştir. AB ise, Türkiye'ye destek olup sorunları çözmek değil, yeni azınlıklar ve sorunlar yaratma peşinde olmuştur. 
"Yüzyılın son zirvesi" olarak nitelendirilen ve 54 AGİT üyesi ülkenin Devlet veya Hükümet Başkanlarının katılımıyla 18-19 Kasım 1999 tarihlerinde İstanbul'da gerçekleştirilen "AGİT Zirvesi"nde imzalanan Avrupa Güvenlik Şartı ile ülkelerin karşı karşıya bulunduğu ortak tehditler arasında bölünme ve terör konularına da yer verilerek, özetle şöyle denilmiştir: 

"Avrupa'da eski döneme ait bölünmeler geride bırakılmış, fakat, yeni riskler ve tehlikeler ortaya çıkmıştır. Son on yılda yaşanan trajedilerden olduğu kadar, devletlerarası gerilim ve bölünme tehlikelerinden ders alma kararlılığındayız. Güvenlik ve barış, iki temel unsuru kapsayan bir yaklaşım sayesinde geliştirilebilir; bunlar, vatandaşlar arasında güven tesis edilmesi ve devletler arasındaki işbirliğinin geliştirilmesidir. Bu amaçla, yardımcı olmak ve tavsiyelerde bulunmak üzere mevcut mekanizmalarımızı güçlendirecek ve yenilerini geliştireceğiz. Ulusal azınlık mensuplarının hakları da dahil, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının tam anlamıyla yerleşmesi için çabalarımızı artıracağız. Uluslararası terörizm, şiddete başvuran aşırılık, örgütlü suç ve uyuşturucu kaçakçılığı güvenliğe artan ölçüde bir tehlike teşkil etmektedir. Nedeni ne olursa olsun ve ne şekilde tezahür ederse etsin terörizm kabul edilemez bir olgudur. Her türlü terörist faaliyetin hazırlanmasını veya malî destek bulmasını önlemek için çabalarımızı artıracağız ve teröristlerin topraklarımızda üstlenmesine izin vermeyeceğiz. Bu tehditleri göğüsleyebilmek için birbirimizle daha etkin ve yakın işbirliği yapmaya da kararlıyız." 
AGİT Zirvesi'nde, güvenlik şartı ile ilgili ortak temeller de şöyle tesbit edilmiştir:

- Her katılımcı devletin eşit güvenlik hakkı vardır. Her üye devletin ittifak antlaşmaları da dahil, kendi güvenlik düzenlemelerini seçme ve değiştirme hakkının doğal bir hak olduğunu teyid ediyoruz. Her devletin tarafsız kalma hakkı da bulunmaktadır. Her üye devlet, bu konularda diğer devletlerin haklarına saygılı olacaktır. 
- İlişkilerimizi, şeffaflık, dayanışma, eşit ve gerçek ortaklığın ışığında ortak ve kapsamlı güvenlik kavramı ile uyumlu olarak tesis edeceğiz. Her üye ülkenin güvenliği diğerlerinin güvenliği ile ayrılmaz biçimde bağlantılıdır. Güvenliğin insanî, ekonomik, siyasî ve askerî boyutlarını bir bütün olarak ele alacağız. 
- Maruz kaldığımız riskler ve tehditler ile tek bir devlet ya da kuruluşun başa çıkabilmesi mümkün değildir. 
- Egemenliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı tehdit edilen, bireysel ve toplu meşru savunma hakkı çerçevesinde destek arayan üye ülke ile AGİT yükümlülüklerine uygun olarak en kısa sürede danışmalarda bulunacağız. Ortak değerlerimizin savunulmasında ihtiyaç duyulan hareket tarzını ve tehdidin niteliğini birlikte değerlendireceğiz. 

Yüzyılın son zirvesinde alınan bu çok önemli kararlar AB tarafından kâğıt üzerinde bırakılmıştır. Teröristlere topraklarında üs açan, finansal ve taktiksel destek veren AB, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını tehdit eden örgütleri, 11 Eylül saldırısından sonra hazırladığı listeye dahil etmeyerek bu tutumunu sürdürmüştür. AB'nin Türkiye Temsilcisi Karen Fogg'un dili, binlerce insanımızı öldüren bu örgütlere "terörist" demeye varmamış, sadece "kötü organizasyonlar" diyebilmiştir.
Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde de azınlık hakları özel olarak düzenlenmemiştir. Hazırlık çalışmaları sırasında, millî azınlıkların kendi kültür değerlerinden özgürce yararlanarak, yaşamlarının güvence altına alınmasını sağlamak üzere sözleşmeye özel hükümler konulması teklif edilmiş ancak bu kabul edilmemiştir. 

Sonuç olarak; 

Uluslararası antlaşma, sözleşme veya bildirilerin hiç birisinde net bir azınlık tarifi yapılamamıştır. Bahse konu olan tümüyle "kabul edilmiş millî azınlıklardır". Bu azınlıkların tesbiti ise egemen devletlere bırakılmıştır. Millî azınlıklara ait olduğu söylenen hak ve özgürlükler konusunda da kesin ifadeler kullanılmamıştır. En önemlisi bu belgelerin tamamında, hak ve özgürlüklerin devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı aleyhine kullanılamayacağı vurgulanmış, böylece, "azınlık gruplarının ayrı bir devlet kurma, siyasî otonomi ve özerklik" gibi taleplerle ortaya çıkmaları engellenmiştir. 

Bu tesbitler ve değerlendirmeler ışığında, yüksek ahlakî, insanî ve hukukî değerler üzerine inşa edildiği öne sürülen, ancak izlediği politikalar ile altında imzası olan uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri dikkate almadığını gösteren AB'nin, Türkiye'ye karşı iyi niyetli davrandığından söz etmek mümkün müdür? 
Kabul Edilmiş Azınlıkların Eğitim ve Yayın Hakkı Nasıl Düzenlenmiştir? 
Bütün uluslararası sözleşme veya anlaşmalarda "eğitim hakkı" yer almaktadır. Ancak sözleşme ve anlaşmalarda yer alan "azınlık" kavramı, bugün ülkemizde yaratılmak istenen "sanal azınlıkları" değil, kabul edilmiş, gerçek azınlıkları kapsamaktadır. Buna rağmen ayrı eğitim veya yayıncılıktan değil, "Kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme ya da kendi dillerini kullanma hakkından yoksun bırakılmamaktan" söz edilmektedir. İşaret edilen temel nokta "eğitim yoluyla birlik, bütünlük, anlayış ve hoşgörünün geliştirilmesidir". Israrlı bir şekilde, sanal azınlıklar yaratıp, eğitim ve yayın talepleriyle ayrıştırma çabalarının arttırılmasının, bu anlayışla ters düştüğü ortadadır. Ayrıca, tüm anlaşma, sözleşme veya bildirilerde, "Bu hakların devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı aleyhine kullanılmayacağı" vurgulanmıştır. 
Uluslararası anlaşma, sözleşme ve bildirgelerden eğitimle ilgili düzenlemelerden bazıları şöyledir: 

BM Genel Kurul Bildirisi: Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'nin 27. maddesinden esinlenerek hazırlanan 1. maddede, "azınlığa mensup kişilerin kendi dillerini öğrenme ve bu dille eğitim görme fırsatının sağlanması" istenmektedir. Ancak, bildirinin diğer maddelerinde kesin ifadeler kullanılırken, bu maddede bir temenni kelimesi kullanılmış ve "mümkün olan yerlerde" denilerek, düzenleme devletlerin takdirine bırakılmıştır. Bildirinin hazırlanması sırasında azınlıkların tanımlanması üzerinde ortak bir görüş oluşturulamamıştır. Nitekim, bildirinin kabulü sırasında Türkiye temsilcisi, şunları söylemiştir: 
"Bu bildirinin en önemli eksikliği, azınlıkların tanımına yer vermemiş olmasıdır. Bu durum ileride karışıklık ve yanlış yorumlamalara neden olacaktır. Bu gibi arzu edilmeyen ihtimallerden kaçınmak için, Türk hükümetinin bildiri karşısındaki tutumunu kısaca vurgulamak isterim. Türk hükümeti, dil, din ve etnik köken açısından azınlıklara mensup kişilerin hakları bildirisinin ihtiva ettiği hak ve yükümlülükleri, azınlıkların haklarının kategorik olarak belirlendiği, karşılıklı veya çok taraflı milletlerarası sözleşmelerin öngördüğü şekilde yorumlayacaktır. Türk Anayasası ve diğer ilgili kanunlarına göre, Türk vatandaşları, hiçbir ayırım gözetmeksizin, eşit hak ve statülerden yararlanır. Bu nedenle, dil, din ve etnik kökene dayalı olarak bir kişi veya grup lehinde veya aleyhinde ayırımcılık yapmak mümkün değildir. Biz bunlardan başka farklı din, dil veya etnik kökene sahip kişilerin haklarının, bireysel insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz." 

Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi: Herkes eğitim görme ve, meslekî ve sürekli eğitimden yararlanma hakkına sahiptir. Bu hak serbest, zorunlu eğitim görme olasılığını da içerir. Demokratik ilkelere ve ailelerinin çocuklarının kendi dinî, felsefî ve eğitim konusundaki inançlarına uygun olarak eğitim ve öğretim görmelerini sağlama hakkına saygı gösterilerek, eğitim kurumları tesis etme özgürlüğüne, bu özgürlük ve hakkın kullanılmasına ilişkin ulusal mevzuata uygun olarak saygı gösterilmelidir. Birlik, kültürel, dinî ve dilsel çeşitliliğe saygı gösterecektir. 

BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (Madde 13): Bu sözleşmeye taraf devletler, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğunu kabul ederler. Taraf devletler, eğitimin, kişiliğin ve onur duygusunun tam olarak gelişmesine yönelik olacağı ve insan hakları ile temel özgürlüklere saygıyı güçlendireceği hususunda mutabıktırlar. Taraf devletler ayrıca eğitimin herkesin özgür bir topluma, etkin bir şekilde katılmasını sağlayacağı, tüm uluslar ve tüm ırksal, etnik ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu geliştireceği ve BM'nin barışın korunmasına yönelik faaliyetlerini güçlendireceği hususlarında mutabıktırlar. 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 10)- Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir. Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü şekillere, şartlara, sınırlamalara ya da yaptırımlara bağlanabilir. 



İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek Protokol (Madde 2): Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, ailelerin kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun bir eğitim ve öğretimi çocuklarına sağlama hakkına saygı gösterecektir. 

Azınlıklar Konusundaki Devlet Politikamız Nedir ve Bugün Yaratılan "Sanal Azınlıklar" Sorununa Yaklaşımımız Doğru mudur? 

Türkiye'nin "millî azınlık" politikası, bu konu ile ilgili hazırlanan uluslararası antlaşma veya sözleşmelerde izlenen yöntemler ve konulan çekinceler ışığında bellidir. Türkiye'nin azınlıklar ile ilgili iki uluslararası anlaşması bulunmaktadır. Lozan ve Bulgaristan antlaşmaları. Lozan Antlaşması ile uluslararası antlaşmalara Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler bakımından, Bulgaristan Antlaşması ile de bu ülkede "azınlık statüsünde" bulunan Türkler açısından taraftır. Türkiye AGİK Kopenhag Belgesinin kabulünden sonra Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya'nın da yaptığı gibi yürütme sekreterliğine gönderdiği bildirimde burada yer alan ulusal azınlık kavramının ancak ikili ve çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını ve Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin Anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını açıklamıştır. Burada atıf yapılan elbette ki Lozan Antlaşmasıdır. Buna karşılık AB, sistematik olarak ve de Türkiye'nin Lozan Antlaşması dışındaki azınlıkları tanımadığını vurgulayarak, etnik (Kürtler) ve dinsel (Aleviler) azınlıklardan bahsetmektedir. AB, Türkiye'de sanal azınlıklar yaratma çabalarına ilerleme raporlarında yer vermekle kalmamış, bunu internet sitelerine de taşımıştır. AB Komisyonu'nun, aday ülkeleri tüm dünyaya tanıttığı sitede Türkiye ile ilgili verilen çizelgede, "Etnik profil" başlığı altında Türkiye'de 26 farklı etnik grup bulunduğu, bunların en büyüğünün yüzde 15 ile Kürtler olduğu iddia edilmiştir. Yine "Dil" başlığı altında, Türkiye'de resmî olarak yüzde 90 oranında Türkçe'nin kullanıldığı belirtilerek, Kürtçe, Arapça, Rumca, Ermenice, Kafkas dilleri sayılmış, bunların yüzde 70'nin de Türkçe kullandığı belirtilmiştir. "Din" bölümünde ise, nüfusun yüzde 98.2'sinin Müslüman, bunların da üçte ikisinin Sünni, üçte birinin Alevi olduğu hesaplanmıştır. Ayrıca yüzde 1.8 oranında Hıristiyan ve Musevi bulunduğu bildirilmiştir.

AB'nin ülkemizde olduğunu iddia ettiği azınlıklara dayanak yaptığı rakamların ne kadar gayrı ciddi olduğunu, yine kendi raporları göstermektedir. AB Komisyonu'nun tanıtım sitesinde, Kürt vatandaşlarımızın oranının yüzde 15 olduğu iddia edilmektedir. Aynı AB'nin ilerleme raporlarında ise ülkemizde 8 ila 15 milyon Kürt olduğu öne sürülmektedir İlerleme raporlarındaki 8 milyon rakamı esas alındığında yüzde 13, 15 milyon rakamı esas alındığında da yüzde 24'lük bir orana ulaşmamız gerekmektedir. Yine AB sitesindeki üçte birlik Alevi vatandaşlarımızın oranının nasıl tespit edildiği bilinmese de, ilerleme raporlarında Alevi vatandaşlarımızın sayısının 12 milyon olduğu iddia edilmektedir. İnternet sitesinde verilen üçte bir oranını esas aldığımızda ülkemiz nüfusunun 20 milyondan fazlasını Alevi vatandaşlarımızın oluşturması gerekmektedir ki, AB yine kendi tespitleri ile çelişmektedir. AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilciliğince hazırlanan tanıtım sitesinde ise bu tip değerlendirme veya detaylara yer verilmemesi dikkat çekicidir. (EK- 4)

Öte yandan, AB'nin etnik profil ile ilgili değerlendirmeleri ve ülkemizde 26 ayrı grubun bulunduğu tespiti, bu konuda bugüne kadar daha çok Alman kaynaklarında rastlanan değerlendirmelerle örtüşmektedir. Almanya'nın ülkemizin etnik yapısı üzerinde yoğun bir biçimde çalıştığı ve bunlara göre bir Türkiye dizaynı yapmak istediği bilinmektedir. Almanya'nın öncülüğünde belirlenen ve AB'nin de kabul ettiği görülen bu etnik profil ile ülkemizde federatif bir yapılanmanın amaçlandığı ortadadır. Nitekim Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, 1992 yılında verdiği bir demeçte açıkça, "Biz Yugoslavya'da yeni bir model oluşturduk. Türkler de Kürtlerle buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdır." demiştir. Genscher, bugün Türkiye adına lobi faaliyetlerini yürüten bir şirkette çalışmaktadır.
Uluslararası hukuk ve anlaşmaların açık hükümlerine rağmen Türkiye tüm uluslararası sözleşmelere azınlıklar konusunda "çekince" koymak zorunda kalmıştır. Büyük devletlerin, milletlerarası sözleşme hükümlerini ülkelerin içişlerine müdahalelerini legalize etmede kullanmaları sebebiyle Türkiye gibi ülkeler dikkatli davranmakta ve bu sözleşmelere çekince koyma ihtiyacı duymaktadırlar. Bizim azınlık tanımımız bellidir ve geride kalan bölümlerde de görüldüğü gibi ilgili tüm uluslararası kuruluşlara bildirilmiştir. Ancak son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye'nin bu tutumunun "fiilî" olarak değiştirilmek istendiğini göstermektedir. İlerideki bölümlerde detaylı bir şekilde ele alınacak olan AB'nin ilerleme raporları ve Katılım Ortaklığı Belgesi ile yarattığı sanal azınlıklar için yayın ve eğitim talebinde bulunması, Türkiye'nin de bugün bunu tartışması ve hatta söz konusu talepleri karşılamak için yasal düzenlemelere gitmesi "sanal azınlıkları" dolaylı yoldan olsa da kabulü anlamına gelmektedir.

Doğru olan Türkiye'nin tüm dünyaya, özellikle de AB'ye, "Her ülkenin azınlıklarını belirleme hakkı bulunduğunu, Türkiye'nin de bunları Lozan Antlaşması ile belirlediğini" hatırlatıp, yanlış temelde sürdürülen bu tartışmayı sona erdirmesidir. Ancak maalesef başta siyasilerimiz olmak üzere, aydınlarımızın bir bölümü yanlış temele ve örneklere oturtulan bu tartışmayı sürdürmektedirler. Her fırsatta Bulgaristan veya Almanya'daki Türkler ya da Doğu Bloku'ndaki çingeneler ile diğer azınlıklar örnek verilmektedir. Adı üzerinde bunların tamamı "resmî" azınlıktır, "sanal" değildir. AB raporlarında Türkiye'de 8-15 milyon Kürt ile 12 milyon Alevi vatandaşın varlığından söz edilmektedir. AB'nin mantığına göre, Kürt ve Alevi vatandaşlarımızın rakamlarına ülkemizde bulunduğu iddia edilen diğer sanal azınlıklar da ilave edilecek olursa, gülünç ama, "AB'nin Türkleri azınlık sayması gerekmez mi?" sorusu akla gelebilir. Görülüyor ki, mesele hukukun ve gerçeklerin dışına taşırılarak, ülkeyi huzursuz edecek yeni ve tehlikeli tartışmalara zemin hazırlanmaktadır.
Bu vesile ile AB yanlılarının, azınlık iddialarına sık sık dayanak yaptıkları Lozan Antlaşması'nın 39. Maddesine de açıklık getirmek gerekmektedir. Sözkonusu maddeyi çarpıtma AB yanlıları ile sınırlı kalmamış, bizzat AB de, sanal azınlıklar yaratma gayretlerinde bu maddeyi kullanmıştır. AB'nin 2001 İlerleme Raporu'nda, sanal azınlıkların eğitim hakkı ile ilgili olarak Lozan Antlaşması'nın 39. Maddesi'ne atıf yapılmış ve buna göre, "Herhangi bir Türk vatandaşının kişisel münasebetlerinde, ticarette, dinde, basında veya her tür yayınlarda ve kamuoyuna açık toplantılarda herhangi bir dili kullanması üzerine kısıtlamalar konulmasının yasak olduğu" hatırlatılmıştır. 
Türkiye için azınlıklar başlığı altında sanal azınlıklar yaratmada ustalaşan AB, Lozan Antlaşması'nın bu maddesinin "Kesim III- Azınlıkların Korunması" başlığı altında olduğunu görmezden gelmiş, maddenin tüm metnini de vermemiştir. 39. Madde, Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları ile ilgilidir ve tam metni şöyledir: 

"Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları Müslümanlarla aynı medenî ve siyasal haklardan yararlanacaklardır. 
Türkiye'nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır. 
Din, inanç ya da mezhep farkı hiçbir Türk vatandaşının medenî kabulüne, memurluğa ve yukarı derecelere ulaşmasına ya da çeşitli meslekleri ve sanatları yapmasına bir engel sayılmayacaktır.
Herhangi bir Türk vatandaşının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır. 
Resmî dilin varlığı kuşkusuz olmakla birlikte, Türkçe'den başka dil ile konuşan Türk vatandaşlarına yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir." 
Görüldüğü gibi, "yüksek ahlakî değerler üzerine kurulu" AB, Kıbrıs konusunda uluslararası antlaşmaları ve hukuku tanımadığı gibi, sanal azınlıklar projesinde başarılı olmak için Lozan gibi temel bir antlaşmayı dahi çarpıtarak, kullanabilmektedir. 

Uluslararası Anlaşma ve Sözleşmelerde İdam Cezası Var mıdır? 


Bugün Avrupa ülkeleri dahil dünyanın pek çok ülkesinde idam cezası vardır, ABD ve Japonya bunların başında gelmektedir. Türkiye'ye "idamı kaldırın" diyen AB üyesi ülkelerde de idam cezası bulunmaktadır. Avrupa'da, "savaş ve yakın savaş suçları" için idam cezası yürürlüktedir. AB, bu suçlarda da idam cezasını kaldırmak için yeni bir sözleşmeyi imzaya açmıştır ama şu anda Avrupa ülkelerinde sayılan hallerde idam cezası vardır. Gerçek böyle iken, bizden idamı kaldırmamız istenmekte ve bu, müzakere takvimi verilmesinin şartı olarak dayatılmaktadır.
Hukukta, "genel ve istisnaî haller" diye iki ayrı kavram bulunmaktadır. İdamın kaldırılması istenirken, konu genel haller çerçevesinde değerlendirilmektedir ki; 
Türkiye de Ekim 2001 itibariyle Anayasa'nın 38. maddesini değiştirerek, bu anlamda idam cezasını tamamen kaldırmıştır. AB'de olduğu gibi istisnaî haller kapsamında, yani savaş, çok yakın savaş tehdidi ile terör suçlarında idam cezasını muhafaza etmektedir. AB'de ise bilindiği gibi savaş ve yakın savaş hallerinde idam cezasıvardır. Bu haller genel değil, istisnaî hallerdir. "AB'de idam yok" derken de kastedilen tümüyle genel hallerdir. Türkiye'de konu ile ilgili yapılan tartışmalarda, hukukun bu kavramları dikkate alınmadığı için tam bir keşmekeş ve kafa karışıklığı yaşanmaktadır. En acısı da yetkili devlet adamları ve ilim adamları ile medyanın hâlâ Türkiye'de idamın kaldırılmasından söz etmeleridir. Hukukun anladığı ve milletlerarası kabul görmüş ölçülere göre tekrar etmeliyiz ki; Türkiye Anayasa değişikliği ile idamı kaldırmıştır. Bu konuda AB'ye uyum açısından yapmamız gereken bir şey bulunmamaktadır. 
Kaldı ki birçok AB üyesi ülke, üyeliklerinin gerçekleşmesinden çok sonra idam cezalarını yasalarından çıkarmışlardır. AB, bugün Türkiye'ye üyelik müzakerelerine başlamak için idam cezasının kaldırılmasını şart koşmaktadır. Burada kastedilen 6 No'lu Protokolün imzalanmasıdır. Polonya, bu protokolü müzakerelere başladıktan 2 yıl sonra imzalamıştır.
Uluslararası sözleşme veya bildirilerde de idam cezası vardır. İdamın açıkça telaffuz edilmediği bildirilerde ise suç ile cezanın orantısına işaret edilmektedir.
BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi (Madde 6): Her insanın doğuştan gelen yaşama hakkı vardır. Bu hak yasalarla korunacaktır. Hiç kimsenin yaşamı keyfi olarak elinden alınamaz. Ölüm cezasını kaldırmamış olan ülkelerde idam hükmü ancak suçun işlendiği anda yürürlükte olan yasalara uygun olarak ve bu sözleşme ile Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması sözleşmesi hükümlerine aykırı olmamak şartı ile en ağır suçlar için verilebilir. Bu ceza ancak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş kesin bir karar üzerine uygulanabilir. Ölüm cezası 18 yaşın altındaki kimseler tarafından işlenen suçlar için verilemez ve hamile kadınların idam cezaları yerine getirilemez. 
AB idam cezalarının kaldırılması konusunda kademeli bir süreç izlemiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde sınırlama olmaksızın idam cezası öngörülmüştür. 
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 2): Her ferdin yaşama hakkı kanun tarafından korunur. Kanunun ölüm cezası öngördüğü bir suç nedeniyle bir mahkemenin verdiği ölüm cezasının infazı dışında hiç kimse yaşama hakkından kasten yoksun bırakılamaz. 

Aynı sözleşmenin 15 maddesinde "ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü bir durumda" sözleşmeci ülkenin tedbir alabileceği belirtilmiştir. Söz konusu madde şöyledir: 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 15): Bir sözleşmeci taraf devlet, savaş zamanında veya ulusun yaşamını tehdit eden başka bir olağanüstü durumda, uluslararası hukuktan doğan diğer yükümlülüklerine aykırı olmamak şartıyla, durumun zorunluluklarının kesin olarak gerektirdiği ölçüde bu sözleşmeyle üstlendiği yükümlülüklerini azaltan tedbirler alabilir. 

Bu maddeler ışığında bir değerlendirme yaparsak; Türkiye'nin özellikle son 15 yılda olağanüstü bir dönem yaşadığı, çok ciddi bir tehditle karşı karşıya kaldığı ve halen de bu tehdidin sürdüğü bilinmektedir. Siyasallaşma sürecine giren örgüt, silahlı militanlarını sınırlarda bekletmekte, Avrupa menşeli mayın döşeme faaliyetlerini sürdürmektedir. Elbette, idam cezasının muhafazası böylesi tehditlerle baş etmek için tek başına yeterli değildir. Ancak devletlerin en temel görevlerinden birisinin de "adaleti" sağlamak olduğu unutulmamalıdır. 
AB, daha sonra düzenlenen 6 no'lu protokol ile idam cezasını "savaş ve yakın savaş suçları" için sınırlamıştır. Türkiye, çekince konması yasak olan bu sözleşmeyi imzalamamıştır. Ancak AB imzalaması için Türkiye'ye baskılarını sürdürmektedir. Teröristbaşı idam cezasına çarptırılana kadar fiilî moratoryumu yeterli gören AB'nin 1999 İlerleme Raporu ile birlikte bu konuyu üstelik de teröristbaşının ismini zikrederek, gündemine alması ve idamın kaldırılmasını, müzakere takvimi vermek için ön şart haline getirmesi dikkat çekmektedir. Kendi düzenlemelerinden tek farkı terör suçlarını da kapsaması olan idamın kaldırılmasını öngören Anayasa değişikliğini beğenmeyen AB, ya kendi düzenlemeleri ile çelişmektedir ya da bu talebinin altındaki yegâne sebep teröristbaşının kurtarılması isteğidir. 

Kaldı ki, kurtarmaya çalıştıkları teröristbaşı bile konuyu terörün ötesinde "savaş" olarak görmektedir. Avukatları, teröristbaşını, "Davanın siyasî nitelikli olduğunu, Genelkurmay Başkanlığı'nın (düşük yoğunluklu savaş) tanımı ile iddia makamının örgüt hakkındaki tanımının birbirine uymadığı gerçekliğinden hareket etmek gerekirse 30 bin kişinin yaşamını yitirdiği olayları basit terör hareketleri olarak alıp, suç ve ceza muhakemesine hapsetmenin yanılgıya götüreceğini..." sözleriyle savunmuşlardır. 

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Sözcüsü Roth da, Parlamento'nun 18 Eylül 1996 tarihli oturumunda yaptığı konuşmada, "savaş"tan söz etmiştir. Roth, özetle şunları söylemiştir: 

"AP, üç şart ileri sürer; demokratikleşme, Kürt parlamenterlerin serbest bırakılması, savaşın sona erdirilmesi, Kürt sorununa siyasî çözüm bulunması. Milyonlarca insanı yerlerinden yurtlarından kaçmaya sevk eden ve sonsuz sayıda insanın hayatına malolan bir savaşın sona erdirilmesi... OHAL kaldırılmadı, süresiz olarak uzatıldı. Savaş tırmanıyor ve devam ediyor..."
Bu durumda da teröristbaşının konumu AB standartlarına uymaktadır. Her konuda örgütle görüş birliği içinde hareket eden AB, "savaş" kavramında da beraber olduğunu kabul ederse, teröristbaşının durumunu, kendi mevzuatında yer alan "savaş hali" kapsamında görerek, itiraz etmemelidir. Çünkü AB mevzuatında "savaş hali" için idam öngörülmektedir.
Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi (Madde 49): Hiç kimse işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir fiil veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Hiç kimseye suçu işlediği zaman verilebilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Cezaların şiddeti, cezayı gerektiren suçla orantısız olmamalıdır. 

AB Temel Haklar Bildirgesi'nin bu maddesine göre, terör suçlarına karşılık idam cezasının orantısız olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 
Anayasa İle Tesbit Edilen İdam Cezası Halleri Kanunla Değiştirilebilir mi? 
3 Ekim 2001 tarihinde TBMM, Anayasa'nın 38. maddesini değiştirerek, şu hükmü koymuştur:

 "Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez."

Bu fıkradan açıkça anlaşıldığı gibi sayılan hallerin dışındaki suçlara ölüm cezası verilemez. Buradaki "verilemez" ifadesi bir Anayasa emridir. Bunun karşılığı "sayılan hallerde idam cezası verilir" emridir. Bazı hukukçu ve siyasilerimizin iddia ettiği gibi "verilemez" emir çekimini, sayılan haller için "verilebilir" diye yorumlarsak, cümlenin emir yapısı bozulmakta ve bu defa mesele tercih ve takdire bırakılmış olmaktadır. Bu yorumla Anayasa'nın bir yönü ile emir olan cümlesi, yasa ile emir olmaktan çıkarılmak istenmektedir. Anayasa dikkatle okunduğunda tüm maddelerin aynı üslupla düzenlendiği görülmektedir. 
Misal; Anayasa'nın 38. Maddesi'nin 1. fıkrası: ".... kimseye suç işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez" demektedir. Bunun olumlu ifadesi "verilir" şeklinde olacaktır. Biz bunu "verilebilir" diye yorumlarsak, o zaman cümle yapısı bozulduğundan hukukun mantığı da tahrip edilmiş olur. Yine Anayasa'nın 35. maddesinin 2. fıkrasında, "Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz." denilmektedir. Bu emrin olumlu karşılığının, "mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına olur" şeklinde ifade edilmesi gerekir. Biz bu "olur"u, "olabilir" şeklinde yorumlarsak, yine hukukun mantığı bozulur ve toplum yararına aykırı kullanılabilmesi gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, böyle bir hükmün konulması ihtiyacı ortadan kalkmış olur. Anayasa'nın 37. Maddesi, "Hiç kimse tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz" hükmünü öngörmektedir. Buradaki "çıkarılamaz"ın olumlu karşılığı, sadece "tabi olduğu mahkemeye çıkarılır"dır. Bunu "çıkarılabilir" diye yorumlayacak olursak, cümlenin emir yapısı hukukun mantığına ve maddede güdülen amaca aykırı olur. 
Anayasa'nın hemen hemen tüm maddelerini örneklendirdiğimizde aynı sonuca ulaşmak mümkündür. Bu sebeple, idamla ilgili düzenlemeyi ve Anayasa'nın âmir hükmünü TCK ile değiştirmeyi savunmak, Anayasa'nın özüne de, lafzına da aykırıdır. Bu durumda, TCK'nın ilgili maddesinin, Anayasa'ya uygun olması, başka bir ifadeyle üç halde idam cezasını öngörmesi gerekmektedir. 
Gerek ana dillerde yayın ve eğitim, gerekse de idam cezası konusunda yaşanan tartışmalar TBMM'nin Ekim 2001'de bir paket halinde gerçekleştirdiği Anayasa 
değişikliğinden sonra başlamıştır. Paket TBMM Genel Kurulu'na geldiğinde milletvekillerine gönderdiğim uzun bir bilgi notu ile, bu değişikliklerin nelere yol 
açacağını anlatmaya çalıştım. Ancak bazı konularda duyarlı olduğu bilinen milletvekilleri dahi değişiklik sonrasında gelecek talepleri göremediler. 
Burada ilginç bir detaya işaret etmek istiyoruz. Anayasa'nın idamı düzenleyen 38'inci maddesindeki değişikliğin gerekçesinde, AB'nin ısrarlı olduğu, fakat 
Türkiye'nin henüz imzalamadığı 6 No'lu protokolden bahsediliyor ve, "bu düzenlemenin sözkonusu protokole göre yapıldığı" belirtiliyordu. İmzalamadığımız bir sözleşmenin değişikliğe gerekçe yapılması, yukarıda anlattığımız Anayasa'nın âmir hükmüne rağmen, yasa ile terör suçlarının idam cezası kapsamından çıkarılması gayretlerinin temelinin sanki daha o zaman atılmak istendiği göstermektedir. Bu durum, AB'nin 2001 İlerleme Raporu'nda, Anayasa değişikliği ele alınırken kullanılan, "Değiştirilen bu maddeyi yürürlüğe koymak için Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılması gerekecektir. Bu yapıldığında Türkiye'nin AİHS'ye ek 6 numaralı protokolü imzalamak ve onaylamak durumunda olup olmadığını değerlendirmek mümkün olacaktır." şeklindeki ifadeyle birlikte düşünüldüğünde daha da ilginç bir hal almaktadır.

İlerleme ya da Düzenli Rapor Nedir? 

AB Konseyi, Haziran 1998'de yapılan Cardiff Zirvesi'nde, Avrupa Komisyonu'nun, aday ülkelerin kaydettikleri ilerlemeler konusunda düzenli raporlar hazırlamasını kararlaştırmıştır. Raporlarda aday ülkeler Kopenhag Kriterleri perspektifinde değerlendirilmektedir. Bu raporların "çok çeşitli bilgi kaynaklarına dayandığı" ifade edilmektedir. Ülkelerin eksikliklerinin madde madde sıralandığı raporlarda, AB'nin beklentileri "diplomatik" dille ifade edilmekte, bu arada AB'nin yükümlülükleri ise genellikle "ilerleme olmamıştır" şeklinde "es" geçilmektedir. Türkiye için 1998'den beri her yıl rapor hazırlanmaktadır. Raporların dikkat çeken yönünü, daha önce çeşitli kanallarla (Avrupa Parlamentosu, üye ülkelerin bakan veya milletvekillerinin açıklamaları gibi) dillendirilen "çoğunlukla hassas" konuların adım adım işlenmesi, "satır aralarında sanal azınlıklar yaratma, Kıbrıs ve Ege sorunlarını ön şart haline getirme, idam ile ilgili talepleri teröristbaşının yakalanmasından sonra hızlandırma, hatta idam kararından sonra hem TBMM'nin, hem de teröristbaşının ne yapması gerektiği yolunu gösterme vs." olarak özetleyebiliriz. Bu raporların, ülkelere verilen Katılım Ortaklığı Belgelerinin temelini oluşturduğu belirtilmektedir ancak, ülkelerin, KOB'larda yer almasa bile, "İlerleme Raporunda yer alan hususları da mutlaka yerine getirmeleri" istenmektedir. Bu durumda ilerleme raporları KOB'un önüne geçmektedir. Ayrıca, KOB'da, ANAP Lideri Mesut Yılmaz'ın ifadesiyle, "Türkiye'nin hassasiyetleri göz önünde tutularak, dikkatli bir dil kullanılsa" da asıl adres olan ilerleme raporlarında aynı özen gösterilmemekte, isim isim kişilere (Bay Öcalan, Sayın Akın Birdal derken, Erbakan için eski Başbakan Necmettin Erbakan gibi) ya da, kurumlara (Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması gibi) kadar inilmektedir. Bu husus, ne Helsinki, ne Kopenhag ve ne de Katılım Ortaklığı Belgesi'nin ölçü alındığını, takip edilen konulara ilke bazından çıkılarak, kişi bazında da bakıldığını göstermektedir. Diğer ülkelerin KOB'larında böylesine özele girildiğini görmek mümkün değildir. 

Bu kadar önemli hususları içeren ve ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren gerek ilerleme raporları, gerekse de KOB'un Türk yetkili makamlarınca tercüme 
edilmemesi de ayrı bir skandaldır. Türkçe özetleri ile İngilizce metinleri karşılaştırıldığında pek çok önemli hususun tercümelerde yer almadığı görülecektir. 
Örneğin, KOB'un orijinal metninde Kıbrıs (Rum Kesimi kast ediliyor) siciline kayıtlı gemiler üzerindeki kısıtlamaları kaldırmamız istenmektedir ama bunu 
tercümelerde bulmak mümkün değildir. Bu tesbit üzerine raporların neden tam tercümesinin yapılmadığını araştırdık. Konunun muhatabı olması sebebiyle de 
Dışişleri Bakanlığımıza bir dizi soru yönelttik. Önergenin üzerinden 1 hafta geçmeden AB'nin Türkiye Temsilcisi Bayan Fogg'dan mektup aldık. 
Bayan Fogg, adeta Cem'e yönelik önergeye cevap veriyor, 2001 yılı ilerleme raporunun tercümesinin en kısa zamanda yapılıp, tarafımıza ulaştırılacağını 
söylüyordu. Cevabî mektubumuzda, ilgisine teşekkür ettikten sonra tercümeyi Dışişleri Bakanlığımızdan istediğimizi hatırlattık. İşte bu olay basına 
"Yeni Dışişleri Bakanımız Fogg" diye yansıdı. Durumdan vazife çıkaran Bayan Fogg, gerçekten 10 gün sonra tercüme metnini yolladı. Bu arada kendi aramızda, 

"İster misiniz, Dışişleri Bakanlığı, tercüme işini AB Türkiye Temsilciliği'nin üstlendiğini söylesin" şeklinde espriler yapıyorduk. Dışişleri Bakanımızdan 1.5 ay sonra cevap geldiğinde, esprimizin gerçek olduğunu gördük. Dışişleri Bakanlığı'nın sadece bakanlık mensuplarının bilme yükümlülüğü olmayan dillerdeki belgeleri tercüme ettiğini belirten Cem, Bakanlıkta özel bir tercüme birimi bulunmadığını, zaten AB'nin hemen her gün yayınlanan belgelerinin tercümesinin mümkün olmadığını söylüyordu. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'a bağlı AB Genel Sekreterliği'nin ise belgelerin özellikle siyasî bölümleri açısından önemli kısımlarını dikkate alan özel notlar hazırladığını kaydeden Cem, tercümelerin AB Komisyonu'nca yapıldığını, bunların herkese açık olduğunu bildiriyordu. 

Dışişleri Bakanımız Cem'in bu cevabından biz şu sonuçları çıkardık: Belgeleri Bakanlık personelinin bilmesi yeterlidir, şeffaf yönetimlerin ilkesi olan önemli konularda halkın bilgilendirilmesi hususunun herhangi bir değeri yoktur, yabancı dil bilmemek kişilerin sorunudur ve de detaylı bilgi sahibi olabilmek için AB Türkiye Temsilciliği'ne yani Bayan Fogg'a muhtacız...
AB Komisyonu'nca, Türkiye ile ilgili olarak hazırlanan ilerleme veya düzenli raporlar maalesef durum belgesi değil de "talimatname" şeklindedir. Katılım Ortaklığı Belgesi'nin temelini oluşturduğu için bu raporlarda yer verilen hususların tamamının gereğinin yapılmasının istendiğini vurgulamıştık. Türkiye'nin tek elden yönetilmek istendiği izlenimini veren raporlarda, adaylığımızdan istifade, sınırsız bir şekilde istismar edildiğimizi gösteren sayısız örnekler bulunmaktadır. Bugün sadece müzakere tarihi alabilmemiz için şart koşulan ve tamamı da ülkenin temel iç veya dış politiklarıyla ilgili olan Kıbrıs, insan hakları, sanal azınlıklar, idam ve teröristbaşı, ana dilde eğitim ve yayın ile sanal dinî azınlıklar ve Heybeliada Ruhban Okulu konuları nasıl ele alınmıştır, neler istenmektedir? Raporların yılları itibarıyla ve orijinal ifadeleri ile aktaracağımız bu başlıklar, AB'nin Türkiye'ye bakış açısını bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. 


12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***