Anavatan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anavatan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2015 Cumartesi

Apo’yu İpten Kurtaran DSP., ANAVATAN, MHP ve Devlet Bahçeli’dir!





Apo’yu İpten Kurtaran DSP., ANAVATAN, MHP ve Devlet Bahçeli’dir!




MHP’nin ihaneti  ve gerçek milliyetçiliğin doğuşu





















Ulusal Parti’nin başlattığı yeni kampanya ile tüm Türkiye’nin sokakları Türk’ün sesiyle çınlamaya başladı. Artık sokaklarda yepyeni bir gündem var.
Ulusal Parti standına her siyasi görüşten, her partiden vatandaş geliyor. Şu bir gerçek ister AKP’ye, ister CHP’ye, ister MHP’ye oy vermiş olsun, kendini Türk hisseden herkes idam cezasının geri gelmesini, Apo’nun asılmasını istiyor.
Türk siyasi hayatında artık yeni bir saflaşma yaşanıyor: Türklüğe bağlı olanlar ve karşı olanlar...

Bu yüzden eski partilerin seçmenleri, üyeleri ve hatta yöneticileri bile Ulusal Parti’yi büyük ilgiyle karşılıyor. Kendi partilerinin ihanetleri onları yeni arayışlara yöneltiyor.

Geçmişte yaşanan ihanetler adeta halkımızın boynuna zincir, ayaklarına pranga oldu. Herkes geçmişte verilen sözleri bize hatırlatıyor. Kimisi “ Asamazsınız, ABD izin vermez ” diyor. Kimisi “ Sizin dediğinizi MHP de demiyor mu? Onlar da Apo asılsın diyor ama asamadılar.”

Samimi bir eski ülkücü hayıflanıyor: “Siz Asın valla sizden olacağım. Bizimkiler sözünü tutamadı, asamadı.”

Şu gerçek herkesçe iyi bilinmelidir. MHP asamadı değil!
Asmadı, astırmadı.

MHP Apo’yu asmanın değil, astırmamanın partisiydi.
Bu amaçla 1999’da iktidara getirilmişti.
Türk milliyetçiliğini yok etmek, halkın milliyetçiliğe olan güvenini ortadan kaldırmak için bu parti elinden gelen her şeyi yaptı.


İşte Apo’yu asmama belgesi Altında Bahçeli’nin imzası var!
































Apo’nun idam kararı TBMM’ye sevk edilmek üzere Başbakanlığa gönderildi. Ama bu dosya Başbakanlık’tan TBMM’ye asla gönderilmedi. Tam 3 yıl boyunca dosya hasıraltı edildi. Bu Türkiye tarihinde bir tektir. Apo’ya bu iltimas ve kıyak dönemi boyunca MHP iktidardı.
Dosyayı Meclise getirmek için tek bir eylem yaptılar mı? Kıllarını kıpırdattılar mı? Hayır! Tersine dosya başbakanlıkta kalsın diye ellerinden geleni yaptılar.
12 Ocak 2000 tarihinde Başbakanlıkta kritik bir toplantı yapıldı. Başbakan Bülent Ecevit ve koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz tam 7,5 saat boyunca Apo’nun idamıyla ilgili dosyayı görüştü. ABD ve AB idama karşıydı. Koalisyonun temel hedefi ise AB’ye katılmaktı. Her üç lider mutabakata vardı. Bu yazılı olarak zapta geçildi. A­po’nun idam dosyası Meclis’e getirilmeyecekti.



İhanetin kısa tarihçesi,




MHP yönetimi özellikle son günlerde yeniden idamdan bahsediyor. DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde diğer partilere sözlerini dinletemedikleri için idam edemediklerini ileri sürüyorlar.
Birincisi MHP mağdur değildir. Tersine şehit ailelerini ve Türk milletini mağdur etmiştir. Apo’yu kurtarmışlardır. Hem de tek bir sloganla, “asacağız” diye milyonlardan oy toplamalarına ve iktidara gelmelerine rağmen.
İkincisi idamın kaldırılması MHP’ye rağmen değil, MHP sayesinde gerçekleşmiştir. Bu gerçek çok iyi algılanmalıdır. Çünkü “MHP bile asamadı” söylemi halkımızı yılgınlığa sevk etmek için sürekli öne sürülmektedir.
Yakın tarihi hatırlayalım. 16 Şubat 1999’da Kenya’da teröristbaşı bordo bereliler tarafından yakalandı. Tam da bu süreçte Türkiye seçim sürecine girdi. İktidarda DSP-ANAP koalisyonu vardı. Bu iki parti Apo’nun yakalanmasının primini seçimlerde toplamayı hesaplıyordu.
Bir diğer parti MHP ise tek bir sloganla seçimlere giriyordu: “Apo’yu asacağız!” Ve bu sayede oylarını neredeyse üçe katlayarak tarihinde görmediği büyük bir seçim zaferi kazandı.
18 Nisan 1999’da DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruldu. Bu üç partiyi iktidara taşıyan dalga ulusalcılıktı. Oysa her üç parti çok daha gizli bir gündemi savunuyordu: İdamı kaldırmak ve AB’ye üye olmak.
Abdullah Öcalan’ın yargılanmasına 31 Mayıs 1999’da başlandı. İmralı’daki mahkeme 29 Haziran 1999’da son buldu. Karar oybirliğiyle idamdı. Hiçbir hafifletici neden ve indirim de söz konusu değildi.
Yargıtay kararı 25 Kasım 1999’da onayladı.
Karar TBMM’ye sevk edilmek üzere Başbakanlığa gönderildi.
İşte bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en utanç verici sayfaları dönemin iktidarı tarafından yazılmaya başlanacaktı.
Bu dosya Başbakanlık’tan TBMM’ye asla gönderilmeyecekti. Oysa kanunlar açıktı. İdam cezasının infazı için dosyanın Meclis’e getirilip oylanması şarttı. Tam 3 yıl boyunca dosya hasıraltı edildi.
Bu Türkiye tarihinde bir tektir. Apo’ya bu iltimas ve kıyak dönemi boyunca MHP iktidardı.
Dosyayı Meclise getirmek için tek bir eylem yaptılar mı?
Kıllarını kıpırdattılar mı?
Hayır!
Tersine dosya başbakanlıkta kalsın diye ellerinden geleni yaptılar.
12 Ocak 2000 tarihinde Başbakanlıkta kritik bir toplantı yapıldı. Başbakan Bülent Ecevit ve koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz tam 7,5 saat boyunca Apo’nun idamıyla ilgili dosyayı görüştü.
ABD ve AB idama karşıydı. Koalisyonun temel hedefi ise AB’ye katılmaktı. Her üç lider mutabakata vardı. Bu yazılı olarak zapta geçildi. Apo’nun idam dosyası Meclis’e getirilmeyecekti.
Çıkışta onlarca tv kamerası üç lideri bekliyordu. 70 milyon canlı olarak liderlerin aldıkları bu kararı dinledi.
Şimdi Devlet Bahçeli hangi yüzle milliyetçilikten bahsetmektedir?
“Apo’yu bize astırmadılar” sözü tamamen yalandır. Siz hep birlikte astırmadınız.

DSP-MHP-ANAP’ın Ulusal Programı

Şimdi sözü Devlet Bahçeli’ye bırakalım. Böylelikle hiçbir MHP’li bizim iftira attığımızı ileri süremez. Aşağıdaki sözler Devlet Bahçeli’nin 25 Haziran 2002’de Ertuğrul Özkök ile yaptığı röportajdan.
Bu tarihlerde kimilerinin ulusalcılık şampiyonu ilan ettiği dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer AKP dâhil AB’ye üyeliği destekleyen tüm partileri köşke topla-
mış, bir tek MHP bu toplantıya çağrılmamıştı. Tüm Türkiye idam meselesi yüzünden koalisyonun çatırdayacağını düşünüyordu.
Oysa bakın Devlet Bahçeli, Ertuğrul Özkök’e ne kadar kesin konuşuyor. 25 Kasım 1999 tarihinden itibaren Apo’nun idamının büyük bir rezaletle Başbakanlıkta saklanmasının nedeninin kendi imzaları olduğunu nasıl itiraf ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre kesinleşmiş idam cezalarının yerine getirilmesi kararı münhasıran TBMM’nin yetkisindedir. Hükümet, TBMM’nin 1984 yılından bu yana yaşama hakkının özüne dokunulmaması yönünde benimsediği uygulamaya saygılıdır. Türk ceza hukukundan ölüm cezasının kaldırılması hususu, şekil ve kapsamı itibariyle TBMM tarafından orta vadede ele alınacaktır.’”
Devlet Bahçeli’nin bahsettiği bu metin DSP-MHP-ANAP’ın AB’ye taahhüt olarak imzaladıkları Ulusal Programın 2.1.8 No’lu bölümünden alıntıdır.
Devlet Bahçeli 25 Haziran 2002’de Ertuğrul Özkök’e neden Apo’yu asamayacaklarını çok açık bir şekilde itiraf etmektedir. Devlet Bahçeli’nin “Apo asılmayacak” taahhüdünün metninin altında imzası vardır.
Bu tarihi bir belgedir. Kimse inkâr edemez. Hükümet olmak için ilk başta bu sözü vermişlerdir.


İşte Belgesi:  Bahçeli idamı kaldırma sözü verdi 





















































“Sözünün eri”, “Mert Başbuğ”

Devlet Bahçeli, Ertuğrul Özkök ile röportajında konuyu hep devlet adamlığı ciddiyetine getiriyor ve idamla ilgili verdikleri sözü tutmak zorunda olduklarını belirtiyor:
“Bir, bizim ölüm cezalarının uygulanmayacağı yolunda bir moratoryum ilan ettik. Buna sadığız. İki, idam cezasının kaldırılmasını orta vadeli bir karar olarak ilan ettik. Buna sadığız.”
“Sözünün eri” devlet adamımız ABD ve AB’ye verdikleri sözü tutmak için her şeyi yaptı.
Peki ya, seçim meydanlarında 70 milyon Türk halkına verdikleri “asacağız” sözüne ne oldu?
“Devlet adamı ciddiyeti” burada işlemiyor muydu?
Devlet adamlığı ABD ve AB’ye karşı “ciddi”, halka karşı ciddiyetsiz olmak mı?
Röportajda Ertuğrul Özkök Devlet Bahçeli’ye öylesine içten ve net sorular soruyor ki, o gün verdiği yanıtlardan Devlet Bahçeli bugün asla kıvırtamaz.
Özkök “kötü durum” senaryosu olarak şunu merak ediyor:
“Peki, Meclis’e geldiği takdirde, bazı milletvekilleri, biraz da seçim ortamının etkisiyle, ‘Getirin şu dosyayı Meclis’te oylayalım’ derse ne olacak?”
Bahçeli kesin emin. Milletvekillerinin hepsini kontrol altına almış. Asla Apo’yu asmayacaklarını bakın nasıl belirtiyor:
“İdam cezaları uygulanmayacak diyen o moratoryumu kim imzaladı? Altında bizim imzalarımız yok mu? Elbette imzamıza sadık kalacağız.”
Özkök bile bu yanıta şaşırıyor:
“Ya yıl sonunda AB bize tarih vermezse ne olur? Bunun sorumluluğu MHP’nin üstüne yıkılmaz mı?”
Bahçeli kendi partisinden ve siyasi geleceğinden çok AB ve Apo’yu düşünüyor. Bakın ne cesaretli bir yanıt veriyor:
“Siyaset risk alma sanatıdır. İnandığınız bir konuda elbette risk alacaksınız.”
MHP’nin aldığı riskin bedelini şimdi İmralı’daki katilin emriyle her gün şehit edilen Türk gençleri ödüyor.
Adalet Komisyonunda yaşanan rezalet
Bu röportajı internetten herkes okuyabilir. Zaten yakın tarihimiz Devlet Bahçeli’nin ABD ve AB’ye sadık kalma pahasına uyguladığı bu ihanet politikasının sonuçlarını içermektedir.
Bilindiği gibi idam cezasının kaldırılması adım adım oldu.
Önce 3 Ekim 2001 günü Anayasa’nın 38. maddesine ‘savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemeyeceği’ ifadesi eklendi.
Devlet Bahçeli dâhil tüm MHP bakan ve milletvekilleri bu maddeye evet oyu kullandı. Bu madde “terör suçlarının” idamla cezalandırılıp cezalandırılmayacağı nın düzenlemesini kanun çerçevesinde meclise bırakıyordu. Aslında meclisin ne yapacağı da belliydi.

O dönem SP’den ayrılarak yeni kurulmuş olan AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan çok sinsice bir politika yürütüyordu. Tayyip Erdoğan hükümetin ABD tarafından yıkılacağını biliyordu. Bir an önce başbakan olmak istiyordu. İdam meselesinin buna vesile olması için çalışıyordu. AKP, idamın kaldırılmasının Anayasal olarak hükme bağlanmasını istiyordu. İş Türk Ceza Kanunu (TCK) değişikliğine bırakılmamalıydı.

Hükümet ortakları AKP’nin bu taktiğine koalisyon dağılmasın diye başka bir taktikle yanıt verdi. İdamın kaldırılmasına yönelik idamla ilgili Anayasa değişikliği sınırlı ola-rak yapıldı. Böylelikle idamı tamamen kaldırmak için TCK değişikliğini beklemek ve bu sayede süreci uzatmak mümkün oldu.

Ancak Tayyip Erdoğan 2002 yazında yepyeni bir açıklama yaptı. İdamın kaldırılmasının kanun çerçevesinde yapılmasına artık karşı olmadıklarını belirtti. Bu konuda TCK değişikliği yapılırsa AKP olarak destek vereceklerdi. Böylelikle DSP-ANAP ile MHP arasındaki çatlak derinleşmiş olacaktı.

Bundan sonra TCK’da idamın kaldırılması için TBMM Adalet Komisyonuna teklif getirildi. Burada Türk tarihinin en büyük rezaletlerinden biri yaşandı. MHP’li Mehmet Gül de bunu itiraf etmektedir. Meclisteki Adalet Komisyonunda “Apo’ya af yasası” olarak bilinen idamı kaldıran düzenleme görüşülüyorken; AKP inanılmaz bir taktik adım daha attı. AKP’li milletvekilleri DYP milletvekili Sevgi Esen’in TCK değişikliğindeki “idam ile ilgili hüküm bu sefer için Meclise gelmesin” şeklindeki komisyona getirdiği yeni bir önergeye destek verdiler. Amaç belliydi: Koalisyon ortaklarını birbirine düşürmek.

Devlet Bahçeli’nin birden bire etekleri tutuştu. Komisyondaki MHP’li üyeler AKP önergesine destek verip, TCK değişikliğinde idam maddesini saf dışı etme eğilimindeydiler.

MHP’li üyeler Bahçeli’nin odasına çağrıldı. Odadan çıktıklarında hepsi kıpkırmızı kesilmişti. Mehmet Gül odadan çıkıyorken kendi ifadesiyle gözyaşları içindeydi. Apo’yu kurtarmak ülkücülere nasip olmuştu.

“ Sert Ülkücülerimiz ” komisyonu terk edip gitti. Güya protesto etmek için. Bir tek MHP’li üye Orhan Bıçakçıoğlu ise idamın kaldırılmasının TCK değişikliğinden çıkarılması için verilen önergeye parti disiplinine rağmen evet oyu verdi.
Sonunda önergeye verilen bir MHP’li milletvekili, DYP’li ve AKP’li vekillerin toplam 7 evet oyuna karşı DSP-ANAP ve SP’lilerin 10 hayır oyuyla idamı kaldıran hüküm TCK değişikliğinde aynen kaldı.

Komisyondaki diğer 5 MHP milletvekili ise çekimser oy kullanmış oldular.
Eğer bu “çekimser” ülkücüler oy kullansaydı matematik 12’ye karşı 10 oy olacaktı.
MHP’liler o gün oy kullansalardı idamı kaldıran yasa meclise bile gelmeyecekti.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bunu engelledi.

Sahte milliyetçilerin millete ihaneti

Adalet Komisyonunda bu oyunları oynayan AKP 3 Ağustos’ta idamın kalkması için evet oyu kullanacaktı. Zaten oylamanın sonucu belliydi. Bütün partiler Apo’nun kurtarılmasından yanaydı. DSP-DYP-YTP-SP-AKP-ANAP evet oyu kullandılar.

MHP’liler ise güya şov yapacak ve oy toplayacaklardı. Ancak asıl yaptıkları evetçilere çanak tutmaktı. Çünkü isteseler oturumu engelleyebilirlerdi.
3 Ağustos 2002’de yasa Meclise gelmeden hemen önce, MHP’liler bal gibi Meclisten istifa edip yasayı engeller ve seçime gidebilirlerdi. Ve böyle bir restten sonra asla AKP iktidara bu gücüyle gelemezdi. Kim bilir belki MHP iktidar olurdu.
Ama onlar öylesine Amerikancıydılar ki; idam yasası geçmeden değil, yasa geçtikten sonra meclisi kilitleyip, “hadi seçime gidelim” dediler. Kendi partilerini barajın altına indirme pahasına ABD’ye hizmetlerini tamamladılar.
Böylelikle Türk halkına iki kazık attılar. Hem meclisten idamı geçirttiler, hem de iktidarı hemen AKP’ye teslim ettiler.

Oysa 3 Ağustos’tan önce TBMM’den istifa edebilirlerdi. Bunu yapabilselerdi hem idam yasalaşmaz hem de AKP ezici bir çoğunlukla iktidara gelmezdi. Adeta görünmez bir el onlara bu millet için olabilecek en kötü sonuç için yön vermişti.
Bu elin daha başbakan olmadan önce Tayyip Erdoğan’ı Beyaz Saray’da kabul edip elini sıkan Irak soykırımcısı ve Türk düşmanı George Bush’un eli olduğuna şüphe yok.

Devlet Bahçeli gerçekten de tam bir “devlet adamıydı.” Kendi partisini hezimete uğratmak pahasına Amerikan devleti için en iyi sonucu yarattı.
3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP de geri kalan ihanet yasalarını tamamladı. “Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri” durumunda idama olanak tanıyan Anayasa’nın 38. maddesini değiştirmek ve idamı anayasal olarak yasaklamak da AKP’ye ve bunu destekleyen CHP’lilere nasip oldu. Apo’yu böylelikle Meclisteki tüm partilerimiz kutsamış oldu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en büyük ve en eli kanlı vatan haininin hayatını kurtarmak için tüm yasa ve Anayasa maddelerimiz bütün partilerin suç ortaklığıyla değiştirildi. Bu utanç hepsinindir. Ama MHP’nin suçu çok daha büyüktür.



17 Kasım 2015 Salı

“ ANA KUZUSU ” ( 3 )



“ ANA KUZUSU ” ( 3 )


17 Mayıs 2015 Pazar


Naim PINAR

naimpinar@gmail.com


1985 yılında artık Ana Kuzusu yeni anayasasını onaylamış ve yeni ismi ile ( KKTC) ilk genel seçimlere hazır hale gelmişti. 6 Nisan 1985 tarihinde ilk kez bu seçimlerde % 8 genel barajı uygulamaya konmuştur. Bu yasayla yıllar içerisinde UBP’de yaşanan güç kavgaları sonucu UBP bünyesindeki istifalarla oluşan yeni siyasi partileriyle siyaset sahnesine çıkan birçok politikacının önü kesilmiş oluyordu. 1985 yılı içerisinde Kıbrıslı Türkler 5 Mayıs’ta Anayasayı oylamış, 9 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenilenmesini yaşamış ve en nihayetinde de 23 Haziran’da genel milletvekilliği seçimlerini gerçekleştirmiştir. Bir yıl içerisinde tam üç kez sandık başına giden, seçim yorgunu seçmenin ekonomik durumu ise gittikçe kötüleşmekteydi. İşte bu ortamda seçimden birinci parti olarak çıkan UBP, 24 milletvekili çıkarmış ve 12 milletvekili çıkartan TKP ile koalisyon hükümeti kurmuştur. 


























Siyasi tarihimize I. Eroğlu Hükümeti olarak geçen UBP-TKP koalisyon hükümeti bir yıl içerisinde 11 Ağustos 1986 tarihinde TKP’nin hükümetten çekilmesiyle son bulacaktır.

1980’lerin başından itibaren dünyada yaşanan ekonomik kriz ve “Ana”daki askeri darbe neticesinde oluşan sıkıntılar “Ana Kuzusunu” olumsuz etkileyecekti. Askeri darbenin ardından önce DPT müsteşarı olarak görev yapan Turgut Özal, gerek ekonomik konuları ele alış şekli gerekse de ABD’nin desteğiyle darbe sonrası “demokrasiye” geçişte Başbakan olarak siyaset sahnesinde bir yıldız gibi parlamaya başlayacaktı. Siyasi astronomlar tarafından keşfedilen bu yeni yıldızın kuzey Kıbrıs’ı da aydınlatmaması kaçınılmazdı.

Başbakan Özal, kısa süre zarfında Türkiye’de kapitalist ekonomik bir yapı kurma yolunda hızlı adımlar atacaktı. Bu bağlamda Türkiye’nin ekonomik temelini yeniden kurmaya koyulan Özal, hem bürokrasiyi azaltma ve hem de birçok uzvu işlemez hale gelmiş, verimsiz hantal yapıyı küçültme, sürekli zarar eden devasa boyuttaki kanserleşmiş organizmalar durumuna düşen Kamu İktisadi Teşebbüslerini (KİT) Özelleştirme ve devletin ekonomiden elini çekme gibi hedeflerinin kısa ve çarpıcı bir ifadesi olarak ‘devleti daha işler, daha verimli, daha etkin ve daha güçlü hale getirmek’ manasında söylemiş olduğu siyaset literatürüne geçen o ünlü “Devleti küçültme” tabirini kullanacaktır.”

Özal, Türkiye’nin karanlıktan aydınlığa ancak rekabete dayalı liberal bir ekonomiyle çıkabileceğine inanmıştı. Özal, daha DTP’ye müsteşar olduğu zamanda Özal’ın en büyük destekçilerinden iş insanı Sakıp Sabancı, o dönemde bu durumu ifade için: “Turgut Özal, Plânlamaya gelince sanki bir rüya gördük, bir rüya gerçekleşti. (…) Çok sevdik, çok sevdik, çünkü inim inim inliyorduk. Turgut Özal’ın rüzgârıyla akıllı düşünceler, fikirler geldiği zaman beni etkiliyordu” demekteydi.2 

Özal, tüm bu liberal planlamaların gerçekleşmesi için bir ekonomik pakete ihtiyaç olduğunu savunarak iktidara gelmişti. 6 Kasım 1983 Genel Seçimlerinde 211 milletvekiliyle tek başına iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı Turgut Özal, 13 Aralık 1983’de Hükümeti kurduğu andan itibaren Türkiye’yi liberal fikirleriyle şekillendirmeye başlayacaktı. Kuşkusuz “Ana Kuzusu” da bundan nasibini alacak, Özal’ın kuzey Kıbrıs’a bakışı da bu bağlamda olacaktı.






















1985 yılında kuzey Kıbrıs’ta iktidarda olan UBP-TKP koalisyon hükümeti Türkiye’deki bu gelişmeler karşısında “Ana Kuzusu”nun daha güçlü bir yapıya kavuşturulması için tabii ki boş durmayacaktı. Tek sorun kuzey Kıbrıs’ta yapılan veya yapılacak her hamlenin “Ana”dan genetik aktarım gibi kopya edilmesinin ciddi sıkıntılar doğuracağı gerçeğiydi. Özal, daha önce Ecevit hükümetinin 1974 sonrası kuzeyde kurdurduğu KİT’lere çağ dışı yapılar olarak bakmakta ve kuzey Kıbrıs için “Prenslerine” bir ekonomik paket hazırlatmaktaydı. Özal’ın ekonomik programına uygun çalışmalar yürütecek ve  “Daha Güçlü Bir Yavruvatan” sloganıyla kuzey Kıbrıs’ı yeniden dizayn edecek olan bir heyet kuzey Kıbrıs’taki UBP-TKP koalisyon hükümetini ziyaret ederek “istişarede” bulunacaktı. İşte bu dönem de TKP Milletvekili olarak parlamentoda yer alan Sayın Alpay Durduran ile yapmış olduğum söyleşide yaşanan ekonomik sıkıntılar ve “Ana”nın yaklaşımları hakkında ortaya koyduğu açıklamalar siyasi tarihimiz açısından ders niteliğindedir: “ Bu paket konusu ve paket adı 1980’lerin başlarında kullanılmaya başlandı. Türkiye’de Özal’ın müsteşar olması ve sonrasında başbakan olması nedeniyle bu paket sözünü de o kullanırdı: “Bir ekonomik paket”  derdi.   

   Paket deyimi bizde de kullanılmaya başlandı. Daha önceden de Kıbrıs için genel kararları, uygulamaları, müdahaleleri yok muydu, vardı: Bütün bu KİT’leri kuran, ekonomik rejimin çatısını oluşturan kararlar, hep Türkiye de alındı. Fakat bunun başarısız olduğu ortaya çıktı. Nedeni de; böyle bir ekonomik çatıya karşı olan bir iktidarın bulunmasıydı kuzeyde. Çünkü bu iktidar KİT’lere inanmayan, karma ekonomiye karşı olan, kapitalist bir anlayışa sahipti. Bu yüzden, başarısızlık kaçınılmazdı ve o şekilde oldu. 1981’den sonra bir önemli değişiklik yapılması gerektiğinde, paketin tanımı olarak, paketin bir bütün olması, hepsinin, her unsurunun uygulanması, başarının şartıdır değerlendirmesi yaptık. Bu da genel kabul gördü. Özal’da bu iddiadaydı. Ve dünyada da ekonomik büyük bir kriz vardı. O krizden çıkma çabalarına hep bir paket sözü ile cevap verilirdi. Paket olacak, paket, tüm unsurlarıyla uygulanacak, 6 ay içerisinde krizden çıkarır bir ülkeyi, inancı vardı. Tabii böyle bir paketin tam olması ve tam uygulanması çok önemli bir yönetim disiplini gerektir. Organizasyon gerektirir. Bizde ise böyle bir şey yoktu. TKP-UBP koalisyonu kurulunca, daha önceden Türkiye’nin burada uygulatmaya çalıştığı politikaların derli toplu, bir paket halinde hazırlanmaya başlandığı şeklinde duyumlar aldık. Ama aynı zamanda TKP’de ekonomik tedbirleri içeren bir paket, hazırlanması isteğini ortaya koydu. Ve bu paketi hazırlama görevini alanlardan biri de bendim. Bu paketi hazırladık. Hala daha kopyası bende bulunmaktadır. Bu paketi, bugün de savunurum. Bu paketi hazırladım, partiye verdim. Çünkü benim hükümetle bir ilgim yoktu. Hükümete karşı da soğuktum. Yani hem böyle bir koalisyonun kurulmasına karşıydım. Hem de başarısız olacağına inanıyordum. TKP böyle bir paketi onayladı. Koalisyon ortağına ve hükümete sunulmak üzere hazırladı. Ben, bir bakan değildim. Bakan olmamama rağmen bakanlar kuruluna sunmak üzere beni yolladılar, takdim edeyim ve savunayım diye. Hükümete bu paketi ben sunduğumda, bizim bu konuda bir hazırlığımız yok, onun için bize müsaade edeceksiniz, bizde alternatif görüşümüzü hazırlayalım ve müzakere edelim dediler. 

Bunun üzerine de UBP, Maliye Bakanlığında bir başka paket hazırlattı. Ve bunu görüşmeye başladık. Bizim hazırladığımız pakette çok radikal tedbirler vardı. Mesela, Türkiye bile faizleri, serbest bırakma baskısı yapıyordu. Biz ise buna karşıydık. Türk lirası milli para olarak kullanılmaktaydı ve biz bu faizlerin serbest bırakılmasına karşı çıktık. Biz bu görüşmeleri ortağımızla yaparken, Türkiye’den bir heyet geldi: Özal’ın gelmesinden önce, Türkiye’deki ekonomi politikasını burada uygulamak için basında “Özal’ın Prensleri” diye bahsedilen, prensleri geldi ve onlarla bu konuları konuştuk. Bu görüşmeleri yapmak için yine partim beni görevlendirdi. Ben, orada bizim paketi savundum. Bana dediler ki, sizin paranız yok, siz para basmaya kalksanız felaket olur. Arjantin’den beter olursunuz dendi. Bu bizim disiplinimize bağlıdır, dedim. Eğer mali politikaları disiplinli bir şekilde sürdürür ve açıklar vermezsek neden olmasın dedim. Böyle bir çöküş olmaz parada dedim. Size kimse para vermedi dedikleri zaman, örneğin bir konuşmamız şöyle oldu: Biz, Avrupa Konseyi Parlamenterler meclisi toplantısına girerken orada şikâyet ettik. Bize kimse bir kuruş para vermiyor tanınmamış olduğumuz için, onun için sıkıntılarımız vardı dedik. Bir daha ki toplantıya bize 200 milyon dolar elektrik santrali maksatlı bir konsültasyon kurarak kredi vermeyi teklif ettiler ve bu Avrupa’nın standartlarında uzun vadeli çok düşük faizli bir krediydi. Hatta bu prensler esprili bir şekilde, biz size elektrik santrali yapalım, siz bize 200 milyon dolar verin dediler. Bize işte böyle teklif de var dedik. Ama arkadaşlarımız reddetti. Neden? Geriye iade edemeyeceyik derlerdi. Ne demek geriye iade edilemeyecek. Elektrik santrali yapılacak, elektriği satacaksın ve topladığın parayla borcunu ödeyemeyeceksen, ne duruyorsun orada hükümet olarak. Bize verilmez diye bir şey yoktur. Biz Türk lirasını milli para olmaktan çıkartalım, serbestçe diğer dövizler gibi Türk Lirası’da sizin dediğiniz gibi istediği gibi dalgalansın. Faizleri serbest bırakın deyinceler, biz buna karşıyız dedik. Bir tavanı korumak istiyoruz dedik. Biz bunları görüştük. Ve hatta bize; siz bizim önerilerimizi kabul edin, size bir liman yapalım ve alternatif bir hava alanı yapalım dediler. Yani bir tür rüşvet teklif ettiler. Dedik ki hayır, biz bu önerileri savunuyoruz. Daha birçok madde vardı böyle. Sonunda bu müzakereler tamamlanmadan Sayın Özal geldi, elinde paket; ya bunu kabul edersiniz ya da alternatifiniz bulunur dedi.”3  


























Sayın Alpay Durduran ile yapmış olduğum söyleşide karşımda gerçek bir yurtsever, bilgili ve donanımlı bir politikacı gördüm. Son yıllarda TC Hükümet yetkililerince, Kıbrıslı Türklerin zaman zaman besleme, zaman zaman da beceriksizlikle itham edildiğini gördük. Sayın Durduran ile yaptığım sohbet sırasında bana “Koçi Bey Risalesi”nden bahsetmesi beni oldukça etkiledi. Bunu yazmadan geçemezdim. Lisans eğitimimin Tarih üzerine olmasından ötürü Koçi Bey Risalesini okumuştum. Fakat birçok aktif siyasetçinin bilgi eksikliği düşünüldüğünde bu kadar değerli bir insanın ülke gençlerine vereceği çok değerli siyasi bilgi ve katkılar olduğunu söylemeden edemezdim. Sayın Alpay Durduran’ın bu ülkenin olumsuz şartlarına ve çıkmazlarına karşın bu topraklarda yetişmiş çok değerli insanlarımızdan biri olduğu bir gerçektir. 28 Haziran 1981’de TKP’nin genel başkanı olan Alpay Durduran milletvekilliği seçimleri sonucunda muhalefetin iktidara gelebileceği bir aritmetikte kendisine Cumhurbaşkanı Denktaş’ın hükümeti kurma görevini vermediği dönemi ve TC’nin buradaki tahakkümü hakkında bakın ne demektedir: “1981 seçimleri sonucunda 40 sandalyeli meclisteki tablo; UBP 18, TKP 13, CTP 6, DHP (Demokratik Halk Partisi) 2 ve TBP’de (Türk Birlik Partisi) 1 olmak üzere şekillenmişti. Nihayetinde, muhalefet iktidara gelebilirdi. Türkiye’den Başbakan Bülend Ulusu’nun müsteşarı gelmişti. TC Elçiliğinde toplandık. Orada Kolordu Komutanlığı yapmış Faik Güneri Paşa’da vardı. Bize dediler ki; Biz yanlış yaptık. Böyle bir şeye karışmamamız lazımdı. Seçimde hangi parti çıkarsa milletvekili de olur, hükümete de gelebilir. Artık buna itirazımız yoktur. Değiştirdik politikayı dediler. Dedik ki UBP ile hükümet kurmak istemeyik ve falan filan diye konuşuruk, nedeni şudur budur diye anlattık. Bize dediler ki, ama niçin korkarsınız bu işten? Ne yapmak istiyorsunuz da UBP bizimle beraber karşınıza çıkacak ve başarısız olacaksınız dersiniz. Anlat bize dediler. Biz de yapmak istediğimizi anlattık kendilerine. Anlatınca, baktılar bizim işimiz ciddi. Biz bu memleketi yönetmek istiyoruz, hükümetin yetkileri ne ise o yetkileri kullanmak istiyoruz biz. Bunu görünceler ne hale geldiler; hem dedi parayı vereceyiz hem de düdük çalmayacak mıyız yani. Ben de lütfen dedim, ben sizden para istemedim. Biz sizden para istemiyoruz. Lütfen bize yardım yapmayın. Çünkü Kıbrıs’taki kilometre kareye düşen yatırım sermayesi Türkiye’nin ortalamasından yüksektir. 

Biz sizden daha iyi durumdayık. Ve siz bize yardım yapacaksınız! Bizim tek bir sorunumuz vardır, biz borçlanamayız. Uluslararası tanınmışlığımız olmadığı için uluslararası bir yerden bir kredi alamayık. Elektrik santrali Rum tarafında, oda bize diyor ki; benim imkânım kalmadı, size daha fazla elektrik veremeyeceğiz. Onun için bir santrale ihtiyacımız var, dedik. Bir santral için destek istiyoruz. Ya siz bize kefil olun borç alalım ya da siz bize borç verin veyahut da bağış yapın, bu elektrik santrali kurulsun, dedim. Ve lütfen bize yardım yapmayın dedim. Böylelikle, UBP ile koalisyon teklifleri de ortadan kalktı ve UBP tüm tekliflerimizi de ret ederek entrikalara başladı. Yani senin yardım almamanı istemez ya Türkiye, yardım almanı ister. Bağımlı olmanı ister…”4

Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’nin siyasi ve ekonomik müdahaleleri günümüze değin devam etmiş ve bunun sonucunda da bugünlere gelinmiştir. Haftaya TC Yardım Heyeti’nin yapısı bağlamında “Ana-Yavru” ilişkisini ele alacağız…

DİPNOTLAR

1. Mehmet Ali BİRAND ve Soner YALÇIN, The Özal, Bir Davanın Öyküsü, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001, Sayfa 331-340 ve 386’dan naklen http://eprints.sdu.edu.tr/585/1/TS00669.pdf
2 Mehmet Ali BİRAND ve Soner YALÇIN, The Özal, Bir Davanın Öyküsü, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001, Sayfa. 35-37.’den naklen http://eprints.sdu.edu.tr/585/1/TS00669.pdf
3-4Alpay Durduran ile yapılan söyleşi, 5 Mayıs 2015, Lefkoşa,
Gazeteler
Günaydın Kıbrıs, Özal Korkusu, 1-8 Temmuz 1986, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs

Günaydın Kıbrıs, “Hoş Geldiniz, Daha Güçlü Yavruvatan İçin”, 1-8 Temmuz 1986, Gi



..

“ ANA KUZUSU ” ( 2 )



“ ANA KUZUSU ” ( 2 )



10 Mayıs 2015 Pazar


Naim PINAR

naimpinar@gmail.com



Kıbrıs’ın kuzeyinde 1974 öncesi siyasi yapıda belirleyici olanlar,  bayraktarlık – elçilik ve Denktaş üçlüsüdür. Bu üçlü yapı, Kıbrıslı Türklerin yönetim kadrolarını belirler ve onay için Türkiye’ye yollardı. Türkiye’den onay gelince yönetici listesi açıklanırdı. Bu üçlü yapıda, 1974 öncesi Bayraktarlığının her zaman teşkilattan birinin de yönetimde olması gerektiği konusunda ısrarcı olduğu bilinmektedir. Örneğin, Geçici Türk Yönetimi (1967-1970) oluşturulduğu zaman Bayraktarlığın talebiyle serdarlık görevi yapan Erol Kazım, Bayındırlık ve Ulaştırma İşleri üyesi olarak atanmıştı. Erol Kazım, teşkilattan (TMT) biriydi ve yönetimde olmalıydı. Dr. Turhan Korun o günleri şöyle anlatıyor:  “Bu işler o kadar ayağa düştüydü ki yönetimde değişiklik olacağında dedikodu mealinde şu kişiyi elçilik-bayraktarlık istemez derlerdi ve hakikaten o kişi olamazdı.”1










1974’den sonraki dönemde Türkiye ile ilişkiler konusu şekil değiştirmiş fakat Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs üzerindeki kontrolü daha da artmıştır. Zira bu kez de kuzeyin yeniden yapılandırılması ve ekonomik olarak planlanması gündeme gelmiştir. Henüz Ercan Hava Alanı yokken Türkiye’den siyasi veya askeri biri geleceğinde askeri helikopterle ulaşım sağlanmaktaydı. Bu helikopterlerden birinden inen Ziya Müezzinoğlu kuzey Kıbrıs’taki ilk ekonomik yapılanmanın mimarı olacaktı.
1974 tarihinde Türkiye’de iktidarda olan Bülent Ecevit, seçim vaatlerinde; İskandinav modeli, Finlandiya modeli diyerek örnek gösterdiği toprak reformunu ve devletçi bir modeli Türk seçmenlere sunuyordu. “Su kullananın, toprak işleyenin”  sloganını ile seçimleri kazanan Karaoğlan, Türkiye’de hedeflediği ekonomik programı kuzey Kıbrıs’ta da uygulamak istemiştir.



























Ecevit’in kuzey Kıbrıs’ta uygulamak istediği devletçi modelin hayat bulması için adaya yolladığı kişi, 1972’de maliye bakanlığı da yapmış olan Ziya Müezzinoğlu’dur. Ziya Müezzinoğlu, o dönem Ecevit’in ekonomik akıllarından biri olarak kabul edilen deneyimli bir bürokrattı. Türkiye 1974’e değin Kıbrıs ile ilgili işleri Ankara’da kurulan KİPİK adı verilen TC –Dış işlerine bağlı bir komite tarafından idare ederdi. Türkiye’deki 1974’e kadar olan Kıbrıs ile ilgili bu yapılanma hakkında deneyimli yazar Dr. Turhan Korun şöyle demektedir: “Bu komitede başlangıçta genelkurmay ve dış işleri vardı. Daha sonra her bakanlıktan bir bürokratın da dâhil olduğu söylenirdi. Daha ziyade bunların dediği olurdu. Fakat çoğu zaman Türkiye bürokratları ve askerlerden oluşurdu ve Kıbrıs ile ilgili günlük işleri bu komite takip ederdi. Başbakana ve Genelkurmaya bilgi verirlerdi. Kuzeydeki idareciler ise burada aylığı çeker ve günlük işleri götürürlerdi. Türkiye’deki bu komite de Kıbrıs’ın kuzeyi için Master Planı yapardı. Bu yapı, 1974 harekâtı sonrası yerini doğrudan doğruya TC Başbakanlığına bağlı, Ziya Müezzinoğlu başkanlığındaki bir komiteye bıraktı.

Bu nedenle, Ziya Müezzinoğlu zaman zaman Kıbrıs’a ziyaretler gerçekleştirip toplantılar düzenlerdi. Bu amaçla 1975’de kurulan K.T.F.D’nin ilk bakanlar kuruluna Türkiye’nin büyük desteğiyle Alper Orhon, Planlama ve Koordinasyon Bakanı olarak atanmıştır. Ziya Müezzinoğlu ile Alper Orhon özellikle teşriki mesai yapardı. Hatta o günlerde Kıbrıs’ta askerlik görevini yapan Yalçın Küçük’te bir müddet bu toplantılara katıldı. O sıralarda planlama dairesi başkanı Hilmi Refik’de bu planlamalara katılırdı. Yapılan çalışmalarda Rum’dan kalan fabrikalar ve mallar toplandı. Daha doğrusu, ganimetten kurtulanlar deylim. Ve örneğin Sanayi Holding, Cypfurvex, Zeyko, Turizm işletmeleri, Tütün İşletmeleri,  TAŞEL, Denizcilik İşletmeleri yani bildiğimiz KİT’ler kuruldu. Bu planlamalar yapılırken Alper Orhon Türkiye’den ciddi forsu olan bir kişiydi. O dönem Denktaş perde gerisine itildiydi. Hatta Alper Orhon Denktaş’ın sarayında makam odası almıştı.”

















Birkaç yıl önce Mete Tümerkan’ın eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı görevi de yapmış olan Hasan Özbaflı ile yaptığı röportajda, 
Dr. Turhan Korun’un anlattıklarına paralel olarak Özbaflı şöyle diyordu: “… harekâttan sonra biz ve Ziya Müezzinoğlu burada yönetimi ele aldık. Bunu kimse bilmez ve bunlar tarihi gerçeklerdir. 1974’ten sonra burada tam bir yönetim boşluğu vardı. Rauf Bey ile Türkiye’den buraya yönetici olarak gelen arkadaşlar bazı konularda çelişkiler içerisine düşmüştü. Daha sonra Alper Orhon’u getirdiler. Ve onu çok etkili ve yetkili bir şekilde hükümete aldılar. Planlama ve Koordinasyon Bakanlığı diye bir bakanlık kuruldu. Bir bakıma eski yönetim gölgede kalmıştı.

























     Bakın Erdal Andız sağ… Erdal Andız Saray Otel Müdürü’ydü. Saray Otel’in bodrumunu biz karargâh yapmıştık. Sabahlara kadar 3’lere, 4’lere kadar Ziya Müezzinoğlu ile biz Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik yaşamının stratejisini çiziyorduk. Mesela Sanayi Holding’i orada kurduk.  Bir kere hükümet yok. Bir tek Türkiye’den gelen Ziya Müezzinoğlu koordinasyon kurulu başkanı olarak burada. Ziya Müezzinoğlu toplum içerisinde sivrilmiş gençleri ve örgüt yöneticilerini özellikle, bir bakıma toplumu temsil nosyonu olan gençleri etrafına topladı. “Sanayi Holding’i biz kurduk” Ben vardım, Kamil Nuri vardı, Erdal Andız vardı, Zübeyir Ağaoğlu vardı… Daha bir sürü arkadaş vardı ama şu anda hatırlamıyor um.   Erdal Andız daha iyi hatırlar. Bütün kararlar Saray Otel’in bodrumunda alındı. Ne olacak o fabrikalar dedik… Ben sanayiden geldiğim için dedik ki her gruptan işte plastik var, gıda var, elektrik var vs. bu üretimleri ayrı gruplarda toplayalım ve bunları da birleştiren bir holding yapalım adı Sanayi Holding olsun. Bu şekilde bölümler halinde yönetilsin. Ziya Müezzinoğlu uygun buldu ve Sanayi Holding bu şekilde kuruldu.

Anlaşıldığı üzere Ziya Müezzinoğlu Saray Otel’de yaptığı çeşitli toplantılarla KİT’lerin kurulmasını ve kuzeydeki ekonomik yapının oluşturulmasını sağlamıştır. Daha sonraki yıllarda daha sosyalist bir kişi olarak bilinen eski işçi partili Niyazi Arenaslı’da Kıbrıs’a gelmiş ve o da bu ekonomik yapılanma için komünizmin alt yapısı gibi tanımlar dahi kullanılmıştır.  

Dr. Turhan Korun’un anlattıkları ise işin iç yüzünü daha net ortaya koymaktaydı:  “Bu yapılanma işleri devam ederken bazı problemler ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Denktaş yurtdışına gittiğinde, Alper Orhon gider Denktaş’ın makamına otururdu. Benim idareci, benim sorumlu derdi.  Öte yandan ise Meclis Başkanı Necdet Üner de gelir kavga çıkarırdı. Ben Meclis Başkan’ıyım diye.



























Bu sıralarda, Alper Orhon çok ciddi Türkiye desteğine sahip olduğu için Planlama Ve Koordinasyon Bakanı olduğundan ötürü, örneğin Yenişehir’deki evleri numaraladı ve buraya kimse oturmayacak dediydi. Tabii bundan daha sonra geri adım atıldı. Alper’in zayıf bir yanı vardı. Bütün gün uyur, gece gelir çalışırdı. Ama benim bildiğim kadarıyla Kooparatif Merkez Bankasının durumunu ele aldıydı. Nedir durumumuz, falan diye. Orhon zamanında Kıbrıs lirası 36 Türk Lirasına sabitlendi. Türk parasına geçildi. Kıbrıs lirası tedahülden kalktı. Esasında bir Kıbrıs Lirası 32 liraydı. Fakat çok hır gür çıkmasın diye bir Kıbrıs Lirasını 36 Türk Lirası olarak sabitlediler. Örneğin bankada Kıbrıs Lirası birikimi olanlar bir anda zarara uğradı. Hatta İngiliz üstlerinde çalışan ve maaşlarını Kıbrıs Lirası olarak alan Kıbrıslı Türkler de bu işten zarar görmüştür.
TC ile koordinasyonu sağlayan ve Denktaş’ın perde gerisine itilmesine sebep olan Alper Orhon bir müddet sonra askerle de takışmaya başladı. Dr. Turhan Korun o günlerde yaşanan olayları şöyle anlatmaktadır: “ Alper esasında bir oyuna getirildi: Saray Otel de bir arkadaş grubu ile sohbet edip içerken; ‘Bayraktarlığı da kapatacağım, Bayraktara da böyle yapacağım’ gibi tabirler kullandığı söylendi ve o gece orada masada olan Hürriyet Gazetesi’nden bir gazeteci bunu yazınca bu söylentiler yayıldı ve Alper’i görevden aldılar. Böylelikle Alper Orhon devri son buldu. Bu bir komploydu. Kıbrıslılar ve Hürriyet muhabiri bu işi tertipledi.” 3
Alper Orhon döneminde; TC Büyük Elçiliği ve Genel Kurmay birlikte kuzeydeki kontrolü sağlardı. Elçilik, Resmi Ordu ve Bayraktarlık kuzey Kıbrıs’ı yönetirdi. Bu yapılanmaya karşı Kıbrıslı Türklerden kimse ciddi boyutta tepki ortaya koyamamış/ koymamıştır.  Bu konu da ilk kez Federe Mecliste konuşma yapan Burhan Nalbantoğlu’dur. TMT’nin lav edilmesi gerekir diyen, TMT görevini yapmıştır diyen Burhan Nalbantoğlu’dur. 1976’da güvenlik kuvvetleri kurulana kadar bu yönetsel yapı devam etmiştir.

Görüldüğü üzere, Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik zemini oluşturulurken Türkiye’nin ekonomik programı uygulanmıştır. Bu bağlamda 1974’den sonra TC ‘den gelen göçmenlere, Ecevit’in “Toprak Reformu” olarak değerlendirdiği politikalar neticesinde Rum malları ve toprakları dağıtılmıştır. Burada ana politik etmen olarak Kıbrıslı Türkler yerine Ecevit hükümetinin uygulamaları ön plana çıkmaktadır. 1980 askeri darbesinden sonra iktidara gelen Turgut Özal Türkiye’de liberal politikalar izlemeye başlar. Özal, Kıbrıs’a baktığında, içine kapanık kendi liberal uygulamalarına ters düşen bir yapının kuzeyde hâkim olduğuna kanaat getirir. Özal, Türkiye’de tavsiye ettiği yapının “yavrusu” gibi gördü kuzey Kıbrıs’ı da kendi politikaları doğrultusunda şekillendirmeye çalışacaktır.

Alper Orhon’dan sonraki dönemde,  Ziya Müezzinoğlu başkanlığında organize edilen ekonomik yapıda ortaya çıkan KİT’ler, yavaş yavaş elden çıkartıldı. Özal dönemi ve sonrası buralar daha verimli olacağından dolayı özelleştirilmeye tabi tutulmadı. Adeta yağmalandı ve kuzeydeki egemen olan liderliğin eliyle yandaşlara peşkeş çekildi. Örneğin Rum’dan kalan fabrikalar içerisinde çalışır durumdaki makinelerle birlikte yandaşlara dağıtıldı. Fakat buralar değişik amaçlar için kullanıldı ve heba edildi. Zaman içerisinde kapatılan KİT’lerin Özal’ın öngördüğü liberal anlamıyla zarar ediyor olduğundan değil yağmalama düzenine ve tanıdık eş dosta peşkeş çekilmesi sonucu kapatıldığı ortaya çıkmaktadır.  Esasında Kıbrıslı Türkler KİT’ler kurulduktan sonra buralara sahip çıkmış ve bir ekonomik hareket başlamıştır. Fakat o günlerin egemenleri KİT’lere inanmayan ve Rum’dan kalan mallara, fabrikalara gözünü dikmiş yağmacı bir zihniyetle buraları kapatılıp, ona buna peşkeş çekilmeye devam etmişlerdir.   
Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulduktan sonra yeni anayasa çerçevesin de kabine oluşturuldu. 



























Yine Türkiye ile ilişkiler Ana ve Kuzusu bağlamında devam etmiştir. Bu ilişkiyi “istişare” kelimesiyle geçiştirmek mümkün değildir. Zira kuzey Kıbrıs’taki kabinenin liste halinde “Anavatan”a sunulması ve siyasi onay merci olarak görülmesi durumu devam ettirilmiştir.

Federe Devleti kurulduktan sonra ilk başbakan Nejat Konuk olmuştur. Rauf Denktaş ile ilk zamanlar arası iyi olan Başbakan Konuk’un daha sonra arası açılmıştır. Bu olayın sebebi olarak halk arasında konuşulan, UBP milletvekili Raif Denktaş’ın mecliste başbakanı eleştirmesiyle başlayan tartışmalar yönündeydi. Nejat Konuk, bu olaydan kısa süre sonra sağlık sorunlarını öne sürerek hem Başbakanlık görevinden hem de UBP başkanlığından affını isteyecekti. Dr. Turhan Korun o günlerde bu konu ile ilgili siyasi kulislerde olup biteni şöyle anlatmaktadır: “Nejat Konuk’u ansızın siyasi kulislerde hasta ilan ettiler. Konuk’un evhamlı bir yapısı vardı.  Kalp rahatsızlığı var dendi. O sıralarda ne hikmetse Türkiye’den bir grup profesör doktor geldi. Cerrahpaşa’dan gelen doktorlar, Dr. Kaya Bekiroğlu’nun arkadaşlarıydı. Bu profesörlere Nejat konuk’u kontrol ettirdiler. Ve dediler ki sen bu işi yapma sana zararlıdır. Ve böylelikle Nejat Konuk istifa etmiştir.”

UBP içerisindeki güç kavgaları sonucunda Nejat Konuk bu yöntemle siyasi arenadan uzaklaştırılmıştır. Daha sonra Osman Örek hükümeti kurulmuş, fakat çok geçmeden UBP içerisindeki siyasi rekabet onun da istifa etmesine yol açmıştır. Türkiye’nin etkin şekilde ekonomik ve siyasi etmen olarak kuzeyde hakimiyetini sürdürdüğü sırada iktidarsız iktidarın kendi arasında fikir değil güç paylaşımı konusundaki kavgaları Kıbrıslı Türklere ileriki yıllarda çok pahalıya patlayacaktır. Türkiye’nin onayı alınmadan kabinenin bile değiştirilemediği bu dönemde “Ana-Yavru” ilişkisi kuzeyde makam sahibi olmak için olmazsa olmaz bir hal almıştır. Osman Örek’i istifaya götüren olayın iç yüzünü o zaman Kıbrıs Türk Kültür Derneği üyesi olan Dr. Turhan Korun şöyle aktarmaktadır: “ Osman Örek’in başına büyük bir talihsizlik gelmişti. İstanbul Kıbrıs Türk Derneği’nin bir gecesi olurdu her yıl, Osman Örek, İstanbul’da bu geceye davetli olarak katılmıştı. İşte o geceye Kıbrıs’tan Osman Örek Hellim götürdü dendi ve gazetelere “Hellim Partisi” diye haberler çıkmıştı. Bunun üzerine Örek, istifa etmişti.”5 Osman Örek ise istifa gerekçesini UBP içerisindeki parti içi disiplinsizlik, uyumsuzluk ve çelişkiler olarak göstermiştir. 6 Osman Örek’in istifasından sonra yeni kabine gündeme gelmiş ve o dönem Turizm ve Tanıtma Bakanı olan Vedat Çelik’in ismi öne çıkmıştı. Halk arasındaki söylenti Vedat Çelik’in Denktaş’a yakınlığı nedeniyle Başbakan olacağı yönündeydi. 12 Aralık 1978’de yeni kabine açıklandığında ise halkın tahmininin tersine Vedat Çelik kabine’de yoktu.


























Dr. Turhan Korun’un bizzat şahit olduğu bu olay ile ilgili anısı TC ile ilişkilerin hangi düzlemde götürüldüğü konusunda oldukça önemlidir. Dr. Turhan Korun, o günlerdeki bu gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “O günlerde Saray Otel’de akşamüzeri ticaret odasının bir resepsiyonu vardı. Biz de Kültür Ocağının üyeleri olarak resepsiyona ortalarına doğru katıldık. Baktık orada herkes Vedat Çelik’i Başbakan olarak tebrik ediyordu. Ertesi gün gazetelere baktığımızda Mustafa Çağatay başbakan, Vedat Çelik ise kabine de yoktu. Lefkoşa kulislerinde o günlerde bu olay için konuşulan, Vedat Çelik’in ismini Türkiye’nin çizdiği yönündeydi. Yani Kuzey Kıbrıs’tan yeni kabinenin listesi Türkiye’ye gönderilmişti ve son tahlilde Türkiye Vedat Çelik’in isminin üzerini çizmişti. Başbakan olarak Mustafa Çağatay’da karar kılınmıştı. Türkiye’den onay alınarak açıklanan kabine’de isminin üzeri çizilen Vedat Çelik ile ilgili aradan yıllar geçtikten sonra; Denktaş, Boğaz’daki bir restoranda bir kısım arkadaşını yemeğe davet etmişti. Bu yemekte ben de vardım. Ve o akşam ki yemekte Nejat Konuk da davetliydi. Benim bildiğim, yıllar sonra Denktaş ve Konuk ilk kez burada bir araya gelmişti. Ben yemeğin ortasına doğru bir vesile yaratarak, bu Vedat Çelik başbakan olarak yazılmış Türkiye’ye dedim, ama Türkiye’de isminin üstünü çizilmişler ve Çağatay öyle olmuş Başbakan, dedim. Ben bu cümleyi sarf etiğimde Nejat Konuk ‘sen nerden bilin?’ dedi. Ben istediğim cevabı almış oldum. Fakat Denktaş da konuya katılarak doktorun söylediği doğrudur dedi. Yani benim bilgiyi onayladı. Aslında Vedat Çelik’in Türkiye’den onay almamasının sebeplerinden biri de o sıralar Hürriyet gazetesinde Vedat Çelik hakkında oldukça övgü dolu yazılar, haberler çıkmaya başladıydı. Böyle dışişleri, savunma bakanı görülmedi, böyle Turizm ve Tanıtma bakanı görülmedi, aslan, kaplan diye övgüler vardı.  Dikkatli okuyucu hemen bunun Vedat Çelik tarafından yazdırıldığını anlardı. Yani başbakan olmak için zemin hazırlardı. Fakat son tahlilde Türkiye bu işi engellemişti.”
7
Halk arasında bu olaydan sonra Vedat Çelik’in bakanlık döneminde, Araplara koyun, kuzu pazarladığı ve kendi ticari çıkarlarını ön plana çıkardığı yönünde dedikodu yayılmaktaydı. Tüm bu dedikodular bir yana konumuz açısından bakıldığında kuzey Kıbrıs’ın siyasi şekillenişi ve ekonomik yapılanmasında Türkiye’nin her zaman müdahil olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Mustafa Çağatay’da başbakan olduktan sonra da Denktaş ile arasında tartışma yaşandı. Zira Başbakan Mustafa Çağatay, KKTC kurulurken Federe Devlet anayasasının devamından yanaydı. Fakat Denktaş bunu istemiyordu. Çünkü o günkü anayasaya göre Denktaş ikinci kez Başkan olduğu için üçüncü kez Başkan olması mümkün değildi. Bu nedenle de Çağatay da istifa edecekti. İşte Türkiye’de Turgut Özal’ın Başbakan olduğu döneme girilirken kuzey Kıbrıs’ın siyasi ve ekonomik dizaynı böyleydi. Özal Başbakan olduğu sırada KKTC ilan edilmişti. Türkiye’nin inisiyatifi dışında gelişen bu olaydan ötürü Turgut Özal, Rauf Denktaş’a oldukça kızgındı.
Gelecek hafta kuzey Kıbrıs’ın Türkiye ile ilişkileri bağlamında ekonomik yapımızın Türkiye tarafından nasıl şekillendirildiğini ve nasıl yap boz tahtası haline getirildiğimizi, Özal dönemiyle birlikte ele alacağız. Kıbrıs’ın yetiştirdiği gerçek bir yurtsever olan deneyimli politikacı Alpay Durduran ile Özal dönemini ve Türkiye – kuzey Kıbrıs ilişkilerini değerlendireceğiz. Belki de ilk kez Kıbrıslı Türklerin 1986’da “Özal Paketi” olarak bilinen ekonomik paketin gündeme gelmesinden önce bizzat Alpay Durduran’ın çalışmasıyla kendi ekonomik tedbirler paketimizin nasıl hayat bulmadığını ve ilk kez kendimizin ürettiği bir ekonomik yapılanma fırsatının nasıl yitirildiğini birlikte göreceğiz…


DİPNOTLAR
1-3-4-5-7 Dr. Turhan Korun ile yapılan söyleşi, 6 Mayıs 2015, Lefkoşa


6 Fevzioğlu, Bülent, “Kıraathane-i Osmaniden, Cumhuriyet Meclisine (1886-1996) Olaylar ve Seçimler/Seçilenler”, TBMM-KKTC Cumhuriyet Meclisi Ortak Yayını, S: 75

*Resimler, Girne Milli Arşivi, 2015.

** Girne Milli Arşivi, İşçi Postası, 15/04/1981, Yıl:1, Sayı:46, Sayfa:1


..