KİMLİKSİZLER.,
Bayram Ankaralı,
Çoban Ateşleri,
26.09.2004
Avrupa Birliği macerasında son durağa doğru yaklaşılırken ilginç şeyler oluyor. Daha önceleri çeşitli vesilelerle konuya ilişkin yazdığımız yazılarla Avrupa Birliğinin “Ehli Salib” , yani “haçlı” birliğinden ve zihniyetinden öte bir şey olmadığını belirtmiştik.
Birçok “iyi niyetli” Türk insanı hala olayın farkında değil.
Küreselleşen dünyada azgın akan nehrin karşısında tutunmanın imkansız olduğundan tutun, AB içerisinde büyük ve etkin bir güç olabileceğimiz hayalini kuran insanlarla karşılaştım.
Aslında günümüzde asıl tartışılması gereken husus, AB’nin ülkemizi bünyesine alıp almayacağı falı değil, Avrupa Birliğine giriş sonucunda ne alıp, ne vereceğimiz olmalıdır. İşin bu boyutu kasıtlı olarak Türk milletinden saklanmaktadır.
Bu gün Avrupa Birliğini KİMLİK açısından değerlendirmeye çalışacağım.
Yakın zamanda bir Alman dostum bana çok acı bir olay antamıştı: Türkiye bürokrasisinde üst düzeyde görev yapan bir kişiye “neden Avrupa Birliğine girmek istediğimizi” sorar. Aldığı cevap kanını dondurur: “Biz nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Avrupa mı, Asya mı? Kimliğimizi ve evimizi arıyoruz.”
Bunu bana anlattığında bir an ona verecek cevap bulamadım. Sonra Türk toplumunda çok az bir kesimin, özellikle “dönme” olarak nitelenen bazı kişilerin bürokraside belli kademelere kadar gelebildiğini, Türk Milletinin büyük çoğunluğunun kimliğine ve onuruna düşkün olduğunu anlatmaya çalıştım.
Aslında bana daha acı gelen, yetmiş yıl önce ülkemizde azınlık statüsünde olan
insanların “Biz Türk’üz” adında kitap yazdıkları bir durumdan, Avrupa vatandaşlığı, vatansızlık ve kimliksizlik durumuna getirilen ülkemiz insanının durumudur.
Bu noktada bir parantez açarak Türkiye’de son 60-70 yıldır ortaya çıkarılan vaziyeti tahlil etmekte yarar vardır:
24.09.2004 tarihli Attila İlhan “Söyleşi” köşesinde konuyu tam anlamıyla izah etmiş: “a / İnönü Cumhuriyeti’nden itibaren öğretim/ eğitim sisteminin ‘aşırı’ Batılılaştırılması, sonunda Türkçe’nin, öretim dili olmaktan adeta çıkması; yeni kuşakları, ulusal kültürlerine ciddi şekilde ‘yabancılaştırmış’; kilisenin görkemli opera atmosferi –sinema ve TV’nin de etkisiyle Hıristiyanlığı çekici hale getirmiştir......”
Bir bireyin kimliğini değerlendirmesi “kim?” sorusuna verdiği temel cevapla ilgilidir. Kimlik bilinci “Milli Kültür”ün sonucu doğar.
Pekala, bir milletin kültürünü oluşturan değerler nedir?
Milli Kültür; dil, halk edebiyatı, halk müziği, halk oyunları, giyimleri, elişleri, inanışları, halk hekimliği, seyirlik oyunları, töreler, gelenekler ve benzeri maddi ve manevi alanlarda bir milletin uzun bir tarihi süreç içerisinde ortaya koyduğu, günlük hayatına kattığı, tarih içerisinden süzerek bugünlere taşıdığı ürünlerin binlerce yıllık birikimidir.
Milli kültürü yaşatan en önemli unsur ise toplum hafızasıdır. Toplum hafızası belli dönemlerde sekteye uğratıldığında ya da belli kopmalar oluştuğunda gerçek değerlerden de kopma ve uzaklaşma başlar, bunun sonucu kimlik arayışları ortaya çıkar.
Yukarıdaki kültür değerlerinden hangisi bugün yaşamakta, ya da yaşatılmaya
çalışılmaktadır? Aksine kendisini “soykırımdan” kurtarabilen bir avuç kültür değeri de koyu bir taasubun altında can çekiştirilmekte dir.
Parantezi kapatarak olaya AB ve küreselleşme açısından bakalım:
Alman dostumun bana, “peki sen AB konusunda ne düşünüyorsun?” şeklindeki sorusuna verdiğim cevapla devam edelim:
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, toplumların birlikteliklerinde dil ve din
birlikteliğinden daha az önemli olmayan unsur KÜLTÜR birlikteliğidir.
İki kültürün karşılaşması, hakim kültürün yekdiğerini hakimiyeti altına almasıyla sonuçlanır.
Avrupa Birliğini bugün oluşturan ülkeler teker teker değerlendirildiğinde hiçbirisi kadim kültür sahibi değildir. Tamamının ortak birleşkesi “Grek-Latin” kültürüdür. Bu öğreti zaten AB müktesebatında yer almaktadır. “Sokrates-Erasmus-Comenius ve Leonardo da Vinci” eğitim proğramları bunun etkin örnekleridir. Bir başka deyişle bu gün AB’yi oluşturan ülkelerin tamamının ortak bir kültürde buluşması kültür çatışmasına neden olmayacaktır. Burada kabullenilen, seçilen hakim kültür “Grek-Latin” kültürüdür.
Tamamiyle farklı nitelikler taşıyan, en azından yaşadığı kadarıyla dahi yüzde yüz farklılıklar taşıyan Türk-İslam kültürü bu kültürle birlikte yaşamaya başladığında ne olacaktır?
Elbette ki ciddi bir kültür çatışması sahne alacaktır. Bu durumda hakim kültürün galebe çalması kaçınılmazdır. Yani, açık-seçik kültür emperyalizmi...
Bu açıklamaları yaptıktan sonra şu ifadelerle konuşmamı bitirdim:
“Ben ülkemin ve milletimin kendi kültürünü ve kimliğini yaşamasını istiyorum. Çünkü bu kültür bin yılların birikimidir. Biz sizlerle dost olabiliriz. Karşılıklı işbirliği ve alışverişde bulunabiliriz. Ancak aynı kültürü ve kimliği paylaşmamız, yaşamamız mümkün değildir. Ben egemenliğimi bir başka ülke ya da ülkeler topluluğuyla paylaşmak istemiyorum. Ben bir başkasına benzemek değil, kendim olmak istiyorum. Kendim olarak büyümek, gelişmek..
İlişkiler karşılıklı olmak zorundadır. Bir tarafın diğerine sürekli isteklerini zorla kabul ettirmesi insanlık ahlakına aykırıdır. Bu nedenle ben Avrupa Birliğine girmekten yana değilim!....”
26.09.2004
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder