12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 21
Cumhuriyet tarihi boyunca ve Atatürk ilkeleri çerçevesinde İslam ve laik devlet olabilme faktörü hep tartışılmıştır. Bu öyle uzun bir tartışmadır ki bu birlikteliğin anlamını ve ayrıştırmasını 21. Yüzyıl Türkiyesi hala yapamamıştır. Türban krizi 2009 yılında dahi çözümlenememiş ve siyasi partiler tarafından defalarca kullanılarak halkı mağdur etmiştir.
Ülke ilk kez RP ile Erbakan eşliğinde din üzerinden siyasi kutuplaşmayı seyretmiş ve sonuç olarak da 28 Şubat sürecini yaşamıştır. 28 Şubat Post-Modern Darbesi ile durulan gerginlik 2002 yılında Milli Görüş felsefesi öğrencilerince oluşturulmuş AK Parti’ nin tek başına iktidara gelmesi ile ilerleyen yıllarda yeniden zirve yapacaktır. Laikliğe tehdit olarak kabul edilen partinin varlığı her kesimden insanı tartışmalar içine çekecek ve ülke bu sefer de ‘’Atatürkçü/ Laik’’ ve ‘’Ilımlı Müslüman ya da Dinci-Gerici’’ olarak ikiye bölünecektir.
Politikacılar bir yandan, el altından ikide bir siyasete bulaşanlar ve dış güçler öte yandan türban krizinin çözümüne ne yazık ki bundan sonrasında da olanak sağlamayacaktır. Bugün üniversitelerde bir numara sorun haline gelen türban, 12 Eylül rejimi ile YÖK ürünü olarak karşımızdadır. Görüldüğü gibi 20 yıllık ikircikli kararlar, açık ve örtülü destekler, bu işi içinden çıkılmaz yapmış ve sonunda, AKP’ yi iktidar yapmıştır. Türban, 28 Şubat 1997 sürecinde hız kesmiş gibi görünse de, üniversitelerde türbancı kafada öğretim üyeleri çoğunluktadır. Ayrıca, türbana yakınlık duyan ya da eşi türbanlı profesörler rektör ve dekan olarak atanmaya devam edilmektedir. Bugün göreceli olarak YÖK bu konuda başarılı gibi görülse de, Milli Güvenlik Kurulu baskısı kalktığında, türban bugünkü YÖK yöneticileri eliyle yeniden hortlayacaktır. 254.
2002 yılı itibarıyla tek parti iktidarının sahibi AKP gerek varlığı gerek felsefesi ve gerek icraatları ile Türkiye’ yi bol çalkantılı bir döneme sürüklemiştir. Türk siyasi tarihinin kilometre taşlarından birisi olarak adını yazdıran parti en çok siyasal İslam peşinde koşmakla suçlanmış, Atatürk ilkelerine sebat etmediği gerekçesi ve din üzerinden rant sağlamak iddiası ile polemiklerin ana kaynağı olmuş ve toplumsal huzuru tehdit ettiği savı ile 2008 yılında kapatılma davası ile bile karşı karşıya bırakılmıştır. Yüksek oranda seçmen kitlesi olan parti
muhalefet ile yaşadığı sorunlar, tartışmalar ve karşılıklı salvolarla da kendi yükselen değerini yıpratmıştır. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen partinin güçlü tabanı ve karşılıksız sevgi besleyen yandaşları açılan yaraları kısa sürede tedavi etmede oldukça başarılıdır.
‘’Türbanla ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda öne sürülen iddiaya göre türban nötr bir şey değildir, ideolojik bir yaklaşımın, dolayısıyla siyasi bir tavrın simgesidir. Kadınların kendi özel yaşamlarında başlarını örtmesinden farklı bir anlam taşır. Yasaklanması bu nedenle gereklidir. Ben bu iddianın doğruluğunu değil buradan hareketle başka bir şeyin, bugünkü iktidarın ve AKP' nin siyasal konumunun üstünde durmak istiyorum. Söze türban tartışmasından girişimin nedeni de onunla türban sorunu arasında kamuoyunun gördüğü, saptadığı bir ilintidir. Bunun bir nedeni partinin ve hükümet üyelerinin önemli bir bölümünün
eşlerinin başını kapaması, Tayyip Erdoğan' ın ifadesiyle onların türban sorununu bizzat yaşamasıdır. Bu fiili durum, eğer mevcut iddia doğruysa, AKP' ye öncelikle ideolojik bir parti niteliği kazandırıyor.255.’’
Ülkede varlık gösteren ve artan dozuyla rahatsızlık veren türban krizi ve beraberinde laik-dinci tartışmasının kökenine inildiği zaman tabansal ayrımlar çıkar ortaya. Tabansal ayrımların özünü yaşamsal farklılıklar, biçemsel öğeler oluşturur. Yetiştirilme tarzı, kişisel eğitimdeki kriterler, alışkanlıklardaki-beğenilerdeki farklılıklar, ekonomik statü, evlerdeki yaşantı ve ailevi değerler elbette iki kültür arasında süreğen, derin bir uçurum oluşturmuştur Türkiye’ de. Dolayısıyla ortaya bir de kentleşme sorunu çıkmaktadır. Zira dine sarılmış
kesimin büyük bir çoğunluğu kırsal kesimde oturan ya da kazancını kentlere göç edip, yerleşerek elde etmeye çalışan ve fakat hayatla hesabı olan insanlardan oluşmaktadır. İki öğe, iki dünya arasına sıkışıp, kimliğini neresi ile bütünleştireceğinin analizini, çözümlemesini yapamamış kesimdir aynı zamanda bu. Sonuçta zıt zıta dünyalara ait grupların bir araya gelince çarpıştırdıkları ideolojik farklılıklar şüphesiz kutuplaşmayı beraberinde getirmektedir.
‘’Ülkemizdeki kentleşme olgusu toplumsal ve ekonomik yapıyı biçimlendiren temel öğelerden biridir. Yalnız, tarımdaki değişmelerin ve sanayileşmenin bir sonucu değil, toplumsal değişme sürecinin de bir göstergesidir. Siyasal partilerin olduğu kadar kentleşme olgusunun da var olan kutuplaşmayı arttığı söylenebilir. Çok partili hayata geçiş, sanayileşmenin başlaması ve dolayısıyla köylerden kentlere göçün yaşanması toplumsal değişmeyi hızlandırmıştır. Kentleşme ve kırsal alanlardan kente göçler 1970’ lerde ivme kazanmış ve 1980’ li yıllarda hızlanmış ve 1990' lı yılların ortasında zirveye çıkmıştır: 1980 yılında toplam nüfusun yüzde 45. 5’i kentlerde yaşarken, bu oran 1985 yılında % 51.1, 1990
yılında % 56.3’e ve 2000 yılında % 65.03’e yükselmiştir.256.’’
Köylerden kente ilk göçler 1950’ lerde Adnan Menderes politikasıyla başlamıştı. Ne var ki bu göç dalgası 1980’ lerin ortasından itibaren tavan yaptı ve kitlesel göç olarak kendini göstermeye başladı. Artık her yerden akın akın insanlar, zincirleme, büyük kentlere akıyordu.
İlk göç yeri taşı toprağı altın İstanbul’ du, sonra diğer büyük şehirlere de akım başladı. İzmir ve Adana en çok göç alan diğer şehirler oldu. Ardı arkası gelmeyen ekonomik krizler doğal olarak toplumsal çözülüşü hızlandırmış ve fatura büyük kentlerde yaşayan insanlara çıkmıştı. Kentliler bundan sonraki hayatlarında hemşerileriyle haşır neşir olmak zorunda kalacak ama bazıları bu hemşerileri asla kabullenmeyecekti.
Türk halkı öteden beri feodal bir toplumdu. Dolayısıyla toprağını, hayvanını çok
seviyor ve geçimini onunla sağlıyordu. Bu tablo uzun bir süre devam ettikten sonra 12 Eylül’ ün dokunduğu her şeyi değiştirmesi gibi kırsal kesim insanı da bu başkalaşımdan nasibini aldı. Bir anda insanlar durağan hayatlarını, topraklarını arkalarına alıp göç etme sevdasına tutuldular. Tebdil-i mekânda ferahlık vardır düşüncesiyle köy hayatına son verip, geçmişle yollarını ayırdılar ve büyük şehirde ekmek peşine koştular. Büyük büyük hayalleri vardı.
Büyük şehir onlara büyük ekmek kapılarının da yolunu açacaktı. Yazık ki beraberlerinde getirecekleri kendi bireysel hayatlarını, kültürlerini, alışkanlıkları nı, doğuştan kazandıklarını hiç hesap etmemişlerdi. Kente geldikten sonra yaşam tarzlarını değiştirmemeleri onlara hep sorun yaratır olacaktı. Zira ne kentli kırsal kesimden gelene ne de kırsal kesimden gelen kentliye uyum sağlayabilecekti. Bir taraf az uz da olsa para kazanıyordu, küçük küçük işletmelerde nasibinin peşindeydi. Diğer taraf kente para kazanmaya aslında kentlinin parasına ortak olmaya gelmişti. Şüphesiz sorunlar sadece maddi
boyutta değildi. Kentlinin kırsal kesimden gelenin getirdiği kültürle de sorunu vardı. Zira köylü ne köylülüğünden arınabiliyor ne de kentli olabiliyordu.
1950' lerden sonra başlayan köyden kente göçün mekânsal izdüşümü olarak, özellikle büyük şehirlerin fiziksel dokusuna dâhil olan gecekondular ve kentlileşme politikalarının kentin gelişme dinamikleri ile örtüşmemesi nedeniyle oluşan çöküntü alanlarının yanı sıra, özellikle 1980' lerden sonra ortaya çıkan globalleşme kavramının ortaya koyduğu yeni bir kentsel doku formu ve sosyal yapı, kentsel sistemlerin süreksizliğini meydana getirmektedir.
Kentlerin gelişmesinde etken iç dinamiklerin (sanayileşme) ve dış dinamiklerin (globalleşme) denge durumunda olmaması hali ile ortaya çıkan kentsel süreksizlik büyük şehirlerde farklı kimliklerin oluşmasına nedendir. Algıladıklarımızın sınırlandırdığı yaşam biçimlerinin, algılanan mekân örüntüleri ile ilişkisinin yaşanılan kentsel alanlar içinde sosyal yapı mekân İlişkisini ortaya koyması zorunludur. Değişen zaman, özellikle değişimin hızlı olduğu kentsel
yerleşmelerde mekânsal dönüşümün hızlanmasında etkendir. Çünkü zaman faktörü kentsel dinamiklerin rol oynadığı sosyal yapı üzerinde de bir etki unsurudur. Sosyal yapının değişimi kentlerin sosyal ve fiziksel morfolojisi üzerinde yeni değişkenler ortaya koymakta ve bu, kendi iç döngüsünü yaratan yeni kentsel sistem parçalarının -yeni gettoların- meydana gelmesine neden olmaktadır257.
Kitlesel göçün beraberinde topluma kazandırdığı iki yeni olgu vardı: Gecekondular ve Arabesk. Kırsal kesimden gelen insanın kente, kentli olabilme statüsüne adaptasyonu hem zorlu hem sancılı hem de uzun oldu. İlk gelenler diğer gelenlere, geleceklere hemşerilik yaptı, yol gösterdi. Yerleşim merkezleri şehrin dışında ya da şehrin tepesinde, göze batmayacak, kentlinin düzenini bozmayacak şekilde ayarlanmıştı. Derme çatma, tapusuz, hiçbir yasallığı
bulunmayan alelacele dikilen evler, barınaklar ya da çadırlar bir anda büyük şehirlerin sırtlarına gerdanlık gibi dizildi. Kendi başının çaresine bakıyordu sonuçta köylü, muhtaç olmadan karnını doyurmaya çalışıyordu. Mecburdu bu yaşamı sürdürmek için başını sokacağı bir çatı kurmaya. Varsın derme çatma aniden dikildiği için gecekondu desinlerdi, sıcaktı ya yuvası o yeterdi. Sonuçta bu cefalı hayatı kaldırabileceği bir de müzik türetmişti. En zor anında nasıl olsa ona sarılırdı.
Gecekondu olayında, ancak Batı modeli örnek alındığı zaman sağlıksız ya da çarpık sıfatları bir anlam taşır. Azgelişmiş ülkeler açısından ise gecekondu olayı son derece doğal ve normal gözükmektedir. Çünkü hepsinde vardır ve kendiliğinden oluşmuştur. Doğal ve normal demek, yalnızca genellikle görülen demektir. Yani bir frekans, bir gözlem sıklığı belirtir.
Yoksa iyi, doğru, güzel gibi değer yargıları taşımaz. Böylece en önemli noktalardan birine gelmiş bulunuyoruz: Türkiye’ de gecekondu olayı ne denli normal ise, Arabesk olayı da o denli normaldir. Gecekondu ne denli kalıcı ise, Arabesk de o denli kalıcıdır. Ya da daha doğru bir deyişle, gecekondu olayı ne denli geçici ise Arabesk olayı da o denli geçicidir.258.
Toplumun diğer kesiminin gözüne batmaya başladı bu gecekondulaşma süreci ve elbette konutlar, konut sahipleri. Bir müddet sonra kimisi ‘’kenar mahalle’’ dedi, kimisi ‘’varoş’’. Umutsuz bir grup yaşıyordu bu gecekondularda ve bu gecekonduların kümelendiği varoşlarda. Gelecekten beklentileri yoktu, derin bir yoksulluk çekiyorlardı. İtilmişliği, kabullenilememe yi, ötekileştirilmeyi yaşıyorlardı. Kentli ile kolay kolay bir arada duramıyorlardı. Zira 12 Eylül sonrası toplumda büyük bir kutuplaşma oldu, sınıf ayrıştırılması yapıldı. Varoşlarda yaşayan halk tüketimden de pay alamadı, tüketemiyor du, tüketeceği geliri yoktu zaten. Tek sıkıntısı karnını doyurmaktı ve yaşama kıyısından tutunmak. Üstelik kentli ile -bazılarının deyişi ile bir üst sınıfla- her şeyleri farklıydı. Konuştukları dil, dine inanma biçimleri, yaşam şekilleri ve elbette dinledikleri müzik…
Arabesk müzik, 1980 sonrasının en favori müziği oldu, kültürümüze yerleşti.
Gecekondulaşmanın, kırsal kesimden kente göç etmenin ve kente geldikten sonra kentlileşememenin getirisi oldu. Acılıydı; acının, ezilmişliğin, kadersizliğin müziğiydi.
Dolayısıyla bir anda fanatikleri oldu. 80 sonrası sürpriz bir şekilde halk aynı müzik türü üzerinden isyanını haykırıyordu. Arabesk acısını alıyordu hayatın, yaşamayı daha katlanılır bir hale getiriyordu. Acılar ortaktı, isyan ortaktı, yaşananlar ortaktı. Arabesk de bütün bunların ilacı oldu.
Kentli sevmedi önce bu müziği, tahammül edemedi, söyleyenleri de dinleyenleri de dışladı. Hele hele dolmuş şoförlerinin bitmez tükenmez şekilde arabesk şarkıları yolcuya dinletmesi, her yerde marş gibi çalınması illallah dedirtti. Lakin arabesk bir tümör gibi toplumu çepeçevre kavradı ve bir daha da bırakmadı.
80’ lerde genellikle ‘’arabesk’’ adı altında toplanan çeşitli müzik tarzları, yaygınlık ve üretkenliklerini, kendi geleneksel kültürlerinden kopmuş ama şehir kültürünün de parçası olamamış, her ikisine de yabancı insanların varlığına olduğu kadar, bu sentetik dili müzikte yeniden üretebilmelerine, müziği organik bir sentez oluşturamayacak kadar farklı tarihlere sahip türlerden (Arap müziği, taverna müziği, pop müzik, Türk müziği, türkü ya da marş)
alıntılara yer veren bir yüzeye dönüştürmüş olmalarına da borçluydu. Aynı zamanda, bir zamanlar parçası olduğu ortamla organik bağını koparmış bu türleri taklit etme ve bozarak kullanabilme becerisine.259.
80' li yıllarda her alanda olduğu gibi müzikte de gerileme dönemi yaşandı. Darbeden sonra müzik sektörü kötüleşti. Pop müzikte O yılların en önemli çalışmaları Fikret Kızılok' un "Zaman Zaman" ve Nur-Ergüder Yoldaş' ın "Sultanıyegâh" albümleri idi. TRT, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ve Ersen Erdura gibi sanatçıları pompaladı. İlhan İrem kulağında küpe olduğu için, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan ve Timur Selçuk gibi sanatçılar da yasaklı olduğu için TRT ekranlarına çıkarılmadı. 90'larla birlikte çok satan ama hemen sönen sanatçılar ve albümler piyasaya çıktı.260.
12 Eylül’ ün en çok zarar verdiği kesim elbette gençlerdi. İlk önce düşen kalelerden birisi de gençler oldu. Zira onların anne babaları darbeyi ve askeri rejimi yaşadıkları için çocuklarını kapalı fanuslar içinde yetiştirmeye başladılar. Darbe onların elinden öyle çok şey almış ve öyle kapsamlı acılar yaşatmıştı ki doğal olarak çocuklarını her türlü tehlikeden koruma yoluna gittiler. Acının boyutlarının sivriliği çocuklarına değmesin istediler. Çocuklarını sindirdiler çünkü kendileri de sindirilmişti. Çocuklarını küçük dünyalar içine sıkıştırdılar çünkü kendileri de sıkıştırılmışlar dı. Onların ufkunu daralttılar çünkü kendi dünyaları da daralmıştı. Ufukları çizilmişti. Dolayısıyla hayat çocuklarını yormasın istediler,
rüzgâr değmesin, ayakları taşa dokunmasın. Lakin bu da işe yaramadı çünkü kullandıkları bu yaptırım mızrak misali dert yükü çuvala sığmayacaktı.
12 Eylül öncesi gençlik, mücadelenin içinde olanlarıyla da olmayanlarıyla da çok
okuyordu. Yurtta ve dünyada olanları izliyor, tartışıyor, politikayla yakından ilgileniyordu.
Siyasi partilerin gençlik kolları göstermelik değil, en aktif ve düşünce üreten unsurlarıydı. Oysa 12 Eylül sonrasının gençliği ne politika ile ilgilendi, ne bir şey okudu ne de bir şey tartıştı. Kalıplar içine sıkıştırılan kimliğini sorgulayamadı, içinde yaşadığı dünyaya hesap soramadı. Ne nedenleri vardı ne niçinleri…Varsa yoksa cevapları…her şey için öyle cevapları vardı ki…Nede olsa ezilmiş olanlardı onlar, yaşam hakkı elinden alınanlar… Önce kıyafetleri sorgulandı, kıyafetleri eleştirildi ama onlar apartman topukları, bol paça pantolonları, vatkaları ve aslan yelesi saçları ile zaten çok mutluydular. Aerobikler, permalar, meçler, taytlar en sevdikleri oldu. Aslında onlar bir ihtilalın gölgesinde hayat mücadelesi veriyorlardı. Fiziksel görüntü belki sadece olana bitene tepkiydi ve içlerindeki
açmaz ancak böyle, çıkmaz sokaktan sağlam bir sokağa çıkabiliyordu.
‘’80' lerde bütün dünyada iğrenç bir moda anlayışı vardı. Türkiye'ye de o iğrençlik tesir etti. 80 'li yıllara modanın en unutulması gereken yıllar olarak bakıyorum. Ayrıca iğrenç moda bir de Türkiye'de oryantalizm ile karıştı. Kafalarda tokalar, kristal avize şeklinde küpeler, altı vatkalı elbiseler, hepsi kırsal kesime kadar yayıldı. Gariptir ki 80 modası Türkiye'de çok tutuldu. Modanın en çok yozlaştığı dönem, Türkiye'den en çok tutulan dönem olmuştu. 90'larda pek bir şey yok. Modanın çok karmaşık olduğu bir dönem. İnsanlar artık
modayla ilgilenmemeye başladı. Kadınlar artık modanın trendi bu, giyeceğiz şeklinde bir kaygı taşımamaya başladı. Hala bu şekilde devam ediyor. Artık kadınlar ne yakışıyorsa onu giyiyor ki bence moda en doğru zamana geldi261.’’
Yakın tarihimizin en ağır, en sancılı dönemlerinden birine rastlayan 12 Eylül
gençliğinin temel sorunu teslimkarlıktır aslında, koşulsuz teslimkarlık. Teslimkarlık bir müddet sonra vurdumduymazlığı getirir. Teslimkar oldukça vurdumduymazı oynarsınız sonra da üç maymunu.
‘’İnsanlar içine doğdukları ortamı pek doğal olarak doğal kabul ederler. Bir Filistinli’ ye siyasî bilinç kazandırmak gerekmez. Normal koşullarda, zaten pek özenilecek durumda olmayan siyasî-toplumsal hayatı 12 Eylül yüzünden hepten kaymış bir memlekette yetişen gençlerin bu konuda haliyle iyi kötü fikir sahibi olması beklenirdi. Soru şu: Acaba biz ne yaptık da, bırakın Osmanlı’ nın yıkılışını, Cumhuriyet’ in kuruluşunu, çok partili siyasî hayata geçişi şunu bunu, bu kadar yakın bir felaket, üstelik tâ bugüne kadar geleceği belirlemiş bir felaket hakkında böylesine bir cehaleti Türklerin insanlığa armağanları arasına kattık262?’’
12 Eylül’ ün çıplak şiddeti toplumun her kesimden insanı sarp sarmalamıştı ama solu ezip gezmişti ve elbette bir de gençliğin gücünü yok etmişti. Gençlik aslında yenilgiye uğratılmıştı. Cıvıltısı, masumiyeti, öğrenme-merak etme yetisi, birey olabilme ve özgür yaşama fırsatı elinden alınmıştı. Aktif olarak hayatın içine katılma şansı yoktu. 80’ li yıllar ile birlikte gençliğin genç olma, genç olabilme farklılığı duvara toslamıştı. SSCB, ABD’ nin etrafında oluşturmaya çalıştığı ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesini haklı olarak varlığına ve çıkarlarına ters buluyordu. Türkiye ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesinin en önemli mihenk taşlarından biriydi. Rusya, Avrasya’ nın diğer güçlü ülkesi Türkiye’ yi ABD politikasından uzaklaştırma yoluyla ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesinde
büyük bir gedik açmayı düşünüyordu.Türkiye’ nin Rusya yanlısı bir politika izlemesi ya da Amerika’ dan uzaklaşmış olması, Rusya’ ya son raunda derin bir nefes aldıracaktı. Rusya böylece ABD’ nin politikasını bozacak, NATO’ ya büyük bir darbe indirecekti. Arap Devletleri’ ne rahatlıkla ulaşabilecekti. Türkiye’ de NATO’ ya ve ABD’ ye vurulacak bir darbe kısa sürede Yunanistan’ a ve İtalya’ ya sıçrayacaktı. Böylece ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesi yerle bir olacak Rusya son raund daki bu taktiğiyle mücadeleyi kazanacaktı.263.
Türkiye’ nin 68 kuşağı itibarıyla ve sonrasında, yaşadıklarında dış güçlerin ve en önemlisi Amerika’ nın etkisi büyüktür. Amerika 70’ li yılları takriben bizzat Türkiye’ nin içişlerine müdahil oluyordu. Türkiye onun için büyük bir piyondu. Avrasya’ daki, Ortadoğu’daki en önemli gücüydü. Dolayısıyla Türkiye’ nin peşini bırakması, ellerini çekmesi mümkün değildi. Türkiye olmadan, o bölgedeki senaryosuna hâkim olamazdı, o bölgede itibarı kalmazdı. Şüphesiz güç yarışını kimseye de bırakamayacağı için planın düzgün işlemesi gerekiyordu.
70’ li yılların ortası ile devreye giren koalisyon hükümetlerinden ve Ecevit iktidara geldikçe, Ecevit’ in iktidarda olmasından duyduğu rahatsızlığı Amerika farklı senaryolarla kamufle etmeye çalıştı ve Rusya’ nın Türkiye’ ye yakınlığını da bloke etti. Öyle anlar geldi ki ve öyle olaylar yaşandı ki, tıpkı 1 Mayıs ya da Maraş olayları gibi, olup bitene kimse anlam veremedi. Oysa sahne arkası ve sahne arkasındakiler belliydi. Bir yanda CIA bir yanda KGB planlı programlı çalışma yürütmüş ve tasarladıkları kurgusal olaylarla ülkeye 12 Eylül’ ü hediye etmişlerdi. ABD ilk önce gençleri ve sivil halkı ele geçirmiş amacına hızla uzaklaşmıştı. Nitekim olayın aleniyeti sonrasında tescillenecekti. ABD ' li eski diplomat Paul Henze Türkiye' de 12 Eylül 1980 ihtilalı olunca Başkan Jimmy Carter' a haber verirken 'Bizim çocuklar başardı- (Our boys did it)' diyerek olayı duyuracaktı.
BU BÖLÜM DİPNOTLARI;
254 Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’,
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2
255 Hasan Bülent Kahraman, ‘’Türban, İdeoloji ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 09.12.2002
256 Hakan Altıntaş,‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.20
257 Hakan Altıntaş,‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.21
258 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.236
259 Nurdan Gürbilek, ‘’Vitrinde yaşamak -1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları -1992,s.20
260 Müzik Eleştirmeni Murat Meriç, ‘’Müzikte Gerileme Dönemi Yaşandı’’, Sabah Gazetesi,
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun126.html
261 Cemil İpekçi: ‘’80’li Yılların Modası Gerçekten İğrençti’’, Sabah Gazetesi,
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun104.html
262 Ümit Kıvanç, ‘’12 Eylül’ de Biz Gençtik’’, Taraf Gazetesi, 01.07.2009
263 Mehmet Işık, ‘’Türkiye’ nin Karanlık Penceresi’’, Karma Kitapları-1. Baskı, İstanbul- Ekim 2007, s.126
22 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder