28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 2
1970’lerin sonunda, ülke genelinde, sağ-sol gruplar arasındaki çatışmalar bahane edilerek, olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamalarıyla toplumu cendere altında tutan vesayet düzeninde, askeri ihtilalin toplum gözünde meşrulaştırılması için huzur bozucu olaylara ve çatışmalara göz yumulmuş, hatta psikolojik harekât faaliyetleriyle bu olaylar desteklenmiştir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu siyasi atmosfer ve gelişen olaylarla beraber anarşi sorununun artması ve kimlik kökenli sorunların gündeme gelmesi, ağır ekonomik bunalımlar ve siyasi sorunlar neticesince son klasik darbe olan 12 Eylül 1980
Askeri darbesi beraberinde gelmiştir. Kendilerine MGK (Milli Güvenlik Konseyi) adını koyan beş orgeneral tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Askeri
darbesiyle, TBMM ve siyasi partilerin tamamı yeniden kapatılmış, Türkiye tarihinin en yoğun işkence ve yargısız infaz olayları yaşanmıştır. Neticede bu darbe, ülkenin onlarca yıl gerilemesine ve yüzbinlerce gencinin hayatının kararmasına ve ülke ekonomisinin çökmesine sebep olmuştur (Komisyon, 2012, s.11).
12 Eylül 1980 Askeri darbesine giden yola baktığımızda yukarıda ki nedenlerle beraber özellikle parlamenter sistemin tıkanıklığının etkisi ile sivil rejimin
çöküşe doğru gittiği bilinmektedir. Ordu parlamenter sistemin sorunlarını çözmede inisiyatif alamamasının itici gücü ile beraber Türkiye Cumhuriyeti siyaset yaşamında üçüncü kez devlet yönetimine el koyarak 12 Eylül 1980’de bir kez daha demokrasinin askıya alınmasına sebep olmuştur.
Bunun yanında 12 Eylül 1980 Askeri darbesine giden yolda o dönem içerisinde kurulan ve genelde başarısız olan koalisyon hükümetlerinin de etkisi
olduğu bilinmektedir. 12 Eylül 1980 Askeri darbesi son klasik darbe olmakla birlikte Türkiye tarihi için son müdahale değildir (Aktaş, 2011, s.6).
Bu çalışmamızın asıl konusunu teşkil eden ve ayrıntıları ile incelenecek olan “28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” başlıklı çalışmamız
için gerekli olduğu düşünülen askeri müdahaleler ve etkileri için kısa bir anlatım düşünülmüş ve yukarıdaki anlatılanlarda ve yeri geldikçe daha geniş bir şekilde
değinilecek ve izah edilmeye çalışılacaktır.
Bu çalışmamızın hazırlanmasında ortaya çıkan temel soru, “28 Şubat Süreci’nin” bildiğimiz anlamda, süreç ve sonuçları itibariyle tam olarak anlaşılabilmiş
bir darbe olup olmadığıdır. Zira konu tanımlanırken bu süreç; darbe, muhtıra, müdahale, post-modern darbe gibi kavramlarla tanımlanıyor, bu ifadeler
çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmış olmakla beraber ayrıca 28 Şubat sürecinin, sürecin ne zaman başladığı ve hatta daha da karmaşık olan ne zaman
bittiği sorusuna cevap bulmak o kadar da kolay olmasa gerek (Akın, 2011, s.1). 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve o yıl
içerisinde ki yaşanan önemli gelişmeler gösterilmiş olsa da ancak bu sürecin bitişi konusunda oldukça farklı görüşler bulunmaktadır. 28 Şubat sürecinin bitişi
kimilerine göre dönemin Başbakanı olan Necmettin Erbakan’ın 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa etmesiyle kapanmış, kimine göre de RP’nin (Refah Partisi)
kapatılmasıyla 28 Şubat süreci tamamen kapanmıştır. Bazı yazarlar ise AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) kurulması ve hükümet olmasıyla sürecin bittiğini
söylemekle beraber ancak yaşananlar bu sürecin bıraktığı izlere bakılırsa aslında bu sürecin bütünüyle kapanmadığı da söylenebilir. Zira asker kendini takip
eden yıllarda tekrar tekrar hissettirmiştir (Akın, 2011, s.1).
Ancak, yapılan bütün bu müdahalelere ve yaşanan olaylara rağmen, Türkiye’de, yakın geçmişe kadar, söz konusu darbe süreçleriyle yüzleşilememiş; darbe
failleri ve sorumluları ortaya çıkarılamamış ve yargılanamamıştır. Bu nedenle, yapılan her darbe, bir sonraki darbenin tohumlarını ekmiştir. Bu hesap
sorulamazlığın en önemli sonucu, darbelerin her birinde, darbelere zemin oluşturan “vesayetçi” anlayışın tahkim edilmesi; ordunun siyaset üzerindeki
etkinliğinin güçlenmesi olmuştur. Bu nedenledir ki, bu gün bile 12 Eylül dönemine ait birçok yasada (MGK, MİT, TRT ve YÖK Kanunları gibi) söz konusu
darbeci/vesayetçi anlayışın izlerine rastlamak mümkündür (Komisyon, 2012, s.13).
1990’lı yıllarda darbe anlayışı yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan ve
tarihe “post modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçilmiş bir hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya
zorlamışlardır.
Bu maksatla, psikolojik harekât yöntemleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon hükümetini
oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (Komisyon, 2012, s.13).
28 Şubat süreci Türkiye’de darbeler tarihinin istisnai anlarından biridir. 28 Şubat süreci ve sonrasında ki tarihi MGK (Milli Güvenlik Kurulu) Toplantısı her
bakımdan tarihe geçmiş olmakla beraber demokrasi tarihimizde derin yaralar açmıştır. Türkiye’nin yakın dönemine baktığımızda 28 Şubat sürecini bütüncül
bir bakış açısı ile değerlendirmek sadece asker-sivil-bürokrasi-yargı-medya-sermaye ve STK (Sivil Toplum Kuruluşları) ile işbirliği zeminin de 54.Hükümetin’in demokrasi dışı ve toplumun manipülasyon yoluyla devrilmesi işi değildir (Babacan, 2012, s.21).
Demokratik uygulamaların askıya alındığı, insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı ilk üç müdahale her yönüyle birbirine benzemektedir. 28 Şubat
müdahalesinin ise farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle ilk üç müdahale gibi kesin, ani ve sert olmamış; bir süreç içinde gelişerek etkilerini göstermiştir.
28 Şubat süreci içinde Silahlı Kuvvetler, medyayı son derece etkin bir biçimde kullanmış, psikolojik savaş yöntemleriyle kamuoyu oluşturmaya girişilmiş,
kamuoyundan sağladığı destekle siyasal alana yönelerek kendi doğrularını empoze etmeye çalışmıştır. Bunda da oldukça başarılı olduğu söylenebilir.
Nitekim 28 Şubat müdahalesinin post-modern darbe olarak nitelenmesinin sebebi de bu yöntem farklılığıdır (Karatepe, 1999, s. 173).
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Askeri darbeler ve süreçleri ile 28 Şubat darbesi arasında bazı benzerlik ve farklılıkların olduğu da bilinmektedir.
Bununla beraber 28 Şubat sürecinde geçmişte yaşanan darbeler gibi klasik anlamıyla fiili bir darbe süreci söz konusu olmamıştır.
28 Şubat sürecinde yaşanan, ilk benzerlik, tıpkı 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde olduğu gibi, kendisini “Rejimin teminatı” olarak gören TSK’nın emir-komuta
zinciri içerisinde hareket etmesidir.
İkinci benzerlik, tüm darbelerde olduğu gibi, TSK’nın, eğitim şekli itibarıyla, sadece savunma gücü olarak değil, aynı zamanda, topluma liderlik yapma
anlayışıyla da yetiştirilmesinden kaynaklanan, “Atatürk İlke ve İnkılaplarının elden gittiği” düşüncesidir. 28 Şubat 1997 tarihli
MGK toplantısında alınan Karar’da yer alan “Atatürk İlke ve İnkılapları” ve “Devrim Kanunları” vurgusu, “ Kışla-Cami Çekişmesinin ” bir yansıması olmuştur.
Üçüncü benzerlik, asker ve sivil bürokrasi arasındaki ittifaktır. Bu süreçte, iktidardaki RP - DYP koalisyon hükümetini (Refah-Yol Hükümeti), “irticai tehdit”
olarak gören bu ittifak, seçilmişlerin, bir başka deyişle hükümetin, baskı altında tutulmasında ve nihayetinde iş yapamaz konuma getirilmesinde başarılı olmuş;
bunu yaparken, psikolojik harekât yöntemleriyle sivil toplumun, basının, sermayenin, üniversitelerin, iş dünyasının, sendikaların önemli bir kısmının desteğini alabilmiştir. Hükümetin iç ve dış politika icraatlarının ülkeyi yıkıma götürdüğü öne sürülerek, sivil siyaset alanı adeta yok edilmiş; koalisyon ortağı partiye mensup milletvekilleri istifaya zorlanarak, milli irade hiçe sayılmıştır.
Dördüncü benzerlik, tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetlerinin uygulanmasıdır.
Bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuş ve “ Laik-Anti Laik” şeklinde
ayrıştırılmaya çalışılmıştır.
Beşinci benzerlik, sürece dış destek arayışıdır. Bu kapsamda, hükümetin iç ve dış politika tercihlerinin ve icraatları Batılı ülkelere
şikâyet edilmiş; Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleriyle olan yakınlaşma çabası, Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya çevrilmesi ve hatta “anti-siyonizm” şeklinde tanımlanmıştır. Buna karşın, 28 Şubat sürecinde, başta ABD olmak üzere, dış güçler, en azından resmi düzeyde, Türkiye’de demokrasinin sekteye uğratılmaması noktasında, yani Meclisin açık kalması koşuluyla, iktidarda bulunan Refah-Yol Hükümeti’nin uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlıklarını, uzun süreli hükümet etmesinin kendi menfaatleri hilafına sonuçlar doğuracağı yönündeki düşüncelerini açıkça zikretmiş; ancak açık bir darbeye de ışık yakmamak suretiyle, darbe heveslisi kesimlerde hayal kırıklığı yaşatmıştır.
Ancak, ABD ve AB’nin (Avrupa Birliği), 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararlarına karşı ciddi bir eleştiride bulunmadıkları görülmektedir.
Altıncı benzerlik, asker-polis arasında yetki çatışması yaratılmaya çalışılmasıdır.
Yedinci benzerlik, ordunun vesayetçi anlayışının tahkim edilmesidir. Sekizinci benzerlik ise, yargıya müdahaledir (Komisyon, 2012, s.13-17).
Yaşanan bütün bu olaylar özelikle 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinde Yassıada Mahkemeleri, 1970-1971 yılları arasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam
edilmesi, 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde ise başta Mamak olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde sıkıyönetim mahkemelerinin kurulması, insan hakları ve
hukuksuzluğun had safhalara çıkması vb. gelişmeleri beraberinde getirmiş olmakla beraber özellikle 28 Şubat döneminde ise Genelkurmay karargâhında irtica brifinglerine katılan yüksek mahkeme temsilcileri, DGM’nin (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) mevcut yürürlükte olan hukuk kurallarının dışına çıkarak karar vermeleri gibi gelişmeler devletin kurum ve kuruluşlarının darbelere olan bakışını bizlere göstermektedir.
Yargı, “laiklik” ilkesini savunmak adına “irticai unsurlara” karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Kararı’nı gerekçe göstererek, mücadele yürütmüş ve neticede çok
sayıda “yargı mağduru” yaratılmıştır. Özetle, Genelkurmay Başkanı tarafından “1000 Yıl Yaşayacağı” ifade edilen “28 Şubat ruhu”, dönemin yargı kurumlarının
kararlarına da sirayet etmiştir.
Yukarıda izahını yararlı gördüğümüz klasik askeri darbeler ve bu darbelerin 28 Şubat 1997 Post modern darbe diye bilinen askeri vesayetle genel olarak benzer yanlarına değinilmiş olmakla beraber, 28 Şubat sürecini diğer darbelerden farklı kılan özelliklerde bulunmaktadır.
İlk ve en önemli farklılık, Meclis faaliyetlerinin askıya alınmamış olmasıdır. Bir komutanın da ifade ettiği gibi, tankla tüfekle değil, “silahsız kuvvetler”
olarak tarif edilen sivil toplum kuruluşları eliyle meşru bir hükümet istifaya zorlanmıştır.
İkinci farklılık ise; basın-yayın araçlarında çıkan simgeleşmiş manşetler yoluyla, Hükümet aleyhinde planlı bir şekilde uygulanan psikolojik harekât faaliyetleridir.
Üçüncü farklılık, 1960, 1971 ve 1980 Askeri darbesini yapanlar kendi hukuklarını yaratıp, uzun yıllar kendilerini yargı denetiminin dışında tutabilmişken,
28 Şubat süreci sonrasında, millet iradesinin meclise yansıdığı 3 Kasım 2002 genel seçimleri akabinde oluşan siyasi ve ekonomik istikrar, demokratikleşme
noktasında atılan adımlar ve 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında oluşan demokratik bilinç, Türkiye’de bir daha demokrasiye müdahalelerinin kolaylıkla
gerçekleşemeyeceğini ortaya çıkarmıştır.
Dördüncü farklılık, bu dönemde, kardeş kavgası ve anarşi ortamı, ülke genelinde baş gösteren bir huzursuzluk ve yönetilemeyen bir devlet algısının
oluşturulamamasıdır. Bu süreçte, toplumda ve üniversitelerde herhangi bir çatışma ortamı da doğmamıştır (Komisyon, 2012, s.18-20).
Sonuç olarak baktığımızda ise; 28 Şubat 1997 Askeri darbesi kendinden önceki askeri darbeler gibi ani olarak ve bir anda ortaya çıkmış bir müdahale değildir.
Demokrasi kavramı altında devletin tüm kurum ve kuruluşlarını zaman içersin de etkisi altına almış ve bütün kurumlara bu süreci içerisinde sirayet etmiştir.
Özellikle 1960, 1971 ve 1980 Askeri müdahaleleri klasik darbe olarak ani ve keskin bir şekilde ortaya çıkmış olmakla beraber 28 Şubat Askeri darbesi bir
zaman diliminin ürünü değil uzun süreli bir olgunun ürünüdür. Netice itibari ile bütün darbe ve müdahaleler halka karşı yapılır, herhangi bir sınıf ayrımı
gözetmez, halk iradesi sekteye uğratılarak sonunda anayasa askıya alınma yoluna gidilmiştir. Bundan dolayı sadece asker, devlet, hükümet
ve kurumlar üzerinden hareket edilmemeli aynı zamanda toplumda derin bir süzgeçten geçirilmelidir. Bu süreç ilk önce eğitim sisteminden başlanmalı ve
okullarda okutulan ders kitaplarından darbe, müdahale, askeri vesayet, askeri yönetim vb. gibi darbeci anlayışın ders kitaplarından çıkarılmasında büyük bir
fayda sağlayacağı aşikârdır. Bu durum ise ülkemizde ordu-siyaset ilişkisini gözler önüne sermekle beraber, yaklaşık her 10 yılda bir askeri darbe ve müdahale
ile karşılaştığımızı göstermektedir.
28 Şubat’ta, birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirildikleri öne sürülmüş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır (Komisyon, 2012, s.15).
Asıl konumuzu teşkil eden “28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” başlıklı çalışmamız öncesinde Türk milletinin aşina olduğu darbe ve muhtıralar kavramına değinilmekle beraber, gerek Osmanlı Dönemi ve gerekse Cumhuriyet ile başlayan dönemi içine alan askeri darbeler ve müdahaleler genel olarak anlatılmaya çalışılmıştır. 28 Şubat askeri müdahalesi ile beraber 27 Nisan 2007 tarihinde ise ordu kendisini bu kez de e-Muhtıra olarak isimlendirilen bir muhtıra ile hatırlatmıştır (Aktaş, 2011, s.6). Yaşanan bu durum ordunun her dönemde sivil hükümetler üzerindeki etkisini göstermekle beraber ordu-siyaset ilişkinin anlaşılması açısından da oldukça önemlidir.
Bilindiği üzere, 27 Mayıs, 12 Eylül, hatta 12 Mart sert ve ani darbelerdir. Fiilen askerlerin iktidara açık el koymasıyla meydana gelmişlerdir.
28 Şubat ise askerin sadece silah gücü ve mevzuat desteği ile yetinmeyip, basın üzerinden kamuoyunun seferber eden ve kamuoyundan meşruiyet arayan bir
girişimdir. Daha ötesi ise demokrasinin şekil olarak veya askeri vesayet altında çalışmaya devam eden kurumlardan güç almaya çalışan bir müdahaledir.
Bu çerçevede MGK başta olmak üzere anayasal kurumlara yeni işlevler yükleyip kullanarak siyasi karar hiyerarşisini bozan sonuçlar olarak şekli işleyişine dokunmadan demokrasiyi “militarize eden” tekeline aldığı siyaseti savaş ve tehlike mantığına endeksleyen bir niteliğe sahiptir
(Bayramoğlu, 2001, s.17).
Askeri bürokrasi Türk siyasi hayatı tarihi boyunca siyasetin sınırlarını zorlayan ve onun alan genişletmesini engelleyen bir parametre olarak da etkisini göstermiş tir. Askerî darbeler, Türkiye'de toplumsal olarak ortaya çıkan taleplerin meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlete girdi sağlamasını engelleyen,
normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci engelleyen bir geleneği oluşturmuşlardır. Bu durum toplumsal açıdan ülkenin kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek sağlıklı bir modernleşme sürecinin tamamlanmasını mümkün kılacak gelişmelerin de önlenmesi anlamına gelmektedir.
Şüphesiz millet iradesine dayalı demokrasiyi hukuk devleti içinde güçlendirmek iradesini münhasıran asker-sivil ilişkileri kapsamında irdelemek kâfi değildir.
Gücün, millet egemenliği ve millet iradesi üzerindeki baskısının zaman içinde mahiyet değiştirdiği dikkate alındığında demokratik hukuk devletine yönelik
tehdit odaklarının ve uygulamalarının da aynı sonucu verebileceği de dikkate alınmalıdır. Nitekim askeri müdahalelerin yönteminin dahi zaman içinde doğrudan ve dolaylı şekilde farklı mahiyetler aldığı görülmüştür.
Bu süreçler dikkate alındığında doğrudan askerin yönetime el koyması yanında, askeri gücün sivil yönetime uyarılar yapması, el koyma tehditleri, askeri gücün
yargı, sermaye, medya ve siyasi kurum ve kişiler üzerinde oluşturduğu baskı veya vesayet yoluyla sivil yönetimi etkilemesi gibi süreçler demokrasi tarihimizde uzun süreli olarak yaşanmıştır (TBMM, 2012, s.19).
Darbelerle, muhtıralarla siyaset hayatının oluşturduğu ana mecralar kesintiye uğratılmış, siyasi partilerin tecrübeleri yok sayılmış, halkın tercihleri köklü ve
tecrübeli siyasi hareketler yerine konjonktürel partilere yönlendirilmiştir. Böyle bir yapısal gelişme demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri
etkilemiş, siyasi partilerin halkla kurumsal ilişkilerinin ve halka karşı sorumluluğunun yerine, daha dar alanda kişisel veya grupsal sorumluluklar etkin olmuştur. Böylesine bir durum, seferber edilen seçmen kitleleri oluşturmaya yönelik bir siyaset anlayışını doğurmuştur. Darbe ve müdahalelerin ortaya çıkardığı bir diğer sonuçta halk nezdinde doğurduğu mağduriyet algısı ile siyasette haksız rekabete yol açmasıdır (TBMM, 2012,s.21).
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar geçen hemen her dönemde “ Yüce Türk Milleti’nin birlik ve bütünlüğü ” adına demokratik hak ve özgürlükler devamlı kısılmıştır (İba, 1999, s. 127). Zaman içerisinde söylem şekli değişmekle birlikte; demokratik hak ve özgürlüklere yönelik her kısıtlama ve sınırlama, Cumhuriyet rejiminin kendini koruma ve kollama ideolojisine dönüşmüştür. Türkiye'nin elli yıllık demokrasi tarihi içinde üç kez askeri müdahale tecrübesi yaşanmıştır. Bazılarının post-modern darbe olarak adlandırdığı 28 Şubat süreci olarak bilinen ve ordunun dolaylı yoldan siyasal hayata müdahalesini anlatan son gelişmeler de Türk demokrasisinin yeterince kurumsallaşmadığını göstermektedir. Her ne kadar sistem içinde kendisine belli bir siyasal otonomi alanı yaratan silahlı kuvvetlerin bu müdahalesinin gerçekleşmesinde başka nedenler varsa da; yönetme kabiliyeti zayıflamış hükümetlerin, halk desteği zayıflamış kurumların ve meşruiyeti düşük bir demokratik sistemin de bunu kolaylaştırdığı inkâr edilemez. Zaten gerek 1960 gerekse 1980 Askeri darbeleri siyasal güvenin dibe vurduğu anlarda ve halkın alkışları arasında iktidara gelmiş ve geniş kesimlerden destek almıştır (Öcal, 2009, s.5).
Siyasî hayatımızda 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri darbeler ile 28 Şubat 1997 post-modern diye bilinen müdahale ve 27 Nisan 2007
e-Muhtırası ile demokrasiye hukuk dışı müdahaleler yapılmış; hükümetler cebir ve şiddet ya da baskı kullanılarak görevlerinden uzaklaştırılmış; millî iradenin
yansıması olan yüce parlamento lağvedilmiş, yüz binlerce vatandaşımız mağdur edilmiştir. Hafızalardan silinmeyen büyük acılar yaşanmıştır (TBMM, 2012).
Sonuç olarak baktığımızda ise Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ve Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte tek partili bir dönem başlamış ve bu dönem
hariç tutulacak olursa daima Türk Silahlı Kuvvetleri ara ara siyasete karışmış ve çeşitli müdahalelerde bulunmuşlardır. Özellikle ordunun sahip olduğu güç ve
konum Cumhuriyeti kuran kadroların asker ya da asker kökenli olmaları, Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısında önemli etken oluşturmaları ve ordunun Türk modernleşme sürecinde daima etkin rol oynaması neticesinde ordunun güç ve konumu daima üst seviyelerde tutmuştur. Bu güç ve konum itibari ile ordu
1960’lı yıllardan itibaren çeşitli darbe ve müdahalelerde bulunmuş ve sivil yönetimi etkisi altına almıştır.
28 Şubat dönemi için post modern darbe kavramı kullanılmış ve 28 Şubat 1997 MGK kararları ise bir Askeri darbe niteliğinde olmuştur. 28 Şubat dönemi
sadece tek bir gündemden ibaret kalmamış çok boyutlu olarak gelişmeler göstermiş ve yaşanan olaylar uzun bir olgular sonucunu doğurmuştur.
28 Şubat süreci Refah-Yol Hükümeti dönemi ile başlayan olay ve olgular zinciri etrafında şekillenmiştir. Özellikle ordunun neden siyasete karıştığı, hangi
durumlarda siyasal iktidarlara müdahale ettiği ve bu gelişmeler sonucunda askeri yönetim, özellikleri ve sonuçlarını incelemek yarar sağlayacaktır.
28 Şubat döneminde özellikle Refah-Yol Hükümeti’nin işbaşına gelmesiyle birlikte, irtica konusunda zaten hassas olan Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları büyük endişeye kapılmışlardır (Ilıcak, 2013, s.1). Özellikle çalışmamda anlatacağımız üzere Başbakan Necmettin Erbakan’ın yurtdışı seyahatleri, özellikle bu seyahatlerin ilkini başta İran ve Libya gibi Müslüman ülkelere yapması, bu geziler sonucunda yaşanan olaylar, Başbakanlık resmi konutunda verilen iftar yemeği ve bu yemeğe birçok tarikat ve cemaat lider ve mensuplarının davet edilmesi, olay yaratan Kudüs gecesi, başta Başbakan Necmettin Erbakan olmak üzere bazı Refah Partili milletvekillerinin söylem ve demeçleri 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler arasında yer almış başta Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları büyük endişelere sebebiyet vermiş olmakla beraber, bunun yanında muhalefet partileri üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, basın ve medya olaylar üzerine giderek bu sürecin daha da hızlanmasında etkili olmuşlardır. Bu korku ve endişelerin yaşanmasında sadece asker değil, Türkiye’nin aydın kesimi ve seçkinler zümresinin de katılımı büyük yankı uyandırmıştır.
Özelikle 28 Şubat 1997 MGK kararları ile askeri darbe niteliğinde olaylar gelişme göstermiş olmakla beraber; Nazlı Ilıcak'a göre; “28 Şubat kararları, özü
itibariyle dindarları hedef almıştı. İmam hatipliler, başörtülüler, cemaat ve tarikat mensuplarının faaliyetleri irtica tehdidinin unsurları sayılmıştır.
İşte bu yüzden, 8 yıllık kesintisiz eğitim adı altında imam hatiplerin orta kısımları kapatılmıştır. YÖK (Yükseköğretim Kurumu) ve rektörler, üniversitelerde
okuyan başörtülü kızları okullardan atmışlardır” (Ilıcak, 2013, s.1).
28 Şubat 1997 günü 8,5-9 saat süren MGK toplantısının ardından yayımlanan 18 maddelik bildiriyle, başta inanç ve ibadet özgürlüğü, basın özgürlüğü,
düşünce ve ifade özgürlüğü, kılık kıyafet özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, vb. konulara yönelik tartışmalar kamuoyunun gündemine oturmuştur. 28 Şubat
müdahalesinde asker 12 Eylül'de olduğu gibi mektup ya da silahı değil, basını kullanmıştır. Böylelikle 28 Şubat müdahalesi siyasal literatürde ki klasik askeri
müdahale şablonlarından farklıdır. Bu yöntem anayasal bir kurum olan MGK’nın kullanılmasıdır. Bu yüzden anayasal açıdan herhangi bir meşruiyet sorunu yoktur.
Ayrıca alınan kararların altında askerlerle birlikte seçilmişlerin imzasının bulunması ve bu imzaların süngü zoruyla atılmamış olması da önemli bir unsurdur (Yüksel, 2004, s.143-144).
28 Şubat sürecinin mimarları arasında olan ve devletin en güçlü konumunda bulanan TSK mensupları başta medya olmak üzere birçok kurumla işbirliği
yaparak o zamanların önde gelen isimlerini manşetler taşımışlardır. Hürriyet Gazetesi’nin iri puntolarla verdiği “Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin”
cümlesi o dönem ve süreç için oldukça anlamlı ve manidardır. Gerçekten de Refah-Yol iktidarı, askerin gölgesi altında silahsız kuvvetlerle yürütülen psikolojik hareket sayesinde devrilmiştir (Ilıcak, 2013, s.1). 28 Şubat 1997 yılında toplanan MGK ve alınan kararların Türkiye siyasi atmosferini başka bir zemine taşıması ve MGK sonrasında Başbakan Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat 1997 MGK karalarını imzalaması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti
tarihine “Post Modern Darbe” diye geçen yeni bir döneme girilmiş idi. MGK sonrasında alınan ve imzalanan 28 Şubat karalarının ardından alınan bu kararları fiiliyata dökmek için ve uygulanabilirliğini denetlemek için BÇG (Batı Çalışma Grubu), adı altında illegal bir yapılanma oluşturulmuştur.
Bu süreç içerisinde siyasetçi, akademisyen, hukukçu, bürokrat, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere birçok kişi fişlenme olayları ile yüz
yüze kalmıştır. 28 Şubat dönemi olaylar ve uzun süreli olgular zinciri ile gelişen bir süreçtir. İnsanların mimlendiği ve fişlendiği bir dönem olması,
Türk Silahlı Kuvvetlerin faaliyetleri ve sivil vatandaşlar üzerindeki etkisi, yargı ve bağımsız mahkemeler üzerindeki korku ve sindirme faaliyetlerinin
yapılması ve sonucunda ise Refah-Yol Hükümetini devirme işlemi olarak tanımlanabilir. Bunun yanında özellikle 28 Şubat dönemi içesinde Türkiye’de bir darbe iklimi ve atmosferi yaratılmak istenmiş, DYP’liler (Doğru Yol Partisi) RP ile kurulan ortak koalisyonu bozma fikirlerini gündeme getirmiş olmakla beraber
Başbakan Necmettin Erbakan’ın, 18 Haziran 1997’de istifa etmesi ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, yaşanan bu sürecin daha kötüye gitmesi endişesi ile hükümet kurma görevini Tansu Çiller’e değil de Mesut Yılmaz’ı görevlendirmişti. Gelişen bu olaylarla beraber DYP’den istifa sesleri yükseldi ve istifa eden milletvekilleri Hüsamettin Cindoruk etrafında toplanırken, Mesut Yılmaz’da DYP’den istifa eden milletvekilleri sayesinde hükümeti kurabilmiştir.
28 Şubat süreci, klasik bir darbe değildir. Özellikle sivil toplum kuruluşlarının, medyanın, üniversitenin, sermaye çevrelerinin, yargının ve sivil bürokrasinin
desteği ile başarıya ulaşan bir müdahaledir. Bu defa işi “Sivil Kuvvetler” halletmiş gibi görünse de, arka planda askerin silahlı gücünün ve darbe tehdidinin olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir (Ilıcak, 2013, s.2). Özellikle dönemin Genel Kurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın dediği gibi “post modern bir darbe” söz konusudur. Ya da Fransız siyaset bilimci Duvarger’in tanımıyla bir zamanlar Güney Amerika ülkelerinde sıkça rastlanan “Prononciemento”: “Bu ülkelerde askerin fiilen iktidara el koymadan, geri planda uyguladığı tehdit, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma gibi yöntemlerle, yönetime ağırlığını koyabilmesi, arzu etmediği siyasi iktidarı bertaraf edebilmesi”. İşte Türkiye’de de 28 Şubat’ta böyle bir süreç yaşandı (Ilıcak, 2013, s.2).
“28 Şubat süreci nedir?” sorusunun aslında tek bir cevabı yoktur; aksine pek çok cevabı vardır. Olaya nereden baktığınıza, aktörleri arasında yer alıp
almadığınıza, sürecin maliyetlerinden ne kadar etkilendiğinize, daha genelde de demokratik sürece dışarıdan müdahaleye ilke olarak sıcak bakıp bakmadığınıza
bağlı olarak vereceğiniz cevabın değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu süreç aktörlerinden bazılarına göre “demokrasiye balans ayarı” yapmaktır.
Bu sayede rayından çıkmakta olan demokrasi, tekrar olması gereken çizgiye çekilmiştir. Aktörlerinden kimine göre 28 Şubat süreci “post-modern darbedir”;
silahlar konuşmadan askerler siyasete müdahale etmiş, iktidarı değiştirmiş, geleneksel darbe araçlarını kullanmadan aynı sonucu elde etmişlerdir.
Yine aktörlerinden bazılarına göre; “ 28 Şubat bir Askeri darbeyi önleme hareketidir”, gelmekte olan Askeri darbe alınan önlemler sayesinde önlenmiştir.
Bazılarına göre ise “ 28 Şubat süreci sivil bir darbedir”. Askeri-sivil bürokrasi, medya ve iş dünyası irtica tehdidi ve laikliğin elden gitmesine karşı el ele vermiş, mevcut iktidara karşı direnişe geçmiş ve yönetimi değiştirmeyi başarmıştır. Yine bir başka görüşe göre ise “28 Şubat bir darbe değildir”; zira Meclis kapatılmamış, partiler (bir-ikisi dışında) yerinde kalmış, anayasa lağvedilmemiş ve dolayısıyla darbenin tipik şartları gerçekleşmemiştir (Kongar, 2000, s.89-112).
28 Şubat 1997’de gerçekleşen Askeri müdahalenin üstünden 17 yıl geçmiş olmasına karşın, 28 Şubat sürecinin etkileri hala devam etmekle beraber o dönemin sorunları günümüze ışık tutmaktadır. Bu kalıcı etki ve sorunlar hala gündemde tutulmakla beraber, o kalıcı etki ve sorunlarla da mücadele edilmektedir.
Türkiye’nin Askeri müdahaleler tarihinde 28 Şubat’ın nereye ve nasıl yerleş tirilmesi gerektiği ise bir başka önemli sorun teşkil etmektedir. Sosyolojik, siyasal ve askeri boyutlarıyla 28 Şubat sürecini değerlendirmek Türkiye’nin dününü değil aslında bugünün ve geleceğini tartışmak ve öngörmek anlamına gelmektedir (Bayramoğlu, 2007, s.11).
Çalışmamız 8 Bölümden oluşmaktadır. Özellikle bu çalışmamızda RP ve DYP ortaklığında kurulan, yaklaşık 11 ay Görevde kalan Refah-Yol Hükümeti döneminde ordu-siyasal iktidar arasında yaşanan gelişmeler ve bu gelişmelerle beraber 28 Şubat sürecinde yaşanan olaylar ele alınıp, 28 Şubat sürecinin Türk Eğitim Sistemi üzerindeki etkileri incelenecektir.
KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;
http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder