ZORUNLU EĞİTİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ZORUNLU EĞİTİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 38

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 38




5.1.6. “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” Kararının Tarihi MGK’da ki Serüveni 

 XV. Milli Eğitim Şurası’nın toplanma amacı genel olarak “2000’li yıllarda ki Türk Eğitim Sistemi” idi (Çetinkaya, 2005, s.82). Toplanan şurada özellikle istenen 
amaç, 2000’li yıllarda Türk Milli Eğitim sisteminin hedef, ilke ve politikalarını belirlemek, özellikle yönlendirme ve yeniden yapılanmayı tartışmak, yeni yüzyılın gereklerine uygun, çağdaş eğitim sistemi kurabilmek için bütün toplumu sürekli olarak öğrenen, kendini yenileyen, değişen koşullara uygun bilgi ve beceri kazanabilen bir yapıya kavuşturmak ve bu amaçla ilköğretimde 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçmek vb. önemli konular şuranın toplanma amaçları arasında yerini almıştır (MEB, XV. Milli Eğitim Şûrası, 1996). 

XV. Milli Eğitim Şûrası ile oluşturulmak istenen Türk Eğitim sistemi çağdaşlarından belki ileriydi ama geri değildi. Bu şurada, Türkiye’nin eğitim yapısı için çağdaş çözümler üretmişti. Şûrada alınan en önemli karar olan “8 yıllık temel eğitime geçilmesi” kararı 4306 sayılı yasa ile 1997’de uygulamaya konulmuş olması, XV. Milli Eğitim Şurası’nda hem alınan kararlar olarak hem de alınan kararların yaşama geçirilmesi bakımından şuranın en önemli başarısıydı (Deniz, 2001, s. 92). Bu şuranın toplanma amacı ileri ki yıllarda daha iyi anlaşılacaktı. Çünkü 28 Şubat 1997’de toplanan tarihi MGK sonrasında açıklanan 18 maddelik kararlar arasında yerini alan ve yıllarca tartışmalara sebep olacak 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesinin temelleri XV. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.82). 

“8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kararının nasıl çıktığını anlamak için 28 Şubat 1997 MGK Toplantısından yaklaşık olarak 9 ay öncesinde toplanan XV. Milli 
Eğitim Şurası kararlarına, belki de daha öncesine 1994 yılında yapılan yerel seçimlere bakmakta fayda vardır. Özellikle 27 Mart 1994 tarihinde yapılan yerel seçimlerde RP büyük bir başarı elde etmiş, seçimlerden adeta zafer kazanarak çıkmıştı. Bu zafer başta İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını almış olması sonucunda toplum mühendislerini harekete geçirmiş ve “Siyasal İslam’ın” belediyeleri alması ve dini hassasiyeti olan insanların kamu kurum ve kuruluşlarında etkinlik kazanması bazılarını endişelendirmişti (Çetinkaya, 2005, s.83). Bu endişe ortamı içerisinde, RP’nin 24 Aralık 1995 Genel seçimlerinde % 21 oy oranı alması ve birinci parti konumuna gelmesi bazı kesimlerin endişelerinin daha da artmasına sebebiyet vermiştir. 

RP’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerindeki bu başarısının ardından toplumda ve kamuoyunda “İslami kesimin neden bu kadar teveccüh gördüğü” tartışılıyordu. Bu bağlamda 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra İslami kesime tavizler verildiği gibi görüşler dile getiriliyor ve bunun yanında RP’nin, İmam-Hatip Liselerinin ve Kuran Kurslarının faaliyetleri desteklemesi ve bu kurumların arkasında olduğu imajını yansıtması bu büyümenin ve teveccühün en önemli perde arkasıydı. Bu büyüme bazı kesimlerin daha da endişelenmesine neden olmuş ve “Buna önlem alınmalı ve siyasal İslam’ın önüne geçilmeliydi” şeklinde kamuoyunda bir algı oluşturulmak istenmiştir. 

RP artık birinci parti olmuştu; ama kesinlikle hükümet olmamalıydı (Çetinkaya, 2005, s.83). Basın ve medya organları başta olmak üzere kamuoyunda İslami kesim ve RP adına büyük bir psikolojik hareket başlatılmış, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan “Hükümet Kurmamalı” söylemleri günlerce TV kanallarında ve gazetelerde yer edinmişti. Böylece ülkede ki siyasi tansiyon iyice yükselmiş ve sonunda ANAP ve DYP koalisyon hükümeti kurulmuş ve siyasetin yüksek olan tansiyonu düşürülmeye çalışılmıştır. Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümeti döneminde MEB Turan Tayan’a verilmiş olması bazı kesimler tarafından “Askerin Sevdiği Bakan” şeklinde yorumların yapılmasına sebebiyet vermiştir (Akpınar, 2001, s.146). 

Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan bu dönem içerisinde hemen “restorasyon” faaliyetleri ile örtüşen çalışmalara başlamış ve 13 Mayıs 1996’da XV. Milli Eğitim 
Şurası toplanmıştı. Şuranın en önemli konusu 2000’li yıllarda ki Türk Eğitim Sisteminin nasıl olması gerektiği konusu idi. Ancak toplantının günler öncesinde 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi gündeme gelmiş ve tartışmalar şura öncesinde başlamıştı. Şura hakkında kamuoyunda hâkim olan ortak kanı İmam-Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatmak olduğu yönündeydi. Aslında kimse 8 yıllık zorunlu eğitime karşı değildi. Çünkü 8 yıllık zorunlu eğitim 1946’dan beri uygulanmak istenen projeydi. 1946 yılında ki III. Milli Eğitim Şurası’nda ele alınan bu konu I. Nihat Erim Hükümeti programında da yer almıştır. Sonraki dönemlerde de toplanan eğitim şuralarında da bu konu ele alınmış ve hükümet programlarında yer almıştır. Toplanan şuralarda eğitim konuları görüşülmüş ve 8 yıllık eğitimin “Kesintili mi ya da kesintisiz mi” uygulanacağı tartışma konusu olmuştur. Çünkü XV. Milli Eğitim Şurasına kadar işleyen süreçte 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” olacağı söylenmiyordu. Aksine ilköğretimin ikinci kademesi olan 
6. , 7. ve 8. sınıflarda öğrencilere yönlendirilme yapılması arzu ediliyor, yani 5+3 modeli uygulanmak isteniyordu. Bakanlığın Şura öncesinde de yapmış olduğu çalışmalar bu yöndeydi (Çetinkaya, 2005, s.84). Bu bağlamda geniş katılımlı ve oldukça geniş alanı kapsayacak çalışmalar neticesinde, 13 ayrı bölgeden gelen raporlar neticesinde 8 yıl mecburi eğitimin kesintisiz olmasına karşı çıkıyor, 5+3 modelinin pedagojik olarak daha uygun olacağı yönünde görüşler bildiriliyordu. 

Şura, “Parasız Eğitim” talebiyle MEB önünde toplanan sol görüşlü bir grubun gösterisi ile başlamış olmakla beraber şura da; İlköğretim ve Yönlendirme, Ortaöğretim Yeniden Yapılanma, Yükseköğretime Geçişin Yeniden Yapılandırılması, Eğitimin Finansmanı ve Toplumun Eğitim İhtiyacının Yeniden Karşılanması adı altında beş ayrı komisyon kurulmuştur (Çetinkaya, 2005, s.84). 

Özellikle yapılan bu çalışmalar ve kurulan komisyonlar sonrasında 8 yıllık eğitim konusunda çalışmalara başlanmış ve özellikle dikkat çeken noktalardan biri, 
Bakanlık tarafından üyeleri belirlenen 117 kişilik komisyonda çoğunlukla “Kesintisiz eğitimi” savunan isimler dikkat çekmekteydi. Yani komisyon genelde “Kesintisiz eğitimi” savunanlardan meydana geliyordu. 

Türk Eğitim Sendikası, zorunlu eğitimin kesintisiz olmasına karşı iken Eğitim Sendikası ise; zorunlu eğitimin kesintisiz olmasını savunuyordu. Bununla beraber eğitim konusunda yine siyasilerin, askerlerin ve bürokratların görüşlerinin yanı sıra eğitime pedagojik olarak yaklaşanlar “kesintisiz” kararının çıkması çabası içerisindeydiler. ÖNDER (İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği) gazetelere ilanlar vermekle beraber bu ilanlarda “8 yıllık zorunlu eğitimin ülkemiz için faydalı olacağı, eğitim seviyesinin yükselmesi ile beraber daha ileri seviyelere yükseleceği inancını taşıyorlardı. Bunun yanında 8 yıllık eğitime karşı olmak bir tarafa ülkemiz şartları elverir ise eğitimin 11 yıl olması ülkemiz için daha faydalı olacağı kanısındayız” şeklinde açıklamalar yapıyorlardı. Ancak zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasının İmam Hatip Liselerinin kapanmasına vesile kılınmak istenmesi kabul edilmez bir durumdur. 8 Yıllık zorunlu eğitimde Başbakan Tansu Çiller’in de ifade ettiği gibi “5+3 yıl uygulanmalı, 5. yıldan sonra öğrenciye diploma verilerek, öğrenci zorunlu eğitimini istediği yerde (klasik lise, kolej, meslek lisesi, çıraklık okulu, Kur’an 
Kursları mesleki kurslar, imam hatip liseleri vb.) eğitimini tamamlayabilmelidir. 5. Yıldan sonra diploma verilmeyerek 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına gidilmesi tamamen İmam Hatip Liselerinin kapanmasına yönelik bir harekettir ve ülkemiz düşmanlarının bir oyunudur” (Çetinkaya, 2005, s.86-87) şeklindeki görüş bildirmeleri oldukça anlamlıdır. 

Eğitim konusu artık sadece toplanan şuranın en önemli gündemi olmakla kalmamış ülkenin gündemi haline gelmişti. Özellikle toplanan Milli Eğitim Şurasına 8 yıllık kesintisiz eğitim damgasını vurmuştu. Eğitim konusunda ülkede 14 Şura toplantısı yapılmış ancak hiçbiri bu kadar ülke gündemine oturmamıştı. Ülke ve gündem adeta 8 yıllık kesintisiz eğitim konusuna kilitlenmişti. TV Kanalları ve gazeteler yorumlar yapıyor, bazı gazeteler eğitime önem veriyor, eğitim hakkında görüşler açıklanıyor ve şura üyeleri üzerinde adeta baskı kurmaya çalışılıyordu. 

Eğitim konusu ülke gündemi meşgul ederken, Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM Başkanı Mustafa Kalemli ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel toplanan şuraya 
katılmış ve hiçbir şuraya katılmayan ve şura gündemlerinden adeta habersiz olan devlet erkânının şuraya bu kadar ilgi göstermesi oldukça dikkat çekiciydi. 

İlköğretim ve Yönlendirme Komisyonu’nda beklenen gerçekleşmiş ve İmam Hatip Lisesi, Anadolu lisesi ve bazı meslek liselerinin 3 yıllık orta kısımlarının 
kapatılarak ilköğretimin kesintisiz yapılması kararı 28’e karşı 58 oy ile karara bağlanmıştı. Bütün bu yaşanan gelişmeler ile beraber gerçeği aslında kimse görmemişti. 
Önceden planlanmış olan sistem işletilmeye konulmuş ve Şura’dan “Kesintisiz Eğitim” kararı çıkmıştı. XV. Milli Eğitim Şurası’nda konu ile ilgili olarak resmi karara baktığımızda: “Yakın bir gelecekte 5-6 yaş okul öncesi eğitim ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, 8 yılın sonunda tek tip diploma verilmeli, 9. sınıf liseye ya da mesleki teknik eğitime yönlendirme yılı olmalı; böylece ilköğretim zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır. Çocukluğun tam yaşandığı, çocukların kendilerini, ailelerinde çocuklarını tanıdığı bu dönemde bulunanlar çırak yapılmamalıdır. Uzun vadede zorunlu eğitim 18 yaşını kapsayacak şekilde düzenlenmelidir” (Çetinkaya, 2005, s.88-89). 

İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatacak bu karar nihayetinde tavsiye kararı mahiyeti taşımaktaydı. Çünkü Milli Eğitim Şuraları Bakanlığın danışma organı niteliğinde olup verdiği kararların herhangi bir bağlayıcılığı yoktu. Bunun en önemli göstergesi ise şuralarda alınan yüzlerce kararın gerçekleşmemiş olmasıydı. 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı bir anlamda hükümet krizine dönüşmüştü. Bu karar sonrasında ANAP ve DYP Koalisyonu ortaklığında kurulan hükümet içerisinde gerilimler yaşanmıştır. Şuranın toplanmasından 15 gün önce basın ve medya organlarına, ANAP yönetiminin yaklaşmakta olan kongre öncesinde muhafazakâr kanada daha şirin gözükmek amacıyla 53. Hükümet programında 8 yıllık eğitim ile ilgili ilkelerin saptırıldığı haberi yansımış ve buna göre ANAP grubuna korsan bir programın dağıtılmış olması temel eğitimin 3 yıllık ikinci kademesinde “din, teknik ve sanat gibi alanlarda” yönlendirilmeye işlerlik kazandırılacağı ifade edilmiştir. Bu atılan adımlar DYP kanadından tepki ile karşılanmış ve hükümete destek veren CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tarafından da tepki ile karşılanmış olmakla beraber eğitimin 8 yıla çıkarılmasının sulandırıldığını ifade etmiştir (1 Nisan 1996), Sabah, s.1. 



Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan çok geçmeden çalışmalara başlamış ve 8 yıllık kesintisiz eğitim kapsamında İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılacağını ifade etmiştir. Ancak yapılması gereken hala önemli işler bulunuyordu. Bu işler içerisinde önemli bir nokta dikkat çekiyor ve bazı kesimler imam hatip lisesi mezunlarının devlet bürokrasisi içerisinde yer almasını istemiyorlardı. Çünkü üniversite sınavlarında beklenenin üzerinde başarılı olan bu öğrenciler kendilerine biçilen “imamlık” rolünün dışına çıkıyor ve çeşitli meslek dallarına yöneliyorlardı. Öncelik olarak bu konuda çalışmaların yapılması gerekiyordu. Talim ve Terbiye Kurulu toplanan XV. Milli Eğitim Şurası sonrasında Mayıs ayı içerisinde bir toplantı daha yapmış, toplantıda lise öğrencilerine çeşitli alanlar verilmesi ve bu alanlara göre üniversitelere girilmesi istenmiştir. Toplanan bu kurul ortaöğretimde alan belirleme işlemini gerçekleştirerek İmam Hatip Liselilerinin üniversiteye giriş sürecinde alansız bırakmıştı. Yani bu karar bağlamında imam hatip liseli öğrencilerin alanı olmayacak hukuk, siyasal, uluslararası gibi bölümlere girmeleri engellenecekti. Netice itibariyle de 
beklenen oldu ve imam hatip liseleri, başlayan yeni süreçle beraber sadece İlahiyat Fakültelerine öğrenci gönderecek düzeye getirildi. Bu yeni uygulama ile beraber 1999 yılında YÖK tarafından üniversiteye giriş sisteminin değiştirilmesi ve meslek lisesi öğrencilerine düşük kat sayı uygulaması ile imam hatip liselerinin sınavda bu tür alanlara girmesinin tamamen engelleneceği süreçte böylece başlamış oldu (Çetinkaya, 2005, s.90-91). 

Eğitim sisteminde yapılan bu köklü değişim ülke gündemini adeta etkisi altına almış olmakla beraber siyasi yaşam literatüründe “Zoraki Nikâh” diye ifade edilen Ana-Yol Hükümeti’nde de işler pekiyi gitmiyordu. Hükümet kendi içerisinde ki hesaplaşmaların içine düşmüş ve DSP’nin desteği ile yoluna devam ederken büyük bir darbe de Anayasa Mahkemesinden gelmiştir. RP’nin eylemleri sonrasında hükümetin güvenoyu iptal edilmiş ve bununla beraber RP 27 Mayıs 1996’da Başbakan Mesut Yılmaz hakkında gensoru önergesi vermiştir. Bu eylem karşısında Başbakan Mesut Yılmaz, gensorunun görüşülmesini beklemeden 6 Haziran 1996’da istifa ederek hükümetten çekişmiştir. Bu bağlamda doğal olarak dönemin MEB Turan Tayan’ın da görevi sona ermiştir. 

Mesut Yılmaz Hükümetin düşmesinden sonra dönemin MEB Turan Tayan ile başlamış olan 8 Yıllık kesintisiz eğitimin ne olacağı da tartışma konusu olmuştur. 

Bilindiği üzere siyaset boşluk kaldırmazdı. Mesut Yılmaz Hükümetinin istifası üzerine RP lideri Necmettin Erbakan Başbakanlığında ve DYP lideri Tansu Çiller ortaklığında kurulacak olan Refah-Yol Hükümeti’nin temelleri atılmaya başlanmıştı. RP kanadı 8 yıllık eğitim konusunda Ana-Yol Hükümeti’nin MEB olan Turan Tayan’a karşı tavır almıştı. Turan Tayan kurulacak kabinede yer almış olsa bile kesinlikle Milli Eğitim Bakanı olmayacağı görüşü parti kanadında hâkim olmuştur. Beklenen olmuş, Turan Tayan kabinede yer almıştı. Ancak asker tarafından sevildiğini ifade eden Turan Tayan, Milli Eğitim Bakanlığına değil de Milli Savunma Bakanlığına getirilmiştir. 

Yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti protokolünde eğitimle ilgili 4 maddeye yer verilmiş ancak şu iki madde oldukça dikkat çekici olmuştur: 

1. Zorunlu eğitim, 8 yıla çıkarılacak, öğrencilerin ilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli meslek alanlarında eğitim görebilmeleri için ilköğretimin ikinci kademesinde yönlendirme sistemine işlerlik kazandırılacaktır. 
2. YÖK yeniden düzenlenecek ve sadece koordinasyonun sağlanmasında sorumlu bir yapıya kavuşturulacaktır. 

Yukarıda ki ifade edilen maddelerden 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” uygulanmayacağı sonucu ortaya çıkıyordu. Ancak askeri kanadın bu anlamda hassas olduğu hem 8 yıllık kesintisiz eğitim hem de üniversiteleri 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden bu yana elinde tutan YÖK ile ilgili kararı oldukça tepki çekeceği anlaşılıyordu. 

Refah-Yol Hükümeti’nin koalisyon ortağı olan DYP, 8 yıllık kesintisiz eğitim konusunda ortağı olan RP’nin tepkisini çekmek istemiyordu. Dönemin DYP’li Milli 
Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’da kesintisiz eğitim modelini zaten benimsemiyordu. Kesintisiz eğitim konusunda ki görüşünü, TBMM’de 1 yıl sonrasında vermiş olduğu ret oyu ile de ispat etmiştir. Ana-Yol Hükümeti döneminde Milli Eğitim Bakanı olan ve askeri kanat tarafından sevildiğini ifade eden Turan Tayan ise XV. Milli Eğitim Şurası’ndan itibaren kesintisiz eğitim modelinin mimarıydı (Çetinkaya, 2005, s.92). 

Türkiye’de eğitimin kesintili mi kesintisiz mi olacağı tartışmaları devam ederken RP’nin iktidara gelmesi ile ülkede ki gerilim ortamı daha da artmıştı. Bütün bu yaşanan olaylar laik kesim tarafından dikkatle izlenmekle beraber ülkede ki laiklik tartışmaları başlamış, toplumda adeta bir kutuplaşma ortamı yaratılmış ve askeri kanat basın ve medya organlarını kullanarak çeşitli açıklamalar yapmaya başlamıştı. Özellikle bu dönem içerisinde RP lideri Necmettin Erbakan’ın yurt dışı gezileri özellikle, olay yaratan ve ülke gündemini derinden etkileyen Libya gezisi ve sonrasında yaşananlar başta olmak üzere İran gezisi, Taksim’e cami projesi, Kudüs gecesi, başbakanlık resmi konutta verilen iftar yemeği, kurban derilerinin toplanması, karayolu ile hacca gitme, imam hatip liseleri, başörtüsü sorunu ve Susurluk olayı ile yaşananlar ülkede bulunan gerilim atmosferini daha da yükseltmekle beraber siyasetin tansiyonunu da etkilemiştir. 

Bütün bu yaşanan olaylar kamuoyunda dikkatle izlenmekle beraber basın ve medya organları tarafından da her geçen gün yaşanan olaylar manşetlerde yer alıyor ve toplumda bir kutuplaşma ortamı yaratılmak isteniyordu. Siyasetin bu yüksek tansiyonu 28 Şubat 1997 günü adeta tavan yapmış ve kamuoyunda “post-modern darbe” olarak bilinen ülkenin geleceğine yön verecek olan 18 maddelik tarihi MGK kararları alınmıştır. Alınan bu kararların 3 maddesi doğrudan MEB ilgilendiriyordu; Bu kararlara baktığımızda; 

. “8 yıllık kesintisiz eğitim uygulanmaya konulmalı, Kur’an kursları MEB’e devredilmelidir. 
. Tarikatlara bağlı özel yurt ve okullar Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devredilmelidir. 
. Atatürk inkılaplarına sadık din adamları yetiştirmek için, eğitim kurumları Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.” 

28 Şubat MGK Kararlarının açıklanması sonrasında RP dışında, ANAP, DYP, DSP ve CHP temsilcileri hükümeti beklemeden bir araya gelerek 5 yıllık temel eğitimin 8 yıla çıkarılması için 5 Mart 1997 hazırlamış oldukları ortak yasa teklifini TBMM Başkanlığına sunmuşlardır (Çetinkaya, 2005, s.93). 

Yaşanan bu gelişmelere başta askeri kesimler olmak üzere diğer birçok kurum ve kuruluşlar destek veriyor, 1994 yerel seçimleri ve 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkan RP’nin gücünün her geçen gün artığını, siyasal İslam’ın yaygın bir güç haline geldiğini sayıları her geçen gün artan İmam Hatip liseleri ve Kur’an kursları hakkında acilen bir önlem alınması gerektiğini düşünüyorlardı. Korku ve endişe içerisinde bulunan kamuoyunda artık bir restorasyon dönemi başlamalı, imam hatip liselerinin orta kısımları kapatılmalı, bütün bireyler 8 yıllık tek tip eğitim sürecinden geçtikten sonra isteyenler Kur’an kurslarına gidebilmeli, imam hatip liselileri sadece imamlık mesleğine yönelmek dışında başka mesleklere yönelimleri engellenmeli, tarikat okulları ve yurtları kapatılmalıydı. 

28 Şubat tarihi MGK sonrasında eğitim ilgili kararlar alınmış ve sıra bu kararların uygulanmasına gelmişti. Refah-Yol Hükümeti’nin bu kararları uygulamaya 
hiç niyeti olmamakla beraber alınan bu MGK kararlarının bir tavsiye niteliği hükmünde olduğunu ifade ediyordu. Yaklaşık 1 ay boyunca bu kararların uygulanmalı-uygulanmamalı tartışmaları yapılmış olmakla beraber uygulanma dığında ortaya çıkacak sorunlar üzerinde durulmuş ve netice itibariyle kararların uygulanacağı bir atmosfer oluşturulmuştu. 

28 Şubat sürecinin askeri kadrosu alınan kararlardan memnun olmakla beraber bu kararların uygulanması konusunda ısrarcıydı. Asker, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi sonrasında da 8 yıllık temel eğitimi istemiş ve bu yönde çalışmalar başlatılmıştı. Başlatılan bu çalışmaların ANAP dönemi içerisinde rafa kaldırıldığı bilinmekle beraber son 28 Şubat MGK toplantısında alınan bu kararların ülkede ki siyasal İslam’ın ve dinsel yükselişin önünü keseceği tahmin ediliyordu (10 Mart 1997), Yeni Yüzyıl, s.1. 

28 Şubat sürecinin askeri kadrosu alınan kararlardan memnun olmakla beraber bu kararların uygulanacağından yana tavır almıştır. 8 yıllık kesintisiz eğitim ile ilgili haberler askeri harekete geçirmiş ve MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç hükümetin uygulamaları ile ilgili ziyaretler düzenlemeye başlamıştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’ı ziyaret eden MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç; 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” olması yönündeki düşüncelerini ifade etmiş ve sonrasında Diyanet işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Nevzat Ercan’a giderek “Atatürk’ün din düşmanı ve vatan haini olarak gösterildiği ve Kur’an Kursları’ndan duyulan rahatsızlığı” ifade etmiştir (8 Mart 1997), Hürriyet, s.1. 

Askeri kanat, Kur’an Kursları ile ilgili hazırlamış olduğu raporu daha öncesinde de MGK’nın sivil üyelerine sunmuş ve bu kurslarda eğitim gören öğrencilerin nasıl yemin ettiklerine ilişkin videokasetlerini göstermiştir. Bu yeminlerin içeriğine baktığımızda öğrencilerin “Şeriat Devleti” için savaş andı içtikleri ve Atatürk hakkında ağır ifadelerin kullanıldığı bilinmektedir (5 Mart 1997), Milliyet, s.1. 

Yaşanan bütün bu gelişmeler adeta hükümet üzerinde psikolojik bir baskıyı ifade etmekle beraber asker, 31 Mart 1997 MGK toplantısında hükümete süre tanımaya karar vermiş ve yapılan toplantıda 28 Şubat 1997 MGK karaları gündeme alınmamıştır. Askeri kanat 28 Şubat kararları ile ilgili değerlendirmeyi Nisan ayı sonunda ki yapılacak olan toplantıya bırakmış ve askeri komutanlar kararların uygulanması konusunda gelişmeleri izlemek üzere MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç’ı görevlendirmişlerdir. Org. İlhan Kılıç; MGK adına uygulamaları izleyecek ve komutanlara raporlar hazırlayacak ve bu hazırlanan raporlar MGK toplantılarında açıklanacaktı (Akpınar, 2001, s.230). 

28 Şubat karalarının uygulanmasındaki bu gecikmeler koalisyon ortağı DYP içerisinde de karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştur. Darbe söylentilerinin ortaya çıkması, kuvvet komutanlarının Başbakan Erbakan hakkındaki sözleri yüksek olan siyasetin tansiyonunu her geçen gün daha da yükseltiyordu. Askeri kanat, RP’nin hükümet olmasından dolayı hükümetin koalisyon ortağı olan DYP lideri Tansu Çiller’e adeta kızıyorlardı. Bütün bu yaşanan olumsuz gelişmeler Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez ve Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın istifası ile alevlenmiş ve DYP içerisinde ki çözülmeler böylece başlamıştı. 

Bu gelişmeler sonrasında 26 Nisan 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısında asker, hükümetin irtica ile olan mücadelesini samimi bulmadığını açıklamış ve yeni bir süreci başlatmıştır. Kamuoyunda askerin darbe yapmak niyetinde olmadığını; ancak bu kez görevin “Silahsız Kuvvetlere” düştüğünü ifade eden askeri kanat, işlerin sivil toplum örgütlerinin eli ile yapılacağını vurgulamış ve Genelkurmay karargâhında verilen brifinglerle bu süreç başlatılmıştır. Asker, işçi-işveren kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, medya ve yargı mensupları ile açıktan temas kuruluyor, MASK’ın değiştiğini, irticayla mücadele için gerekirse silah bile kullanılabileceğini ifade etmişlerdir (Çetinkaya, 2005, s.95-96). 

26 Nisan 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısından sonra asker, “Silahsız Kuvvetler Devrede” diyerek artık yeni bir sürecin başladığını ifade etmiştir. 28 Şubat kararları ve sonrasındaki eğitim ile ilgili olan konulara özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim tartışmaları damgasını vurmuş ve herkesin ortak paydası haline gelmiştir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Deneğinden, Türk Kadınlar Birliğine; TOBB’dan Ziraat Odaları Birliğine kadar herkes 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması ve Kur’an Kurslarını kapatılmasını istiyorlardı (Çetinkaya, 2005, s.96). Bu yaşanan gelişmeler ülkede ki İmam Hatip lsiselerinin ve Kur’an kurslarının varlığını artık tartışma konusu haline getirmiştir. 

11 Mayıs 1997’de İmam Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmaması için İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen miting gösterisi adeta bir provokasyona dönüşmüştür. Özellikle İmam Hatip liselerinin ve Kur’an kurslarının geleceği için toplanan göstericiler arasında Cumhuriyet ve laiklik ilkelerini savunan kişilerin çıkması ile olaylar daha da artmış ve koalisyon ortağı RP milletvekili Yasin Hatipoğlu’nun 8 yıllık eğitimle ilgili olarak MGK’ya göndermeler yapması ve 160 milletvekili adına sine-i millete döneriz çağrısı daha büyük tepkilerin artmasına neden olmuştur (Çetinkaya, 2005, s.97). Meydana gelen bu olaylar kamuoyunda büyük bir huzursuzluğun doğmasına neden olmuştur. İmam hatip ve Kur’an kurslarının geleceği hakkında yapılmak istenenler toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmüyordu. 

Bununla beraber “Silahsız Kuvvetler” olarak nitelendirilen sivil toplum kuruluşları artık her alanda varlığını hissettirmeye başlamış idi. 19 Mayıs 1997’de ki kutlama törenlerinde Başbakan Erbakan adeta yuhalanmış ve RP’li bazı kimselerin kasetleri elden ele dolaşır hale gelmiştir. Bütün bu yaşananlar hükümet üzerinde kurgulanmaya çalışılan psikolojik hareketlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmış ve darbe söylentileri arasında DYP’den yine istifa sesleri ve kopmalar başlamış ve Hüsamettin Cindoruk başkanlığında kurulan DTP çatısı altında birleşmişlerdir. 

Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmeler sonrasında, Türk siyasal hayatında ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası olan, tarihe “28 Şubat Süreci” olarak geçen bir dönemin RP ve DYP ortaklığında kurulan, yaklaşık 11 ay görevde kalan Refah- Yol Hükümeti’nin dağılması ile sonuçlanmış gibi gözükse de aslında bu süreç sonrasında askerlerin; Refah-Yol Hükümeti’nin dağılması sonrasında Genelkurmay Karargâhında ki subaylara verilen brifinglerde bazı üst düzey komutanların şu sözleri söylediği ve daha sonrasında ise kamuoyuna yansıtıldığı bilinmektedir; “Arkadaşlar! Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa silahlı kuvvetler öncülüğünde, sivil toplum örgütleri ve halkın desteğiyle Türkiye’yi laiklikten uzaklaştırmaya çalışan güçler engellenmiştir. Bu, silah kullanılmadan rejimin öz gücü ve sivil inisiyatif ile yapılan post-modern bir darbedir” (Akpınar, 2001, s.329) şeklinde ifade edilmiştir. 

Refah - Yol Hükümeti’nin düşürülmesi sonrasında, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. ANAP, DSP 
ve DTP’ den oluşan ve CHP’nin de dışarıdan destek verdiği Anasol-D Koalisyon Hükümeti kurulmuş olması ile beraber askeri kanat MEB’in ve Diyanet İşlerinden 
sorumlu bakanlıkların DSP’ye verilmesi arzulamış ve bu şekilde daha doğru olacağını ifade etmiştir. Çünkü ANAP içerisinde bulunan Korkut Özal, Cemil Çiçek gibi 
muhafazakârların 8 yıllık eğitim konusunda ki görüşleri herkesçe biliniyordu. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in bu iki önemli bakanlığı istemesinde ki temel amacı ise 
“laik-anti laik” tartışmaları sırasında CHP’ye gittiği sanılan oy potansiyelinin yeniden sağlanması ve bu kurumların ANAP’lı yöneticilerin elinden alınmasının daha doğru 
olacağı düşüncesi idi. Netice itibariyle DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit amacına ulaştı ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde sıkıyönetim komutanlığı yapan MGK eski sekreteri 
emekli korgeneral Ragıp Uluğbay’ın kardeşi Hikmet Uluğbay Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiştir. 

Anasol-D Hükümeti’nin koalisyon protokolüne baktığımızda; ülkeyi 54’üncü hükümet tarafından içine düşürüldüğü rejim ve devlet bunalımından kurtarmak, 
toplumda ki gerginliği ortadan kaldırarak uzlaşmayı sağlamak, ahlaki yozlaşmayı durdurmak, kamu yönetiminde ki yıpranmaya son vererek temiz toplum özlemini 
gerçekleştirmek, ülke ekonomisini tekrardan üretken hale getirmek ve devletin saygınlığını artırmak, laik, demokratik Cumhuriyet’i güçlendirmek amaçları ile 
kurulduklarını ifade etmişlerdir. 

Protokolde ki eğitimle ilgili maddeler ise şöyleydi; “8 yıllık zorunlu ve kesintisiz temel eğitim uygulamaya konulacaktır. Anayasanın 24’üncü maddesine uygun olarak, 
temel eğitim kurumlarında zorunlu din kültürü ve ahlak öğretimine devam edilecek; bunu dışında ki din öğretimi ve eğitimi ailelerin istemesine bağlı olarak, “devletin 
gözetim ve denetimi” altında verilecektir. Ülkenin geleceğinin ve çağdaşlaşmanın öncüsü olan gençlerimizin eğitim ve öğrenim sorunlarına özel bir önem verilecektir. 
Eğitimde sadece fırsat eşitliği değil olanak eşitliği de sağlanacaktır. Eğitimin tüm kademelerinde, Atatürk ilke ve inkılaplarını özümsemiş, milli, manevi ve ahlaki 
değerlerimizi benimsemiş, bilimsel düşünceye yatkın, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış insanlar yetiştirmek temel amaç olacaktır” 
(Çetinkaya, 2005, s.99-100) şeklinde ifade edilmiştir. 

Anasol-D Hükümeti’nin göreve başlaması üzerinden daha 1 ay bile geçmemiş iken 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi tekrardan gündeme gelmiş konu adeta kriz ve 
hükümet kavgasına dönüşmüştür. 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi, 22 Temmuz 1997’de yasa tasarısı olarak meclise sunulmuş ancak öncesinde ANAP’lı bazı 
bakanların Bakanlar Kurulunda yasayı imzalamaması tekrardan kavganın çıkmasına sebebiyet vermiştir. Sabah saat 5’e kadar süren Bakanlar Kurulu toplantısında “8 yıllık 
kesintisiz eğitim meselesi” ele alınmış DSP’li Bakanlar yasa tasarısını imzalanmış ve Bakanlar Kurulundan ayrılması sonrasında yasa tasarısı ANAP’lı Bakanlar arasında 
uzun bir süre tartışılmıştır. Yaşanan bu kavga sonrasında çıkan krizin temel sebebi ise; DSP’li Bakanların Kur’an Kurslarının MEB’e bağlanması isteği üzerine çıkmış ve daha 
sonra DSP’li Bakanlara “Kur’an kursları Diyanet’te kalacak ama denetimin MEB’in yapacağı” bir ara formül iletilmiş ve bu konu üzerinde DSP’li Bakanlar ikna olunca 
konu uzlaşı ile çözümlenmiştir (23 Temmuz 1997), Milliyet, s.1. 

Anasol-D Hükümeti’nin 8 yıllık kesintisiz eğitim ve Kur’an kursları konusundaki tutumu hükümet içerisinde kavga ve kısa süreli bir kriz ortamının 
yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç’ı harekete geçirmiş ve Başbakan Mesut Yılmaz’ı ziyaret eden Org. İlhan Kılıç 
görüşmeden ayrılırken gazetecilerin soruları karşısında; “8 yıllık kesintisiz eğitime bu yıl geçilecek” açıklamasını yapmıştır. 

MEB Hikmet Uluğbay, 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası daha meclis gündemine gelmeden jet hızıyla işe koyulmuş ve illere birer genelge gönderen Bakan Uluğbay; 
yasanın uygulama esaslarını belirleyerek il ve ilçelerde “8 yıllık kesintisiz ilköğretimin uygulamasını izleme ve icra kurullarının” oluşturulmasını istemiştir. 

8 yıllık kesintisiz eğitim yasası mecliste görüşülürken DYP lideri Tansu Çiller ve eski MEB Mehmet Sağlam’ın yasa hakkındaki düşünceleri yasaya muhalefet 
olmaları bazı kesimlerin tepkisini çekmiştir. MGK’nın 31 Mayıs’ta ki toplantısının zabıtları kamuoyuna açıklanıyor ve o dönem içerisinde “kesintisizi” savunanların nasıl 
bir U dönüşü yaptıkları anlatılıyordu. Eski Bakanın yasa hakkında ret oyu kullanması ve bu durumun medyaya sızdırılması skandal haber olarak ülke gündeminde yer etmiş ve 
sonrasında seçim bölgesi Kahramanmaraş’ın DYP’li ilçe ve belediyelerde ki hayali kadroları sahte evraklarla bakanlığa aldığı yönündeki haberlerle eski MEB Mehmet 
Sağlam hakkında adeta siyasi linç girişimleri başlatılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.101). 

28 Şubat sürecinde gerek basın ve medya organları, gerekse muhalefet partilerinin etkin bir konumda bulundukları bilinmekle beraber bunların üzerinde asıl önemli ve potansiyel gücün asker olduğu herkes tarafından bilinmekte idi. Bu süreç içerisinde özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi aylarca tartışılmış TBMM’de sabahlara kadar süren 37 saatlik çalışma sonrasında 277 milletvekilinin oyu ile 16 Ağustos 1997 tarihinde yasallaşmıştır. ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Süha Sevük üniversitenin açılış konuşmasında; “Hepimiz kabul etmeliyiz ki Türk silahlı kuvvetlerinin baskısı olmasaydı, parlamentomuz bu kanunu çıkaramazdı” (24 Eylül 1997), Hürriyet, s.1 şeklindeki açıklaması askeri baskı olmasaydı 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı çıkmazdı şeklinde yorumlanmıştır (Çetinkaya, 2005, s.101). 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kararının tarihi MGK’da ki serüveni genel olarak bu şekilde gerçekleşmiş olmakla beraber sonuç olarak 8 yıllık kesintisiz 
eğitim ve Kur’an kursları konusunda başarıya ulaşılmıştır. Bu bağlamda İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılacak, ilköğretimi bitirmeden hiç kimse Kur’an kurslarına gidemeyecekti. 

Uzun ve mücadeleli sürecin sonunda perde arkasında fırtınaların koptuğu eğitim meselesinde yukarıdaki kararlar alınmış (Çetinkaya, 2005, s.102) ve Türkiye’nin 
2000’li yıllarında ki eğitim sistemi ve uygulanacak olan eğitim politikalarına olan etkisi karar sonrasında da tartışılmış ve günümüzde de hala tartışılan konular 
arasında yerini almıştır. 



KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


39 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 37

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 37


    Sosyal Bilimlerde kesin bir tanım yapmanın güç olduğu herkes tarafından bilinmekle beraber konu ile ilgili kesin bir kanıya varmakta o kadar güçtür. Bundan dolayı özellikle Sosyal Bilimlerde bilginin ne olduğu ve hangi anlamlara geldiğine dair birçok görüş ve farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu farklı görüş ve yaklaşımlar aynı zamanda bilginin tanımını yaparken ve hangi anlamlara geldiğine dair bizlere yol göstermenin yanı sıra bir takım yaklaşımların da etkisi ile bilgi kapsamı dışında bırakılması bir anlamda iktidar ilişkisi de ortaya çıkarmaktadır. Zaman içerisinde ve dönemsel olarak benimsenen paradigmalar bilginin ne olduğunu ve hangi anlamlara geldiğini tanımlarken aslında çok geniş bir alanda da etki alanı oluşturmaktadır. Bu anlamda bilginin tanımının üzerinde durulması, konu ile ilgili birçok görüş ve yaklaşımın ele alınması ve bilgi ile iktidar ilişkisinin irdelenmesi ve eleştirilmesi bilginin eğitimdeki yeri ve önemi bakımından da önemli olmakla beraber, eğitim-iktidar ilişkisinin ele alınmasında da önemli hale gelmektedir. 

Bilginin ne olduğuna ve hangi anlamlara geldiğine dair sorunun ilk bakışta kolay cevaplanabilir görülmesine rağmen bilginin ne olduğuna dair ayrıntılar söz konusu olduğunda üzerinde mutabık kalınan bir tanımlamanın yapılamadığı savunulur. Ayrıca bilgi üzerinde düşünülmeye başlanılmasın sonra tanımlanmaya çalışıldığını ve bu tanımlama çabasının bu çaba içerisine giren insanların hayatlarında anlamlı değişikliklere neden olduğunu iddia edilir. Pears; “Bir bilgi parçası asla onu üreten kişiden bütünüyle kopartılamaz” olduğunu savunur ve bilginin tanımlanmasında somut bir şey kullanılacaksa bu somut şeyin, sanatkârın ürünü olması ve sanatkârın izlerini taşıması bakımından, sanat eseri olacağını ifade eder. Kendisi, bilginin tam olarak bir kalıba oturtulamamasından dolayı “yanlış bir biçimde üretilmiş olsa bile oyunu kazanan yine o olur” (Pears, 2004, s.13-19) diyerek bilgi üretiminin önemi üzerinde durmaktadır (Şimşek, 2012, s.8). 

Bununla beraber Süleyman Kocabaş’a göre ise bilgi “Gerçekliğin İfadesidir” şeklinde tanımlanmış bilginin, gerçekliği yansıttığı ölçüde bir bilgi ve veri olarak kabul edilebileceğini savunmaktadır. Kocabaş’a göre, bilgi insanın çevresiyle ilişkisinde “mevcut kuvvetlerin belli bir amaca yönelik olarak kullanılmasını sağlamada imkân kazandırması” bakımından kendisine sahip olana güç kazandırmakta olduğunu ifade etmekle beraber bilgi ve eğitim iktidarın elinde şekillendiğine dikkat çekmektedir (Kocabaş, 1998, s. 2265). 

İktidar kavramına yaklaşımlar dikkate alındığında insani ilişkilerin doğasında iktidar ilişkilerinin olduğu görülmektedir. Modern dönemde en etkin iktidar sahibi olan devletin eğitim alanındaki etkileri bireyin özgürlüğü bağlamında değerlendirildiğinde, üzerinde mutabık kalınan sınırların olmadığı sonucuna varılabilir. Diğer taraftan toplumsal hayattaki ilişkilerin niteliğini belirleyen iktidar sahibi merkezlerin çoğulluğu, toplumsal ilişkiler kadar eğitim üzerinden de yine çoğul etkilerin varlığını akla getirmektedir (Şimşek, 2012, s.15). 

Modern dönemde bilimin iktidar ile olan ilişkisinin bilim ve bilimsel bilginin doğasından kaynaklanmadığını, bu ilişkinin toplumsal hayatta bulduğu karşılık 
açısından farklılık kazandığı ifade edilmiştir. Bilginin toplumsal hayatla ilgili tümel bir açıklama çabası içerisinde olması ve evrensellik iddiası bilginin güç haline gelmesinde etkili olmuştur. Bununla birlikte, daha önceki dönemlerden farklı olarak Modern dönemde bilgiyi tekelinde tutma gayretinde olan siyasal iktidarların bu rolü küresel ölçekli sermaye sahipleri ile paylaşmak zorunda kaldıkları, finansal olarak güçlü olan bu sermaye sahiplerinin finansörlükleri ile doğru orantılı olarak bilimsel bilginin üretilmesinde ve denetlenmesinde etkin olduklarını da bilinmektedir (Karakaş, 2002, s.164, 168, 170). 

Modern dönemdeki bilgi anlayışı dikkate alındığında insan-insan, insan-çevre ilişkilerindeki derin anlayışın iktidar ve türevlerini barındırdığı görülmektedir. 
Zikredilen değişim, iktidar ve yansımalarında da herhangi bir değişikliğin olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir ki, bu soru doğrudan bilgiyi de ilgilendirdiğinden önemli hale gelmektedir (Şimşek, 2012, s.17). Bu bağlamda bilgi ile iktidar arasında sıkı bir bağın olduğu, bilginin yansımasında ve değerlendirilmesinde iktidarın payının olduğu ve iktidarın değişen bilgiler karşısındaki tutumunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

Bilgi ve iktidar arasındaki ilişki sadece yukarıdaki anlatılanlarla sınırlı olmayıp konumuz açısından genel anlamda değinilmiş ve sınırlı tutulmuştur. Bilgi ve iktidar arasında ki bu ilişkilerin yanında konumuz açısından asıl önemli olan “eğitim ve iktidar” arasındaki ilişkidir. 

Eğitim kavramı, dönemsel olarak farklı biçimlerde tanımlanmıştır (Şimşek, 2012, s.22). Eğitim, bireylerin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak 
istendik değişiklik meydana getirme sürecidir (Ertürk, 1998, s.12). Eğitim kelimesinin anlamsal karşılığı ise “bakım ve yetiştirmedir”. Eğitim kelimesi, günümüzde bir süreci veya bir süreç içerisinde elde edilen ürünü akla getirecek şekilde tanımlanmaktadır. 

Eğitim kavramının günümüzdeki çağrıştırdığı anlamı kazanmasında etkili olan 
tarihsel sürecin bilinmesinin yanında eğitim iktidar ilişkilerinin anlaşılması adına ortaya konulması gereken öncelikli konu olduğunu düşüncesi (Şimşek, 2012, s.23) ile beraber eğitimin tarihsel yönü, Sanayi Devrimleri, Reform ve Rönesans hareketleri içerisinde ki yeri ve öneminin yanında özellikle bilgi ve teknolojilerdeki gelişmenin en büyük etkeni olan eğitim büyük ölçüde devletin etki alanında ve zorunlu olarak uygulanmasının yanında eğitim iktidar bağlamında ele alınması oldukça önemlidir. 

Tarihsel sürecin önemli bir parçası olan ve bu süreç içerisinde gelişim ve 
ilerlemenin temeli kabul edilen eğitimin içeriğine, amacına ve yöntemine dair ortak bir kanı yoksa da, insanla eğitim arasında çok büyük bir ilişkinin olduğu herkesin katıldığı bir görüştür. Bu ilişki modern dönemde öyle boyutlardadır ki; var olmanın önkoşulu gibi değerlendirilmiştir. Hiç olmazsa zorunlu eğitim sürecini tamamlama toplumsal yaşamda anlamlı bir yer edinebilmede ön şartı haline gelmiştir. Bu açıdan gerekliliğinin sorgulanmaya bile kapalı olması hasebiyle eğitim, modern zamanlarda oluşanların içerisinde açık ara önde olan bir modern tabu ruhu haline gelmiştir. Eğitim almanın bir insan hakkı olarak değerlendirilmesi genel kabul görse de, bu konuda bireylerin seçme 
hakkının olmaması konuyu başka bir boyuta taşımaktadır. Devletin eğitim-öğretimi tekelinde tutma ısrarı, neo-liberal politikalara sahip olanlar da dâhil, tüm devletlerde devam etmektedir (Konuk, 2011, s.386). 

Genel olarak modern dönemdeki devlet algısı dikkate alındığında ya doğrudan 
ya da dolaylı olarak, vatandaşlarının hayatına müdahil olma durumunun iktidar sahibi olmanın doğal yansıması olduğu aşikârdır. Eğitim de diğer toplumsal süreçler gibi iktidarın kapsama ve etki alanında kalmış ve dolayısıyla bireyler de bu durumdan etkilenmiş ve iktidar talebinin etkilerine maruz kalmışlardır. Eğitim ile ilgili yaklaşımlarda “İnsanları belli amaçlara göre yetiştirme” olarak ifade edilebilecek eğitim tanımlamalarının da olduğu dikkate alınırsa eğitim-iktidar ilişkisi dikkat çekici olmaktadır. 

Eğitim ve iktidar ilişkisi, herhangi bir devletin benimsediği eğitim felsefesinin 
etkisinden uygulamaya koyduğu eğitim politikalarına; bireylerin aileleri ile 
ilişkilerinden okullarda öğretmenleri ile kurdukları ilişkilere kadar geniş bir yelpazenin içinde değerlendirilebilir. Bu nokta da insanın potansiyel olarak sahip olduğu kabiliyetlerini inkişaf ettirme iddiasında olan eğitimin, dayandığı felsefi temel ve eğitimde benimsenilen metodoloji çok önemli bir yere sahiptir. Anne-Babalar ile öğretmenlerin çocuk adına iyiyi ve doğruyu belirleme hakkını kendilerinde görmelerinin ve kendilerine göre olan iyi ve doğrunun çocuklar tarafından benimsenilmesini beklemeleri çocuğun tüm yaşantısında baskın bir etki oluşturabilmektedir (Şimşek, 2012, s.25-26). Bu bağlamda günümüzde eğitim alanında devletlerin ve iktidarlarda bulunulan hükümetlerin ağırlıklarının olması, eğitim konusunda ürettikleri politikaları önemli hale getirmektedir. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak ise devletin eğitime doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesini ortaya çıkarmıştır. Bu müdahale eğitim politikalarının değişmesinden ders kitaplarının içeriğine kadar olan geniş bir yelpazeyi ifade etmektedir. 

Eğitim konusunda gündeme gelen eleştiriler dikkate alındığında birey, toplum 
devlet ilişkilerine farklı bir pencereden bakma imkânı doğmaktadır. İnsani varoluşun en önemli özelliklerinden birisi olan irade ve bu iradenin özgürce kullanılabilmesi modern dönem ve devlet anlayışında klasik dönemlere nispeten faklı algılanmaktadır. İktidar sahiplerinin iktidarlarını devamlı kılma adına modern dönemin enstrümanlarını kullanmaları anlaşılır olmakla birlikte, özgür olduğunu düşünerek iktidar sahiplerinin çizdiği alanda sorumluluktan uzak yaşayan insanların iktidar mücadelelerine bilerek, isteyerek ve gönüllü olarak malzeme olmaları anlaşılır görünmemektedir. Bununla birlikte insanların kendileri ve eylemleri üzerinde düşünmelerini bile engelleyecek bir atmosferin oluşturulduğu iddiası komplo teorisi denilip geçilecek bir basitlikte değer lendirilmemelidir (Şimşek, 2012, s.33). 

Bilgi, eğitim ve iktidar bağlamında ki bu değişim ve gelişimin bir sonucu olarak 
devletlerin ve iktidarların tarihsel dönem içerisinde bilgi kavramı başta olmak üzere gelişen ve ilerleyen bütün unsurlar üzerinde etkin bir güç konumunda olduğu, eğitim ve iktidar açısından ise; tarihsel dönemler içerisinde devletlerin ve iktidarların daima eğitime etki ettikleri ve bu etkinin doğal sonucu olarak eğitim sistemlerinin ve takip edilen programlarının değişmesini sağladıkları bilinmektedir. Bu anlamda eğitim konusunda özellikle birey, toplum ve devlet ilişkilerinde farklı bir penceren bakılmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. 

Genel olarak devletlerin ya da iktidarların zaman zaman eğitime müdahale 
ettikleri görülmektedir. Günümüzde de dünyanın hemen her yerinde devletler eğitime yoğun olarak müdahale etmektedir. Ancak, gerek eğitim sistemindeki başarısızlıkların gerekse çalışmaların devletin eğitime müdahale etmesi gerektiği iddiasını desteklemiyor olması, dünyada devletin eğitimdeki rolünün giderek artan bir biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. 

Türkiye’de eğitim hizmeti önemli ölçüde devlet tarafından verilmekte, finanse 
edilmekte ve denetlenmektedir. Türkiye için devletin eğitime müdahalesinin 
meşruluğunu destekleyecek çalışmaların sayısı ise oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla, 
Türkiye’de eğitimin kalitesinin arttırılması, kaynakların daha etkin kullanılması için mevcut politikaların gözden geçirilmesi ya da iyileştirilmesi, yeni politikaların da üretilmesi kaçınılmaz hale getirmiştir (Çokgezen, Terzi, 2008, s.15). 

Özellikle siyasal partilerin “Türk Eğitim Sistemi” içerisindeki eğitim hedefleri 
ve din eğitimi hakkındaki görüşleri genel olarak şöyle ifade edilmektedir: 

a) Eğitim Hedefleri; 

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, eğitime yönelik başlıca hedefinin “Temel 
beceriye sahip, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen, paylaşımcı ve iletişime açık, sanat ve estetik duyguları güçlü, evrensel bir kavrayış ve düşünüş yeteneğine sahip, yeni fikirlere açık, farklılığı zenginlik olarak gören, çalışmayı ve üretmeyi bir erdem olarak benimsemiş bireyler yetiştirmek” (AKP, 2011, s. 75) olduğunu ifade etmiştir. 

CHP’nin eğitimdeki temel hedefi; “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, 
demokratik ve laik değerleri benimsemiş, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir yurttaş yetiştirmektir. CHP’nin 1943 yılındaki programında da eğitim öğretimde “esas düsturlarının” Atatürk ilkeleri olduğuna vurgu yapılmıştır. 

MHP’nin eğitimde ki temel hedefi ise; “Türk milletine mensubiyetin gurur ve 
şuuruna sahip, manevî ve kültürel değerleri özümsemiş, düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, yeni gelişmelere açık, sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılığı yüksek, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, girişimci, demokrat, kültürlü ve inançlı nesiller yetiştirmektir” şeklinde ifade edilmiştir. 

Son olarak BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi), temel eğitim hedefine 
baktığımızda ise “Şiddete dayanmayan her türlü düşüncenin özgür bir şekilde 
tartışıldığı, her vatandaşın etnik köken, kültür ve dil farklılıklarından doğan 
gereksinimlerini göz önünde bulunduran ve herkesin özgürce ve eşit olarak 
faydalanacağı, bireyin yaratıcılığını, yeteneklerini geliştiren ve buna göre yönlendiren bilimsel bir eğitim” düşüncesi hedeflemektedir (Tok, 2012, s. 287-288). 

b) Din Eğitimi; 

AKP, din eğitimi ve öğretimini, “Anayasanın 24. maddesinde belirtildiği şekilde 
yerine getireceğini; isteğe bağlı din eğitimi ihtiyacının karşılanarak elverişsiz 
koşullarda ve ehliyetsiz kişiler eliyle yürütülen sağlıksız ve denetim dışı din eğitimi uygulamalarına meydan verilmeyeceğini ifade etmektedir. Ayrıca “İlk ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin dışında, velilerin rızasına bağlı olarak seçmeli din derslerinin verilmesi de temin edilecektir” şeklinde ifade edilmiştir (AKP, 2001, s. 29). 6287 Sayılı Kanunla, ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacağı kabul edilmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle AKP’nin bu konudaki vaatlerini de yerine getirdiği söylenebilir (Tok, 2012, s. 296-297). 

CHP, “özgürlük, ancak laik eğitim ortamında anlam ve değer kazanabilir, 
sürekliliğini koruyabilir, eğitim düzeninin laik bir zemine oturtularak, öğretim birliği çerçevesinde yürütülerek, bilime, yeniliğe ve değişime açık, gelecek vizyonu olan, çağdaş bir toplum ve demokratik devlet yapısı oluşturulabilir” görüşünü ifade etmiştir (CHP, 2008, s. 297). Bununla beraber Din kültürü eğitiminin, bireyin inanç dünyasını geliştiren, çağdaş gelişmeye açık, manevi ve ahlaki değerleri zenginleştiren, insan ve doğa sevgisini artıran nitelikte olacağını; dinin, siyasi amaçlarla istismarına yol açmayacak şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dini duygular istismar edilerek cemaat veya tarikatların eğitim kurumlarını kuşatması önlenecek, imam-hatip 
eğitimi, din görevlisi sayısına duyulmakta olan ihtiyaç çerçevesinde düzenlenecek, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin Anayasanın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi sağlanacak, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an Kursları dışındaki benzer hizmeti sunan kuruluşlara izin verilmeyip, bu kurslar etkin olarak denetlenecektir. 

Din eğitimi konusunda MHP ise, “Din eğitiminin milli birlik ve bütünlüğün 
sağlanması, vatandaş ile devlet arasındaki yakınlaşma ve çeşitli ön yargıların 
giderilmesinde önemli katkılar sağladığını düşünmekte ve devlet okullarında verilmesini savunmaktadır. İlköğretim 6. sınıftan itibaren din öğretimini desteklemek amacıyla seçimlik Kur’an-ı Kerimi Okuma ve Anlama, İlmihal Bilgileri, Peygamberlerin Hayatı gibi dersler okutulacaktır. Yaz döneminde camilerde verilen din kültürü, ahlak bilgisi ve Kur’an öğretimine devam edecek çocuklar için yaş sınırı kaldırılacaktır” şeklinde görüşler ifade etmiştir (Tok, 2012, s.297). 

5.1.5. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi’nin Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri 


“28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri” 
başlıklı çalışmamızda bu dönemde ki eğitim alanında meydana gelen gelişmelere kısa olarak değinilecek ve ilerleyen bölümlerde konu ile ilgili gerekli ve önemli 
açıklamalarda bulunulacaktır. 

Türkiye Cumhuriyet’i tarihi aynı zamanda askeri darbeler tarihidir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin yakın tarihine baktığımızda demokrasinin her 10 yılda bir kesintiye uğradığını görmekteyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelmiş olmakla beraber devlet yönetimi askeri kanadın eline geçmiştir. Bu dönem içerisinde asker, devlet yönetiminde oldukça etkili olmakla beraber bir hükümet gibi görev ve misyonunu sürdürmüştür. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasında ikinci müdahale 12 Mart 1971 muhtırası ile gelmiş ve asker tekrardan sivil hükümet üzerinde etkili olmuş ve askeri kanat tekrardan ülke yönetimini ele almıştır. 1960 askeri darbesi ve sonrasında 1971 muhtırasının üzerinden daha 10 yıl geçmeden son klasik darbe olarak bilinen ve ülkenin geleceğine yön veren, demokrasinin askıya alındığı ve antidemokratik uygulamaların ortaya konduğu, siyasilere yasaklar getirilerek mevcut 
siyasi partilerin kapatıldığı bir dönemi yaşayan ülkede 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleşmiş ve ülke tekrardan askeri yönetim altına alınmıştır. Bütün bu yaşanan darbe ve müdahaleler demokrasinin her 10 yılda bir askıya alındığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cumhuriyet tarihinde bu yaşanan müdahaleler ile demokrasi her 10 yılda bir kesintiye uğramış ve sivil hükümetler iktidardan uzaklaştırılmıştır. 

Bununla birlikte 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan toplumsal, 
ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı 
sonrasında kamuoyuna açıklanan sonuç bildirisi ile Türkiye’de yaşanan ve demokrasi ile bağdaşmayan süreç “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılmıştır. Demokrasiye yapılan bu müdahale kendisinden öncekilerden yapılış tarzı bakımından ayrılsa da, halka yansıması bakımından diğerlerinden farklı olmamıştır. “28 Şubat sürecinin 1000 yıl süreceği ”ne dair beyanatların darbeciler tarafından verilmiş olması, bu müdahalenin kısa süreli sonuçlarına bina edilmediğini ima etmektedir. Uzun süreli toplumsal, ekonomik ve idari sonuçları garanti edilmiş olmak üzere tasarlandığı izlenimi uyandıran 
28 Şubat sürecinde var olan iktidar mücadelesi, görünürdeki taraflarından daha geniş ölçekli bir toplumsal alanda yansımalara sahip olmuştur. Yaşanılan süreçte birçok mağduriyetler yaşanmış ve iktidar sahipleri kaybetmek istemedikleri iktidarlarını kalıcı kılmak adına icraatlarını ortaya koymuşlardır. 28 Şubat süreciyle başlayan yeni süreçte iktidar sahiplerinin uygulamaları arasında eğitme bakan uygulamalara öncelik verildiği (Şimşek, 2012, s.162) dikkat çekmekle beraber dönem içerisinde de böyle uygulamaların meydana gelmesi gayet manidardır. 

1996 yılında İslamcı RP’nin DYP’yle kurduğu koalisyon sonucunda, ordunun 28 
Şubat 1997’de başlayan müdahalesiyle tasfiye edilmesi, eğitimi tartışma gündeminin odağına oturtmuştur. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılması kapsamında, öteki meslekî ve teknik okulların yanı sıra İmam Hatip okullarının orta bölümlerinin kapatılması, “İrticaya karşı mücadele” programının önemli bir parçasıydı. Ancak 28 Şubat müdahalesi, eğitimde din boyutundan vazgeçilmesi sonucunu doğurmadı. Kemalizm’in klasik Türk-Batı sentezine, laik siyaset ve laik eğitim, uygulamasına dönülmedi. İlköğretimde ve ortaöğretimde zorunlu din dersi uygulamasına devam edildi. Zorunlu din derslerinde, öğrenciler, dinin milleti oluşturan önemli unsurlardan biri olduğunu, ibadetin gerekli olduğunu, evrenin yaratıldığını öğrenmeye, devam ediyorlar ve İslâm ibadetinin kurallarını uyguluyorlardı. Bu derslerde, “Millî benliğimize ve dinimizin ana kaynaklarına dayalı din ve millet şuuru” işleniyordu. Özetleyecek olursak, doksanların 
ikinci yarısına kadar toplum yaşamının her alanında olduğu gibi eğitimde de kendisine milliyetçiliğin saygın bir ortağı rolü verilen dinin; 28 Şubat 1997 Askeri müdahalesinden sonra, devlet ideolojisine yardımcı olduğu için kendisine tahammül edilen ikincil bir ortak sayılmaya başlandığını söyleyebiliriz (Kaplan, 2000, s.799). 

28 Şubat sürecinin artık son durağı olan “28 Şubat 1997 tarihi MGK” toplantısı 
sonrasında kamuoyuna açıklanan bildiride “Laiklik ilkesinin” korunması üzerinde 
bizatihi-i durulmuş olmakla beraber bu konu üzerinde dönemin iktidarı olan Refah-Yol Hükümeti’nden beklenen adımların neler olduğu ifade edilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından sonra 1 Mart 1997’de MGK Genel Sekreterliği tarafından “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirleri” içeren ikinci bir bildiri (MGK’nın 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A) yayınlanmış ve bu bildirinin içeriği Bakanlar Kurulu’nda herhangi bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir. Yayınlanan ikinci bildiride eğitim konusunda öne çıkan genel başlıklar şunlar olmuştur: 

“Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından: 

. 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmaya konulmalıdır. 
. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerin isteğine bağlı olarak devam 
edebileceği Kur’an kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet 
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 
. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık aydın din adamları 
yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. 
. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca 
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri 
sağlanmalıdır. 
. TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat 
çerçevesinde alınan tedbirler diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle 
üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı 
kuruluşlarında da uygulanmalıdır. 

. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir 
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmak, bu konudaki kanun ve 
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu 
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır” (Çavdar, 2004, s.339-341). 

Yayımlanan bu bildirinin gelecek yıllarda ki eğitim-öğretim faaliyetlerine yön 
verecek olması açısından değerlendirildiğinde, bildiride kullanılan üslubun emredici ve buyurgan bir şekilde olmasının yanında seçilmiş bir iktidarın, seçim ve demokratik yollarla iktidar gelmiş olan bir hükümetin ötesinde önemli bir husus dikkat çekmektedir. 
Bildiriyi yayınlayan iktidar sahiplerinin algı altyapısında her şeyin en doğrusunun 
sadece kendileri tarafından bilineceği ve uygun görmedikleri her uygulamaya karşı gerekli yaptırımı uygulama yetkisine sahip oldukları gibi bir yaklaşımın olduğu ve bir noktada “Hakikat Tekelciliği” kavramının vücut bulduğu gözlemlenmektedir (Şimşek, 2012, s.163). 

 Olay ve olgular zinciri ile beraber Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından 
biri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen Askeri darbenin etkisi ile Türk siyasal hayatı ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası yaşanmıştır. 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısında alınan kararların anlık kararlar olmadığı ve yaşanan uzun soluklu bir sürecin ürünü olduğu bilinmektedir. Yaşanan bu süreç içerisinde hiç şüphesiz en önemli kararlar eğitim alanında alınmıştır. Bu süreçte başörtü-türban sorunu, katsayı uygulaması ve özellikle 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim ve meslek liselerinin, özellikle İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararları eğitim alanında büyük tartışmalar yaratması, bu süreçte Necmettin Erbakan Başbakanlığındaki Refah-Yol Hükümeti dağılmış ve daha sonra gelen hükümetler bu kararları uygulamak durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla, Milli Eğitim sistemi ve üniversiteler alınan bu kararlara göre şekillenmiş ve kararların uygulanabilmesi için çeşitli projeler hayata 
geçirilmiştir ve böylece askeri darbe sonucu yeniden eğitim sistemine farklı bir boyut kazandırılmıştır. Böylece amaç hem askeri vesayetin sivil hükümetler üzerinde ki etkisi hem de darbe sonrası yeniden şekillenen eğitim sistemini incelemektir. Genel olarak baktığımızda tarihî süreç içerisindeki düzenlemeler sonucunda 1997 yılına kadarki dönemde, ilkokula dayalı olarak öğrenci kabul eden ve bünyelerinde aynı zamanda ortaokullara da yer verilen İmam-Hatip Liselerinin ortaokul kısımları, 1997 yılında 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretime geçilmesi ile birlikte kapanmıştır. Aynı zamanda meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişinde, mesleki eğitimi teşvik edici birtakım yeni düzenlemeler getirilmiştir (Doğan, 2006, s.2). 

28 Şubat sürecinde meydana gelen gelişmeler neticesinde 18 Haziran 1997’de 
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343). 

28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde 
eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir. Düzenlenen bu raporlar neticesinde çok sayıda öğretmenin “Nurcu, Süleymancı, Nakşi” gibi isimler altında fişlenerek sınıflan dırılmış, idari yaptırım kararları ile karşı karşıya gelerek cezalandırılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya görevden uzaklaştırılmıştır. 
Bu uygulamaların 2000 yılına kadar devam ettiğine dair belgeler bulunduğu ve bu belgelerde öğretmen, öğrenciler ve idarecilerin fişlendiğine dair ifadeler yer almaktadır. Buna göre öğrenci yurtları da fişlenmiş ve kategorize edilerek “iyi-sorun olmayan, Enver Ören Grubu, Süleymancı, Nurcu” şeklinde sınıflandırılmışlardır. 28 Şubat sürecinde eğitim alanında öğretmenlere yönelik baskının ve yaptırımların akla uygun olmayan uygulamaları da beraberinde getirmiştir (Şimşek, 2012, s.164-165). 

Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik negatif koşulların 
oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır. 

“ 28 Şubat Sürecinde ” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar 
yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


38 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


*****************