PROF. DR. SAMİ SELÇUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PROF. DR. SAMİ SELÇUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2017 Cuma

Sözüm.., İktidara ve İnsanın/Cumhurun Değerlerini Kollamakla yükümlü Savcılaradır.., DEHŞETE DÜŞTÜM,



Sözüm.., İktidara ve İnsanın/Cumhurun Değerlerini Kollamakla yükümlü Savcılaradır.., DEHŞETE DÜŞTÜM,


.

Sözüm.., İktidara ve İnsanın/Cumhurun Değerlerini Kollamakla yükümlü Savcılaradır..,
DEHŞETE DÜŞTÜM,



SAMİ SELÇUK ,
Merak ediyorum “acaba orada mısın?” Oradaysan lütfen bir insan/yurttaş olan bana iyi kulak ver!
Kendisini yüz yüze tanımadığım, ama iktidar seçtiği eski bir Rektör, önceki günlerde feryat ediyordu. Tam dört gün boyunca suçunun ne olduğu kendisine bildirilmeksizin gözaltında tutulduğunu, ama ayrıcalık tanınıp bir battaniye verildiğini, ömründe ilk kez kitap okumaktan yoksun bırakıldığını yana yakıla anlatıyordu.
Bilmiyorum, bu sesi duydun mu, duyabildin mi?
Neden biliyor musun?
Gözaltına alınan ve aralarında kalp, kanser hastası da bulunan ötekiler ya da daha doğru bir anlatımla ötekileştirildikleri anlaşılanlar, eksi 4-5 derecede çoğu battaniyesiz, spor minderleri üzerinde kendi giysileriyle uyumak zorunda kalmışlar. Bunların aralarında 70, 80 yaşında olanlar, bir buçuk yaşındaki çocuğunu izin verilmediği için iki gündür emziremediğinden yakınan kadınlar varmış. Ancak kendisine battaniye verilen Rektör'e göre, bu durum işkence ile farkı gösteren
“ Yetmez ama evet ” anlamında bir ayrıcalıkmış!?
Aman Tanrım, ne günlere kalmış Türk insanı!Dehşete düştüm. Her şeyden önce insan olmaktan utandım. Sonra da bu yapılanların tersini anlattığım öğrencilerimden, en acısı ve korkuncu da hukukçu olmaktan utandım. İlk kez ülkemdeki adalet, yargı anlayışından tiksinti duydum.
27 Mayıs 1960 hükümet darbesinde olanları bir yedek subay öğrencisiyken darbenin çirkin yüzünü görmüş biri olarak o dönemde bile gözaltına alınanların, yakalananların güvenlikleri ve sağlıkları devletin güvenilir kollarına ve iktidara emanet edilirdi.
Sana soruyorum, Sayın İktidar, Adalet ve İçişleri bakanlığı koltuğunda oturanlar, sizlere de soruyorum.
Yoksa sizin döneminizde bu temel ilke değişti de benim mi haberim olmadı? Ne zamandan beri devlet, devlet ve uygarlık öncesi oymak dönemlerinin tiksinti uyandıran ilkel öç dürtüsüyle davranıyor? Polis Akademisi'nde bir yıl ders vermiş biri olarak biliyorum ki, orada bu yapılanların tam tersi öğretiliyor.
Beni iyi dinle Sayın İktidar!Ben bir insanım ve Anayasa'sında “ Hukuk Devleti ” yazan Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuştan hak ve özgürlüklerle donatılmış bir yurttaşıyım.
Sözde bir Devlet'in ne “ra'iyye”si, ne “tâbi”si, ne “köle”si, ne “pleb”i, ne “parya”sı ne de eski dönemlerin “ Kış geliyor ” deyince “ Titremeye Hazırım ” diyen bir
“ Kalender ” iyim. Tam tersine hukukun vazgeçilmez bir öznesiyim. Bu yüzden hak ve özgürlüklerim konusunda seninle asla ve kata pazarlık yapmam.
Evet, sen iktidarsın, ama kendi yasal sınırların içinde kalırsın, haklarıma ve özgürlüklerime “iktidar, benim” diyerek dokunamazsın.
Çünkü “ Bütün Hukuk insan İçindir ” ( Hominum causa omne ius constitutum est) der, beş yüzyıl önce Corpus Iuris Civilis'in en önemli bölümü olan Digesta (Pandectae) ve hukuk devletinde hukuk güvenliği, kamusal olarak yürürlükte bulunan adil yasalara karşı koyanların yararlandığı temel haklar aracılığıyla gerçekleştirilir.
Çünkü “Türkiye'de hukuk ve yargıçlar var.” Sakın bu dediklerimi küçümseme! ”
Keser döner, sap döner; gün gelir, hesap döner.
Sizin Batı'dan çevirip aldığınız, ama iyi özümseyip kavrayamadığınız ve yukarıdaki ilkelere dayanan yasalara göre, biri bir suç işledi mi, devlet, onu kendisi yargılamaz, yargılayamaz. Bağımsız ve yansız bir erke teslim eder. Halka ait egemenliği Türk halkı adına kullanan erkin adı “yargı(lama)”dır (Anayasa, m. 6, 9). Yani senin anlayacağın, senin adına kullanılmaz bu erk.
Halk adına çıkarılan Yasa, biri suçlandığında kolluğa der ki: “Durumu hemen savcıya bildir, ondan gereken buyrukları al!” (Ceza Yargılama Yasası [CYY], m. 161).
Savcıya da der ki: “ Hemen olayı araştır, kanıtları topla. Ama şüphelinin lehinde olan kanıtları da toplamayı sakın unutma. Çünkü yargılamanın amacı birini mutlaka cezalandırmak, ona ders vermek değil, tersine gerçekleştiği ileri sürülen yaşanmış olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini, gerçekleşmişse hukuk karşısında ne olduğunu belirlemektir. Bunun için çabala. Eylemin işlendiğine ilişkin “yeterli kuşku”ya ulaşırsan kamu davasını aç. Bırak yargının önündeki her konuda sadece bağımsız yargıçlar karar versin, sen de gelişmeyi sonuna değin izle!” (CYY, m. 170).
Yargıca der ki: “ Yeterince uyanık ve özenli davranmadığım için suçun işlenmesinde benim de payım var. Suçlanan sanığın yaşandığı ileri sürülen somut eylemi yapıp yapmadığını hiçbir gücün etkisi altında kalmadan yansızca belirle, işlememişse onu akla, işlemişse ona yasaya göre en uygun yaptırımı uygula!” (CYY, m. 217 vd.).
Bu yüzden biri gözaltına alınmadan önce kolluk güçleri ya da savcı, ilkin ona ne ile suçlandığını, savunmacı (müdafi) seçme hakkının bulunduğunu, savunmacının ifade ya da sorgusunda bulunabileceğini, yardımından yararlanmak istediği takdirde kendisine baro tarafından bir savunmacı görevlendirileceğini, susma hakkının bulunduğunu bildirmek zorundadır. Aksi takdirde devlet, kendi hazinesinden tazminat ödemeye hüküm giyer (CYY, m. 147, 141 vd.).
Şüphelinin ya da sanığın beyanı özgür iradesine dayanır. Bırakın tehdit ya da zor kullanmayı, onu yoramazsınız, hatta aldatıcı sorularla tuzağa düşüremezsiniz bile
(CYY, m. 148). İster kolluk, ister yargı mensubu olsun, kamu görevlisi “yavrusunu yerken sıçana benzeten kedi” değildir. Hukukun tanıdığı yetkiler çerçevesinde davranan biridir. O kadar.
Sahi unuttum sormayı. Sen Sayın İktidar, kitaptan ne diye bu denli çok korkuyorsun ki? Bilimsel bir yapıt ya da bir roman, hatta Dostoyevski'nin “ Suç ve Ceza ”sı seni niye ürkütüyor? Çok mu güçsüzsün ya da omzunda yara var da dostça dokunulunca da mı gocunuyorsun?
Sayın İktidar! Unutma. Hiçbir yasa, bir bilim insanını kitabından yoksun bırakma yetkisini sana vermiyor, veremez de. Çünkü her uygar insanın, özellikle de bilim insanının besinidir, kitap okumak.
Yıllarca önce merhum Yaşar Kemal bana alındığı gözaltından serbest bırakılırken Çukurova'da yıllarca dinleyip derlediği deyişleri içeren, dokuz yüz sayfa tutan
defterlerini karakoldan çıkarken istediğinde polislerin kendisine “ Hava soğuktu, biz onu ısınmak için sobada yaktık! ” dediklerini ağlayarak anlatmıştı.
Yanaklarından akan, senin, benim gibi yarın unutulası birinin değil, ünü yüzyılları aşan bir dâhinin gözyaşlarıydı. Kara cehaletin yol açtığı yıkıma bakar mısın?
Bu kara cehaleti ben de tanımıştım. Görev yaptığım ilçede bir hukukçunun “Nurculuk” akımını felsefi bakımdan eleştiren ve ceza hukuku açısından değerlendiren kitabını bulan polis, “ Sen Nurculuk propagandası yapıyorsun” diyerek gizlice 5 gün boyunca gözaltında işkence yapmıştı zavallı bir esnafa. Odama getirdiklerinde ayağa kalkamıyor, tabanları yediği sopadan şişmiş, yürüyemiyordu.
Hem iktidarlar yazıdan ve kitaptan neden bu denli korkarlar ki!Dilerim Hitler gibi kitaplar yakılmaya kalkışılmaz, benim ülkemde. Yakılmak bir yana kitaptan korkulmasından bile tiksinirim ben. Seni de, bütün sağduyulu ve kültür vurgunu insanları da tiksinmeye çağırıyorum.
Başa dönerek yineliyorum: Unutmayın. Yorarak, tuzağa düşürülerek alınan ifadeler rıza ile verilmiş olsa bile kanıt olarak değerlendirilemez.
Savunmacı hazır bulunmaksızın kollukça alınan bir ifade, yargıç ya da mahkeme önünde şüpheli ya da sanık tarafından doğrulanmadıkça hükme esas alınamaz
(CYY, m. 148). Hem neden en çok 24 saat değil de 96 saat gözaltında tutuyorsun insanları Sayın İktidar?
Şunu iyi bil ki, Sayın İktidar, bu satırlarla aslında ben sana yasaları anımsatıyor, seni uyarıyor ve savunuyorum. Bir caniye bile yapılmaması gerekenleri yapanları sana ihbar ediyorum. Unutma ve tetikte ol. Devran değişir, hesap verme dönemi başlar, sana da aynısını yapabilirler. Bu yüzden yasaların hakkıyla ve yansız uygulanmalarını sağla.
Ve Sayın Savcılar!Yukarıdaki hükümler yürürlükte iken bu yapılanlar yanlış ve hukuka aykırı ise, Rektör'ü gözaltına alan yargı merkezinin savcıları, kamunun haklarını
savunmakla yükümlü meslektaşlarım, sizlere de sorularım olacak elbette: Bu davranışları yapanlar, suç iddiasıyla olaya el konulduğu andan itibaren sizlerin buyruğunda olduklarına göre, bu cüreti nereden ya da kimlerden alıyorlar? Basın olayı ilk günden herkese duyurduğuna göre, hukuksuzluğun çarkları döndüğü sırada sizler sahiden neredeydiniz? Olaya el koydunuz mu?
Duyduğunuz halde olaya el koymamışsanız, Türk Ceza Yasası'nın 257/2; bundan dolayı bir ölüm ya da yaralanma olsaydı aynı Yasa'nın 88 ya da 83'üncü maddelerini çiğnediniz demektir.
O zaman kendileri yasaları çiğneyen insanlara yasaların uygulanması nasıl emanet edilebilir?
Sizler ki, halkın, kamunun savunmacılarısınız, yani cumhurun savcılarısınız (müdde-i umumi, procureur de la République, Procuratore della Repubblica,
Procurador de la República). Bir başka deyişle aslında ve özünde “halk”, “kamu”, “cumhur” adına çıkarılan yasaları, hukuk devletine dayanan
“ Türkiye Cumhuriyet Devleti ”nin yasalarını uygulamakla yükümlüsünüz. Dikkat edin! İktidarın ya da şunun bunun değil, doğrudan halkın, dolaylı olarak da o halk adına çıkan yasaların uygulayıcılarısınız, yasalar çerçevesinde görev yapmakla yükümlüsünüz.
Sizler ki, hukuk fakültelerinde öğrendiğiniz şu bilgileri her an aklınızda tutmak, özümsemek ve vicdanınızla onlara sahip çıkmak durumundasınız:
İktidardakilerin katlanılamaz baskılarından insanları korumada biricik çarenin adalet düşüncesine dayanan hukuk uygulaması olduğu 1946 Nuremberg ilkelerini anımsatan AİHM kararlarıyla ortaya çıkmıştır. Hukuksuzluk ve adaletsizlik dönemlerinde yasalar düzgüsel (normatif) etkilerini yitirir. Biçimsel yasacılar (pozitivistler), sadece hukuk güvenliğini savunurlar. Oysa doğru hukuk ve evrensel yorum, yürürlükteki yasaların hukuk güvenliği ile adalet çatışmasında adaleti yeğlemelerini buyurur.
İnsanca ve haysiyetli yaşamanın özü demek olan insan hakları ve özgürlükleri ile tutarlı cezalandırma, ancak hukukun ahlaka dayanan kararlarıyla olanaklıdır.
Sizler ki, Meslektaşlarımsınız. Eleştirel değil, sevecen dille yazıyorum bu satırları. Biliyorsunuz ki, hak, haksızlığın önünde boyun eğemez. Eğmediği için de
“ Haklı Savunma” (Meşru Müdafaa) koşullarında insan öldürme bile hukuka uygundur ve haklı savunma kurumu, tarihin en eski kurumlarındandır. Bildiğiniz gibi sizler, yasalara göre kimsenin buyruğunda değilsiniz. Sadece hukukun buyruğundasınız. İddianamelerinizde, işlemlerinizde siyasal içerikli deyişleri asla kullanmazsınız, kullanamazsanız. Somut olgulara yaslanan kanıtların ardından gider, salt hukuksal kavramlarla, terimlerle konuşur, yazarsanız. Ve biliyorsunuz ki, yargının önüne gelen kim olursa olsun ve rengi, soyu, dünya görüşü, dini inancı ne olursa olsun, sağlığı, bedeni, şerefi, tek sözcükle insana özgü bütün değerleri, ahlaki temellere dayanan hukuksal gücünüzün güvencesindedir, iktidara gelenlerin gelip geçici heveslerinin değil.
O zaman içim sızlayarak sorumu yineliyorum: Bu insanların sağlıkları tehlikeye düşürülürken, hakları tanınmadan 96 saat gözaltında tutulurken sizler gerçekten nerelerdeydiniz?
Hoş. 1990'lı yıllarda da kimi milletvekillerinin, 2000'li yıllarda da eski bir Adalet Bakanı'nın kafaları bastırılarak arabalara sokuldukları ekranlara yansımıştı.
Tıpkı bugünkü gibi o zamanlar da sizler ortalarda yine yoktunuz.
Bu yaşananlar karşısında halkımız yarınlarına nasıl güvenecek? Hukuk devletinin bir ayağı da “güvenlikli yaşamayı sağlama” ise ve bu ayak kesilmiş ise sizler de yarınlarınıza güvenle bakabiliyor musunuz?
Bu sorunun yanıtı evet ise nasıl, hayır ise neden?
8 Ocak 2016
Sami Selçuk: Prof. Dr., Emekli Savcı/Yargıç

24 Aralık 2014 Çarşamba

YASSIADA GİBİ..,




YASSIADA  GİBİ..,





Türkiye’de Anayasa Ve Hukuk Askıda. Yolsuzlukların Üzeri Örtülürken, Masum İnsan ve Kurumlar Yok Edilmek İsteniyor. Yargıtay Onursal Başkanı Selçuk, “Aynen Mccarthy Dönemi Ve Yassıada Gibi.” Diyor.
Türkiye’de 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra  yaşananları, olup biteni nasıl yorumlayacağız? Ülkenin üzerine bir ölü toprağı serpilmiş. Kimseden ses çıkmıyor.  Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’la Bilkent Üniversitesi’nde işte böyle bir ortamda buluşuyoruz. Ülkenin en saygın hukukçularından Prof. Dr. Sami Selçuk, olağanüstü dönemlerde dahi yaşanmayan hukuksuzlukların altını çiziyor. “Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.” diyor. Akıl ve vicdanlara sesleniyor. Ülkenin anayasal kurumları ve aydınlarındaki suskunluğa dikkat çekiyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 aydır sürdürdüğü ‘paralel yapı’ söylemi ile bir cadı avı başlatılmasının korkutucu olduğunu söylüyor ve net konuşuyor: “Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur.”
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor. Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek. Hükümet, kendisine bağlı medya ve basın aracılığıyla, rakip gördüğü adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Olup bitenleri konuştuğumuz Selçuk, tarihî değerlendirmelerde bulunuyor.
-Adalet Bakanı bir ili ziyaret ediyor, savcı el pençe divan duruyor. O fotoğrafı gördünüz mü?





Gördüm ve çok üzüldüm.
-Nasıl değerlendirdiniz?
Yargının böyle bir fotoğrafla, yargının bir temsilcisi aracılığıyla küçük düşürülmesini uygun bulmuyorum. Savcılar da bağımsızdır. Budapeşte Kararları’nı kimse unutmamalı ve herkes, özellikle de siyasetçi bu konuda çok duyarlı olmalı. Özellikle de bir başka siyasetçinin göreve getirdiği adalet bakanları. Eğer bu resim bir Avrupa Birliği ülkesinde yayımlansaydı kamuoyu demokrasisi hemen harekete geçerdi ve yer yerinden oynardı.
-HSYK seçimleri öncesi hâkim ve savcıların özlük haklarındaki düzenlemeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Şık değil. Yapacak idiyseniz, bir yıl önce yapsaydınız.
-Bir AKP’li, HSYK’dan hükümet listesi çıkmazsa seçim sonuçları gayrimeşrudur, dedi.
Saçmalamış. Neden gayrimeşru olsun? Meşruluğu yasalar tanımlar, birisinin kişisel görüşü değil.
-HSYK seçimlerine hükümet, cumhurbaşkanı karışmamalı diyorsunuz. Ancak hükümet bu sürecin tam ortasında.
Kesin. Yanlış olan da bu. Bir kere adalet bakanı kurulda olamaz. Olursa da oy hakkı olmamalı. Müsteşar hiç olmaz. Düşünebiliyor musunuz, müsteşar gidiyor, taşradaki yargıçlar toplantısında “Hükümeti yıkmaya teşebbüs edilmiştir.” diyor. İnsaf! Hükümeti yıkmanın tanımını Türkiye Cumhuriyeti yasası yapar. Üstelik siz bir siyasetçi değil, kamu görevlisisiniz. Niye siyaset yapıyorsunuz? Dahası yargıç sınıfındansınız. Tüylerim diken diken oluyor bunları dile getirirken. Müsteşar, ‘paralel yapı’dan söz edebiliyor. Çok üzücü.
-Aylardır AKP hükümeti ‘paralel yapı’ ile mücadele edeceğiz diyor. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilim adamları, hukuk adamları, kesin, sınırları belli tanımlar, kavramlar, terimler, sözcükler kullanan insanlardır. Siz bana ‘paralel yapı’nın sınırlarını çizebilir misiniz, tanımını yapabilir misiniz? Bunu profesör, doçent, doktor unvanlı kişilere, bilim insanlarına yakıştıramıyorum, hukukçulara hiç yakıştıramıyorum. ‘Paralel yapı’ diye bir şey varsa, o yapı içinde suç işleyen birileri varsa, onu ve işlediği suç eylemini savcılığa bildirirsiniz. Siz geriye çekilirsiniz, savcılık da gerekli soruşturmaları yapar. Yapılacak şey bu. Sürekli bürokrasinin tamamını suçlayıp duruyorsunuz. İnsanlar kendilerinden kuşkulanıyor.
-Nasıl?
İzmir’den gelirken görevli bir meslektaşımla karşılaştım. Yargıtay’a seçilen 160 üyeden 145’inin ‘paralel yapı’dan olduğunu söyleyebiliyor. Bunu nereden bildiğini sorduğumda bildiğini söylüyor. O kadar. Kanıtlarını bilemem. Diyelim ki gerçekten biliyor ve her biri de bir ideokrat. Peki, bu yargıçlar, karar verirken ideolojilerini kararlara yansıtıyorlar mı? Buna da evet yanıtını veriyor. “Peki, bunu nasıl kanıtlayacaksınız? Sadece Allah bilir.” dediğimde de bildiklerini söyleyebiliyor. Bir Alevi ya da Sünni yargıcın kendi mezhebinden olanlara kayırıcı kararlar verebileceğini düşünebilir misiniz? Olur mu böyle bir saçmalık? Siz böyle bir iddia ortaya attığınız zaman onu kanıtlamanız gerek. 17 yıl yargıçlık yapmış birinin bu mantık çarpıklığını anlamak imkânsız. Bu mantık yanıltmacası aslında hukukun temel kuralına da aykırı. Çünkü hukuk insanların iç dünyalarıyla uğraşmaz. Ortaçağ’da yaşamıyoruz. Ortaçağ’da Fransız kralını öldürmeyi düşünmek, iç dünyada kalsa dahi suçtu. Böyle bir ortam içinde sağlıklı seçim olmaz. Herkes birbirini suçluyor. Bu oluşumların dışında kalanlar da kıyıya çekilmiş, aman bana bulaşmasınlar kaygısını yaşamakta. Bana mektuplar geliyor, şu kadar yargıç meslekten atılacak, şu kadar savcı sürülecek… Tam bir rezalet. Olacak işler değil. 40 yıllık meslek hayatımda böyle bir şey yaşamadım ben. Çok çirkin buluyorum ve üzülüyorum mesleğim adına.
-‘Paralel yapı’ denilerek yargıda bir cadı avı başlatılabilir mi?
Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur. Aslında paralel yapı demez, sorumluluğunu bilen bir insan. Hadi siyasetçi kullandı diyelim. Ama siyasetçiler içinde iyi hukukçular var, bilim insanları var, işte onlar bu sözcükleri kullanamazlar. 2 yıl süreyle kamu görevlilerinin yargı kararına rağmen göreve dönemeyeceklerini yasal norm olarak düzenlemek, bir hukukçunun yapabileceği en büyük yanlışlıktır. Bu öylesine Anayasa’ya aykırı bir şey ki! Bırakın bir hukukçuyu, “Yargı kararlarının uygulanması geciktirilemez” diyen maddesini okuma bilen bir çocuğa okutup sorsanız bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu size söyleyecektir. AKP içinde çok iyi hukukçular var, güvendiğim hukukçular var. Bir tanesi “Ne yapıyorsunuz, bu yaptığımız yanlış!” demiyor. Buna benim aklım ermiyor. Üzülmez misiniz? İnsan yapısı ne kadar değişik Türkiye’de. Ağzımdan üzücü bir sözcük çıkmaması için çabalıyorum. Yüreklilik bile değildir bu aslında. Birisi çıksa dese ki “Anayasa’nın şu maddesini okuyun.” Hepsi bu. Ama demiyor kardeşim. Kimse şunu aklından çıkarmasın. Yeryüzünde yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıran ilk düzenleme, bu topraklarda, Anadolu’da yapılmıştır. Hitit Kralı İkinci Tuthaliya, bundan yaklaşık 35 asır önce, evet dile kolay, 35 yüzyıl önce, yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıracağını duyurmuştur. Bu olay, hukukun üstünlüğünü benimseyenlerin kulaklarına küpe olmalı.






-Ortaçağ’daki cadı avlarında da muğlak suçlamalar, göstermelik yargılamalar var. Korku hâkim!
Aynen öyle. Aynen McCarthycilik dönemi... Birtakım ihbarlar geliyor. Sözgelimi savcısınız. İktidara yakınsınız ya da karşısınız. Böyle olduğunuz için bir şeyler uyduracaksınız, öyle mi? Böyle bir şey olabilir mi? Siz savcı olsanız, iktidardan yana olsanız yapabilir misiniz böyle şeyler? Vicdanınız buna izin verir mi? Çok korkunç. Benim bunlara aklım hiç ermiyor. Görevdeki kimi bürokratlar, yargıçlar, savcılar anladım ki birbirilerine girmişler, birbirlerini suçluyorlar. Rakam veriyorlar. Evet, kanıtınız nedir diyorum. Kanıtı yok. ‘Biz biliyoruz’ diyorlar.
-Gezi eylemleri ile ilgili iddianame mahkeme tarafından kabul edildi. Bir taraftar topluluğu olan Çarşı grubu hükümete darbe yapmakla yargılanacak.
İddianameyi görmedim ama Gezi eylemlerinin bir darbe girişimi olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum. Çünkü darbenin tanımı Türk Ceza Yasası’nın 312. maddesinde yasal olarak yapılmıştır. Kimse kendinden menkul tanım yapaya kalkışamaz. Gülünç olur. Türk ceza hukuku ve Türk Ceza Yasası “eylem/fiil ceza hukuku”dur, Hitler Almanya’sının ya da Stalin Rusya’sının “etkin özne/fail ceza hukuku” değildir. Söz konusu 312. maddenin odağında “şiddet kullanılması eylemi” var. Amaçları darbeymiş varsayımları geçersizdir. Varsayım ve zan üzerine hüküm kurulmaz. Şiddet kullanma yoksa suç da yoktur. (Ceza Kanunu’nun 312. maddesini okuyor) Bakın ne diyor madde: “Cebir ve şiddet kullanılarak” diyor. Bu koşullarda iddianamenin neden ve nasıl kabul edildiğini de anlamış değilim. Belki de bilmediğim kanıtlar var.
-17-25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarını yapan polis de hükümete karşı darbe girişimi ile suçlandı. O iddianame de kabul edildi mahkeme tarafından.
Ona da aklım ermiyor.
-Yakup Saygılı, soruşturmayı yürüten polis müdürü, yargılanacak, cezaevinde.
Evet. Ben şiddet öğesine bakarım. Suçta temel öğe budur. Bakın bunun en çarpıcı örneği yıllar önce İspanyol parlamentosunda yaşandı. Bir albay elinde silah parlamentoya girdi, hükümeti devirmeye kalkıştı. Bizde bunun örneği Talat Aydemir olayıdır. Orada da şiddet vardı. Ceza Kanunu açık. Orada yazıyor. Bakın, başlığında var. Bunlar devlete ve millete karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. Hükümeti devirmeye teşebbüs etmek kişilerin demokratik ortamda yaşama hakkına karşı bir suçtur. Korunan değer budur. Ahmet’in Mehmet’in değeri değildir, ortak değerdir. Bakın maddede “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” diyor. Suçun tamamlanmasını beklemiyor. Suç tamamlanırsa, darbe başarılı olursa zaten iktidar değişir, yeni bir iktidar doğar, kendi hukukunu uygular.
-Bu davalara AB ve Amerika’dan çok ciddi tepkiler geliyor. AKP hükümeti eleştirileri dikkate almıyor ve ‘AB bu işe karışmasın’ diyor.
AB’nin işe karışması olağan. Bireysel başvuruyu ve devletlerarası denetimi benimseyen ve AB hukukuyla bütünleşme iddiasıyla yola çıkan bir ülkenin yönetenlerinin çelişmeye düşme hakkına sahip olmaları olanaksızdır. Türk hukuku Kara Avrupa’sından alınmıştır ve bu hukukla bütünleşmek zorundadır.
-17- 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sürecinde kamu kurumlarındaki tasfiye furyasında yargıda yüzlerce savcı ve hâkimin görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atamaları yargı bağımsızlığı ve bunun güvencesi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) açılarından üzüntü ve kaygıyla karşılıyorum. Özellikle soruşturmada bulunanların karakışta atanmaları insanı mutlu yaşatmakla yükümlü devletin hâlâ kendine tanınan meşru gücü insanları rahatsız edecek ve incitecek biçimde kullanması Türkiye’nin ‘devlet insan içindir’ ilkesini kaale almadığını, ‘insan devlet içindir’ ve hikmet-i hükümet anlayışlarının egemenliğini benimsediğini gösteriyor.
-17 Aralık’tan sonra AB üyelik sürecinin temelini oluşturan Kopenhag Kriterleri de ihlâl edildi. Adlî kolluk yasası değiştirilerek doğrudan mülkî/idârî amirlere bağlanmak istendi.
Kopenhag ölçütleri hoyratça çiğnenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çiğnenmiştir. Anayasa çiğnenmiştir. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince hukuk içinde olması gereken devlet hukuku dışlamış, bu dışlama girişimine hukuksal bir kılıf aramış ve aramaktadır. Kişilere göre ve kişileri kurtarma amacıyla, var olan yasalar değiştirilmekte, ‘yok yasa, yap yasa’ ilkel anlayışıyla hukukî düzenlemeler yapılmaktadır. Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.
-Operasyonlar ve yargılama için altyapı hazırlıyoruz denilerek sulh ceza hâkimlikleri kuruldu. 22 Temmuz’da gözaltı ve tutuklamalar başladı.
Yanlış, çok yanlış. Yasal/doğal yargıç kavramına aykırı. Yasal yargıç, doğal yargıç kavramı Anayasa’da var. İşlemler buna aykırı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da aykırı.
-İktidara yakın bazı kişiler bu mahkemelere atandı.
Onlar benim için önemli değil, bu yargıçlıkların oluşturulması doğal yargıç kavramına aykırı. Çünkü iddia edilen eylemler/suçlar sonrası oluşturulmuş ve atamalar yapılmıştır. Konu yargı yoluyla Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürülürse siyasetçiler mahcup olacaklardır.
-Bu mahkemelerin kurulması daha önceki İstiklal Mahkemeleri veya Yassıada Mahkemesi ile benzeşiyor mu?
Evet. Çünkü doğal yargıç kavramına onlar da aykırıydı. Suç sonrası oluşturulan mahkeme doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Bunlar suçu işledikten sonra ihdas edilen yargı organları oldukları için doğal yargıç ilkesine aykırı idiler. Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı adlı mahkeme tam anlamı ile doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Aslında Yassıada’da yargılananların suçlarına bakacak doğal yargıçlar vardı, belliydi. Kişileri cezalandırmak için mahkemeler kurarsanız, o yargılamalara kimse inanmaz. Doğal yargıç ilkesi bu nedenle önemlidir. Yassıada Mahkemesi’nde verilen kararlar doğru mu değil mi bilmiyorum. Dosyayı incelemek gerek. Ama bunların içinde Anayasa’yı çiğneme suçunun oluştuğu kanısında değilim. Çünkü Anayasa’ya aykırılık Meclis’ten geçmiş bir yasada söz konusu olamaz. O yasanın bir hükmü, Anayasa’ya hukuken aykırı olur, ama suç olmaz. Ancak 6-7 Eylül olayları suç olabilir. Merhum Fuat Köprülü tanıklık yaptı ve “Biz bu eylemleri düzenledik. Ama bu noktaya geleceğini düşünmedik.” dedi. Mahkeme bu tanıklığı kabul etti ise elbette suç oluşur. Onun dışındaki suçlardan kuşkuluyum, dosyayı da bilmiyorum.
-Yeni Türkiye’den ne anlıyorsunuz?
Bunlar siyasi lakırdılar. İçeriği belli değil. Sözcükleri bulanık biçimde kullanmak doğru değildir. Bilim insanı ve hukukçu çok anlamlı (équivoque) sözcüklerden kaçınmak, tek anlamlı (univoque) sözcüklerle konuşmak zorundadır. Bu bilim haysiyetiyle ilgilidir. Bilime inanan siyasetçi de bu kurala uymak zorundadır.
-TİB’e mahkeme kararı olmadan site kapatma izni verildi.
Bunların hepsi yanlış. Demokrasiden uzaklaşmadır. AB zaten hep uyarılarda bulunuyor. Yani çoğunluk iktidarları bunlara benzer girişimleri hep yaptı.
-Yargıyı iktidar tamamen kontrol altına alırsa ne olur? Ne bekliyor ülkeyi?
İktidar kendisine de zarar veriyor, Türkiye’ye de zarar veriyor; yıkım bu. Çok yazık. Kısır bir döngü bu. Hiç geçmişten ders almıyoruz. Almadığımız için de tarih tekerrür ediyor. Ders alsak tekerrür etmeyecek.
-Nasıl bir tablo çıkar?
Sonuna dek gitmez bu böyle. Gücü yetmez kimsenin buna. Tarih bunlara tanıktır. Bir yerde patlama olur. İktidar mensupları kaybeder. Bir yerde durur bu. Eğer 1961’de seçim olsa iktidar değişebilirdi. Aynı olay İngiltere’de de yaşandı. 1945’te Churchill zafer kazandı, ama şımardı. İngilizler ona ders verdiler, İşçi Partisi kazandı. İnsanın doğasında var yanlışlık yapmak. Ama daha sonraki seçimlerde yine Churchill’e oy verdiler, İngilizler. Bir kez kulak çekilmiş oldu. Çok önemli bir olgudur bu. Ben yanlışlıkların süreceği kanısında değilim. Ancak yargı bağımsızlığı konusu çok önemli. Yargının çok yıkıma uğramamasını dilerim. Çok kaygılıyım.
-17 ve 25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarından sonra 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi hukukun askıya alındığı bir süreç yaşanıyor. Bu döneme bir isim vermek isteseydiniz, ne derdiniz?
Türkiye’de bugüne kadar çoğunluğu elde eden her parti, tek başına iktidar olduğu zaman demokrasiyi sekteye uğrattı. Bunu kabul edelim. Çünkü yöneticilerde demokrasi bilinci henüz yetersiz. Örneğin, rahmetli Menderes ve partisi 1950’de seçimi kazandı. 1955’ten sonra baskı başladı. Biz o dönemleri yaşadık.
-1955 mi, 1957 mi? 1957’deki üçüncü seçimden sonra gerilim yükseliyor.
1955’te başladı. 1954’te sanırım Demokrat Parti (DP) yüzde 57 oyla 502 milletvekili çıkardı. CHP, yüzde 35’le 34 kadar milletvekili alabildi. O zaman çoğunluk sistemi vardı. 34 milletvekili sıkı bir muhalefet yaptı. 1957 seçimine gelindiği zaman DP’ye halk dedi ki “Sen hak ve özgürlükleri sınırlamakta ileri gittin.” DP, yüzde 47 oy aldı. CHP ise yüzde 41’le 178 milletvekili çıkardı. Bu halkın sağduyusunun güçlülüğünü gösterir. Bakın o seçimlerde CHP, sanırım Gaziantep gibi, Konya gibi kimi yerlerde çok ufak farkla kaybetti. Sözgelimi Konya’da on bin farkla kaybetti. 1954’te yüz bine yakın farkla kazandı DP. 1957’de bu fark nüfus çoğalmasına karşın on bine düştü. Konya 21 ya da 26 milletvekili çıkarırdı o dönemde. Keşke bir iktidar değişikliği olsaydı, 1961’de her şey rayına girseydi. İktidar, hakları ve özgürlükleri sınırlayınca desteğini yitireceğini görecekti. Burada da aynı şeyi görüyorum ben.
-Nasıl?
2007’deki seçim başarısı, olumsuz değişimi başlattı. “Demek ki” dedi iktidar, “Biz rahatız.” Bu anlayış yavaş yavaş herkesin ve özellikle genel başkanın kafasında oluşmaya başladı. Bir kez Avrupa Birliği’nden uzaklaşıldı. 2010’da hızlandı bu uzaklaşma. 2011’de değil. Referanduma götürülen metinde iyi düzenlemeler de yapıldı. Ben bunlardan kimilerini destekledim.





-Yargıdaki değişiklik yargı bağımsızlığı için önemli değil miydi?
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değişmesi önemli ama bu kesinlikle yargı bağımsızlığını gerçekleştiremez. Çünkü Türkiye’de insan yapısı çok değişiktir. İnsanımız, hâlâ güce tapmakta. Biz yurttaşı yetiştirdik ama bireyi yetiştiremedik. Birey hesap soran insandır. Vergim nereye harcandı diyen insandır, birey “Bugün git, yarın gel” diyen memurun karşısında “Hayır, çay içiyorsun, önce benim işimi yapacaksın” diyen insandır. Biz bu insanı henüz yetiştiremedik. Güçlüye taparız. Yönetenlerde ve yönetilenlerde hukuk bilinci çok zayıf. Kamuoyu demokrasisi yok. Hukuk toplumunu oluşturamadık. Meclislerle yasalar yapmak bu bilincin bulunduğunun kanıtı değildir. Toplumumuzun her katmanında bunu görürsünüz. Ben bunu çok yaşadım.
-Ne yaşadınız?
1999 adli yıl konuşmasında meslektaşlarım uzun süre ayakta alkışladılar beni. Yerime geçmek istedim, alkışlar sürdü. İki gün boyunca akın akın kutlamalar yapıldı, övgüler düzüldü. Üçüncü gün Hürriyet ve Cumhuriyet bana karşı tutum takınınca, eleştiriye başlayınca tek kişi beni kutlamaya gelmedi. Dikkat edin, bu olay bağımsız insanlar katında yaşanıyor. Ben bunu gördüm ve yaşadım. Şimdi bu insanlardan bağımsız davranmalarını bekliyorsunuz. Haklı olduklarında da direnmelerini... Yargıtay’da A’dan Z’ye düzenin değişeceği tartışılıyor ama Yargıtay’dan hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Şimdi böyle bir ortamda yargı bağımsızlığını nasıl sağlarsınız?
-Sağlanamaz mı?
HSYK’nın yapısı değişirken de söyledim. Taşradan seçim olayını on yıl yaşadık. 1961 Anayasası’nda vardı. Gördük ki bu sakıncalıdır, hiçbir işe yaramıyor. Vazgeçtik. Neden? Oraya seçilen arkadaşların çoğu kimseye karşı çıkar görünmek istemedi. Gelecekte Yargıtay üyesi, Danıştay üyesi olma kaygıları vardı. Bu yüzden bundan vazgeçilmesini önerdim. “Eğer” dedim, “Vazgeçmeyecekseniz size bir önerim var. Üyeler, bu görevleri bittikten sonra sekiz yıl eski görevlerinde kalırlar diye bir madde ekleyin ki bu umut kalmasın ve daha bağımsız ve korkusuz olsunlar.” Nitekim son olaylarla bu durum doğrulandı. Orada tek doğruları dile getiren bir üye var. Neden? Çünkü o arkadaşımız Danıştay üyesi. Bu görevi bittiğinde Danıştay’a dönecek, emekli oluncaya dek bu görevde kalacak. Kimse dokunamaz kendisine.
-Sizin teklifiniz neydi?
Kurulun oluşumu hakkında ben şöyle düşünüyorum. HSYK üyelerinin büyük çoğunluğu Danıştay ve Yargıtay’dan olsun. Taşradan da taşranın gereksinimlerini yansıtabilmeleri için birkaç kişi seçilsin. Geldiğimiz nokta bunu kanıtlamıştır.
Makul çoğunluk mu kazanacak, iktidar mı?
Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor.
Sami Selçuk’un “AB ülkelerinde bu fotoğraf yayımlansa yer yerinden oynardı.” dediği görüntüler Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ziyaret ettiği pek çok ilde yaşandı. AKP, uzun süredir HSYK seçimleri için seferber olmuş durumda. 12 Ekim 2014’te, adli ve idari yargıda görevli hâkim ve savcılar, HSYK’ya kendi aralarından toplam 10 üye seçmek için sandık başına gidecek. Modern demokrasilerde, hâkimlerin ve savcıların mesleğe alınma ve meslekten çıkartılmaları, bir yerden başka bir göreve atanmaları, görevde yükselmeleri, disiplin işlemleri, yüksek yargıya üye seçilmeleri gibi kararları almak üzere, yürütmeden ve yasama organından bağımsız, üyelerinin yarısından fazlasını yargı mensuplarının oluşturduğu bağımsız kurullar bulunuyor. Türkiye’de bu işlevi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yürütüyor. Hukuk devletinin olmazsa olmazı güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkeleridir. İktidar HSYK’yı ele geçirerek yargının bağımsızlığını bitirmek istiyor.
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor.
17-25 Aralık’tan sonra yolsuzlukların üzerini örtmeye çalışan AKP, emniyet ve yargıda büyük tasfiye gerçekleştirdi. 2 bin 500 hâkim ve savcı yer değiştirdi, önemli davalara bakan hakim-savcılar görevlerinden alındı. Anayasa’ya aykırı olarak kurulan Sulh Ceza Hâkimlikleri ile emniyette operasyonlar başladı. Bazı dosyalar kapatıldı. Ancak Erdoğan, emniyetteki cadı avını HSYK’yı ele geçirerek yargı ve bütün kamu kurumlarında sürdürmek istiyor. AKP, HSYK’da yarıdan bir fazlayı (salt çoğunluk), yani 12 üyeyi bulursa yargıda istediğini yaptırabilir. Yargı yürütmeye bağlanır. Erkler ayrılığı biter.
HSYK’nın 22 üyesinden 7’sinde sorun yok. Adalet bakanı ile müsteşarı 2 doğal üye. 4 üye cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bir üye de hükümetin denetimindeki Adalet Akademisi’nden gelecek. AKP, kalan 15 üyeden 5’ini daha kazanırsa çoğunluğu ele geçirebilir.
Yargıtay, 3 üyesini seçti ve AKP’nin desteklediği adaylar kazanamadı. Danıştay’dan 2 ve adli-idari yargıdan 10 üye daha gelecek. Bu yüzden adli ve idari yargıdan seçilecek 10 üyenin hükümetin listesinden olup olmayacağı daha önem kazandı.
Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere günlerdir hazırlanıyor. Adalet Bakanlığı güdümündeki bu grupta hükümetle yakın çalışan 6 bürokrat var.  Hükümetin karşısında YARSAV ve Yargıçlar Sendikası’nın oluşturduğu liste yarışıyor. Son olarak seçime ‘bağımsız’ İbrahim Okur, Hayrettin Türe, Celal Avar gibi isimler katılıyor.
Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Eğer hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek, hazır bekletiliyor! Hükümet, kendisine bağlı çalışan bir kısım medya ve gazeteler aracılığıyla, rakip gördüğü bağımsızlar ve YARSAV ile Yargıçlar Sendikası’nın desteklediği adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Hiçbir somut delil göstermeden adaylar karalanıyor. Adalet Bakanlığı da bu yayınları sessizlikle izliyor!
HSYK seçiminin provası kısa süre önce Yargıtay’da yapıldı. Yargıtay Başkanlık Kurulu seçiminde hükümetin desteklediği liste ‘sıfır’ çekti. 387 üyenin oy verdiği seçimi, sosyal demokrat, milliyetçi, liberal ve muhafazakârların destek verdiği liste kazandı. Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına da hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor. Şöyle ki:
Anayasa gereği Yargıtay Genel Kurulu, HSYK’ya 3 asil, 3 de yedek üye seçmek için sandık başına gitti. 13 kişinin aday olduğu seçimde iki liste yarıştı. 387 üyeli Yargıtay’da yapılan seçimde 373 kişi oy kullandı. Hükümet Yargıtay’dan HSYK’ya gelecek 3 üyenin en az birini almayı planlıyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 20. Hukuk Dairesi Üyesi Yakup Ata 201, 7. Ceza Dairesi Üyesi Kerim Tosun 196 ve 18. Hukuk Dairesi Üyesi Mustafa Kemal Özçelik 193 oy alarak HSYK’nın yeni asıl üyeleri oldu. Hükümet sadece bir yedek üyelik alabildi. Yargıtay 13. Ceza Dairesi Üyesi Salih Sönmez 175, 8. Hukuk Dairesi Üyesi Ali Eryılmaz 167 ve 14. Ceza Dairesi Üyesi Alp Arslan ise 156 oyla yedek üye olarak seçildi. Alp Arslan’ı hükümet destekliyordu. Seçimi kaybeden üyeler Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu 142, Ali Orhan 153, Rıza Şahin 149, Muharrem Akkaya 135, Halit Baysoy 72, Mustafa Ateş ise 32 oy aldı.
2010’daki referandum sonrası oluşturulan yeni HSYK, Yargıtay’a 160 üye seçmişti. Asil üye olarak seçimi kazanan Kerim Tosun, Yargıtay savcısıyken 160 kişi ile birlikte Yargıtay üyeliğine atanmıştı. Mustafa Kemal Özçelik de referandum sonrasında yüksek mahkemeye atanan üyelerden biriydi. Danıştay 29 Eylül’de 2 asıl, 2 yedek üye seçimi yapacak. Hükümetin korkusu aynı ittifakın HSYK’da da sandıktan çıkması!
PROF. DR. SAMİ SELÇUK KİMDİR?
Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, 1937’de Konya Taşkent’te doğdu. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ankara’da yargıç adayı olarak mesleğe başlayan Selçuk, sırasıyla Sütçüler, Akşehir, Yenice’de görev yaptı. 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulundu. 21 Eylül 1982’de Yargıtay üyeliğine seçilen Selçuk, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca, 10 Temmuz 1990’da ilk kez, 13 Temmuz 1994’te ikinci kez, 13 Temmuz 1998’de üçüncü kez Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca 7 Temmuz 1999’da Yargıtay 1. Başkanlığı’na seçilen ve bu görevden 15 Haziran 2002’de yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Sami Selçuk, şimdilerde Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi.






Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1978-1982 arasında doktora yaptı, 1986’da doçent, 2006’da profesör oldu. Yayınlarından bazıları şunlar:
 “Dolandırıcılık” (İstanbul, 1982),
 “Dolandırıcılık Cürmünün Kimi Suçlardan Ayrımı” (Ankara, 1986),
 “Temsili ve Katılımcı Demokrasinin Kökeni” (İstanbul, 1987),
 “Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne” (Ankara, 1998),
 “Demokrasiye Doğru” (Ankara, 1999),
 “Konuşma” (Ankara, 1999),
 “Özlenen Demokratik Türkiye” (Ankara, 2000),
 “Longing for Demokracy” (Ankara, 2000),
 “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü” (Ankara, 2001),
 “Özlenen Hukuk/Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2002),
 “Beccaria’nın İnsanlığa Mesajı” (Ankara, 2004),
 “Bağımsız Yargı/Özgür Düşünce” (Ankara, 2007),
 “2007’nin Hukuk Olayı/Anayasa Mahkemesinin 367 Kararı” (Ankara, 2008),
 “Kısıtlı Demokrasi/Sancılı Hukuk” (İstanbul, 2009),
 “Batıgil Demokrasinin ve Hukukun Doğugil Serüveninden Kesitler” (İstanbul, 2009), 
“Adalet ve Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2009),
 “Demokratik Yönetim/Özgür Birey (Ankara, 2010),
 “Doğru Çözüm: Yepyeni Bir Anayasa” (İstanbul, 2010), 
Dreyfus Davası (Ankara, 2014), 
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına Beş Mektup (Ankara, 2014).
.