Hüsamettin Cindoruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüsamettin Cindoruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2020 Cumartesi

Askeri Darbe Nedir,? Türkiye nin Darbelerle İmtihanı.,

Askeri Darbe Nedir,? Türkiye nin Darbelerle İmtihanı.,



Türkiye’de 15 Temmuz Cuma günü yapılan darbe girişimi sonrasında birçok kişi askeri darbenin ne olduğunu merak etti. 

Peki askeri darbe nedir, Türkiye’de darbe mi oldu?

           Türkiye’de bugün yaşanan gelişmelerden sonra milyonlarca vatandaş askeri darbenin ne demek olduğunu merak etti.
Peki askeri darbe nedir, Türkiye’de ne zaman askeri darbe oldu? Nasıl çıktı,sonuçları ne oldu?

                                      Askeri darbe nedir?

Askerî darbe, bir ülkede silahlı kuvvetler mensuplarının silah zoru ile ülke yönetimine el koyması. Hükûmetlerin, ekonomik ve sosyal sorunları çözmekte başarısız oldukları iddiası, cuntacılar tarafından askeri darbelerin başlıca sebebi olarak gösterilir Zaman zaman ordu tarafından hükûmetlere verilen muhtıralar da darbe benzeri sonuçlar doğurabilir. Darbeciler genellikle ordunun yapacakları eyleme karşı tarafsız kalmasını fırsat bilerek iktidarı ele geçirerek, lideri devirir; radyo, TV gibi iletişim kanallarını işgal ederek hükûmet daireleri üzerinde otorite kurar; elektrik santralleri gibi temel altyapı tesislerini kontrol altına alır. Darbe sonrasında ordu kurulacak hükûmetin şekli sorunuyla karşı karşıya kalır. Latin Amerika'da darbeden sonra değişik rütbede askerlerden oluşan cunta yönetimi oldukça yaygındır. Afrika'da ve Türkiye'de ise cunta ile birlikte çalışacak devrimci bir meclis oluşturma ve bu meclis üyelerinin de cunta tarafından seçilmesi yöntemi yaygın olarak kullanılır. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile yönetimi ele geçiren cuntalar olan Milli Birlik Komitesi ya da Milli Güvenlik Kurulu, ülkeyi mutlak biçimde yönetmiş; aynı zamanda Kurucu Meclis ya da Danışma Meclisi adıyla cunta tarafından seçilen sivil temsilcilerin olduğu ancak MBK ya da MGK karşısında bir hayli zayıf bir de meclis oluşturulmuştur.
 
Türkiye’de yaşanan darbeler
TSK, iç güvenliğin tehdit altında olduğunu ifade ederek zaman zaman sivil yönetime müdahale etmiştir. Bu müdahalelerde temel hukuki dayanak Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde yer alan "Madde 35 - Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır." hükmü olmuştur. Ancak 12 Eylül Darbesi'nin yargılanması için hazırlanan iddianamede bu maddenin darbeye meşruiyet kazandırmayacağı ve hiçbir kanun maddesinin Anayasa’nın üzerinde olamayacağının altı çizildi. Devlet düzeninin temel kurumlarından TBMM ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için 35. maddeyi gerekçe göstermenin hukuka aykırılığa kılıf bulma gayreti olduğu aktarıldı.

TSK 1960 ve 1980 yıllarında iki kez yönetime el koymuş, 1971 ve 1997 yıllarında ise postmodern darbe ile hükûmeti istifaya zorlamıştır. Türkiye 1950 yılındaki demokratik seçimlerle çok partili hayata geçiş yaptığı dönemden sonra, millet iradesine dayanan demokratik düzen[4] neredeyse her on yılda bir askeri müdahalelerle kesintiye uğradı.

İlki 27 Mayıs 1960'da olmak üzere; 12 Mart 1971'de (muhtıra), 12 Eylül 1980'de, 28 Şubat 1997'de (postmodern darbe) arka arkaya askeri müdahalelere tanık oldu.
28 ŞUBAT 1997- POSTMODERN DARBE GEREKÇELER
28 şubat sürecinin başlaması irtica söylentilerinin toplum içinde yayılması ve özellikle bunun terörden daha tehlikeli olmasının belirtilmesi bu konuda ordunun dikkatini çekti.
Yapılan çalışmalarla ülke içinde irticaya karşı kamuoyu oluşturulmak istendi,üniversite rektörlerine,medyaya,yargıya ve patronlara bilgiler verildi.Kamuoyunda oluşturulmak istenen etki pek etkinlik gösteremedi toplum içinde ama diğer çevrelerde işe yaramaya başlamıştı.
28 şubat sürecinin temelini Başbakanlık Kriz Yönetmeliği ve Milli Güvenlik siyaset belgesinin Refah-Yol tarafından imzalanması olmuştur.
Parlamento devre dışı bırakıldı MGK baskın organ haline geldi ve yasama organı oldu.

GELİŞİM SÜRECİ
12 eylül darbesinden sonra ortaya çıkan siyaset sovyetler birliğin yıkılması ve komünizmin çökmesi Türkiye’de sağ partilerin güçlenmelerine neden oldu ve Refah Partisi 1995 genel seçimlerinde I.parti oldu.Seçimlerin ardından 1996 yılında kurulan Anap ve DYP koalisyonu Refah Partisi’nin güvenoylaması hakkında Anayasa Mahkemesine başvuruda buluındu. . Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996'da TBMM'de yapılan oylamada güvenoyu almayı başarmıştır.

28 ŞUBAT SÜRECİNİ TETİKLEYEN OLAYLAR
2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya'yı ziyaret etti. Libya'da, Kaddafi'nin bir çadırda Erbakan ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler muhalefet ve basın tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. 
3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıktı. Başbakan Erbakan 'fasa fiso' dedi, Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, aydınlık için bir dakika karanlık toplumsal eylemi için " Mumsöndü oynuyorlar" dedi. 

Kayseri'nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasında, Türkiye'de henüz gerçek demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmeye zorladığını söyledi. Karatepe konuşmasında şunları söylemişti: 
Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. 
Belki başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur. ”

Karatepe bu konuşması nedeniyle 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına mahkûm edildi

5 Şubat'ta Sincan'da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı.
11 Şubat'ta Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da yapıldı.
18 Haziran'da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti. 
19 Haziran'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi. 
30 Haziran'da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D hükümetini kurdu. 

SONUÇLAR

Mgk kararları hükümete bildirildi.
Laiklik için yasaların uygulanması istendi.
Tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB’e devridilmesi istendi.
8 yıllık kesintisiz eğitim öngürüldü.
Tevhidi tedrisatın uygulanması istendi.
Orduyu din düşmanı gibi gösteren medyanın kontrol altına alınması istendi.
Kurban derilerinin derneklere verilmemesi istendi.
Kılık kıyafet kanuna riayet edilmeli.
Atatürk aleyindeki eylemler cezalandırılmalı.
Refah-Yol hükümeti düşürüldü.
Kamu kurum ve kuruluşlarında başörtüsü yasaklandı.
Kuran kursları kapatıldı.
Refah-Yol liderleri,yöneticileri tutuklandı yargılandı.
Vakıf ve dernekler üzerinde baskı kuruldu.
Anadolu sermayesine ambargo koyuldu.
Birçok subay ihraç edildi.
Birçok gazeteci ve yazar tutuklandı ve yargılandı.

12 Eylül 1980 Darbesi

DARBEYİ YAPANLAR

Milli Güvenlik Konseyi Üyeleri
Kenan Evren:Genelkurmay Başkanı
Nurettin Ersin:Kara Kuvvetleri Komutanı
Nejat Tümer:Deniz Kuvvetleri Komutanı
Tahsin Şahinkaya:Hava Kuvvetleri Komutanı
Sedat Calasun:Jandarma Genel Komutanı

GEREKÇELER
Ülke içinde artan terör ve cinayet olaylarının olması,birçok tur yapılmasına rağmen seçilemeyen cumhurbaşkanı,Necmettin Erbakan tarafından yapılan Kudüs Mitingi'nin şeriat amaçlı olması gibi sebepler darbe gerekçeleri olarak gösterildi.
Ülke içinde aynı zamanda sağ-sol çatışmaları,bunlara hizmet eden derneklerin kurulması,emniyet teşkilatı mensupları arasında da bunların görülmesi tanınmış sağ-sol siyasi önderlerinin bunlar tarafından öldürülmesi her gün cinayetlerin artması gibi nedenler darbeye zemin hazırladı.

DARBE ÖNCESİ OLAYLAR
1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye'de öldürüldü.
Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde öldürüldü.
19 Eylül'de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet’te öldürüldü.
28 Eylül'de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.....

TSK’NIN AÇIKLAMASI
Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.

24 OCAK KARARLARI
Bu kararların ortaya çıkması Turgut Özal tarafından olmuştur.
Yaşanan istikrarsızlık,üretimin azalması,karaborsacılığın artması,kamu harcamalrının kısılmasını,ücretlerin düşürülmesi,serbest döviz kuru gibi önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzaladı.

SONUÇLAR

12 Eylül darbesi insanların kişilik haklarına büyük ölçüde zarar vermiş, İnsanların toplum içinde birbirlerine olan güvenini kırmış, birçok insanın  evlerinden sorgusuz sualsiz alınıp karakollarda tutuklanmalarına,coplanmalarına neden olmuştur. 
Sendikal örgütlenmelerin kapanmalarına, yazar ve gazetecilerin tutuklanmalarına, birçok kuruluşun, öğrecinin fişlenmelerine neden oldu.

650.000 kişi Gözaltına alındı.
1 Milyon 683.000 kişi fişlendi.
7000 bin Kişiye idam cezası istendi.
517 kişi İdam edildi.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

 Dünya’da yaşanan darbeler

Darbeler siyaset tarihinin uzun zamandır bir parçasıdır. Örneğin Roma İmparatoru Jül Sezar bir darbe kurbanı olmuştur ve bazı Roma imparatorları iktidara darbeyle gelmiştir. 1799'da Napolyon da Fransa'da iktidarı bir darbeyle ele geçirmişti. Antik Yunan ve Hindistan kentlerinde darbeler fazlasıyla yaygındı.
Askerî darbeler 20. yüzyılda yaygın biçimde Latin Amerika'da Arjantin, Şili, Asya'da Birmanya, Afrika'da ve Avrupa'da Yunanistan, Asya'da Türkiye gibi özellikle gelişmekte olan ülkelerde gözlenmiştir. 20. asrın sonlarına doğru darbeler başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere dünyada bir hayli yayınlaştı: Latin Amerika'da, Asya'da, Afrika'da, Avrupa'da. 1980'lerden sonra darbeler daha az sıklıkta görülmeye başlandı. Hükûmetlerin sosyal ve ekonomik sorunları çözmekte yaşadıkları sorunlar ve dolayısıyla ortaya çıkan yeni sorunlar bu darbelerin başlıca sebeplerini oluşturmaktadır.

Şili
Bütün bu görünür sebeplerin yanında darbeler ayrıca güçlü devletler tarafından zayıf ve küçük devletler üzerindeki emellerini gerçekleştirmede etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Bunun en canlı örneği Şili'de Salvador Allende hükûmetinin devrilmesi ve Allende'nin öldürülmesiyle sonuçlanan darbedeki ABD ve CIA etkisinde görülebilir.

Venezuela
2002'de Venezuela'da oy çokluğu ile seçilmiş olan Hugo Chavez'e karşı ABD destekli bir darbe yapıldı; darbe başarılıydı ama hemen yıkıldı. Darbenin etkisi Chavez yanlısı halk gösterileri, ordunun Chavez yanlısı tutumu sebebiyle kolayca ortadan kalktı. Chavez darbeden 2 gün sonra yeniden iktidarı ele geçirdi, askerî cunta dağıtıldı. Bu gibi durumlarda halk gösterilerinin darbeleri ters çevirebileceği ve istedikleri liderleri geri getirip iktidara oturtabilecekleri anlaşılmış oldu. Hatta bu olaydan sonra Chavez'e yönelik halk desteğinin daha da artması darbeden istenilen sonucun tam aksine bir gelişme oldu.

***

5 Kasım 2019 Salı

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI., BÖLÜM 9

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI.,   BÖLÜM 9

Bütün Kürtler Erdoğan’ı Desteklemeli.,


Ahmet Dogan Simsek., 
ahmetdogan.simsek@gmail.com
Jun 05 12:59PM +0300



Terör örgütü PYD/PKK elebaşlarından Salih Müslim’in ağabeyi Prof. Dr. Mustafa Müslim’den, Kürtlere ‘Erdoğan’ı destekleyin’ çağrısı geldi. Zehra
Üniversitesi kurucularından Prof. Dr. Müslim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla önceki akşam TÜYAP Diyarbakır Fuar Merkezi’nde
düzenlenen kanaat önderleriyle iftar programına katıldı, ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı.

KAN DÖKMEK İSLAM’DA HARAM

Gaziantep Valisi Ali Yerlikaya aracılığıyla davet edildiğini anlatan Müslim, Müslümanları faziletli ramazan ayında bir araya getiren toplu iftar
organizasyonunun önemine değindi. Bu davete, bazı insanlarla bir arada olmak ve bazı konuları görüşmek için katıldığını anlatan Müslim, “Türkiyeli
ve Suriyeli bütün Kürt kardeşlerime sesleniyorum; bu akan kanın devam etmesi boşunadır, yeter artık. Kan dökmek, ne İslamiyet’e ne de insanlığa
sığar, caiz değildir. Başkalarının bizi koçbaşı olarak kullanmalarına fırsat vermemeli ve Müslüman kardeşlerimizi öldürmemeliyiz. Bu yanlışı
yapanları hiçbir zaman hoş karşılamadık ve karşılamayacağız” diye konuştu.

Müslümanlar arasında birliğin önemine dikkati çeken Prof. Dr. Mustafa

Müslim, şöyle devam etti:

MÜSLÜMANLA KIYASLANAMAZ 

“Müslümanların haricinde hakiki anlamda Kürtlerin haklarını verecek kimse yoktur. Bu yüzden de iktidarı elinde bulunduran Müslümanların arkasında
durmalıyız, onlara destek olmalıyız. Konuşma özgürlüğü, eğitim hakkı, üniversite kurma hakkı gibi kazanımlar inşallah Müslümanların sayesinde
gerçekleşecektir. Tekrar etmekte fayda görüyorum, silahla bir yere varılmaz ve Müslümanlarla bir olun. 20 yıl önce Kürt’üm demek yasaktı. 20 yıl önce
çarşıda pazarda Kürtçe konuşamazdınız. Fakat çok şükür Kürtlerin artık televizyonları, gazeteleri var. Eğer Müslümanlarla bir olurlarsa süreç
içerisinde diğer haklarını da elde edeceklerdir.” Afrin halkının bir uyanışa ihtiyacı olduğunu kaydeden Müslim, “Afrin halkı 50 yıldır aynı
yanlışı yapmaya devam ediyor. Kürt alimleri olarak, Afrin’e gidip halkı irşat için izin talep ediyoruz” ifadelerini kullandı.

PYD ÖLÜMLE TEHDiT EDiYORDU

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürtlere verdiği söz ve vaatleri yerine getireceğine olan inancını dile getiren Müslim, “Çünkü Erdoğan Müslüman ve
mümin bir insandır. Müslüman ve mümin bir insan da verdiği sözü yerine getirir. Bu yüzden şu aşamada bence bütün Kürtler Erdoğan’ı
desteklemelidir” dedi. Hafız Esad tarafından karşıt görüşleri nedeniyle Suriye’den sürgün edilen Mustafa Müslim, yıllar sonra döndüğü Suriye’de ise
kardeşi Salih Müslim’in yöneticileri arasında bulunduğu PYD terör örgütünün tehdidi nedeniyle Türkiye’ye yerleşmek zorunda kaldı. Türkiye’de Ez Zehra
Üniversitesini kuran ve rektörü olan Müslim, Türk Silahlı Kuvvetlerinin terörden temizlediği Cerablus, El Bab gibi şehirlerde eğitim programlarında
öğretim görevlisi olarak çalışıyor.


http://www.star.com.tr/politika/butun-kurtler-erdogani-desteklemeli-haber-1350436/





Salih Müslim 

    Bütün Kürtler Erdoğan’ı desteklemeli PYD terör örgütü elebaşı Salih Müslim’in ağabeyi Prof. Mustafa Müslim, “Kürtler, Erdoğan’ı desteklemeli” dedi.

Terör örgütü PYD/PKK elebaşlarından Salih Müslim’in ağabeyi Prof. Dr. Mustafa Müslim’den, Kürtlere ‘Erdoğan’ı destekleyin’ çağrısı geldi. Zehra Üniversitesi kurucularından Prof. Dr. Müslim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla önceki akşam TÜYAP Diyarbakır Fuar Merkezi’nde düzenlenen kanaat önderleriyle iftar programına katıldı, ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı. 

KAN DÖKMEK İSLAM’DA HARAM

Gaziantep Valisi Ali Yerlikaya aracılığıyla davet edildiğini anlatan Müslim, Müslümanları faziletli ramazan ayında bir araya getiren toplu iftar organizasyonunun önemine değindi.  Bu davete, bazı insanlarla bir arada olmak ve bazı konuları görüşmek için katıldığını anlatan Müslim, “Türkiyeli ve Suriyeli bütün Kürt kardeşlerime sesleniyorum; bu akan kanın devam etmesi boşunadır, yeter artık. Kan dökmek, ne İslamiyet’e ne de insanlığa sığar, caiz değildir. Başkalarının bizi koçbaşı olarak kullanmalarına fırsat vermemeli ve Müslüman kardeşlerimizi öldürmemeliyiz. Bu yanlışı yapanları hiçbir zaman hoş karşılamadık ve karşılamayacağız” diye konuştu. Müslümanlar arasında birliğin önemine dikkati çeken Prof. Dr. Mustafa Müslim, şöyle devam etti:    

MÜSLÜMANLA KIYASLANAMAZ 

“Müslümanların haricinde hakiki anlamda Kürtlerin haklarını verecek kimse yoktur. Bu yüzden de iktidarı elinde bulunduran Müslümanların arkasında durmalıyız, onlara destek olmalıyız. Konuşma özgürlüğü, eğitim hakkı, üniversite kurma hakkı gibi kazanımlar inşallah Müslümanların sayesinde gerçekleşecektir. Tekrar etmekte fayda görüyorum, silahla bir yere varılmaz ve Müslümanlarla bir olun. 20 yıl önce Kürt’üm demek yasaktı. 20 yıl önce çarşıda pazarda Kürtçe konuşamazdınız. Fakat çok şükür Kürtlerin artık televizyonları, gazeteleri var. Eğer Müslümanlarla bir olurlarsa süreç içerisinde diğer haklarını da elde edeceklerdir.”  Afrin halkının bir uyanışa ihtiyacı olduğunu kaydeden Müslim, “Afrin halkı 50 yıldır aynı yanlışı yapmaya devam ediyor. Kürt alimleri olarak, Afrin’e gidip halkı irşat için izin talep ediyoruz” ifadelerini kullandı.      

PYD ÖLÜMLE TEHDiT EDiYORDU

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürtlere verdiği söz ve vaatleri yerine getireceğine olan inancını dile getiren Müslim, “Çünkü Erdoğan Müslüman ve mümin bir insandır. Müslüman ve mümin bir insan da verdiği sözü yerine getirir. Bu yüzden şu aşamada bence bütün Kürtler Erdoğan’ı desteklemelidir” dedi. Hafız Esad tarafından karşıt görüşleri nedeniyle Suriye’den sürgün edilen Mustafa Müslim, yıllar sonra döndüğü Suriye’de ise kardeşi Salih Müslim’in yöneticileri arasında bulunduğu PYD terör örgütünün tehdidi nedeniyle Türkiye’ye yerleşmek zorunda kaldı. Türkiye’de Ez Zehra Üniversitesini kuran ve rektörü olan Müslim, Türk Silahlı Kuvvetlerinin terörden temizlediği Cerablus, El Bab gibi şehirlerde eğitim programlarında öğretim görevlisi olarak çalışıyor. 

http://www.star.com.tr/politika/butun-kurtler-erdogani-desteklemeli-haber-1350436/

***



Hâkime Saldıran Erdoğan'ı Ali Topuz ve Cindoruk kurtarmıştı!. 


Arslan BULUT
YENİÇAĞ

AKP Genel Başkanı sıfatıyla seçim sonuçları üzerindeki tartışmaları yorumlayan Tayyip Erdoğan, " Bu işler kitapta yazıldığı gibi değil. Önce öğrenin" dedi.

Kitaptan kasıt, seçim yasası olmalı. Yasada yazıldığı gibi yapılmazsa, seçimlere seçim denilebilir mi? Gerçi Erdoğan, bu sözlerden sonra seçim sonuçlarına
itiraz süreçlerini anlattı ve " Son kararı Yüksek Seçim Kurulu verir" dedi. Örnek olarak da kendisinin milletvekili seçildiği hatta mazbatasını aldığı halde,
bu sonucun iptal edilerek tercih oylarıyla öne geçen partisinin adayı Mustafa Baş'ın milletvekili olduğu 1991 genel seçimlerini hatırlattı.

Bu hatırlatma yerindedir ama eksiktir. Zira bundan önce de Erdoğan Beyoğlu belediye başkanlığına aday olmuş ve SHP'li rakibi karşısında seçimi kaybetmişti.

Ondan sonra ne olduğunu ise Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu'nda görevli 2. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Nazmi Özcan'ın avukatı Ali Rıza Dizdar, odatv'ye anlatmıştı.

Tutanakta imzası bulunan Soner Kalkan, ifadesinde şunları söylemişti: "Tayyip Erdoğan isimli şahıs yanında birkaç kişi olduğu halde içeriye girdi. Ve Seçim
Kurulu Başkanı'na 'Şu haline bak sarhoş adam. Şu adalete bak. Kimlere kalmış. Seni yakacağım. Hepinizi adlı tıbba göndereceğim, (hâkime hitaben) Seni süründüreceğim.

Yakacağım' şeklinde tehditte bulundu."

Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu'nun şikâyeti üzerine Recep Tayyip Erdoğan hakkında 18 aydan iki yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.

Erdoğan, 31 Mart 1989 tarihinde polisler nezaretinde Beyoğlu Adliyesi'ne getirildi. Erdoğan, tutuklanacağını anlayınca mahkemenin bekleme salonundan kaçtı.
Bunun üzerine Erdoğan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı.


***

Bundan sonrasını ise KKTC'de bulunduğu sırada beyin kanaması geçiren ve tedavisi İstanbul'da devam eden Ali Topuz, içinde benim de bulunduğum bir heyete
anlatmıştı:

" Oğuzhan Asiltürk telefonla aradı. Genel başkanları Necmettin Erbakan'ın selamlarını iletti ve bir ricası bulunduğunu söyledi. Erbakan'ın 'Bizim gençlerden
Tayyip Erdoğan bir hata işlemiş. Ali Bey'in dünürü de Ağır Ceza reisi. Acaba devreye girmesi mümkün mü?' dediğini belirtti. Dünürüm, bu tür müdahalelere
kapalı birisiydi. Tam bir kanun adamı idi. Epey düşündüm ve sonunda aradım. Bana yapılabilecek bir şey olmadığını, saldırıya uğrayan hâkimin şikâyetten
vazgeçmesi halinde bile kamu davasının devam edeceğini ancak sanığın cezasının hafifletilebileceğini söyledi. Sonunda Nazmi Bey'in şikâyetten vazgeçmesi sağlandı. Erdoğan'a da 'bir süre ortalıkta görünmesin' diye haber gönderildi. Böylece Erdoğan ağır bir ceza almaktan kurtuldu."

Bu arada, şimdi Erdoğan'ın " Bedel ödeyecek " dediği Hüsamettin Cindoruk da Erdoğan'ı kurtarmak için bizzat devreye girdi.

Erdoğan, 27 Nisan tarihindeki ilk celseye geldi. Beyoğlu Asliye Ceza Mahkemesi, yapılan duruşmanın ardından Erdoğan'ı tutuklayarak Bayrampaşa Cezaevi'ne
gönderdi.

4 Mayıs 1989 tarihine kadar cezaevinde kalan Erdoğan, tekrar hâkim karşısına çıktı. Mahkeme, Erdoğan'ı 500.000 TL kefaletle serbest bıraktı. Mahkeme, Erdoğan'ı yargılama sonunda hâkime hakaret suçundan 6 ay hapis ve 20 bin TL para cezasına çarptırdı. Hapis cezası TCK'nın 72. maddesi gereğince 920 bin TL para cezasına çevrilerek tecil edildi.

***

Şimdi Yüksek Seçim Kurulu, AKP'nin her itirazını kabul ediyor. Ankara AKP yetkilisi, "Yeni sayımlar beklentilerimizi karşılamıyor. Sonuna kadar itiraz
edeceğiz" diye açıklama yapabiliyor! Yani kazanana kadar mı?

İstanbul'da İl Seçim Kurulu Başkanı'nın eşi hakkında bir isim benzerliği kullanılarak " FETÖ'cü " diye yayın yapılıyor! Yani hâkim tehdit ediliyor! Yenilgiyi
hazmetmek neden bu kadar zor geliyor acaba?

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/hakime-saldiran-erdogani-ali-topuz-ve-cindoruk-kurtarmisti-51437yy.htm


***


Seçim Bitti, Zam vakti!. 

Murat Muratoğlu. 
Sözcü Gazetesi

Tam 2 yıl önceydi… Saray'da muhtarları topladı; “Özgürlük Avrasya Tüneli'nden geçer, özgürlük Osmangazi Köprüsü'nden geçer” açıklamasını yaptı. Muhtarlar
alkışladı.

“Cebimizden de 5 kuruş para çıkmadı!” diyerek vurguladı. Yine alkışlar yankılandı. Cebimizden 5 kuruş çıkmadan yaptırdığımız Avrasya Tüneli'ne, 2018 için
halkın cebinden 155 milyon lira ödendi.???Hedefi kim hesaplamış sa “Yılda 25 milyon 125 bin birim araç geçer” denildi ancak 17 milyon geçti. Haliyle fatura
bu yıl da vatandaşa zimmetlendi. Nedense miting alanlarında bolca tünelin videosu gösterildi lakin ödenen paralardan hiç bahsedilmedi. Millet zaten atılacak
bedava kenevirden imal torbanın ve 200 gramlık çay paketlerinin derdindeydi.???Sahi nereye gidiyor onca vergi? İhaleyi alan şirket de kredi alıp yaptı tüneli…
Koca devlet daha ucuz kredi bulup yapamaz mıydı? Yap-işlet-devret sisteminde devlet borçlu görünmüyor, orası ayrı…
Borcumuz, borç! Hem de 24 yıl boyunca ödenecek. Vatandaşların dörtte biri bu borcun bittiğini göremeden ölecek! Yaklaşık 815 milyon dolar projenin maliyeti…
Suriyelilere 40 milyar dolar veren devlet bu kadar parayı kendi ödeyemedi mi????
Şimdi seçim bitti. Şu an çarşı karışık. İstanbul Belediye Başkanlığı'na İmamoğlu'nun seçilmesi her türlü işe yaradı… Vakit kazandırdı. Sis biraz dağılsın, tekrar yapacaklar zammı…

İstenirse indirim yapılsın, şirket için fark etmiyor! Neticede parasını dolar üzerinden alıyor. AKP'nin İstanbul mitinginde Avrasya Tüneli kapatıldı. Devlet
garanti vermiş, tüneli işleten şirketin umurunda mı? 
O gün tünelden geçmeyen 70 bin aracın 1.6 milyon liralık ücreti devletin kasasından çıktı.???
Şu 1 Şubat'ta yanlışlıkla yapılan zam işine gelelim. 
Yıllık enflasyon kaç açıklandı? Yaklaşık yüzde 20… 
Avrasya Tüneli'ne yanlışlıkla ne kadar yıllık zam yapıldı?
Yüzde 93… 
Neyse ki seçim vardı. Zam geri alındı.

Zam geçerli olsaydı arabayla İstanbul'da tünelle karşıya geçip dönsen 64 lira 20 kuruş tutardı. Oysa Ankara'dan Kars'a trenle gitsen 48 lira bilet parası…
Avrupa yakasına geçeceğine direkt Avrupa'ya gitsen Sofya'ya otobüs bileti 110 Türk Lirası…???Avrasya Tüneli II. Abdülhamid Han'ın hayaliydi… 1876 yılında
Tünel-i Bahri adıyla gündeme getirdi. Tüneli değil ama hiç değilse diğer hayallerini hayata geçirdi kendisi…
İlk rakı, ilk bira, ilk şampanya fabrikasını bu topraklarda o kurdu. Minnetle anıyoruz ve saygı duyuyoruz. Lakin ilk hayali bizi fena gerdi. Cebinden 5

kuruş çıkmadan yaptırmak neden payitahtın aklına gelmedi?


***

İstanbul, Erdoğan’a itaat etmedi. 

Andrey İsaev. 
DUVAR

Rus basınında geçen hafta (30 Mart-5 Nisan): İstanbul, Erdoğan’a itaat etmedi.,

Nezavisimaya Gazetesi yazarı İgor Subbotin de, ülkenin büyük şehirlerinin Erdoğan’ın kontrolünden çıktığını vurguladı. Subbotin'e göre nihai netice ne
olursa olsun İstanbul, Erdoğan’a itaat etmedi.

Kommersant gazetesine konuşan Ortadoğu uzmanları, “Erdoğan’ın büyükşehirleri kaybettiğinin” altını çizdi.

Gazetenin mikrofon uzattığı Çağdaş Türkiye Araştırma Merkezi Siyaset Bölümü Başkanı Yuriy Mavaşov, AK Parti’nin büyük şehirlerde mağlubiyetinin “ekonomik
problemlerde sorumluluğu paylaşmak için” planlanmış bir eylem olabildiğini tahmin etti. Kendisine göre Recep Tayyip Erdoğan mevcut durumu iyice kullanabilecekse elde ettikleri “galibiyetten daha faydalı” olabilir. Bunun yanı sıra Mavaşov İstanbul’daki kesinlikle planlanmış olmayan gelişmeleri “AK Parti’nin güneşinin batmasına” benzetti.

Öte yandan Rusya Uluslararası Konseyi uzmanlarından Timur Ahmetov’a göre AK Parti’nin “geri çekilişi” Erdoğan için pek etki yaratmayacak. Büyükşehirlerin
kaybedilişinin hesabı Cumhurbaşkanından sorulmaz, bunun faturası parti içindeki “köstebek”lere ve ekonomik krize kesilir.

Ahmetov, AK Parti, diğer muhalif güçlerle rekabete maruz kalırken “Kemalistler”, seçmenlere özen gösterirlerse ve onlara “alıştıkları dilde” hitap ederlerse
ileride konumlarını sağlamlaştırabilir, dedi.

Nezavisimaya gazetesi yazarı İgor Subbotin de, ülkenin büyük şehirlerinin Erdoğan’ın kontrolünden çıktığını vurguladı.

Nihai netice ne olursa olsun İstanbul, Erdoğan’a itaat etmedi. Ankara’da kazanan Mansur Yavaş bir suç bahanesiyle ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Subbotin’in
deyişiyle bu da Erdoğan’ı saran korkunun işareti. Yerel seçimi Erdoğan’a güven referandumu olarak değerlendirirsek, vatandaşların, Cumhurbaşkanının çizdiği
yoldan devam etmek istemediklerini göreceğiz ifadesini kullanan Subbotin, “Erdoğan’ın yapacak tek bir şey kaldı, o da dış düşmanların sinsi planlarından
milleti kurtarmaya devam etmek”, dedi.

Nezavisimaya’nın da röportaj yaptığı Timur Ahmetov AK Parti’nin idealist ve vatandaşlara hizmet eden bir parti olmaktan çıkıp bir Cumhurbaşkanlık Dairesi
haline geldiğini ifade etti.  Uzmana göre “hırs dolu aşırı milliyetçilerle birlik içinde yürümeye mahkum Erdoğan ciddi krizlerle karşı karşıya gelebilir”.
Ahmetov, Türkiye liderinin ana amacının toplumu kutuplaştırmak suretiyle siyasi hayatını sürdürmek olduğunu anlattı.

Aynı gazete yazarlarından Vladimir Muhin, 8 Nisan’da Erdoğan’ın Putin’e “Kürtlere karşı yeni bir operasyon hakkında bilgi vereceğini” öne sürdü.
Recep Tayyip Erdoğan ile Hulusi Akar’a atıfta bulunan Muhin, “Suriye’de Ankara’nın, terörist saydığı Kürt militanlarına karşı yeni operasyona başlayacağını” iddia etti. 

YPG’yi destekleyen ABD bu tür hamlelere sürekli karşı çıkarken Moskova’nın tutumu hâlâ meçhul. Yazara göre mart ayı boyunca Moskova ve Ankara bu konuyu tartıştı.

“Rusya’nın sessizliğinden faydalanan Türkiye’nin Afrin’i işgal ettiğini” hatırlatan “askeri uzman” Albay Şamil Gareyev, “işgal altındaki topraklarda Türkiye
yanlısı militanların zorbalık yaptığını” ve yerli halkın “Türkiye’nin tayin ettiği bürokratlar tarafından yönetildiğini” iddia etti. Kendisine göre “güvenli
bölge bahanesiyle” TSK Suriye’nin kuzey sınır topraklarını “işgal ettiği takdirde” orası da aynı duruma düşecek.

Gazeteye konuşan Rusya Harp Akademisi Üyesi Sergey Sudakov durumu değerlendirirken Şam ve onu destekleyen Moskova ile Tahran yeni operasyona karşı çıksa bile Ankara daima kendi çıkarları peşinde olur, gerisine bakmaz, diğerlerin çıkarlarını önemsemez, dedi.

Voyennoye obozreniye sitesi yazarlarından Gennadiy Granovskiy, makalesine “Türkiye ekonomisinin girdiği krizden sorumlu olan tek Erdoğan değil” başlığını
koydu.
Bundan kısa bir süre önce Türk Akımı’nın deniz ve kara kısımları birleştirildi. Çok mütevazi törene iki ülkeden ne siyasetçi ne bürokrat katıldı. 

Çünkü Granovskiy’nin deyişiyle “bugün Türkiye kutlama havasında değil”. Resesyona giren ekonominin enerjiye ihtiyacı azaldı. Rusya’nın ihracatının çok büyük kısmını teşkil eden doğal gaz, buğday ve demir sevkiyatı adeta dibe vurdu.

“Uzmanlara” atıfta bulunan yazar, sonu görünmeyen ekonomik krizi 2016 darbe girişimine bağladı. Darbe sonrası durumu “sakinleştirmeye” çalışan Recep Tayyip
Erdoğan millete ekonomik kalkınmayı “ibraz etmek” zorundaydı. Yatırım kaynağı, dış borçlar oldu. Neticede enflasyon yükseldi, Merkez Bankası’nın faiz arttırma girişimini frenleyen Erdoğan, Türk Lirasını düşürdü. Sermaye kaçışı başladı, sanayi daraldı, işsizlik arttı.

Krizin ikinci sebebi ise Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerginlik. Türkiye’den ithal edilen alüminyum ve çeliğe vergi artıran ve Ankara’yı politik
açıdan tehdit eden Donald Trump yatırımcıları iyice “korkuttu”.

Yazıyı bitirirken Granovskiy, son yıllarda Rusya’nın en büyük ticari partnerleri arasına giren Türkiye’deki krizin Rusya ekonomisini de önümüzdeki süreçte
olumsuz etkileyeceğini savundu.

Vzglyad.ru sitesinde yayımlanan ve Aleksandr Kolpakov ile Aleksey Neçayev imzalı yazıda “Erdoğan’ın İmparatorvari planlarının” Rus Ortodoks Kilisesi’nin
işine geldiği öne sürüldü. Aya Sofya’nın camiye çevrilme ihtimalini değerlendiren uzmanlar, Fener’in Ortodokslara yaptığı etkinin azalacağını dile getirdi.

Gazeteye konuşan Ortodoks Uzmanlar Derneği Başkanı Kirill Frolov, Erdoğan’ın Patrik Bartholomeus’a Aya Sofya’nın kapısını kapattığını savundu. Frolov’a
göre patrik, Rusya ile stratejik ve ekonomik ilişkileri güçlendiren Türkiye devletinin düşman konumuna düştü.

Öte yandan “Ortadoğu-Kafkas” Araştırma Merkezi Başkanı Stanislav Tarasov, Erdoğan planını gerçekleştirirse Fener’in eski Sovyet topraklarına nüfuzu azalır,
dolayısıyla Rus Ortodoks Kilisesi’ninki artar, dedi.

Rossiya-Kultura TV kanalının yayımladığı röportajda Kırım’daki Bahçesaray Han Sarayı’nda yürütülen kazı ve restorasyon çalışmaları anlatıldı. Sarayın baş
mimarı Rustem Umerov’a göre yarımada Rusya’ya katılalı sitede çoğu sikke, pipo ve silah parçası olan 10 bin kadar obje bulundu.

Bugün çalışmalar, saray alanında bulunan güneş saati, abdest yeri ve “Rus edebiyatının kurucusu” gayri resmi unvanına sahip Aleksandr Puşkin’in “Bahçesarayı çeşmesi” şiirinde anlattığı çeşmelerde yoğunlaştı.


16’ncı yüzyılda inşa edilen sarayın daha eski bir bina temelinde kurulduğunu keşfeden arkeologlar şimdi o eski binanın ne olduğunu araştırmaya çalışıyor.

***

10 Haziran 2019 Pazartesi

HÜSAMETTİN CİNDORUK KAMU OYUNA AÇIK MEKTUP..YIL 2017


HÜSAMETTİN CİNDORUK KAMU OYUNA AÇIK MEKTUP..YIL 2017


İKİ SENE ÖNCEKİ FİKİR VE GÖRÜŞLER..
FARK ETTİKLERİMİZİ SİZİNLE PAYLAŞMIŞTIK..BİR KEZ DAHA HATIRLATAYIM...

OZKAN UYANIK Gesendet: Sonntag, 12. Februar 2017 12:55 An: Betreff: Husamettin Cindoruk'un acik mektubu ,
Hangi Partiden, Hangi görüşte olursanız olun, bu mektubu okuyun elinizi vicdanınıza koyun ve referandumda oy kullanırken bu mektupta yazılanları dikkate alın.....
OKUYUN   ve   LÜTFEN    DAĞITIMINA   YARDIMCI    OLUN  ...
Sn. Hüsamettin Cindoruk'un açik mektubu  ;
Türkiye Cumhuriyeti bugün yeni kurulmakta olan bir devlet değildir. Yaklaşık yüz yıldır giderek güçlenen ve değerlenen çok köklü bir devlettir. Devletlerin de Anayasaların da soyağaçları vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucu iradesi, kökü, tarihi, gerçekleri ilk günkü gibi yaşıyor ve yaşayacaktır. Cumhuriyet’in kurucusu; bir İstiklal savaşını yöneten, 30 Kongreden sonra, halk tarafından Ankara’da tescil edilen Türkiye Büyük Millet Meclisidir.
İsminde “Türkiye” vurgusu olan biz Türklerin kurduğu son Türk devletidir.
Millete dayalı, Milli Misak sınırlarını çizen bir Milli devlettir.
Cumhuriyetimizin tarifi, bugün yürürlükte olan Anayasamızın ön sözünde ayrıntılı biçimde tarif edilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi, bu başlangıç kısmının metne dahil olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yürürlükteki Anayasamızın 174. maddesi ile de sadece sekiz Kanun korunmamakta, başlangıç bölümündeki ilke ve İnkılâpların yorumunu “Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacı güden” yaptırımlar olarak belirlenmektedir.
Yürürlükteki Anayasanın 2. Maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini “başlangıçta belirtilen temel ilkelere” gönderme yaparak açıklamaktadır. Anayasanın 4. Maddesi ise Cumhuriyet’in niteliklerinin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini söylüyor, yasaklıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin, temel niteliği Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurucu iktidarına dayalı hukuk düzenidir.
Atatürk’ün belirlediği inkılâp ve ilkeleri de parlamenter rejimdir.
Amasya tamimini yapan Atatürk’ün, savaşlar yaparken de, zaferden sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisine bağlı, saygılı ve itaatkâr olduğu gerçektir. Yüce Meclis’in ilk Başkanı da Atatürk’tür.
Bizim Anayasalarımızda Atatürk bir şahıs değil, Cumhuriyet’in asli kurucu iktidarının bir belirleyici kurumu olarak yer almıştır. Son Anayasa değişikliği, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhuriyet’in üst organı olmaktan çıkarıyor.
Bir Danışma Meclisi işlevine indiriyor.
Bu Kenan Evren modelidir.
1980-1983 döneminde Kenan Evren’in tayin ettiği Bakanlar hiç denetime girmeden yürütmeyi üstlenmiş, beş kişi bir yandan kararnameler çıkarmış, partiler kapatmış, vetolar, yasaklar getirmiş ve kurduğu Danışma Meclisine de kısıtlı yasa ve Anayasa hazırlama görevi vermiştir. Bugünkü Anayasa değişikliği teşebbüsü bir Kenan Evren modelidir.
a)  Başbakan ve Bakanlar Kurulu mülgadır. b)  Cumhurbaşkanı yürütmeyi belirleyeceği sekreterler eli ile alır götürür. c)  Güvenoyu ve güvensizlik olanağı da yoktur. d) Gensoru da, soruşturma da askıya alınmıştır. e) Cumhurbaşkanı, 600 kişilik Mecliste yüksek oy oranları ile korumaya alınmıştır. f)  Cumhurbaşkanı da norm koyan kararname çıkarır. Bunların ne farkı var Evren döneminden?
Hem Meclis, hem de Başkan Kanun ve Kanun hükmünde kurallar koyarsa aralarında çekişme çıkması kaçınılmaz olur.
Böyle bir uygulama ihtilaf üretir.
Yasaların genel, tartışılmaz olma, ilkesi de yok olur.
Bu Anayasa bir Af kanunudur.
Geçmişte görev alan Başbakan ve Bakanlar hakkında Meclis’in soruşturma ve Komisyon kurma hakkı yok edilmektedir.
Mevcut Anayasa maddelerinde yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri için soruşturma hakkı Meclis’ten alınmak istenmektedir.
Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım bu Anayasa değişikliği ile adeta ibra edilmek istenmektedir.
Aynı şekilde geçmiş hükümetlerde görev alan Bakanların da, vazifeleri nedeni ile takipsizlik kararı almalarına imkân getirilmektedir.
Böylece 17/25 Aralık dosyaları da Meclis arşivine kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu teklifin 16-17-18.nci maddeleri ise, şekil yönünden tümden Anayasaya ve iç tüzüğe aykırıdır.
Anayasa bir üst kanundur. Torba madde ile değiştirilemez.
Anayasanın değiştirilecek maddesi açıkça ve yeni bir metin olarak yazılır, iki kez görüşülür ve iki kez oylanır. Anayasanın 175. Maddesinde her maddesinin ayrı ayrı halk oylamasına sunulma usulü gösterilmiştir.
Çünkü halk üst kanun olan Anayasadaki her değişikliği açıkça tek tek öğrenerek oy kullanacaktır.
Bu biçimi ile Anayasa değişikliği halk oylamasına sunulamaz. Tam bir şekil bozukluğudur.
Üstelik bu teklifin ilk iki maddesinde bir kelimelik değişiklikler bile ayrı ayrı maddelere bağlanmıştır.
Torba madde ile Anayasa değişikliği şeklen geçersizdir. Anayasa Mahkemesinin denetimine tabidir.
Bir Anayasada her kelimenin, her ibarenin, her virgülün özel bir etkinliği vardır. Yönetmelik, sözleşme diğerleri gibi maddelerle kaldırılan, gerekçeleri belirsiz kurumlar arasında Başbakanlık, Bakanlar Kurulu, Jandarma Genel Komutanlığı, Askeri Yargıtay ve benzeri tarihsel Anayasal Kurumlar vardır.
Ayrıca, Anayasamızın 21 Maddesinin yürürlükten kaldırıldığı bir cümle ile belirtiliyor.
Bu Anayasa paketi ile çok Partili düzen ve siyasi partiler “düzen” dışına çıkarılmıştır.
Partiler, Kongre partilerine dönüşmüştür.
Böylece, partiler, siyasi programlarını ve siyasi ideolojilerin iktidara taşımak, bir hükümet ve yürütme gücüne kavuşturmak gücünü yitireceklerdir.
Siyasi iktidar, Bir Cumhurbaşkanı otoritesine devir ve teslim ediliyor. Bu bir “adrese teslim” belgesidir.
Yürürlüğe girerse, bugünkü Cumhurbaşkanı hemen devlete el koyacaktır. Yürürlük maddeleri açıktır.
Son olarak çok önemli bir nokta;
Bunları bir sistem veya rejim değişikliği tartışması olarak görmek mümkün değildir. Çünkü dünyada benzeri yok.
Bu gidişat, bir kamp ve cephe değiştirme, çağdaş batı demokrasilerinden ayrılma, din devletine kapı açma ve Avrupa Konseyinden çıkarılma planıdır. Adalet Bakanı, bir arzuhalci üslubu ile ifade ediyor.
Artık sadece Muhafazakârların yönettiği bir ülke olacağız diyor. Hâlbuki muhafazakârlıkla, yobazlık ve bağnazlık arasında dağlar kadar fark vardır. Türkiye, bir asırdır yaşadığı büyük siyasi birikiminden, bir uygarlık ve demokrasi cephesinden sinsice çekilmek ve uzaklaştırılmak isteniyor.
Cumhurbaşkanına verilmek istenilen yetkiler bir kuvvetler birliği düzenidir. Bu gidişatla 1949’da kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyinin ana sözleşmesine, ek protokollerine, bağlayıcı kurallarına, ulusal üstü hukuka ve kuvvetler ayrılığı bağlayıcı ilkesine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine ve kararlarına veda dönemi kısa bir süre içinde başlayacaktır.
Milli Merkez, Cumhuriyetin ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve demokrasiyi korumak için, özellikle milliyetçi, yurtsever, demokrat ve insan haklarına yürekten bağlı tüm kurum, kuruluş ve yurttaşlarımızı uyarmaya devam edecektir.
Saygılarımızla Arz Ederiz. Milli Merkez Yönetim Kurulu adına,
Hüsamettin CİNDORUK., TBMM E. Başkanı – Milli Merkez Başkanı"
Sağlıkla  Huzurla  Güzel  Gelecekler'e  /  Özkan  UYANIK .

11 Şubat 2018 Pazar

Hüsamettin Cindoruk'un Açık Mektubu ,

Hüsamettin Cindoruk'un Açık Mektubu ,



Hangi partiden, hangi görüşte olursanız olun, bu mektubu okuyun
elinizi vicdanınıza koyun ve referandumda oy kullanırken bu mektupta
yazılanları dikkate alın.....

Sn. Husamettin Cindoruk'un acik mektubu  ;


Türkiye Cumhuriyeti bugün yeni kurulmakta olan bir devlet değildir.
Yaklaşık yüz yıldır giderek güçlenen ve değerlenen çok köklü bir devlettir.
Devletlerin de Anayasaların da soyağaçları vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucu iradesi, kökü, tarihi, gerçekleri
ilk günkü gibi yaşıyor ve yaşayacaktır.
Cumhuriyet’in kurucusu; bir İstiklal savaşını yöneten, 30 Kongreden
sonra, halk tarafından Ankara’da tescil edilen Türkiye Büyük Millet
Meclisidir.
İsminde “Türkiye” vurgusu olan biz Türklerin kurduğu son Türk devletidir.
Millete dayalı, Milli Misak sınırlarını çizen bir Milli devlettir.
Cumhuriyetimizin tarifi, bugün yürürlükte olan Anayasamızın ön sözünde
ayrıntılı biçimde tarif edilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi, bu başlangıç kısmının metne dahil olduğunu
açıkça ifade etmektedir. Yürürlükteki Anayasamızın 174. maddesi ile de
sadece sekiz Kanun korunmamakta, başlangıç bölümündeki ilke ve
İnkılâpların yorumunu “Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin
üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma
amacı güden” yaptırımlar olarak belirlenmektedir.
Yürürlükteki Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin
niteliklerini “başlangıçta belirtilen temel ilkelere” gönderme yaparak
açıklamaktadır.
Anayasanın 4. Maddesi ise Cumhuriyet’in niteliklerinin
değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini söylüyor, yasaklıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, temel niteliği Türkiye Büyük Millet
Meclisinin kurucu iktidarına dayalı hukuk düzenidir.
Atatürk’ün belirlediği inkılâp ve ilkeleri de parlamenter rejimdir.
Amasya tamimini yapan Atatürk’ün, savaşlar yaparken de, zaferden sonra
da Türkiye Büyük Millet Meclisine bağlı, saygılı ve itaatkâr olduğu
gerçektir.
Yüce Meclis’in ilk Başkanı da Atatürk’tür.
Bizim Anayasalarımızda Atatürk bir şahıs değil, Cumhuriyet’in asli
kurucu iktidarının bir belirleyici kurumu olarak yer almıştır.
Son Anayasa değişikliği, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhuriyet’in
üst organı olmaktan çıkarıyor. Bir Danışma Meclisi işlevine indiriyor.
Bu Kenan Evren modelidir.
1980-1983 döneminde Kenan Evren’in tayin ettiği Bakanlar hiç denetime
girmeden yürütmeyi üstlenmiş, beş kişi bir yandan kararnameler
çıkarmış, partiler kapatmış, vetolar, yasaklar getirmiş ve kurduğu
Danışma Meclisine de kısıtlı yasa ve Anayasa hazırlama görevi
vermiştir.
Bugünkü Anayasa değişikliği teşebbüsü bir Kenan Evren modelidir.
a)  Başbakan ve Bakanlar Kurulu mülgadır.
b)  Cumhurbaşkanı yürütmeyi belirleyeceği sekreterler eli ile alır götürür.
c)  Güvenoyu ve güvensizlik olanağı da yoktur.
d) Gensoru da, soruşturma da askıya alınmıştır.
e) Cumhurbaşkanı, 600 kişilik Mecliste yüksek oy oranları ile korumaya
alınmıştır.
f)  Cumhurbaşkanı da norm koyan kararname çıkarır.
Bunların ne farkı var Evren döneminden?
Hem Meclis, hem de Başkan Kanun ve Kanun hükmünde kurallar koyarsa
aralarında çekişme çıkması kaçınılmaz olur.
Böyle bir uygulama ihtilaf üretir.
Yasaların genel, tartışılmaz olma, ilkesi de yok olur.
Bu Anayasa bir Af kanunudur.
Geçmişte görev alan Başbakan ve Bakanlar hakkında Meclis’in soruşturma
ve Komisyon kurma hakkı yok edilmektedir.
Mevcut Anayasa maddelerinde yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu
üyeleri için soruşturma hakkı Meclis’ten alınmak istenmektedir.
Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım bu Anayasa
değişikliği ile adeta ibra edilmek istenmektedir.
Aynı şekilde geçmiş hükümetlerde görev alan Bakanların da, vazifeleri
nedeni ile takipsizlik kararı almalarına imkân getirilmektedir.
Böylece 17/25 Aralık dosyaları da Meclis arşivine kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bu teklifin 16-17-18nci maddeleri ise, şekil yönünden tümden Anayasaya
ve iç tüzüğe aykırıdır.
Anayasa bir üst kanundur. Torba madde ile değiştirilemez.
Anayasanın değiştirilecek maddesi açıkça ve yeni bir metin olarak
yazılır, iki kez görüşülür ve iki kez oylanır. Anayasanın 175.
Maddesinde her maddesinin ayrı ayrı halk oylamasına sunulma usulü
gösterilmiştir.
Çünkü halk üst kanun olan Anayasadaki her değişikliği açıkça tek tek
öğrenerek oy kullanacaktır.
Bu biçimi ile Anayasa değişikliği halk oylamasına sunulamaz.
Tam bir şekil bozukluğudur.
Üstelik bu teklifin ilk iki maddesinde bir kelimelik değişiklikler
bile ayrı ayrı maddelere bağlanmıştır.
Torba madde ile Anayasa değişikliği şeklen geçersizdir. Anayasa
Mahkemesinin denetimine tabidir.
Bir Anayasada her kelimenin, her ibarenin, her virgülün özel bir
etkinliği vardır.
Yönetmelik, sözleşme diğerleri gibi maddelerle kaldırılan, gerekçeleri
belirsiz kurumlar arasında Başbakanlık, Bakanlar Kurulu, Jandarma
Genel Komutanlığı, Askeri Yargıtay ve benzeri tarihsel Anayasal
Kurumlar vardır.
Ayrıca, Anayasamızın 21 maddesinin yürürlükten kaldırıldığı bir cümle
ile belirtiliyor.
Bu Anayasa paketi ile çok partili düzen ve siyasi partiler “düzen”
dışına çıkarılmıştır.
Partiler, Kongre partilerine dönüşmüştür.
Böylece, partiler, siyasi programlarını ve siyasi ideolojilerin
iktidara taşımak, bir hükümet ve yürütme gücüne kavuşturmak gücünü
yitireceklerdir.
Siyasi iktidar, Bir Cumhurbaşkanı otoritesine devir ve teslim ediliyor.
Bu bir “adrese teslim” belgesidir.
Yürürlüğe girerse, bugünkü Cumhurbaşkanı hemen devlete el koyacaktır.
Yürürlük maddeleri açıktır.
Son olarak çok önemli bir nokta;
Bunları bir sistem veya rejim değişikliği tartışması olarak görmek
mümkün değildir. Çünkü dünyada benzeri yok.
Bu gidişat, bir kamp ve cephe değiştirme, çağdaş batı
demokrasilerinden ayrılma, din devletine kapı açma ve Avrupa
Konseyinden çıkarılma planıdır. Adalet Bakanı, bir arzuhalci üslubu
ile ifade ediyor.
Artık sadece Muhafazakârların yönettiği bir ülke olacağız diyor.
Hâlbuki muhafazakârlıkla, yobazlık ve bağnazlık arasında dağlar kadar
fark vardır.
Türkiye, bir asırdır yaşadığı büyük siyasi birikiminden, bir uygarlık
ve demokrasi cephesinden sinsice çekilmek ve uzaklaştırılmak
isteniyor.
Cumhurbaşkanına verilmek istenilen yetkiler bir kuvvetler birliği düzenidir.
Bu gidişatla 1949’da kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyinin ana
sözleşmesine, ek protokollerine, bağlayıcı kurallarına, ulusal üstü
hukuka ve kuvvetler ayrılığı bağlayıcı ilkesine, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine ve kararlarına veda dönemi kısa bir süre içinde
başlayacaktır.
Milli Merkez, Cumhuriyetin ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve
demokrasiyi korumak için, özellikle milliyetçi, yurtsever, demokrat ve
insan haklarına yürekten bağlı tüm kurum, kuruluş ve yurttaşlarımızı
uyarmaya devam edecektir.
Saygılarımızla arz ederiz.
Milli Merkez Yönetim Kurulu adına
Hüsamettin CİNDORUK
TBMM E. Başkanı – Milli Merkez Başkanı"


Sağlıkla  Huzurla  Güzel  Gelecekler'e   
Özkan  UYANIK .


***

5 Kasım 2017 Pazar

Koparak Kurulan Partiler ve Siyasi Kültür ,

Koparak Kurulan Partiler ve Siyasi Kültür ,



Nebi Miş  
26 Ekim 2017



Bu tip partiler daha çok, mevcut içinde yer aldıkları partinin lider kadrosu ile girilen mücadelenin kaybedilmesi ya da ideolojik olarak farklılaşmanın sonucunda ana partiden ayrılanlar tarafından kurulur. 

Yargıtay 15 Şubat 2017 itibari ile Türkiye’de faaliyette olan siyasi parti sayısını 92 olarak açıklamıştı. 19 Ekim 2017 itibari ile güncellenen listede 86 partinin adı bulunmakta. Mesela açıklanan güncel listede en son 3 Ekim 2017 tarihinde kurulan partinin adı “Güven Adalet ve Aydınlık Partisi”. Kurucuları hariç böyle bir partinin faaliyette olduğunu büyük ihtimal kimse bilmiyor.

Dün itibarıyla 86 partinin bulunduğu bu listeye Meral Akşener’in öncülüğünde kurulan ”İyi Parti” adında yeni birisi daha eklendi.

Siyasi partiler literatüründe yeni partilerin ortaya çıkışları ile ilgili farklı yaklaşımlar bulunmakta. Bunlardan biri de batıda “splinter party” olarak adlandırılan “ana partiden ayrılarak kurulan” partilerdir. Akşener tarafından kurulan parti de MHP’den ayrılanlar tarafından kurulduğu için bu tipolojiye uygun bir özellik göstermekte.

Bu tip partiler daha çok, mevcut içinde yer aldıkları partinin lider kadrosu ile girilen mücadelenin kaybedilmesi ya da ideolojik olarak farklılaşmanın sonucunda ana partiden ayrılanlar tarafından kurulur.

Türk demokrasi tarihine bakıldığında birçok parti bir ana partiden ayrılanlar tarafından kurulmuştur. Ama bunların içinde sadece ikisi başarılı olmuştur. Bunlar, CHP’den kopanlar tarafından kurulan Demokrat Parti (DP) ve Fazilet Partisi’nin kapatılmasının ardından bu partiden ayrılanların kurduğu AK Parti’dir. 1946’da yapılan hileli seçimleri saymazsak (ki o seçimde bile DP 61 milletvekili çıkarmıştır) 1950 seçimlerinde DP yüzde 53,5 oy oranı ile 416; CHP ise yüzde 39,9 oy oranı ile 69 milletvekili çıkarmıştır. AK Parti ise girdiği ilk seçimde 34,3 oy oranı ve 363 milletvekili ile seçimi kazanmıştır.

Bu iki partinin dışında ana partiden ayrılarak kurulan partilerin girdikleri ilk seçimlerde aldıkları oy oranları çok düşüktür. Ve tümü başarısız olmuştur.

Örneğin, Doğru Yol Partisi’nden ayrılanlar tarafından kurulan Hüsamettin Cindoruk’un başkanlığındaki Demokrat Türkiye Partisi, 1999’da girdiği ilk seçimde yüzde 0,6 oy almıştır. DSP’ten ayrılan ve büyük bir medya desteğini arkasına alan İsmail Cem’in kurduğu Yeni Türkiye Partisi ise 2002 seçimlerinde sadece yüzde 0,1 oy alabilmiştir.

Bu tip partilerin büyük çoğunluğu ilk seçimin ardından bir sonraki seçimlere bile giremeden siyaset sahnesinden çekilmişlerdir.

Ana partiden ayrılan ve sert bir ideolojik konumlanmaya sahip olan partiler ise girdikleri her seçimde yüzde birlik oranlara ancak ulaşabilse bile parlamento dışı muhalefet olarak varlığını sürdürebilmektedir. Buna en iyi örnek MHP’den ayrılan ve hiç seçim başarısı olmayan Büyük Birlik Partisi’dir.

Son 15 yıllık AK Parti iktidarı döneminde kurulan partiler ise seçimlerde dikkate değer bir oy almanın ötesinde gündemin ön sıralarına bile gelememişlerdir. Örneğin CHP’den ayrılarak ANA Parti’yi kuran Emine Ülker Tarhan girdiği ilk seçimde yüzde 0,06 oy alabildiği için seçimin hemen ardından partisini feshetmiştir. Yine CHP’den ayrılan ve Yaşar Nuri Öztürk tarafından kurulan Halkın Yükselişi Partisi de aynı kaderi yaşamıştır.

AK Parti’den ayrılan Abdüllatif Şener’in Türkiye Partisi ise 2011 seçimlerine girmeye hak kazanacak örgütlenmeyi bile gerçekleştirememiştir. Böyle olunca da Abdüllatif Şener 2011 seçimlerinde Sivas’tan bağımsız aday olarak sadece yüzde 4 oy alabilmiştir.

Bugün Türkiye siyaseti açısından meseleye bakıldığında merkezde güçlü bir parti bulunmaktadır. Ekonomik ve siyasal açıdan ülke kriz içinde değildir. Yeni kurulan partinin benzeri zaten siyasette varlığını sürdürmektedir. Bu açılardan bakıldığında yeni kurulan partinin hangi siyasi boşluğu dolduracağı, siyasi söylem ve programının yeni ve farklı olarak ne söylediği önemli bir sorudur. Bir sonraki yazı da bu açılardan konuyu tartışacağım.


[Türkiye Gazetesi, 26 Ekim 2017]

http://www.setav.org/koparak-kurulan-partiler-ve-siyasi-kultur/

12 Şubat 2015 Perşembe

28 Şubat'ın Üstünden 18 yıl Geçti





28 Şubat'ın Üstünden 18 yıl Geçti



Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) 28 Şubat 1997'deki toplantısında alınan kararların üzerinden 14 yıl geçti. MGK tarihinin en uzun toplantısında 
alınan kararlar, yeni bir siyasi dönemin kapısını açtı.

28 ŞUBAT'I PROTESTO ETTİLER

“Postmodern Darbe” olarak nitelenen ve yoğun tartışmalara neden olan 28 Şubata giden süreçte Türkiye, tarihinin en sıcak yıllarından birini 1997'de yaşadı. 
Necmettin Erbakan'ın başbakanlığında 28 Haziran 1996'da RP-DYP koalisyonu şeklinde kurulan 54. Hükümette, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller  Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev aldı.

Hükümet yetkililerinin 1996 sonbaharından itibaren yaptığı bazı konuşmalar nedeniyle Türkiye 1997'ye rejim tartışmalarının gerginliğiyle başladı. 
3 Kasım 1996'da meydana gelen trafik kazasının ardından patlayan “Susurluk” skandalıyla çalkalanan ülkede, Aczmendiler'in eylemleri de  gündeme geldi.

Ramazan nedeniyle resmi dairelerdeki mesai saatlerinde mahalline göre yapılan düzenlemeler ve çalışanların iftar saatine yetişebilmeleri için  bazı illerde öğle tatilinin kısa tutulması, bazılarında öğle tatili uygulanmaması tartışmalara yol açarken; dönemin Başbakanı Erbakan, tarikat tartışmalarının yoğunlaştığı bir sırada Başbakanlık konutunda bazı tarikat ve cemaat liderine iftar yemeği verdi.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, RP Kayseri il örgütünün Siyasi Partiler Yasası'na aykırı olarak üniforma niteliğinde tek tip kıyafet giydirdiği görevlilerle ilgili olarak bu partiye 30 Ocak 1997'de uyarıda bulundu. Başsavcılık, RP Kayseri İl Yönetim Kurulunun 30 gün içinde görevden el çektirilmesini istedi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı fesih işleminin yapılmaması halinde RP hakkında kapatma istemiyle dava açılacağını bildirdi.

KUDÜS GECESİ

Sincan'ın RP'li Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın 31 Ocak 1997'de düzenlediği “Kudüs Gecesi”ne İran'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri de katılarak bir konuşma yaptı. Gecede, “intifada” hareketini canlandıran bir oyun sergilendi ve gösterinin yapıldığı çadıra Hizbullah ve Hamas örgütlerinin liderlerinin posterleri asıldı.

Başbakan Erbakan, 1 Şubat 1997'de kamuoyundan gelen tepkiler ve DYP'deki bazı bakanların “imza koymayız” direnişine karşın üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi Bakanlar Kurulu'nda imzaya açtı. Bu arada, Susurluk'taki trafik kazasıyla ortaya çıkan karanlık ilişkileri protesto etmek amacıyla düzenlenen “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemi başladı.

Öte yandan Sincan'da düzenlenen “Kudüs Gecesi”ne tepkiler yağmaya başladı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve DGM Başsavcılığı Kudüs Gecesi ve geceyi düzenleyen RP'li Belediye Başkanı Bekir Yıldız hakkında 2 Şubat 1997'de ayrı ayrı soruşturma açtı.
Sincan'daki açıklamasıyla tepkilere neden olan İran Büyükelçisi, 3 Şubat 1997'de Dışişleri Bakanlığına çağrılarak protesto edildi.
Sincan'da Kudüs gecesiyle ilgili haber yapmak üzere bulunan Star muhabiri Işın Gürel, Recep Gülmez adlı bir kişi tarafından dövüldü. 
Recep Gülmez daha sonra iki günlük bir takipten sonra tutuklanarak Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'ne konuldu.

SİNCAN'DAN GEÇEN TANKLAR...

Birçok çevrede bir askerlerin “uyarısı” olarak algılanan ve kamuoyunun belleğinde 28 Şubatı “sembolize” eden “Sincan'dan tankların geçmesi” 
hemen bu olayın ardından geldi. Sincan'da 4 Şubat 1997'de 15 tank ve 20 kariyer, ilçeden geçerek Yenikent'teki tatbikat alanına gitti. 
Sabahın erken saatinde tankları gören Sincanlılar, “darbe” olduğunu sanarak şaşkınlık yaşadı.

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, Sincan'dan tankların geçtiği gün Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı görevden uzaklaştırdı. 
Ertesi gün Bekir Yıldız Ankara DGM'deki sorgusundan sonra Terörle Mücadele Şubesi tarafından gözaltına alındı. Yıldız DGM'deki iadesinden sonra 9 kişiyle birlikte yasa dışı silahlı çeteye yardım ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik iddiasıyla tutuklandı.

Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, “Dini siyasete alet etmek isteyenler hem suç, hem günah işliyor” açıklaması yaptı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı 9 Şubatta yayımladığı bayram mesajında, “Türk Silahlı Kuvvetleri laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü uğrunda her türlü görevi yapacak azim ve kararlılığa sahiptir” dedi.

Başbakan Erbakan “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eşlemine katılanları eleştirerek, “Işık kapatan fesat” dedi. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın eylem için “Elektrikleri söndürüp mum söndü oynuyorlar” dediği iddiası Alevi vatandaşların tepkisine yol açtı. 
Adalet Bakanı Kazan ise “Mum söndürme Alevilerin ananesidir” dedi. Toplumun çeşitli kesimleri Kazan'ın istifasını istedi. 
Kazan, 14 Şubatta Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı cezaevinde ziyaret etti. Tepkilere neden olan ziyaret için Kazan “Ziyaret medeni bir yaklaşım” dedi.
Sivil toplum örgütlerinin kadın temsilcileri tarafından Ankara'da miting düzenlendi.

HÜKÜMETTE ÇATLAK...

DYP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, 17 Şubat 1997'deki GİK toplantısında “RP'nin son çıkışlarından rahatsız olduğunu” söyleyerek, “Başbakan Erbakan'ı bu konuda ikaz edeceğim” dedi.
Adalet Bakanı Kazan'a ilk tepki hükümet ortağı partiden Devlet Bakanı olan Işılay Saygın'dan geldi. 
Saygın Medeni Kanun'un Kabulünün 71. yıldönümü nedeniyle Kazan'a yapılacak ziyareti iptal etti.
Çiller, 19 Şubatta Başbakan Erbakan'dan habersiz BBP'ye hükümet ortaklığı önerdi.
İran Büyükelçisi Bagheri, Kudüs Gecesi'ndeki konuşmaların ardından artan tepkiler nedeniyle ülkesine gitti.

“CUMHURBAŞKANI'NDAN BAŞBAKAN'A UYARI MEKTUBU”

Sincan'daki Kudüs Gecesi'nden 4 gün sonra İçişleri Bakanlığına bir yazı gönderen dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “ Belediyelerdeki köktendinci 
kadrolaşmanın derhal incelenmesini” istedi. Bu uyarı üzerine İçişleri Bakanı Meral Akşener valiliklere gönderdiği yazıda Cumhurbaşkanı'na bilgi 
verilmek üzere konunun araştırılması talimatı verdi. 21 Şubat 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel ile görüşen Erbakan, “Türkiye'nin rejim meselesi 
yok” açıklaması yaptı. Aynı gün bir başka açıklama da askeri kanattan geldi. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, Washington'da Türk-ABD Konseyi kapanış balosunda “Sincan'da demokrasiye balans ayarı yaptık” dedi.

Adalet Bakanı Şevket Kazan, 24 Şubatta, RP yanlısı 15 derneğin temsilcilerini orduyu eleştirdikleri için makamından kovdu.“Sıcak” günlerin ardından, 26 Şubatta Cumhurbaşkanı Demirel'in Başbakan Necmettin Erbakan'a “rejim konusunda endişelerine dile getirene bir mektup gönderdiği” belirtildi. Ve iki gün sonra 28 Şubat 1997'de MGK, Cumhurbaşkanı Demirel'in başkanlığında toplandı. MGK tarihindeki en uzun toplantılarından biri olan ve bundan sonraki siyasal ve sosyal gelişmeleri belirleyen bu tarihi “olağan” toplantı 8 saat 45 dakika sürdü.

Çankaya Köşkü'nde saat 15.10'da başlayan toplantı saat 23.55'te sona erdi. MGK toplantısına Başbakan Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener ile Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve MGK Genel Sekreteri Orgeneral 
İlhan Kılıç katıldı. Toplantıda, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Taner ile MGK Genel Sekreter Başyardımcısı Korgeneral Necdet Timur da hazır bulundu. Toplantıya katılan Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel ile Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican, saat 18.00 sıralarında MGK toplantısından ayrıldı.

Toplantı sonrasında yayımlanan MGK bildirisinde “Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların, laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendiklerinin müşahade edildiği” belirtilerek, “Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmeyeceği” vurgulanıyordu. 4 maddelik bildirinin son maddesinde şöyle deniliyordu:
“Toplantıda bilhassa Anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı çağdışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler de gözden geçirilmiş; Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem içerisinde ilerlemesini teminat altına alan Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmemesi gerektiği; Anayasa'nın tanımladığı Cumhuriyetin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet ilkelerinin sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine imkan sağlayacak güvenlik, huzur ve toplumsal barışın önem ve öncelik taşıdığı; Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini 
güçsüzleştirmeye yeltendikleri; Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil aynı zamanda demokrasinin ve toplumun huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu; devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalarla belirlenmiş kuralların gözardı edilerek yapılan çağdışı uygulamaların da hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı; Türkiye'nin 1997 yılı içinde AB'ye tam üye olacak ülkeler listesine girmeyi öncelikli bir hedef alarak sürdürdüğü, böyle bir dönemde resmi ve sivil kurum ve kuruluşların bu sürece katkıda bulunmasının gerekli olduğu, bu sebeple, demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak, Türkiye'nin yurtdışındaki imajını ve itibarını zedeleyecek her türlü spekülasyona son vermek gerektiğini, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk 
devleti olduğu yolundaki temel ilkelerinin Anayasamızın ve devletimizin teminatı altında olduğu; rejimin, kendisine ve geleceğine yönelik tartışmaların, içinde bulunduğumuz ortamda Türkiye'ye yarardan çok zarar verdiği; açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginlikleri ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş, bu konularda alınacak ve alınması gereken tedbirlerin Bakanlar Kurulu'na bildirilmesine karar verilmiştir.”

20 MADDE

MGK bildirisinin yayımlanmasının ardından 1 Mart 1997'de askerlerin MGK toplantısına getirerek, hükümetten yapılmasını istediği 20 madde belli 
oldu. Temel eğitimin 8 yıla çıkması, imam hatip okullarının meslek okullarına dönüştürülmesi, irticai faaliyetlere karıştıkları için TSK'daki görevlerine 
son verilen askerlerin belediyelerde istihdam edilmesinin önüne geçilmesi istendi.

MGK bildirisini yorumlayan DYP Genel Başkanı, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, “İktidarın hiçbir icraatı laikliğe aykırı değildir” dedi. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan da “Suni olarak meydana getirilen gerginliği ortadan kaldırmak, ülkedeki tansiyonu düşürmek hepimizin görevidir” diye konuştu.

ERBAKAN ÖNCE İMZALAMADI

Erbakan, hükümete bildirilmek üzere MGK'da alınan 20 maddelik kararlar listesinde “bazı ifadelerin çok sert olduğunu” öne sürerek kararları imzalamadı. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak, “Ordu ile uyum içindeyiz” diyen Erbakan'a, “Ordu Atatürk'e inananlarla uyum içindedir” yanıtını verdi. 3 Martta DYP'nin bazı önde gelen isimleri DYP'nin hükümetten çekilmesini istedi. Çiller, Başbakanlık'ta biraraya geldiği Erbakan'ı “MGK kararlarını imzalaması” konusunda iknaya çalıştı.

Erbakan bir basın toplantısı düzenleyerek yeni hükümet arayışlarına sert çıktı ve “Hükümet TBMM'de kurulur, MGK'da kurulmaz” diye konuştu. 
RP Genel Başkan Yardımcısı Aydın Menderes Erbakan'a “Ya imzala, ya çekil” dedi.

Türkiye'nin önde gelen bazı sivil toplum kuruluşları MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladı.

ÇİLLER GÖREVİ DEVRETMESİNİ İSTEDİ

Çiller, Erbakan'dan Temmuz 1997'de Başbakanlık görevini kendisine devretmesini istedi. Bu isteği reddeden Erbakan 5 Mart 1997'de MGK kararlarını imzaladı. Çiller, Başkanlık Divanı toplantısında MGK kararları ve uygulanması konusunda TBMM'de genel görüşme açılması için Erbakan ile anlaştıklarını, genel görüşme önergesini hafta başında Meclis'e sunacaklarını açıkladı. Ancak diğer partilerin sert tepki göstermesi üzerine bu plan uygulanamadı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, 5 Martta, Başbakan Erbakan'ın görüşme istediğini nazik bir üslupla reddetti.

Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, MGK'nın anayasal ve kendine özgü bir kuruluş olduğunu belirterek MGK kararlarının uygulanmaması halinde 
devletin yürümeyeceğini, uygulamayanların sorumlu olacağını söyledi.

KARARLARI UYGULAMA KOMİTESİ KURULDU

Başbakan Erbakan MGK kararları için RP'li bakanlar Fehim Adak ve Şevket Kazan ile DYP'li Nevzat Ercan'dan oluşan bir “Uygulama Komitesi” kurdu.

Dönemin DSP lideri Bülent Ecevit, 9 Martta RP'nin katılmayacağı ve liderlerin bulunmayacağı hükümet oluşumu çağrısında bulundu. Bunun üzerine DSP'li Hüsamettin Özkan partiler arasında mekik diplomasisi başlattı.

MGK kararlarının uygulanmasıyla ilgili ilk çatlak, 8 yıllık kesintisiz eğitimde çıktı. MGK 8 yıllık temel eğitimin kesintisiz olmasını isterken, RP, imam hatiplerin orta kısımlarının zorunlu eğitim kapsamında kalmasına yol açacak 5 3 modelinde ısrarlı olduklarını bildirdi.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam, 10 Martta, 8 yıllık eğitim için müfredatın hazır olduğunu, Bakanlar Kurulu onaylarsa uygulamaya Eylülde başlanabileceğini bildirdi. Ertesi gün Çiller grup toplantısında RP'yi ve Erbakan'ı uyararak, MGK kararlarının Bakanlar Kurulunda ele alınacağını vurguladı ve “Bunun teminatı DYP'dir” dedi.

RP Grup Başkanvekili Oğuzhan Asiltürk MGK'nın, temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla ilgili kararını kabul etmeyeceklerini açıkladı. Başbakan Erbakan MGK kararları tartışmasına Bakanlar Kurulu toplantısında son noktayı koydu. Kararlar, kısa, orta ve uzun olmak üzere üç ayrı vadede uygulanacaktı. Toplantıda MGK'nın önlem paketini okuyan Erbakan, “Bunların çoğu yürürlükteki yasaların uygulatılmasıdır. Kimse tereddüt etmesin,bu kararların hepsi uygulanacaktır” dedi.

Dönemin ANAP lideri Mesut Yılmaz, 16 Mart 1997'de DYP'ye “Rejim için
birleşelim” çağrısında bulundu.

RP içerisinde MGK kararlar paketine tepkiler sürerken Başbakan Erbakan RP'li bakanlara “MGK kararları aynen uygulanacak” talimatı verdi.

Erbakan, 7 yıllık eğitimin uygulanamayacağı konusunda MGK'yı ikna için bir rapor hazırladı ve buna ortağı DYP'den de destek geldi. 8 yıllık eğitimle ilgili tartışmalara Cumhurbaşkanı Demirel nokta koydu; “MGK karar almış, hükümet uygulanacak demiş, bundan sonrası için diyeceğim birşey olmaz.”

MGK kararlarıyla ilgili ilk kez konuşan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, RP'nin ısrarlarına sert tepki gösterdi. Karadayı, MGK'nın anayasal bir kuruluş olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar herkesin riayet etmesi gereken kararlardır” dedi.

Milli Eğitim Bakanlığı, 8 yıllık Eğitime bu yıl (1997) geçileceğini açıkladı.

“YOL AYRIMINA GELİNDİ”

DYP Genel Başkanı, Başbakan Yardımcısı Çiller, DYP grup toplantısında MGK kararlarına direnen ortağını uyardı. Çiller, “Hiç kimse bu kararları gayri ciddi göremez. Bunlar ciddidir” dedi. Bundan sonra DYP'de “hükümetten çekilelim” sesleri yükselmeye başladı. Dönemin Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, “MGK kararlarına gayri ciddi bir ifadeyle yaklaşılırsa o zaman bizim uzlaşmamız fevkalade zorlaşır. Hükümet yol ayrımına gelmiştir” dedi. Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez, “Bu hükümet, ülkedeki gerginliğe çözüm getiremez. Vakit geçirmeden geniş tabanlı yeni bir hükümet kurulmalıdır” diye konuştu. DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Gölhan, “Erbakan da bilir ki kararları uygulamazsa hükümet edemez. Hükümette RP ile bir yol ayrımına geldik” açıklaması yaptı. Bazı RP'li yöneticilerden ise 8 yıllık kesintisiz eğitime karşı açıklamalar geliyordu.

TOBB, 31 Martta hükümetin derhal çekilmesini istedi. 31 Mart 1997'de toplanan MGK'da, Kurul'un askeri kanadı RP'nin MGK kararlarına yönelik eleştirilerinden duydukları rahatsızlığı dile getirdi.

8 yıllık eğitimle ilgili tartışmalar ve yaşanan gerginlikler aylarca sürdü. 35 yıllık geleneği bozarak Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümünde konuşan ilk Cumhurbaşkanı olan Demirel, “Kimse laik Cumhuriyete alternatif aramaya kalkışmasın” dedi. Demirel, 22 Nisanda “”Türkiye'nin içinde bulunduğu krizden çıkış yolunu seçim” olarak gösterdi.

MGK, 26 Nisanda toplandı ve 28 Şubatta alınan kararların ne kadar uygulandığını belirleyebilmek için İzleme Komitesi kurulmasını kararlaştırdı. 
Bu komite her ay MGK'ya bir de rapor sunacaktı.

Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, 21 Mayıs 1997'de “Anayasa'nın laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği açıklıkla 
anlaşıldığı” gerekçesiyle RP'nin sürekli kapatılması istemiyle dava açtı.

“BATI ÇALIŞMA GRUBU”

Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde 11 Haziranda irticaya karşı “Batı Çalışma Grubu” oluşturuldu.

Haziranın 18'inde Başbakan Necmettin Erbakan ile yardımcısı Tansu Çiller, “giderek artan toplumsal gerginlik nedeniyle hükümetin nasıl devam edeceği” konusundaki görüşmelerinde uzlaştılar. Başbakanlığı Çiller devralacak, BBP hükümete girecek ve erken seçim yapılacaktı. Bu anlaşmadan sonra Erbakan aynı gün hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı Demirel'e sundu. Erbakan Demirel ile görüşmesinde RP, DYP ve BBP'nin anlaştığını, Bakanlar Kurulu ve hükümet programının hazır olduğunu” bildirdi ve hükümeti kurma görevinin Çiller'e verilmesini istedi.

Cumhurbaşkanı Demirel ertesi gün muhalefet lideri Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Deniz Baykal ve Hüsamettin Cindoruk ile görüştü, ardından da hükümeti kurma görevini ANAP Genel Başkanı Yılmaz'a verdi. Yılmaz'ın görevlendirilmesine RP, DYP ve BBP liderleri tepki göstererek, Demirel'i eleştirdi.

KATILDIĞI SON MGK

MGK, 25 Haziranda Demirel'in başkanlığında toplandı ve bu toplantı Necmettin Erbakan'ın katıldığı son MGK toplantısı oldu. 
30 Haziranda 55. Cumhuriyet Hükümeti ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında kuruldu. ANAP-DSP ve DTP ortaklığıyla kurulan hükümette DSP lideri Bülent Ecevit Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı.

MGK kararlarından en çok tartışılan 8 yıllık kesintisiz eğitim ile ilgili yasa tasarısı, 16 Ağustos 1997'de TBMM'de 242'ye karşı 277 oyla kabul edildi. 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması, 1997-1998 eğitim-öğretim yılının açıldığı 15 Eylülden itibaren uygulanmaya başlandı.

Bu arada, Anayasa Mahkemesi RP'yi, 16 Ocak 1998'de “demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı davranarak, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve millet egemenliği ilkelerini çiğnediği ve irticai faaliyetlerin odağı olduğu” gerekçesiyle kapattı. Genel Başkan Necmettin Erbakan ile Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, İbrahim Halil Çelik'in milletvekillikleri düşürüldü ve 5 yıl siyaset yasağı konuldu. 22 Şubat 1998'de kararın Resmi Gazete'de yayımlanmasıyla RP'nin 14 yıl süren siyasi yaşamı sona erdi.

****

Asker, 28 Şubat Kararları'ndan taviz istemiyor 

Sezai ŞENGÜN / ANKARA 

Türk Silahlı Kuvvetleri 25 Temmuz'da İstanbul'da toplanacak MGK toplantısında, yeni hükümetin, irticayı önlemek için alınan kararlardan taviz vermemesini ve Refahyol'un askıya aldığı uygulamaların ivedilikle devreye sokulmasını isteyecek.
Başbakan Mesut Yılmaz, İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu, Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin'in katılacağı MGK toplantısında 28 Şubat'ta alınan 18 maddelik kararlar ile ilgili brifing verilecek. MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, kararların amacını ve alınması gereken yasal ve diğer idari kararları sıralayacak. Komutanlar özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim ve Kuran kurslarının denetime alınması için yeni Hükümetin kararlı olmasını isteyecekler.
Orgeneral Kılıç, yeni Hükümet üyelerinin ilk kez katılacağı MGK'ya sunacağı yeni rapor için dün Milli Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay ve Diyanet İşleri'nden Sorumlu Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan ile ayrı ayrı görüştü. Kılıç, her iki bakana da, bakanlıklarını ilgilendiren 28 Şubat kararları ile ilgili bilgi verdi. Orgeneral Kılıç, Refahyol hükümetinin yanlışlarını vurgulayarak, alınan kararların hızla hayata geçirilmesi için yeni hükümetten umutlu olduklarını dile getirdi.
..