AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2
Ana Dilde Eğitim. ANA dilde eğitim… ANA DİL…
Ana dil öğretimi değil. Çünkü, ANA dilin, adı üstünde «ana»dan öğrenildiğini ve özellikle doğu ve güneydoğuda çoğunluğun Kürtçe’den başka dil bilmediğini herkes bal gibi biliyor. (Bu nasıl baskıdır, bu nasıl asimilasyondur ki, bu ülkede milyonlarca kişi hala o baskıcı, zalim «devlet» dilini bilmez!)
Almanya kendisini ulusal bir tehlike içinde hissedince ülkesindeki camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başladı. Başbakan Şröder, kamuda türban istemediklerini, hem de televizyonda ve açıkça “burada yaşayan ve topluma uyum sağlamak isteyenler, yasal kurallara uymak ve dilimizi öğrenmek zorundalar” diyerek ifade etti.
Yani, Türkiye için bir eksiklikten söz edilecekse bütün vatandaşlarına Türkçe öğretememiş olmasıdır, diyebiliriz biz de.
Öte yandan okul, dili geliştirmez de. Biz Turgut Özal gibi İTÜ mezunu yüksek mühendis, Tansu Çiller gibi profesör ama Türkçe katili başbakanlar biliyoruz. İnsanlar, kendi ana dillerini bile ancak kendi çabalarıyla geliştirir. Hugo’ları, Şekspir’leri, Danteleri, Sokratları, Orhan Kemalleri, Nazım Hikmetleri mektepler yetiştirmemiştir. Yaşar Kemal’in lise öğreniminin bile olmadığı, hatta espriyle karışık, ortaokulda Türkçe’den ikmal kaldığı söylenir. Ama Türkçe’nin dev eserlerini yazmıştır. Her türlü öğrenim basamağını eksiksiz atladığı halde çok kötü İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Türkçe konuşan safkan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Türk’ün sayısının iyi konuşanlardan çok daha fazla olduğuna bahse girseniz rahatça kazanırsınız.
Mekteplerde, ancak yabancı dil öğrenilir, o da yine kişisel çabayla geliştirilir. Kürtçe Kürtlerin yabancı dili mi?
Üstelik öğrenimi yetmiyor, eğitime geliyoruz. Bu çok daha geniş kapsamlı bir kavram. Bunun içine kültür de girer, tıp, mühendislik, hukuk da girer. Kültür… Sevgili Ahmet T. Kışlalı’nın ilk eşi, sevgili Nilgün Kışlalı, Ahmet Taner’le evlenene kadar bir Katolik Fransız iken, Türk okullarından adımını bile atmamış olduğu halde öldüğünde mükemmel bir Türk hatta Anadolu Müslüman’ıydı. Buna karşılık sektirmeden Türk okullarında yetiştiği halde Türk olmaktan, Türkiye’den utanan, hiç de azımsanamayacak sayıda insan da var. İsim saymayalım, bazı çevrelerin düşünce özgürlükleri incinebilir.
Eğitim denince akla tüm bir maarif sistemi gelir. Peki, bununla Kürtçe tıp eğitimi, Kürtçe mühendislik, hukuk eğitimi mi kast edilmektedir? Nerede kullanılacak bu eğitim?!..
Anamdan Kürtçe öğrenmişim. Büyüdüm, Kürtçe roman okumak istiyorum. Ama yok. E birileri oturup Kürtçe Roman yazmamışsa ne yapalım? Çevirin Aziz Nesini, Yaşar Kemal’i Kürtçe’ye okuyun. Ama o zaman Kürt kültürü öğrenmiş olmayız ki?!..
El insaf demeyelim ama Tatyos Efendi’nin, Udi Hırant’ın Rumca, Ermenice kilise müziği bestelemesine kimse mani olmamıştı. Onlar yine de Türkçe “Türk” müziği yaptılar.
Aksi taktirde kendilerini çoğunluğu anlatmaları, şarkılarının bugün bile saygıyla, sevilerek dinlenmesi mümkün olmazdı. İbrahim Tatlıses, tamamen Kürtçe çalıp söyleseydi bugünkü İbrahim Tatlıses olamaz,. Belki İMÇ’ye bile adımını atamazdı.
Batı Trakya’daki Türk… Baskı vesaire orada da var. Ama kendisini Yunan çoğunluğa anlatmak, yaşadığı baskıyı anlatmak istiyorsa Yunanca yazmaktan başka çaresi yok. Nitekim bizde de Özgür Gündemler, Özgür Ülkeler vesaireler var. Oldu.
Almanya’da bir Almanla evlenip Almanya’da yaşamayı seçmişseniz, hele Alman olan anne ise ailede, özellikle çocuklar için Almanca’nın ağır basması kaçınılmaz. Nitekim öyle oluyor. Hatta anne ve babanın özbeöz Türk olduğu ailelerde bile orada doğan çocuklar çok çeşitli nedenlerle Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşuyor. Ne kadar Türkçe ders verilirse verilsin, ne kadar Türkçe sınıf, okul açılırsa açılsın. Çünkü insan ilişkisi, toplumsal yaşam, sınırlı ve resmi okul saatlerinden çok daha etkileyici. Alman devleti baskı yaptığı için mi? Ama aynı çift, yaşama mekanı olarak Türkiye’yi seçerse bu kez de Türkçe’nin öne çıkması kaçınılmaz.
Peki bütün bu Kürtçe eğitimler, öğretimler, kültür kazandırmalar, ne zaman asıl anlamını bulur? Asıl nerede işe yarar?!..
6) Raporda azınlık okullarına Türk müdür yardımcısı atanmasından da rahatsızlık belirtiliyor. Okulun diğer öğretmenlerinin tamamı ilgili azınlık mensubu. Müdürü aynı azınlıktan. Türk olan, bir tek müdür yardımcısı. Ne olur? Türk müdür yardımcısı olmasaydı bu ekalliyet ne yapacaktı da bu gariban olunca yapamıyor, veya yapamayacak? Yarası olan gocunur.
Yunanistan, ülkesindeki, Batı Trakya’daki Türk okullarına, genel olarak Türklere nasıl bakıyor? ABD 11 Eylül’den sonra, Fetullah Hoca ve benzerleri hariç, ülkesindeki ve ülkesine giren bütün Müslümanlara (Kemal Derviş hariç Türkiye’nin bakanı Masum Türker’e bile), bütün esmer tenlilere, bütün Ortadoğululara, bütün Doğululara nasıl bakıyor? Bizim 11 Eylülümüz yok mu? Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve bunların tam ortasındaki Mavri Miralar, Etniki Eteryalar, Ermeni çeteleri ne idi?
7) “Bugün de TSK, Dışişleri, Emniyet, MİT başta olmak üzere, üniversiteler dışında gayrimüslim memura rastlanmaz.”
Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’den hemen sonra yürürlüğe giren Memurin Kanunu en az 40 yıldır yürürlükte değildir. Gayrimüslimlerin sayısı, başta Lozan olmak üzere çeşitli uluslararası anlaşmalarla ve karşılıklı mutabakatla (nitekim Yunanistan’dan da Rumca’dan başka dil bilmeyen binlerce Türk bu şekilde Türkiye’ye gelmiştir) özellikle azaltılmış olup ancak binlerle ifade edilebilecek düzeydedir ve genellikle kamudan, devletten resmi görev talep etmemektedir; çünkü ticaretle gayet müreffeh bir hayat düzeni kurmuşlardır. Memur maaşı, onlar için komiktir. Talep edip reddedilselerdi, müşavirlerin içini rahatlatacak durumlar belki oluşabilirdi; ama etmediler, etmiyorlar.
Bunun dışında, Mıgırdıç Şellefyan, veya Cefi Kamhi “milliyetçi-muhafazakar” başbakanlara çok yakın azınlık milletvekilleridir. Topu topu iki kişi olmaları mazeret değil. 70 milyonluk, 60, 50, 30 milyonluk Türkiye’de, azami 550 kişilik parlamentoda beş on bin kişilik azınlığa da bundan daha fazla sandalye düşmezdi herhalde. Kaldı ki, sayı azlığı da çok önemli değildir. Çünkü mevcut seçim sisteminde Başpatron, İstanbul bilmem kaçıncı bölgede birinci sırada aday gösterse Patrik Bartelomeos’u bile milletvekili seçtirebilir.
Ayrıca, « Solcu » müşavirler, bu azınlık milletvekillerinin neden genellikle hep « Sağcı » partileri tercih ettiklerini de tartışmalıdır.
Osmanlı döneminde Vezirliğe kadar yükselmiş Ermeni yurttaşlarımızın bulunduğunu mutlaka müşavirler de bilir; ama biz, 1895’te neden Osmanlı Bankasını bombalayıp, Osmanlı Padişahına karşı suikaste kalkıştıklarını, neden kanlı çarpışmalar halinde olduğumuz Ruslarla işbirliği yaptıklarını bilmiyoruz. Hem de Padişah İkinci Abdülhamit’in, adeta bir müşavirin yüz yıl sonra “aman Batılılar eleştirmeden, uyarmadan biz yapalım” diyeceğini bilmişçesine kendisine suikast düzenleyen Ermeniler için genel af çıkarmasına rağmen…
Azınlıklar pek çok haklarına, talep ederek, mücadele ederek, dış destekle değil, kollarını kıpırdatmadan, Osmanlı’nın engin vericiliği sayesinde kavuşmuştur. Türkler çiftçilikten ve hele askerlikten başka şeye adeta vakit bile bulamazken (ki bakın şimdi her türlü üçkağıtçılığıyla birlikte ne güzel beceriyorlar!.. Demek ki yapabiliyorlarmış) bu azınlıkların ticarette, sanatta, zanaatkarlıkta, bankacılıkta, mali işlerde çok gelişip zenginleşmelerinin bir nedeni de, muhterem Osmanlı padişahlarının kendilerini askerlikten muaf tutmuş olmalarıdır. Patrikhaneleri ne Rumlara, ne Ermenilere kendi talepleri kazandırmamıştır; patrikhaneler Padişahın bu azınlıklara kendiliğinden layık gördüğü birer lütuftur. Hatta başlangıçta İstanbul’da hiç Ermeni yokken, Doğu’dan getirtip kurdurmuşlardır Patrikhane’yi. Patriğin vezir rütbesine eş sayılır hale gelmesi de, istenmeden yapılmış bir bağıştır.
Ve Ermeniler bütün bu kendiliğinden verilenlere, 1839’lara, 1856’lara rağmen banka bombalayıp, Padişaha suikast düzenleyip Ruslarla işbirliğine; Rumlar bütün bunlara rağmen Mavri Miralara, Etniki Eteryalara, Pontusçuluğa, Yunanla işbirliğine soyunmuştur.
8) Doğrudur, Lozan’da Türkiye DİNSEL azınlıktan başka azınlık kabul etmemiştir. Yani sadece Müslüman olmayanları azınlık saymıştır. Buna, tıpkı o zaman karşımızda olan Müttefikler gibi, hayıflanmak niye?
Bu soruya bir başka soruyla cevap aramak gerek: Bugün üyesi olmak için AB’ne yalvarıp yakarıyoruz; onlar da, belki haklı olarak “o zaman bizim şartlarımız da bunlar” diyorlar. Peki Lozan’da, yalvarmak ne demek, yenilmiş konumda oldukları halde Müttefikler niye, hem de Mîsâk-ı Milli’deki eksiz «azınlık» sözcüğünden hareketle Müslüman olan bazı grupların da azınlık kapsamına alınmasında o kadar ısrarlı olmuştur? Kimdir bu bazı Müslüman gruplar?
Tabii en başta Kürtler… Sonra Çerkezler ve diğer Türk olmayan Müslüman gruplar…
Oysa 1922-23’te Kürtlerle ilgili en küçük bir sorun yoktur. Şeyh Sait İsyanına daha çok vardır. Kaldı ki, Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş, Şeyh Sait İsyanı Nisan 1925’te başlamıştır. Aradan geçen bir buçuk senede, ayakları üzerinde güçlükle doğrulmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın yapmadığı hangi baskıyı uygulamıştır da, kendilerinin ve başka bazılarının sık sık ifade ettiği üzere daha dün Çanakkale’de «ezen ulus»(!) Türklerle birlikte düşmana karşı can veren Kürtler bu defa isyan etmek gereğini duymuşlardır?
Aynı bir buçuk, iki yıl öncesinde müttefiklerin Lozan’da azınlık kavramının ille de Müslüman olanları da kapsayacak şekilde geniş tutulması için verdikleri cansiperane mücadeleyle Şeyh Sait İsyanı arasında bağlantı kurulursa tıp değil siyaset bilimi doktorları öyle fetva buyurdu diye neden «paranoyak» olalım?..
Demeyelim hadi de sözü Uğur MUMCU ve Abdülmelik Fırat’a bırakalım. Şeyh Sait’in kardeşinin torunu ve oğlunun damadı olan, eski DP milletvekili Melik Fırat’ın Şeyh Sait İsyanı ile ilgili düşünceleri son derece ilginçtir:
“- Şeyh Sait’in, müktesebatı ve ailesinin yapısı nedeniyle, İslami bir düşünce dışın-da, ümmet fikri dışında her hangi bir beşeri sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün değil. Nasyonalist bir düşüncesi olamaz. Şeyh Sait’in şahsi düşüncesi nasyonalist olamaz. Fakat, İslami ağırlıklı bir hareket içinde, otomatikman nasyonalist bir harekete, yani ulusal bir harekete katılabilir.”
“- ...
“- ... Şeyh Sait gibi yetişmiş bir insanın durup dururken «Ben Kürt Devleti kuracağım» demesi biraz yanlıştır. O dine inandığı için, din yıkıldığı zaman kıyam edebilir.”
“Atatürk dini mi yıkmıştı? Neden? Şeyh bu yüzden mi kıyam etmişti? Neydi Şeyh’i ayaklanmaya yönlendiren ana neden? Torunundan bunları öğrenmek istiyorum. Yorumu şöyle:
“- Şeyh Sait ile Atatürkçülük... Bunlar birbirine karşı iki olgudur. İki dünya görüşü ve iki siyasettir doğuda. Mustafa Kemal, «Osmanlı İmparatorluğu batıyor, devlet yıkılacak. Bunun yerine, batının kültür sistemini, hukuk sistemini alıp Türk ulusunu yüceltebilirim» diye düşünüyor.
Buna karşı «Osmanlı İmparatorluğu yıkılsa bile yine kendi kültürünü, inançlarını yaşatıp, batı teknolojisini almak» fikri savunuluyor.
Bu çarpışan iki fikirdir. Şeyh Sait cumhuriyete karşı değildir. Bu batılı-taklitçi dü-şünceye karşıdır. Şöyle düşünüyor: «Kürtler ve Türkler İslam unsuru olarak kaldıkça bir devlet çatısı altında birlikte yaşarlar. Fakat, İslam düşüncesi ortadan kalkarsa beraber bir devlet olmanın anlamı kalmaz.» Yani, İslam düşüncesi Kürtleri ve Türkleri bir arada tutan unsurdur. Bu kalktı. Bunu söyleyen Kürtler. Jön Türkler’de nasıl Batı standardında bir devlet kurma fikri varsa, Kürtler arasında da Kürt devleti kurmak isteyenler vardır.
...
... Şeyh Sait olayının diğer yanı da Kürt ulusunun kendi başına devlet kurma fikridir. Bu fikir de var işin içinde. O iş de Şeyh Sait ile başlamıyor; bu da her milletin kendini idare hakkından doğuyor.
…
“- Şeyh Sait, «Dini kaldırdılar. Biz Kürtler, kendi kendimize, dini esaslara göre idare edilelim” diyor.» (Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması, um:ag Vakfı Yayınları: 23, Bütün Yapıtları Dizisi: 21, 21’inci Baskı, Ağustos 1996, Ankara, s. 148, 149, 150.)
Görüldüğü üzere, Şeyh Sait’in torun-damadı bile bu ilk isyan için bir baskıdan, zulümden söz etmemektedir. Tek neden vardır Melik Fırat’ın sözlerinde: “İslam ortadan kalktığına göre, Türklerle bir arada yaşamamız için neden kalmamıştır...”
9) “Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik
yorumlamaktadır.
Azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmeleri!!...
Dünyadaki gelişme babında bizim gördüğümüz şu: Yerlileri bir müze malzemesi derekesine indiren Amerika, şimdi de 25 milyonluk koca bir ülkeyi yok ediyor. Sömürü olanaklarını yitiren, Amerika gibi zorla yeni sömürgeler edinmeye çalışma gücüne en azından şimdilik sahip olmayan Almanya, hıncını kendi emekçisinden çıkarıyor. İngiltere aynen öyle.
Peki biz ne yapıyoruz bunlardan daha kötü? Zaten hiçbir zaman sömürü olanağına sahip olmadığımız, yabancıları sömürmeyi imparatorlukken bile beceremediğimiz için hıncını kendi emekçisinden çıkarmayı Almanya’dan daha önce keşfetmek; Patrikhaneye ekümeniklik, kardinal yetiştirme hakkı tanımamak, Rumlara «Türk» dememek, Kürtleri, Keldanileri, Süryanileri, Alevileri, Çerkezleri de azınlık saymamak dışında... Ne ayııııp, ne ayıp! (Tabi, Almanya’da evlerinde diri diri yakılan Türkler, resmen hükumet tarafından değil Dazlaklar tarafından yakıldığı için zaten konumuz dışında!!)
1923 Yılına Takılıp kalmışız.
Peki 2004 yılı neresi? Yukarıda tasvire çalıştığımız Amerika’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, Avrupa’nı, Batı’nın dünyası… Sovyetler varken ancak illegal çalışabilen sömürünün yeniden «resmileştiği», «devlet»leştirildiği, «sosyal»in «individual»a dönüştüğü, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir vahşi cangıl dünyası… Türkleri zaten adam yerine koyan yok ya, Kürtlerin de işsizlik, açlık gibi bir sorunları yok. Kürtçe türkü dinlesinler, Kürtçe televizyon seyretsinler kafi. Karınları doyar.
10) “Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık statüsü/hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği bir iştir.”
Kast edilen şu herhalde: Azınlık statüsü veya hakları tanımak hukuki bir olaydır, süreçtir. Bu olmayabilir. Ama hiç değilse “bu ülkede Kürt, Çerkes, Ermeni, Boşnak, Arap, Rum vardır ve bunlar Türklerden farklıdır”ı kabul edin.
Tamam. Hepimiz çıktık, sabah Anıtkabir’de toplandık ve koro halinde “Türküm, doğruyum, çalışkanım” yerine bunu söyledik.
«Kabul etme»nin ağzı, yüzü yok mu? Kabul ettim; bunu sözle ikrar ettim. Sonra?!.. Yani, kabul etmekle statü tanımak, hak vermek aynı şey değilmiş madem, “farklı kimliğini kabul ettim” dedikten sonra, ana dilde eğitim, yayın, vesaire hakkı vermesem de olacak mı? O zaman benim Kürt, Çerkez, Arap kardeşim ne anladı bu kuru kuru «kabul etmek»ten? Azınlık statüsü vermeden, hakkı tanımadan, kabul etmek nasıl olacak, oluyor öyleyse? Yasa çıkarmamızı, yani yazılı ikrarı bile ciddiye almayan Avrupa Birliği niye ensemizde “tamam yasayı çıkardın, ama bir de uygulamayı görelim” diye boza pişirip duruyor?
İş kabul etmekle bitseydi, bu memleketin Süleyman Paşası “Amerika bir Kürt devleti kurulmasını istiyorsa (herhalde «bölgede» demek istemişti) buna mani olamayız” diyeli çok olmuştu. Üstelik mevcut durum, adamın haklılığını kanıtlıyor.
11) “Demokrasi anlamına gelen iç self-determinasyonla, parçalanma anlamına gelen dış self determinasyon aynı şey sanılmakta…”
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı anlamına gelen self determinasyon hakkının böyle iç ve dış diye ikiye ayrıldığını, hem de birinin demokrasi ötekinin parçalanma anlamına geldiğini hiç duymamıştık. Ama aldık kabul ettik diyelim
Osmanlı da Batı baskısıyla azınlıklara tanıdığı statülerin tamamını bir iç self determinasyon yani demokrasi olarak kabul edip tanımıştı. Ama sonuç dış self determinasyon oldu. Yugoslavya da öyle… Demek, iç self determinasyonla dış self determinasyonun arası bıçak sırtı. Hemen öbür tarafa, yani demokrasi tarafından parçalanma tarafına düşülebiliyor…
Osmanlı, hiç parçalanmadan yıkılsaydı… Veya Yugoslavya… Anlaşılırdı.
Ayrıca, solcu müşavirlerin de bildiği üzere self determinasyon hakkı sosyalizmin kuralı değil, ABD devlet Başkanı Wodraw Wilson’un Milletler Cemiyetinin temelini oluşturmak üzere 1914’te yayınladığı Bildirisinin bir maddesidir. Birinci Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, Alman İmparatorluğunun da yıkılmasına yol açmıştır; İngiltere’nin üzerindeki güneşi de söndürmüştür; ama bunlar yine de siyasi yıkılmalardır. Almanya’da İmparatorluk rejim olarak yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştur o kadar. İngiltere ve Almanya’da azınlıklar oluşmamıştır bu yıkılmalarla. Avusturya ve Macaristan’da azınlıklar söz konusu olmuştur ve Osmanlı’dan ayrılan ülkelerde de milyonlarca Türk
kalmıştır. Ama bunlar hiçbir zaman bizimkiler gibi bütün dünyayı meşgul eden bir sorun haline gelmemiştir. Wilson Prensiplerinin, azınlıklarla ilgili self determinasyon maddesinin Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’da kalan azınlıklar için gündeme getirildiğini kimse söyleyemez. O madde özellikle Türkiye sınırları içinde kalan Ermeniler, sonra Kürtler ve diğer azınlıkları gözetir.
Kısaca… Kim ne derse desin Sevr ortadadır, orada bir Ermenistan’a ek olarak (Kesim VI, ERMENİSTAN, Madde 88-93) bir Kürdistan (Kesim III, KÜRDİSTAN, Madde 62-64) vardır. Lozan ortadadır; bağımsız bir madde olarak antlaşma metnine sokulamamıştır ama, tutanaklar, Müttefiklerin «gayrimüslim azınlıklar» terimi yerine «azınlıklar» teriminde nasıl direndiklerini açıkça sergilemektedir. Müşavir bey de ortadadır; o da tıpkı o zamanki müttefikler gibi geniş kapsamlı, Kürtleri vb. de içerecek «azınlıklar» teriminden yana ve «gayrimüslim azınlıklar» teriminin antlaşma hükmü haline gelmesini doğru bulmamaktadır. Ve nihayet Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’ın Uğur Mumcu’ya yaptığı açıklama da,
bunların hepsinin en açık ve dürüstü olarak (ki Fırat, Müttefikler gibi, AB gibi, müşavir bey gibi konunun tufeylisi değil sahibi aslisidir) ortadadır. Hiçbiri olmasa da Abdülmelik Fırat, Uğur Mumcu ve kitabı düş değildir. Paranoya hiç değildir; siyaset bilimi doktorları bununla yetinmeli, tıp doktorluğuna soyunmaya kalkmamalıdır. Çünkü bu kerameti kendinden menkul teşhis bomerang gibi onlara da dönebilir.
Ayrıca «daha dün» Çanakkale’de İngiliz ve Fransızların, Milli Mücadele’de Yunanların öldürdükleri arasında, son andaki sığınma olayına kadar Çerkez Ethem ve onun kuvvetleri içinde vb. bu Kürtler de vardır, Çerkezler de vardır, diğerleri de vardır. Çok açık söylenmese de Kurtuluş Savaşı fiilen bir Müslüman-Hıristiyan savaşıdır. Ama ne hikmetse muhterem düşmanlarımızın, dün öldürdükleri Müslümanlara bugün kanı kaynayıvermiştir!!! Türkler hariç!
2 Ocak 2003 tarihli Ermeni azınlık gazetesi Agos’ta yayınlanan «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıda ileri sürüldüğü gibi o günkü düşmanlarımız bugün artık dostlarımız, en azından müttefiklerimiz midir? Artık onlardan kuşkulanmaya, Sevr sayıklayıp durmaya gerek yok mudur; bu bir paranoya mıdır?
Bir kere, güya artık «barış» anlaşmasının imzalanacağı Lozan’da bile, müttefiklerin, hele Yunanların tüm istediği, sanki yenilen onlar değilmiş gibi, Sevr’in tekrarıdır. Başka hiçbir şey olmasa, o inanılmaz “Ermeni Yurdu” baskısı bile tek başına bu tezin kanıtıdır. Kaldı ki ... Sevr Antlaşmasının 140-151’inci maddelerinde yer alan hükümlerin hemen hepsi Lozan’da da aynen yeniden istenmiş, bir kısmı hiç kabul edilmemiş, bir kısmı değiştirilmiş, bir kısmı da aynı kalmıştır, ama ne güçlükler pahasına!..
Hadi Lozan’la Sevr’in arası çok yakındı, düşmanlıklar henüz sönmemişti.
Metin Toker on beş yıl kadar önce yazmıştı (tarihini ne yazık ki hatırlayamıyorum). 1980’den kısa bir süre önce Toker Senato kontenjan grubu başkanıdır ve bir heyetle birlikte Senato’nun konuğu olarak Amerika’ya giderler. Gündüz resmi görüşmelerden sonra ev sahibi Senato başkanı bir akşam yemeği verir. Toker, ev sahibinin yanında oturmaktadır. Sohbetin koyulaştığı bir anda ev sahibi adeta itiraf eder:
“- Ermenilere bir söz vermiştik ama tutamadık.
“- Ne sözü?
“- Devlet sözü vermiştik.
“- Niye tutamadınız?
“- Siz ağır bastınız.”
Bu da 25 yıl öncesi. Yetmedi mi?
O zaman altı yıl öncesine gelelim. 19 Ocak 1998 tarihli Alman Süd Deutsch Zeitung gazetesinde yer alan Wolfgang Koydl imzalı yazıda aynen “Lenin’in Rusya’sı yıkıldı; Tito’nun Yugoslavya’sı yıkıldı; sıra Kemal’in Türkiye’sinde” denilmektedir. Koydl, Kopenhag Kriterlerinden, demokrasiden, insan haklarından filan söz etmiyor; Türkiye’nin AB üyeliği olmasa dahi, hatta belki olmaması için “sıra Kemal’in Türkiye’sinde”dir
Koydl nihayet bir gazeteci; söylediklerinin «resmi» niteliği yok, Alman devletini bağlamaz denecekse, Amerikan Senatosu başkanının resmi kimliği vardı, bir. Ama daha önemlisi, Koydl’ı gazeteci diye niye küçümsüyorsunuz? Her şeyden önce adamın söylediklerinin ilk ikisi gerçekleşmiş!..
Yugoslavya, Rusya, Koydl istedi diye yıkılmadı. Bunlar kişisel temennilerdir; tesadüfen hayatla çakışmıştır. Türkiye de o istedi diye yıkılmaz denerek önemsiz sayılacaksa, sayılması istenecekse, o zaman yukarıda değindiğimiz üzere, “Yorum Beyanından er geç vazgeçilecektir, bir gün gelecek herkes istediği dilde yayın yapacaktır”ların da aynı kategoriye girdiği kabul edilmelidir.
«Resmi» şahsiyetler elbette bir gazeteci gibi ulu orta konuşmayacak!..
Bakın Irak’a…. Yanılıyorsunuz… Orada Amerikan askeri postalıyla girdiği camiye sığınmış ağır yaralı Irak’lıyı “daha ölmemiş bu. Ölü numarası yapıyor” diyerek öldürmüyor.
Yanılıyorsunuz… Bush oraya, 100 bin cesetten sonra hala “demokrasi götürüyor”. “Ekonomim kötü, toplumsal dengelerim kötü, dünya kötüye gidiyor. İmparatorluğum zor durumda, bir an önce tedbir almalıyım. Hepsi benim olmalı” diyecek hali yoktu ya!..
Ve bütün bunları, kuyruğuna yapışmazsak uyarlık dışı kalacağımızın tekke erbabı gibi zikredilip durulduğu «uygar» Avrupa sükunetle izlemektedir. (“Arapların, Müslümanların da gıkı çıkmıyor” denecekse; Araplar, Müslümanlar zaten uygar(!) değil. Bizim de, 17 Aralık’tan başlamak üzere medenileşmek için nasıl olsa daha on beş yılımız var!) Oysa muhterem ve medeni Avrupa için, Halepçe’de öldürülen Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Amerika’nın öldürdüğü, Ermeni’siyle, Keldanisiyle, Asurisiyle, Sünni’si, Şii’siyle 100 bin Iraklının,
Sivas’ta yakılan 37 kişinin, Mumcuların, Aksoyların, Kışlalıların da yoktur. Avrupa için varsa yoksa Türkiye Hıristiyanları, Öcalan ve onun Kürtleri, Amerika için varsa yoksa Talabani, Barzani…
Ne insan hakları, ne demokrasi ama!..
Şurada, burnumuzun dibinde, taş çatlasa 500 kilometre ötemizde (Ankara-İstanbul mesafesi kadar), Saddam’a, Şah’a, hatta Hitler’e, Mussolini’ye rahmet okutan, olsa olsa Roma’nın Kartaca vahşetiyle karşılaştırılabilecek bir namussuz BATI vahşeti, hem de demokrasi adına, insan hakları adına cereyan edecek; biz de yine aynı demokrasi adına, aman bize demokrasi düşmanı demesin diye «Türkiyeli»leşivereceğiz!..
Rapordaki, “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim” yaklaşımı, ilk bakışta hoş, bağımsızlıkçı, onurlu, kişilikli görünüyor. Osmanlı’nın son dönem tarihi, Abdülhamit’in yine yukarıda değinilen Ermeni suikastçilere affı gibi sayısız “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim”lerle doludur. Üstelik Osmanlı, raporda kısaca değinildiği gibi, tam istenen yapıdadır. Üst kimlik Osmanlılıktır. Bunun altında ne isterseniz olabilirsiniz. «Millet Sistemi» denilen çok uluslu bir yapı söz konusudur. Ayrıca o günün ölçülerinde verilmedik hak, verilmedik taviz kalmadığı halde Hıristiyan azınlıklar, isyanı gerektirecek hiçbir baskı yokken yine isyan etmiş, yine düşmanla işbirliği yapmıştır. Ve Osmanlı bütün o haklara, tavizlere rağmen yıkılmıştır!
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Anadolu’da ancak tutunabilmiş Türkiye’de bu uluslardan bazı kalıntılar olması, Türkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşmiş bir durum değildir.
Kalan azınlıkların hemen hepsinin artık bağımsız bir ülkesi olmuştur. Türkiye’den şikayeti olan, bu bağımsız ülkelere gidebilirdi. Gitmemişlerse ya memnundurlar, ya da tıpkı çoğunlukta ve egemen olduğu sanılan Türkler gibi, olumsuzluklara katlanmayı göze almışlar demektir.
Osmanlıda, «Osmanlılık» şeklinde bir üst kimlik çok doğaldı. Çünkü Padişah bile çoğu zaman bir «kırma» idi. Ama Türkiye artık ekonomik, siyasi ve askeri açıdan özellikle sosyal açıdan bir imparatorluk değil. Bu saatten sonra, «Türkiyelilik» gibi hezeyanlarla Türkiye’den zorla imparatorluk çıkmaz; Türkiye artık bir imparatorluk gibi davranamaz. (Kaldı ki imparatorlukların ne hale geldiğini gördük. Yakında Amerika’yı da göreceğiz.) Türkiye, artık ya ulus-devlettir ya da sömürge. Bilimsel görüş budur, çünkü somut şartların somut tahlilidir.
Yeniden imparatorluk olamayacağımız açık. Sömürge olmayı ise (“olmadık da ne oldu; keşke 1920’de Amerikan mandasını veya İngiliz himayesini kabul ediverseydik… Şimdiki gibi uğraşıp durmak zorunda kalmazdık” diyenler olsa da) istemeyen milyonlar var. İmparatorluk olmadan da sömürge olunmayabilir. Ama bu biraz zor iştir, zahmetli iştir, yürek ister, ve yolu da emperyalist paşaların eteklerinin öpülüp durulduğu bugünkü Diyarbakır’dan, hatta Ankara’dan, hele İstanbul’dan değil, herkesin kelle koltukta dolaştığı 1920 Ankara’sından geçer.
Sorunu budur: kendi gücüyle, kendi dinamikleriyle bir şeyler yapmanın risk ve zahmetlerine katlanamamak… İlber Ortaylı’nın haklı deyimiyle, tam bir «aydın tembelliği»… Yani hayatlar veya özgürlükler tehlikeye girmeden, istenenleri verivererek, birtakım «pabuççu muştaları» marifetiyle «adam olmak». Siz bakmayın “dışarıdan dikte edilmeden kendimiz yapalım da onurumuzu kurtaralım” sözlerine. Daha dikte edilmemesi mi kalmış? Saatin durması, zamanın geçmediği anlamına gelmez. Saat arada sırada durmuştur, ama zaman da Türkiye’nin AB başvurusuyla başlamamıştır. “Azınlıklara dikkat!” komutu verileli iki yüz yıl olmuştur Avrupa tarafından. Şimdiki sadece bir emir tekrarıdır.
İki yüz yıldır bir şey yapılmadığından değil. Düveli muazzamaya, azınlıklar konusunda istedikleri, Osmanlının parçalanması uğruna verilmiştir;
sıra Türkiye’dedir, çünkü diş kovuklarında hala biraz (hatta biraz değil, 1071, 1453, 1923 gibi ciddi) artık vardır.
Söylenmek istenen “canım bir kere Osmanlı Bankası bombalandı, bir kere padişaha suikaste kalkışıldı, bir kere savaş anında düşmanla işbirliği yapıldı, Mavri Mira, Etniki Eterya kuruldu diye seksen yıl sonra hala güvenmemek olmaz. Unutalım bunları” ise, bu mübarek «zaman», seksen yıl sonra Ermeni soykırımı iddialarını niye bir türlü tedavi edemiyor?
İkincisi, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Uğur Mumcu, Cavit Orhan, Doğan Öz vs. vs. Kürt müydü, Alevi miydi? Ya da Kürt veya Alevi oldukları için mi çektiler çektiklerini, öldürüldüler? Türkler ölürse ölsün, aç kalırsa kalsın, yeter ki Kürt ve Alevi’nin tüyüne halel gelmesin mi? Verhugen veya Prodi bu isimlerden hangisini tanır? Ama hepsi de Diyarbakır’ı şehir haritasını gözü kapalı çizecek kadar iyi biliyor. Ve son raporlarında büyük bir rahatlıkla Lozan’da yapamadıklarını yapıp «Sünni olmayan Müslümanlar»ın, Alevilerin haklarından da söz edebiliyorlar.
Çok daha yeni olan Tito Yugoslavya’sı tam da Türkiye için düşlenen bir örnekti. «Yugoslavyalılık»” gibi bir üst kimlik dahi yoktu. Herkes kendi dilinde konuşuyor, yazıyor,
yayın yapıyor; parlamentoda bile kürsüye çıkan her milletvekilinin yanında bir de tercüman… Ama, ne zaman Tito hakkın rahmetine kavuştu, Yugoslavya’da kavuştu. Niye? Muhterem ve medeni Batı öyle istedi de ondan. Tıpkı Irak gibi, Bosna’da olanları 32 Kısım Tekmili Birden Direklerarası Naşit Tiyatrosu gibi seyretti de ondan.
Bütün bunları, siyaset bilimi doktorlarının, uluslararası ilişkiler profesörlerinin bilmemesi imkansız. Ama onlar da bizden, farklı zaman ve mekanlarda da olsa bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edenleri görmememizi, tıpkı «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıdaki gibi, her şeye rağmen Batıya güvenmemizi, onların artık müttefikimiz olduğuna, sırf onaylanmadığı için Sevr diye bir anlaşmanın dahi bulunmadığına inanmamızı, “paranoyak olmamamızı”; kısaca çıplak kral için “vallahi kaftanı çok güzel” diyerek aptallığı kabul etmemizi istemektedir. Onlar bize 1923’te de 2004’te de güvenmeyebilirler, ama biz onlara, 1923 artık çok gerilerde(!) kaldığı için güvenmek zorundayız. Onlar bakiredir, onların geçmişinde hiç şaibe yoktur. Irak hala yaşanmamakta, Vietnam daha 30 yıl önce, Cezayir daha 40 yıl önce yaşanmamış, 1,5 milyon insan öldürülmemiştir. Çin de daha 100 yıl önce “Afyon Savaşları” yaşanmamıştır. Fransa için Vietnam, Cezayir, Amerika için Vietnam, İngiltere için Çin, Hindistan ne ise, bizim için Kars, Van, Diyarbakır da odur. Fransa’daki
Fas, Tunus, Cezayir kökenli milyonlarca insanın azınlık haklarından kimse söz etmeyebilir, Fransa, diğerleriyle birlikte Ortak Pazar’ı kurarken, bu insanların da masaya oturması düşünülmemiş olabilir; Türkiye müzakere masasına oturacağında ise Kürtler bir taraf olarak bulunmalıdır.
Bu kadarı yeter.
Burnumuzun dibinde 100 bin insan bir buçuk yıl içinde yok edilirken, kimsenin burnu kanamadığı halde patrikhane ekümenikliğinden, filanca dilde yayın yapılmasından dünyanın en büyük, en dramatik, en trajik olayıymış gibi söz edip durmak artık kabak tadı veriyor, çirkinleşiyor.
Öleceksek de kalacaksa kendi kendimize, kendi gücümüzle veya güçsüzlüğümüzle olsun demekten ödümüz koparak, Amerika’dan korkarak, AB’ye yaltaklanarak, aman yaşayalım da nasıl olursa olsun sümüklüğü artık yetmeli!
Bütün bunlar TESEV kitaplarında kalsaydı, belki mesele yoktu. Ama artık hükumet politikası. Hoş, TESEV kitapları da bu hükumet politikaları sayesinde varlık kazandı. Çünkü TESEV kitabının arkasında Açık Toplum Enstitüsü, onun arkasında da Batı ve Amerika yanlısı olmayan hükumetlerin (Gürcistan, Ukrayna), sözde halk ayaklanmalarıyla devrilmelerinin mimarı Soros ve onun VAKFI(!!!!) var.
Yararlanılan Kaynaklar:
1 - Afetinan, Türk İstiklali ve Lozan Muahedesi, Belleten Cilt: II, Temmuz 1938, Sayı: 7-8'den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
2 - Çağrı Erhan (ed.), Yaşayan Lozan,Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2003
3 - Eyüp Kaptan, Lozan Konferansı'nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2002.
4 - Reha Parla (derleyen), Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti'nin Uluslararası Temelleri; Lozan, Montrö, Türkiye'nin Komşularıyla İmzaladığı Başlıca Belgeler, Lefkoşe, 1985.
5 - Seha L. Meray, (çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım 2, Cilt 2, AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1970.
https://docplayer.biz.tr/33687515-Azinliklar-ve-musavirler.html
***