2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR! BÖLÜM 2
Dr. Durmuş HOCAOĞLU: 2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR!
Demokrasi’nin büyük kriz dönemlerinde yetersiz kalmasının sebeplerinden birisi de, “kahramansızlık”tan neş’et etmektedir. Kahraman, bir milletin bütün varlığını, vatanını, hürriyetini, istiklâlini ve istikbâlini, hükümranlığını muhafaza etmek için sâdece “halkın sesi”ni (fox populis) dinleyen ve o ses ne diyorsa o istikâmette politika tayin eden sıradan bir politikacı değil, daha da fazlası olarak, kendi halkına bir “ilâhî ses” (fox dei) olan; büyük krizleri halletmek için gerekli olan büyük enerjiyi halkından alan değil, halkına veren, daha doğrusu, halktaki potansiyel gücü aktüel hâle tahvil ettiren, sıra-üstü bir beşer, bir tür mitolojik varlıktır. Çünkü halk, yâni sıradan insanlar - Gasset’nin tâbiriyle, “ kitle adamlar ”- Cemaatinde, sıraüstü işlere girişebilecek teşebbüs gücü, atom bombasının îmâl edildiği radyoaktif maddenin enerjisi gibi, ancak “potens” hâlde (bilkuvve) mevcuttur.
O gücün “aktüel” (bilfiil) hâle dönüşüp bir atom bombası olarak patlayabilmesi için hariçten motive edilebilmesi gerekir ki, bu da sıradan politikacının
kabiliyeti dışındadır. Esasen, belirli bir seviyede demokrasi teorisi bilenler, Sartori’nin belirttiği gibi, halk oylamasının, yâni seçimlerin, temel politika ları değil, temel politikaları belirleyecek olan politikacıları belirlediğini bilir. İmdi, buna göre, büyük kriz dönemlerinde sıradan politikacılara mahkûm olan kamuoyu, elektrik akımının en zayıf direnci tercih etmesi gibi, en kolay yolu tercih eder. Bundan dolayıdır ki, sıra dışı bir liderden mahrum olan “halk yığını”, içindeki potansiyel enerjisi açığa çıkarılamayan atom bombası gibidir ve bu sebeple de basit ve sıradan hedefleri vardır; hiçbir zaman azametli meselelerin üstesinden gelmeye kifayet etmeyecek, güç karşısında kolay eğilmesini sağlayacak olan hedefler. Filhakîka, biz 1919’da üstümüze çörek lenen büyük krizde, şayet, sıradan politikacılara mahkûm olarak halk oylamasına gitmiş olsaydık, büyük ihtimalle Amerikan ya da İngiliz mandacılığından birisi seçilecekti.
Ama, tarihin bu fay hattında bir ekip çıktı ve “Hayır! Bu olmaz” dedi. Ve neticede, on seneye yakın süre buzlu dağlardan alev alev yanan çöllerde dövüşe
dövüşe kırılmış, her şeyini bitirmiş, erkeklerinin soyuna kıran girmiş bir topluma, bu adamlar yeniden ruh verdiler; Îsâ Nebî gibi, cesetleri dirilttiler bu adamlar.
Bu konuda, tam da yeri gelmişken, anlamlı bir misal vermek isterim: 1916’da Bayburt, benim memleketim işgal edildi, işgalin sonlarına doğru Ermeni çeteleri Bayburt’ta akıl almaz katliamlar yaptılar. İki sene sonra, 21 Şubat 1918’de Rus işgali sona erdi, Ermeniler de defoldu gitti. Bayburt’a giren Türk süvarilerinin atlarının ayaklarının altına kadınlar ehramlarını, çarşaflarını serdiler.
O sırada cennet mekân babam, Bayburt medresesinde müderris olan dedemin onbir çocuğundan hayatta kalan tek evlâdı, sekiz yaşında, hâdiselerin canlı şâhidi; şunu anlatmıştır defaatle: İşgalin ve Ermenilerin yaptığı katliamların nihayete ermesinin sevincinin üzerinden bir yıl kadar sonra zehir gibi bir haber
ulaşıyor Bayburt’a. Akşam dedem eve geliyor, yemek bile yiyemiyor; öylesine mükedder. Babaannem, “Hoca ne oldu, neden böyle huzursuzsun?”
diyor. “Hele bir dur şimdilik, biraz sonra söylerim..., biraz sonra söylerim...”, diyor ve nihayetinde dayanamıyor Müderris Hacı Hasan Efendi ve sırrı ifşâ ediyor: “Maya Hanım”, diyor, “Haber şu ki, biz mağlup olmuşuz, ordularımız teslim olmuş, Padişah efendimiz de burayı Ermenilere vermiş!”. Böyle deyince, babaannem ellerini dizlerine vurarak, “Eyvah!” diye feryad ediyor; “Eyvah! Ermeniler yine geri mi gelecek?” Bunun üzerine, dedem, en sona sakladığı iyi bir haberi de vermiş: “O kadar da korkma hâtun; bir haber daha aldım, inşallah doğru çıkar” demiş ve eklemiş “Bir Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve ‘Olmaz öyle şey!; Biz bunu kabul etmeyiz.’demiş.” Bunun üzerine babaannem ellerini açıp, “Allah’ım! Sen Mustafa Kemal Paşa’nın kılıncını keskin et” diye, gözyaşları içinde, uzunuzun duâ etmiş. Babaannemin, son Osmanlı kadınlarından olan O mübârek insanın, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çarşafından dolayı çok zulüm gördüğünü biliyorum, ama, bir gün dahi Mustafa Kemal Paşa aleyhine kimseyi konuşturmadığını da biliyorum.
Türkler “ Essah ” Bir Millet Olduklarına Eminseler Egemenliklerini Paylaşmazlar!
İmdi o dönemin sıra-üstü liderleri yerine, birbiriyle çene yarışına girişen, içi cılk, kendi partisi içinde iktidarını koruduğunda bunu bir saltanata dönüştüren, bir asker darbesi veya Azrail darbesi olmadan genel başkanlığı devretmeyen, partisi iktidardan düşse bile iktidarını muhafaza eden partilerin, iktidarı şahsî servetleri için kullanan, ülkesinin sınırlarını ecnebî devletlere kiraya vermekten hayâ etmeyen siyasetçileri olsaydı, netice ne olurdu? Hepimiz biliyoruz ki, bir “açılım paketi” icadedilir ve İngiliz veya Amerikan mandasında birisinin tahakkuku istikâmetinde sonuç alınmaya çalışılır ve alınırdı da.
İmdi; “kahramansızlık faktörü”nden mâadâ, bu şekilde kangrenleşmiş bir problemin bu şekilde bir hâl tarzına kavuşturulma cihetine gidilmesi,
demokrasinin rûhuna da radikal olarak muhâliftir. Çünki, artık açıkça kendi kaderini tayin hakkını hâiz bir Kürt millî topluluğu, Türkiye’nin topraklarını ve Türklerin hükümranlığını paylaşmak üzere fiilî olarak “siyâsî temsilcileri” ile Türklerle masaya oturmaktadırlar.
İmdi;
1- Eğer Türkler bu memleketin her tarafını bir ‘bütün’ olarak vatan toprağı kabul ediyorlar ise -zaten aksi ihtimâl, üzerinde konuşulamayacak noktaya
gelinmesi demektir- bilinmelidir ki, vatan toprağı, asla pazarlığa bahse mevzû edilemez; çünki, burası “mülk”tür. Ama kantiyen bir terimle söylersek
bir “baba mülkü” (patrimonium) değildir; yâni bir metâ gibi pazarlıklara konu teşkîl edilemez ve “vatan”ın herhangi bir şekilde pazarlık konusu yapılması,
Türk Demos’unun hakkı da değildir. Üstelik Türklerin böyle bir hakkı yoktur ve olamaz; olamaz, zîra, bir kere O, evvelen, bir patrimonium değildir dediydik; sâniyen, bu vatan ataların kanlarıyla bıraktığı mîrastır ve ölülerin de diriler üzerinde hakkı vardır, bu hakkın îfâsı emânete sadâkattir. Ve kezâ, aynı şekilde, sâlisen, doğacakların da yaşayanlar üzerinde hakkı vardır ve bu hak da, evlâtlarımız, için temiz, yâni hür, müstakil ve hükümran bir vatan bırakmaktır ve bu hakkın îfâsı da, kezâlik, vatanın hiçbir şekilde pazarlıklara bahse konu edilmemesidir. Binânenaleyh, Türk Demos’unun böyle bir pazarlığa muvâfakat vermesi O’nun iktidârı ve meşrûiyeti dâhilinde değildir; aksi, apa-açık ihânettir ve ecdâdın ve ahfâdın lânetine mâruz kalmaktır.
2- Yine, eğer Türkler, kendilerinin “essah” bir millet olduğundan emîn iseler, “millet” olmaklığın, ancak ve yalnız, hürriyet, istiklâl ve hükümranlık
(egemenlik) ile kaabil olacağını ve buna binâen, “millet” olmanın kaçınılmaz îcâbı olarak, tıpkı hürriyetleri, istiklâlleri ve vatanları gibi, hükümranlıklarının
da bir metâ olmadığını ve binâenaleyh, kısmen veya tamâmen, vazgeçilebilir, devir ve temlik edilebilir, ferâgat ve fedâkarlıkta bulunulabilir addedilemeyece ğini ve bunun kendi demoslarının meşrûiyet alanı dâhilinde bulunmadığını kabul etmeleri kat’î sûrette şarttır. Mükerreren, tabiî ki, kendilerinin “essah” bir millet olduğundan emîn iseler.
Bu noktada karizmatik lider kadar mühim olan bir başka belirleyici husus da, hiç şüphesiz, entellektüel arkaplandır. Ve fakat ülkemizin gerek kapasite ve gerekse de omurga sağlamlığı noktai nazarından en zayıf noktası, diğer bir tâbirle “yumuşak karnı”, aydınlarıdır. Bu noktada, daha felsefî ve daha sıhhatli bir kavram olan “ Entellektüel ” kavramını, ‘Türk(iye) aydını”nın vasatî seviyesinin çok fevkinde olması hasebiyle bilkast istimal etmediğimi de mükerreren hâtırlatmak isterim. Bu aydın makulesi içinde mâlûm bir kesiminin zâten baş hüneri sürekli ihânet içinde olmak olduğundan onların lânet isimlerini bir hamlede geçiyorum ve omurga olarak değilse de kapasite olarak en zayıf kesimine, milliyetçi aydınlara geliyorum. Ne var ki işbu mâlûm sürecin, maalesef ve maatteessüf, onların da epeyce hâtırını sayılır bir kesiminin omurgasını ezdiğini görmekteyiz. Bunu da bir yerde anlaşılabilir -ama tasdîk ve tasvîb edilemez görmekteyim. Çünki, aydın kesimini en fazla ifsad eden şey “güç”tür ve bu da günümüzde sermayenin ve iktidarın gücü olarak teşahhus etmektedir
ki, bunların herhangi birisine yanaşan bir aydından herhangi bir işe yarar bir şeyler umulamaz, nitekim, hakikî bir millî intelijansiyanın tam da zamanının olduğu şu sıralarda, milliyetçi daha doğrusu bugüne kadar öyle bilinen- aydınlarımızın bir kısmı çapsızlıkları dolayısıyla sade suya tirit ve çok defa da işleri daha da sarpa sardıracak şeyler yazarken bir kısmı da risk almak istemediği suskunluğa gömülmüş dururumdadır ve üçüncü bir kısmı ise
yükselen trende uyum sağlamağa çalışan taktik manevralar takip etmektedir.
Hâlbuki, essah bir millî intelijansiya, büyük kriz dönemlerinde, siyâsî kahramanların mütemmim cüzüdür ve şu anda Türkiye bunun kıtlığının sancılarını da çekmektedir.
Çünkü, bir milletin çapı, esas olarak O’nun elitlerinin çapıyla orantılıdr ve bu elitlerin büyük kısmını da entellektüeller oluşturur.
2023- Yeniden bir Kuvayımilliye ruhunun, milletin geleceğinin kurtarılması bağlamında, bu toplumun içinden neşet etme ihtimali yok mudur?
D. Hocaoğlu- O ihtimali bilmiyorum, ama potansiyel fazlasıyla vardır.
2023- Belki o potansiyeli konuşmak lâzım.
D. Hocaoğlu- Evet; bu potansiyel fazlasıyla vardır. Şimdi, biraz yukarıda söylediğim bir hususu bir kere daha ele alalım, kısaca: Bir toplumun kalitesi
sokaktaki insanın kalitesiyle değil, elitlerinin kalitesiyle ölçülür. Bir toplumun kalitesini hakkında bir şey sorduğunuz zaman, dikkat ediniz, yetiştirdikleri
büyük insanlarla cevap verirler. Thomas Carlyle, meselâ kahramanları anlatırken altı başlık altına toplar onları: “Tanrı-kahraman” ile başlar, İskandinav ların Odin’ini örnek verir. İkinci başlıkta “kahramanpeygamber” olarak Peygamber imiz’i ele alır; o konuda uzman olmayan tipik bir Batılı gibi çok sığ ve yanlış şeyler de söyler, ama saygılı bir ifâde kullanır.
Üçüncü olarak “ kahraman-edipler”den bahseder, örnek olarak da Shakespeare’i verir. Krallar gelir, krallar gider; bir kısmı tahtan indirilir, bir kısmı indirilmez, ama İngilizlerin ki Carlyle bir İskoç’tur öyle bir kahramanı vardır ki hiçbir kimse onu tahttan indiremez...
Bu kahramanın adı William Shakespeare’dir. O İngilizlerin gönlüne taht kurmuştur onun için tahtan indirilemez. Shakespeare, İngilizlere İngiliz
olduğunu öğreten, kendilerine güven ve gurur duymalarını, başkalarınca da saygı gösterilmesini sağlayan insandır. İşte, İngiliz milletinin kalitesinin seviyesini belirleyen kişilerden birisi odur: William Shakespeare, sokaktaki adam değil. Bunun gibi, meselâ sorarlar adama, “bizim Kant’ımız var, sizin neyiniz
var?” diye. Buna mukabil, “bizim de Fârâbîmiz var” diyebiliyor iseniz, mesele yok. “Bizim Michelangelo’muz var, sizin neyiniz var?” dendiğinde de
“bizim de Sinan’ımız var” diyebiliyor iseniz, “bizim Napolyon’umuz var, ya sizin?” derlerse, “bizim birkaç tane Napolyon’umuz var, şimdi sayarsak sığmaz” diyebiliyorsanız, “bizim Mozart’ımız var, ya sizin?” dediklerinde de, meselâ, “bizim de Dede Efendi’miz var” diyebiliyor iseniz, mesele yok. İşte o zaman sizin de medeniyetiniz var, siz de bir milletsiniz denir, çünkü medeniyet sâhibi olmak, millet olmak sokaktaki adamlarla değil, elitlerle olur. Dikkat edelim lûtfen:
Sıradan adam bir kıstas değildir ve sıradan insanları mukayese ettiğimizde, Türk’ün sıradan adamı ile İngiliz’in insanı arasında ciddî bir fark da yoktur. Hattâ bazı hususlarda bizim sıradan insanımız daha bile kalitelidir diyebiliriz;
meselâ bir Türk kızıyla evlendikten sonra gurbete giderseniz, korkmayınız, karınız yatağına bir başka erkeği almaz; bir Türk evinden çıktığı zaman emindir ki, karısı onun namusunun bekçisidir, ayrıca bekçiye hacet yoktur.
Bu bakımdan, Türkiye ve meselâ Almanya arasındaki fark, iki ülkenin sokaktaki adamlarının arasındaki farktan değil, elitlerinin arasındaki farktan kaynaklanır.
Bu noktada, sıradan insanların rolünü bir misal ile açıklayalım. Ziya Gökalp, “Hars ve Medeniyet” isimli eserinde der ki, “Esnaf çarşısında her esnaf kendi menfaati şahsiyesi için sây ü gayret sarf eder. Ama onların bu menfaati şahsiyelerinin mecbu yekûnundan menfaati âmme hâsıl olur”. Evet, aynen böyledir: Tek tek insanlar kendi şahsî menfaatleri için, akşam evlerine rızık götürmek için çalışırken buradan toplumun menfaati çıkar, yâni sıradan insanların yekûnu sıra-üstü şeyler olur. Çünkü, millet, sıradan insanlardan oluşur ama bir “sıradan insanlar toplamı” değildir. Sıradan insan basittir ve Dickens’ın “sâdece siz basit bir insansanız, her şey size basit gözükür” aforizmasında ifâde edildiği gibi, dünyası da basittir; herşeyi basite indirger. Tarih bilgisi basittir, hattâ tarihsizdir, o, esas olarak yaşadığı ânı bilir, geçmiş ve geleceğe uzanan bir vizyonu yoktur, geçmiş ve gelecek arasındaki “şimdi”ye hapsolmuş olarak yaşar, hemen herşeyi sınırlıdır, derinliksizdir, siliktir; her şeyin merkezine kendisini, çocuklarını, ailesini kor ve ilââhir… Ama bu sıradan insanlar önlerine tarih çapında bir adam düştüğü zaman bir volkana, bir tsunamiye dönüşebilir. Napolyon için Victor Hugo’nun ne dediğinden bahsettik; Doğu’dan anlamlı bir örnek olarak Cengiz’e bakalım şimdi de: Cengiz’den önce, Moğollar birbirleriyle didişen kabilelerden oluşuyordu, Cengiz onları dünyanın efendisi yaptı. Neden başka zaman değil de, illâ ki o zaman ve neden Cengiz? Evet, Cengiz, çünkü,
hiç kimsenin dikkatini çekmeyen süflî bir kavim olan Moğolların göğüslerindeki volkanı ancak O indifâ ettirebildi de ondan. Bu gibi insanlar, yâni kahramanlar, Allah’ın bir lûtfu, bir vediasıdır; onlar mektepten yetişmezler, oy sandığından da çıkmazlar, hocaları da yoktur; Cengiz, Cengiz olarak gelir, Napolyon Napolyon olarak, Fatih ise Fatih olarak, bir anlamda “peygamber” gibidirler: Onlar, aslında, gelmezler, “gönderilirler”…
Eğer Cenab-ı Hak bir milleti bir yere çıkartmak istiyorsa O’na bir Cengiz gönderir, bir Napolyon gönderir, bir Yavuz gönderir, onlar da insanlarının önlerine düşerler, aşılamazları aşırtır, yenilmezleri yendirir, bellilerin bellerini kırar, başlıların başlarını eğdirirler ve şu sonucu alırlar, ki kahramanların belki
de en birinci vasfı budur. Bir kahraman, dünyanın her yerinde, bütün insanlara, milletinden ve ülkesinden bahsederken, bilmecburiye, hürmetkâr bir lisan kullanmaları gereğini öğreten kişidir.
İşte, Sıradan Politikacıların yapamayacakları, Çaplarının elvermeyeceği budur.
Şimdi biz, şu ânda, sıradan bir kriz yaşamıyoruz; bu, şöyle ya da hâle yola konacak bir ekonomik kriz veya ona mümâsil birşey değil; çok sıra-üstü bir kriz.
Şimdi bu noktada tekrar Gasset’ye avdet edelim: O, “Kitlelerin İsyânı” isimli muhalled eserinde, “Sıradan insan - yâni O’nun tedâvüle sürdüğü terimle “kitle-adam”- dediğimde kast ettiğim şey düpedüz alelâde insandır; ama bununla, sâdece, işçileri, çiftçileri kastetmiyorum, ufku dar olan herkesi kastediyorum” der ki işbu ufku dar olanların başında da ilim adamları gelir. Hattâ, O, ilim adamlarını, kitle-adamın prototipi sayar.
İşte, günümüzde, kitle-adamın prototipi olan bu kişiler üniversiteleri tıka-basa dolduruyor, ama bir işe yaramıyorlar. Benim ülkem alev alev yanıyor,
üniversitelerden ses yok ve meydan, üç kitap okumadan otuzüç kitap yazan, Necip Fazıl’ın tabiriyle, aslını gördüğü hiçbir şey, posasını görmediği hiçbir şey olan bu zevata kalıyor; Türkiye’ye bu boş adamlar gündem koyuyor, Başbakan onları “âkil adam” olarak kabul ediyor; yâni, zihniyet dünyamızın elitleri onlar!
Öyle mi?
Eliti bunlar, kendi dar uzmanlık alanının dışındaki fikirleri çocukça olan, uzmanlık alanı tam da bu konular olanların ise teknik bilgi dışında zihnî aktivitesi olmayan, olanların ise ya ard niyeti hayli kabarık, ya da yüreği yetmez olan, ortayerde filozof olarak endam arzedenleri ise gazeteci-yazar olan zavallı bir ülke!
Bunlar elit değil.
Elit olsalardı, “Türk’e ve Türkiye’ye bişeycikler olmaz” saçmalığını tekrar edip durmazlardı. Ne demek oluyor ki, “Türk’e ve Türkiye’ye bişeycikler olmaz”?
Bir defa, zaten Türk’e olan olmuş da gören yok; saniyen, bu topraklarda yaşamış, saltanat sürmüş diğer kavimlere ne olduysa Türk’e de olur,
Türk’ün herhangi bir imtiyazı yok ki; ve oluyor da nitekim.
Anadolu toprağındaki evvelki kavimlere neler oldu; kim üzerinde tefekkür ederek ders çıkarıyor? Çok şey oldu onlara ve silindi gittiler.
Tek bir örnek yeter mi acaba? Anadolu’daki en uzun siyasî varlık, Hititler’inkidir: 1400 yıl! Bizim yekûn varlığımızdan takrîben beşyüz yıl daha fazla:
M.Ö. 2000 ilâ 600 arası.
Muhteşem bir imparatorluk kurdular, saltanat sürdüler, sonra parçalandılar, sonra yıkılıp gittiler… Hitit ahalisi şuraya buraya dağıldı, mabetleri yıkıldı, eser
leri sağa sola saçıldı, sonra da unutuldular, hâfızalardan silindiler. Öyle ki, M.Ö. 500’lerde buraya Persler, yâni Dâra’nın orduları, geldiği zaman Hititlerden bahsedilmiyordu; artı toprağın altına çekilmişlerdi. Dâra’dan 200 sene sonra İskender geldiğinde de Hititler’den bahsedilmiyordu, Romalılar geldiğinde de; füc’eten gitmişlerdi sanki, yer yarılmış, yerin dibine uçmuşlardı adetâ. XIX. asır sonlarına doğru onlardan bahsedilmeye başlanıyor, ancak XX. asırla birlikte yeniden keşfediliyor. İşte Hititlerin macerası birkaç cümle ile bu; ders almaya yeter de artar bile. Türklerin mâcerasının böyle noktalanmayacağını kim hangi hakla söyleyebilir? Esasen bu gidiş de o gidiştir.
Bu Coğrafya Büyük Güçlerin Son Maçına Çıktığı Yer
2023- Anadolu coğrafyası medeniyetleri yutar yâni…
D. Hocaoğlu- Ortadoğu coğrafyası dünyanın en kötü coğrafyası, aynı zamanda da en iyi coğrafyası. En iyi, zira, Osmanlı, Orta Asya’da olmaz, burada olur. Kötü Coğrafya, bilhassa Anadolu! Çünkü kavimlerin geçiş yeri; tam ana arter üzerinde, o sebeple de düşen bir daha kalkamaz. Ve bu coğrafya bütün büyük güçlerin son maçına çıktığı yerdir. Dünyanın lordu olmak istiyorsanız, son büyük maçınızı burada yapacaksınız. Amerika dünyanın lordu olma maçına burada çıktı ve saplandı kaldı. Ne ileri gidebiliyor, ne çıkabiliyor. Burayı ele geçirirseniz tam cihangir olursunuz. Buradan dönerseniz küçülmeye başlarsınız, ine ine dibe iner ve kaybolursunuz, burası öylesine netâmeli bir coğrafya; öyle ki, dilinizi konuşan bile kalmaz. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından yüz yıl sonra, bugün hâlâ entellektüel ve akademik hayatta yaşayan bir dil olan Latince’yi konuşan insanların, yâni Romalıların buharlaşmışçasına kaybolmuş olması da bir başka derstir. Benim söylediğim şu: Burada bir düşersek, yüz yıl sonra bu topraklarda
da dilimizi konuşan insanlar kalmayabilir.
2023- Irak’ın işgali bu toplum için yeterince uyarıcı olmadı mı? Türkiye’yi size göre bıçak sırtı bir duruma getiren en önemli saik nedir? Etnik milliyetçiliğin geldiği durum mu? AB’nin, ABD’nin dayatmaları mı?
D. Hocaoğlu- Şöyle cevap vereyim, müsaade ederseniz. Bizim problemimiz, Cumhuriyet ile başlamadı tabiî ki; kökleri XVI. Asra kadar iner.
XVI. Asırda dünyada bir şeyler oluyordu ve biz bu olup biteni okuyamadık. Olup biten şuydu: Dünyada bir entellektüel ve ilmî akım doğuyordu, bunun adına sonraları Rönesans dendi. Temelleri daha evveline inen Rönesans, Avrupa’nın bin yıllık uzun uykusundan uyanışı idi. Rönans’ın ardından XVI. asrın ortalarına doğru sahici bilim adamları nesilleri gelmeye başladı. Rönesans’ta filozof yoktur; Erasmus, Rabelais, filozof değil, “düşünür”dür, “deneme yazarı”dır ve bir de san’atkârlar vardı, onlar, birçok bilimin temellerini atmıştır. İslâm dünyasının muazzam te’sirleri olmuştur bu akıma; en basitinden, VI. asır başında Arap rakamları bilinmiyordu, Arap rakamları bilinmeyince de cebir gelişemiyor, yâni yüksek matematik ortaya çıkamıyordu. Ama asrın sonlarına doğru John Napier logaritmayı kuruyor; gerçi El Hârizmî, El Câbir logaritmanın, cebrin temellerini atmıştır, ama, ilerleten Batılılar olmuştur. Yine aynı asrın hitâmına doğru ve XVII. asrın başlarından îtibâren büyük âlimler ve filozoflar sökün ediyor; Galileo gibi, Kopernik gibi; artık felsefede Descartes vardır, Bacon vardır ve sonra diğerleri ve nihâyet, başı diğer devlerin omuzlarının üstünde yükselen Isaac Newton! Osmanlı’da ise duraksamalar başlamıştır; Takiyüddin’in Rasathânesi’nin yıkımı, “ Yıkım ”ın da mîlâdıdır, bir anlamda ve çok geçmeden, Batı ilmine ilk önceleri “ Frenk Fodulluğu ” denir. Artık, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun dile getirişiyle, “Büyük Cihat’tan Frenk Fodulluğuna” geçiş başlamıştır ve bu da zamanla ölümcül tesir yaratmıştır.
Batı’da ilmin yükselişinin sonucu, dişli çarkların dönmeye başlamasıdır, yâni sanâyi’ çağı! Bundan böyle de dünya, dişli çark döndürenler ve döndüremeyen ler olarak ikiye ayrılmış, dişli çark döndürenler, döndüremeyen lerin çanına ot tıkamış, medeniyetlerini yıkmış, kültürlerini tahrip etmiştir.
Böylece, ortaya bizim için bir “ Güç Problemi ” çıkmıştır; hâlâ çözülemeyen güç problemi. Biz anlamadık meselenin künhünü ve bundan dolayı da sanayi toplumu olamadık ve böylelikle, güç problemini çözemediğimiz için de sürekli kaybettik; toprak kaybettik, medeniyetimiz tahrip oldu ve en nihayetinde Anadolu’ya sığındık.
Kaybedişimizin, küçülmemizin diğer bir sebebi de tarihin tabiî akışıdır.
Milliyetçilikler uyanmaya başlayınca biz Türkler topraklarımız içinde bulunan ve hiçbir zaman asimile etmeyi düşünmediğimiz -asimile etmeyi düşünseydik edebilir miydik bahsi başka bir bahistir- tebaamızın milliyetçiliklerinin uyanması veya uyandırılması, Anadolu’ya sığınmamızı intâc etmiş oldu.
İmparatorluğumuzu küçültmek zorundaydık, çünkü imparatorluklar çağı kapanıyordu. Ve bu kapanan imparatorluklar çağında aynı dinde olmak bile kurtarmayacaktı.
Ayrışma Ayrılmaya Yol Açar
2023- Araplar örneğinde olduğu gibi.
D. Hocaoğlu- Evet, aynen buyurduğunuz üzre: “Araplar örneğinde olduğu gibi”. Aslında bu gerçeği, İbn-i Haldun altı asır evvel dile getirmiştir.
Müşterek din sahibi olmak mutlaka çok kuvvetli bir ortak payda, bir dinî asabiye demektir; ancak, dinî asabiye tek başına kifâyetsiz kalmaktadır:
Aynı dine inanmak, o dinin mü’minlerinin hepsinin aynı devletin aynı derecede sâdık üyeleri olmasını gerektirseydi, bütün Müslümanlar bir tek devlet,
bütün Hıristiyanlar da bir tek devlet olurdu. Dinlerin böyle bir iddiası da yok, gücü de yok. Tabiatiyle, burada, din ile milliyetin hattâ ırkın idantikleştiği
Yahûdiliğin ve monoteist ekümenik dinler öncesindeki, her milletin ayrı bir panteonunun bulunduğu kavmî/millî dinlerin, nevi şahsına münhasır hassaları
sebebiyle istisnâ tutulmaları gerektiğini sanırım bilmeyen yoktur. Dinî asabiyenin tek başına kifâyetsiz kalışının sebebi, dinlerin - monoteist-ekümenik dinlerin
yâni aşırı derecede geniş totaliteler olması hasebiyle mü'minlerinin soylarından soplarından müstakillen hepsine aynı derecede istiklâl meşrûiyeti vermesidir.
İmdi, Kadisiye muhârebesi öncesinde İslâm ordularının, henüz Müslüman olmamış Araplara elçi göndererek,
" Ey Arapların çocukları! Fârisîlere karşı bize yardım ediniz! " talebini iletmesi de göstermektedir ki, neseb asabiyesinin gücü ve önemi hemen ekseriyetle dinî
asabiyenin gücünden ve öneminden daha büyüktür. İşte biz bu hakîkati, ne yazık ki, ancak çok acı tecrübelerle öğrendik; aksine, gerçeği kabul etseydik, artık Türkçe'nin konuşulmadığı toprakların Türkiye sayılamayacağı gerçeğinden hareketle, İmparatorluğumuzu kendimiz küçültür ve bir "Ottoman Commonwealth " (Osmanlı Milletler Topluluğu) kurabilirdik ki bu da, idaremiz altında bulunan Müslüman milletlerle ve halklarla kansız ayrılmamıza sebebiyet verirdi ve üstelik onların üstünde bir otoritemiz de olurdu. Ama olmadı; neticeten ayrıldık, çünki ayrışmıştık; ayrışma, ayrılmayı bizzarûre intâc eder. Ayrıldık, ama bu kanlı ve husumetli, kırgınlıklar ve hayal kırıklıkları yaratan ve kanaması hâlâ dinmeyen derin bir yara yaratan bir ayrılma oldu, arada husumetler doğdu. Öteki türlü olsaydı, bir defa, bu kadar enerjimizi kaybetmezdik, insan kaynaklarımızı ve nüfusumuzu bu kadar hırpalamazdık. Osmanlı, sâdece üç milyon civârında insanını 1. Dünya Harbi'nde kaybetti; işte bu kayıp da olmazdı. Şimdi Kürtler ile de aynı sıkıntıyı yaşıyoruz: Aynı dinden olmak çok mühim, ama yetmiyor işte ve yetmez de.
Aslında, Kürtler ile toprağımızı, İstiklâl Harbi'nden önce Biz, kendimiz ayırmalıydık; Olmadı ve Şimdi belâsını nasıl göğüsleyeceğimizi bilemez hâle geldik.
Geçmiş zamana yolculuk yapmak imkânı bulsaydım, Gazi Paşa'ya gidip, "Paşam, Kürtler ile topraklarınızı ayırın" derdim. Vâkıa o vakitler, İngilizleri mi tercih edersiniz, Türkleri mi, denildiğinde, Kürtler, Türkler'i tercih etmişti ve muhtemelen Paşa'yı yanıltan da bu olmuştu. Ve tabiî, daha fazla toprak kaybetmeye tahammül edememenin de, muhakkak ki, majör bir belirleyiciliği vardır ve bu da Biz'i onlar ile birlikte yaşamağa mahkûm etmiştir; bu, getirisi götürüsünü kurtarmayan bir mahkûmiyet ve çekilir gibi değil doğrusu. Uyanan etnik bilinç herşeyi mahvedi yor; işte bu, bambaşka bir şey! Gerçi bu da mühim bir mikyasta telâfi edilebilir di, yâni Kürtler entegre edilebilirdi, asimile edilmesinden bahsetmiyorum, ama en iyisi o olacaktı şüphesiz. Hiç olmadı da değil aslına bakarsanız; devlet tarafından başlatılan ve yine devlet tarafından durdurulan bir araştırmanın tam olarak açıklanmamış sonuçlarının özet yayını, PKK isyânına rağmen, 2,5 milyon kadar Kürdün, kendilerine Kürt denilmesini hakaret olarak kabul edecek kadar Türkleşmiş olduğunu göstermektedir, bu "asimilasyon"dur ve asimilatörler için iyi birşeydir şüphesiz buna mukabil bir hayli Türk'ün de Kürtleşmiş, yâni Kürtler tarafından asimile edilmiş olduğunu da unutmayalım . Bunun haricinde, evlilik, birlikte uzun müddet yaşama gibi saikler de muayyen bir miktar entegrasyonu sağlamıştır, ama bilumum entegrasyon denemeleri, işlerin kördüğüme dönüştüğü kritik noktada bekleneni vermiyor, vermez / veremez; dahası bâzı hâllerde bumerang tesiri yaratarak aksi sonuçlara yol açabilir. Söz gelimi, Anayasa'da yapılacak olan bir tâdilât ile Kürtçe'nin de Türkçe ile birlikte ikinci resmî dil olmasını öngören hüküm referanduma götürülecek olursa, işbu melez evliliklerden oluşan aile efradının ezici ekseriyetinin "evet" oyu vereceğini söyleyebiliriz.
Türkiye Bükemediği Bileği Öpmeye Hazırlanıyor!
2023- Kısmen entegrasyon başarıldı yâni. Peki tam mânâsıyla bir başarı için ne yapmak lâzım?
D. Hocaoğlu- Bu çok önemli bir şeydir. Vâkıa "entegrasyon", bir cemiyeti bir başka cemiyetin içinde eriterek kendisine dönüştürmek olarak tanımlayabileceği miz, birçok yerde farklıklılar arasındaki sağlıklı münasebetler örgüsünü anlatan bir terim olarak kullanılırken bâzılarınca "konsensus"un müterâdifi olarak da anlaşılan, ve "kendisine benzetmek" anlamını taşıyan, bâzı yazarlar tarafından " benzeşmek" şeklinde Türkçeleştirilen "asimilasyon" kadar vuzuha kavuşmuş olmayan, tanım çerçevesi çok esnek ve bu sebeple neredeyse adetâ herkesin kendisine göre anlamlandırdığı bir kavram. Buna binâen, entegrasyonun, potens olarak düşük şiddette olsa da burada "şiddet" kelimesini "violence" anlamında değil de "magnitude" anlamında kullandığımı vurgulamaya gerek görmekteyim farklı etnik mensûbiyetlerden neş'et edecek gerginlik ve/ ya çatışmaları hâvî olduğunu bilerek yine de millî birlik ve bütünlük açısından çok faydalı olduğunu belitmeliyiz. Ama bunun tam olarak başarılabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti'nin entegrasyon araçlarının güçlü olması lâzımdı. Bu da sanayi toplumunun inşâı ve nüfus harmanlanması ile mümkün olabilirdi. Burada nüfus harmanlanması, apayrı bir ehemmiyet taşımaktadır; ülkenin muayyen bir bölgesinde muayyen bir etnisitenin yoğunluk kazanması, onlarda zamanla, kendine yeterlilik hissi kazandırır ki bunun gideceği nokta eninde-sonuda ayrılıkçılıktır. İmdi, yukarıda millet olmanın vasıflarını tadât ederken, "hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve hükümranlık" olmak üzere dört madde tesbit etmiştik; "kendine yeterlilik", bir başkasına yaslanmadan, kendi-kendisini yönetebilmek, kendi iktidârı ile ayakta durabilmek demektir ki, felsefî olarak tam ve hakikî anlamıyla Tanrı'ya mahsustur, O'nun tekelindedir; nitekim, İslâm akaidinde Allah'ın yedi sıfatından birisi de budur: "Kıyam binefsihî", yâni, kendine yeterlilik. Buna göre, etnik bir nüfusun muayyen bir bölgede ekseriyet oluşturacak şekilde kümelen mesi kendine yeterlilik hissini doğurur ve besler; bu durumda endüstrileşmek de ayrılıkçılık taleplerini azaltmaz, arttırır bile hattâ; çünki, bahse konu bölge sınâîleştiği takdirde bir etnik burjuva ve etnik işçi sınıfları da doğacaktır ve modern milliyetçilik ise, sınâîleşmiş cemiyetlerde bir ortasınıf ve daha da fazlasıyla burjuva ideolojisidir. Eğitim de aynı bumerang tesirini hâsıl eder, kezâ; milliyetçilik hareketlerinin dâimâ eğitim seviyeleri yüksek bir elit tabaka arasında başlayıp kitlevîleştiğini anlamak ve bu bumerang tesirinin gücünü test etmek için, sömürgelerdeki milliyetçilik hareketlerinin câhil avam tabakası eliyle değil, sömürgelerin açmış olduğu mekteplerde okuyanlar tarafından başlatıldığına ve sonuç aldığına dikkat edilmesi yeterli olur sanırım.
İşbu nüfus harmanlanmasının en kötü ve şüphesiz gayri insânî şekli, elbette sürgün ve benzeri metodlardır; bu metod nefret ve kin doğurmaktan ve bir de haklılık kazandırmaktan daha öteye bir netice hâsıl etmez. Binâenaleyh, etnik nüfus kümelenmesinin izâle edilmesi gerekirdi, yukarıda bahsettiğimiz hususlara dikkat ve riâyet ederek: Türkiye'nin sınâîleşmesi, iş aş imkânlarının oluşturulması, göçün, karşılıklı olacak şekilde sâdece Kürtlerin Türkyoğun bölgelere değil Türklerin de Kürt-yoğun bölgelere göçünün câzibeli hâle getirilmesi, Türk-Kürt evliliklerinin devlet tarafından desteklenen sivil kuruluşlar vâsıtası ile ama hakikî sivil, NGO ve benzeri câsus teşkilatları değil daha da teşvik edilmesi, etnik nüfusun yurt sathına iyice dağılması, entegrasyonu daha da derinleştirip kökleştirecek, etnik ateşin hararetini mâkul, tolere edilebilir bir seviyeye düşürecek, zamanla da, aglebî ihtimâl ile, günümüzde, bütün gücünü kaybeden komünistliğin bir nostaljiye dönüşmesine benzer bir âkıbete mâruz bırakacaktır.
Leslie Lipson, Demokratik Uygarlık'da, etnik nüfusun muayyen bir bölgede kesâfet kazanmasından bahsederken, "...ulusal çapta azınlık olan bir grup, kendi bölgesi içinde bir çoğunluk oluşturabilir. Bu durumda, birbirlerine yakın olmaları ve belli bir alan üzerinde denetim kurmuş olmaları, ayrılıkçı duygularını ve güçlerini artırabilir." demektedir. Fakat Lipson'un bu analizinde, beklediğim derinliği bulamadım. Ben biraz daha detaylandırma ğa gayret ettim muhtelif yazılarımda;
Özeti şöyle:
Bir ülkedeki belirli bir etnik nüfusun oranı, genel kabule göre, eğer yüzde 35'i geçiyorsa, o ülke genellikle mozaik ülke olarak adlandırılır. Kaldı ki, Türkiye'deki dil ölçümleri, nüfusun yüzde doksanının Türkçe'yi birinci dil olarak kabul ettiğini göstermektedir. Bu tartışmaya devam etmek buranın konusu değil; o sebeple kısa geçerek asıl söylemek istediğime geleyim. Yapmış olduğum araştırmalar, şunu göstermektedir diyebilirim: Belirli bir etnik nüfus, şayet, toplam nüfusun yüzde onuna ki bu yüzde on (%10) değerini "eşik değer" olarak tanımlıyorum yaklaşmış ya da geçmişse, bu, ciddî bir etnik problemin en azından potansiyel olarak mevcudiyetinin göstergesidir; Türkiye'de Kürtlerin, Amerika'da İspaniklerin durumu gibi. İkinci olarak, bu nüfus ülkenin tamamına homojene yakın bir şekilde dağılmış olmayıp, belirli bir alanda konsantre olmuş ise risk bir kat daha artmış demektir; üçüncü olarak, bu konsantre olmuş bölge ülkenin daha rahat kontrol edilebilen iç bölgelerinde veya düz ovalık bölgelerde değil de uç bölgelerinde ve hele bir de dağlık bölgelerindeyse risk daha da büyümüştür; dördüncü olarak, bu bölge tam da sınırda ise risk daha da büyümüştür, beşinci olarak, sınırın öte tarafında aynı etnitiseye dayanan bir devlet ya da bir devlet oluşumu var ise işler iyice çatallaşmıştır; altıncı olarak, bahse konu etnik grup, otantik ise hâkim unsura "işgalci" nazarıyla bakar ki bu da tarihî risk faktörüdür; yedinci olarak bundan aşağısı Amerika'da olmayan faktörlerdir bahse mevzû ülke, küresel büyük aktörlerin menfaatleri icabı tâkatten düşürülmesi, ufalanması gereken bir bölge olarak görülüyorsa risk artık zirveye tırmanıyor demektir; buna ilâveten, sekizinci olarak, o ülke, kendisini ufalamayı planlayan güçlere karşı çıkacak güce sahip değil ve daha da kötüsü, onlarla lâubâlilik derecesine varan kontrolden çıkmış, tâbi'metbû münasebeti türünden içiçe geçmiş, siyasî, iktisadî bağlar ile bağlanmış ve binâenaleyh, siyâsî iktidarlar kadar askerlerin dahi O'ndan icâzet almadan kendi ülkelerinde politika geliştirmeleri muhâl mertebesine vâsıl olmuş ise, o ülkenin işi bitmiş demektir. Bu risk faktörleri daha da detaylı aslında, ama artık bitireyim: Nihâyet, dokuzuncu olarak, yüzbinlerce polisten, askerden, binlerce tanktan, toptan, uçaktan oluşan muazzam bir asker polis gücüne karşılık, çeyrek asırdır devam etnik bir isyân bastırılamıyor ise, o ülkeyi hiç kimse kurtaramaz kolaykolay; çünkü siyasette kuraldır: Kılıç çeken kılıç ile düşürülemez ise, o kılıcı çekenle ergeç, ama mutlaka masaya oturulur.
İşte vazıyet kısaca budur ve zannederim artık ne demek istediğim vuzuha kavuşmuş olsa gerektir: Türkiye, bükemediği bileği öpmeye hazırlanıyor!
* Sayın Durmuş Hocaoğlu ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi 100. sayımızda, düzeltmelerin yetişmemesinden dolayı yer alamamıştır.
Zaman zaman sayfadan uzanan bir elin boğazınızı sıktığını hissederek okuduğunuzu düşündüğümüz bu uzun söyleşinin ne yapılması gerektiğine dair derinlikli analizlere olan ihtiyacı daha da belirginleştirdiğine inanıyoruz.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 1,09 MB ]
( http://www.durmushocaoglu.com/data/yazipdf/DHocaoglu_700_2023_Senesinde_Turkiye_Mevcut_Olmayabilir.pdf?rnd=1956282854 )
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536
***