Kürt Koridoru İran ve Türkiye...
Süleyman ŞENSOY
15 Ağustos 2015
Kürt Koridoru İran ve Türkiye
( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı
24.07.2015 | TRT Türk Küresel Bakış Programı )
Kürt Koridoru İran ve Türkiye, TUZAGI.,
Dışişleri Bakanlığı 2 Ekim 2014’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alınan yetki çerçevesinde Bakanlar Kurulu’nun DAİŞ terör örgütüne yönelik hava harekâtlarına katılan Amerika Birleşik Devletleri ve uygun görülecek bazı diğer Bölge ülkelerinin insanlı ve insansız hava araçlarının Türkiye’deki üslerde konuşlanmasına onay verdiğini, konuyla ilgili Türk Hava Kuvvetleri unsurlarının da görevlendirileceğini duyurdu. Bakanlık’tan yapılan açıklamada, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nin iki NATO üyesi müttefik olduğu belirtilerek, müşterek tehditlere karşı yine müşterek çabalarla cevap vermenin iki ülke bakımından bir öncelik olageldiği kaydedildi.
Bu açıklamanın biraz öncesine gidelim, sabah saatlerine dönelim. Sabaha karşı Suriye sınırında hareketli saatler yaşandı. DAİŞ’in dün sınırdaki Türk Karakolu’na ateş ederek bir astsubayı şehit etmesi üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri angajman kuralları çerçevesinde karşılık verdi. Türk Savaş uçakları Suriye’deki DAİŞ hedeflerini vurdu. Hem sıcak gelişmeyi size aktardık hem de sabaha karşı düzenlenen bu hava harekatını değerlendirdik; ama elbette sıcak gelişmeyi Süleyman Hocam size sorarak başlayalım. Bu sıcak gelişmedeki Amerika Birleşik Devletleri ve hemen yanı başında hareket edecek olan ülkelerin hava sahasını kullanması ne anlam taşıyor?
Pandora’nın kutusunu açınca ne olduğunu yaşıyoruz. Arap Baharı ile birlikte, Libya’dan sonra Suriye’de Pandora’nın kutusundan çıkanlar geldiğimiz noktayı özetliyor. Bu yüzyılın üç temel rekabet unsuru var: mikro-milliyetçilik, entegrasyon ve öngörülemezlik. Bunların hepsini de bu olaylarda farklı veçhelerde görüyoruz; Suriye özelinde ve Orta Doğu bölgesi özelinde. Türkiye burada, öngörebildiği bütün sonuçlardan uzak kaldı; hatta tam tersi neticelerle karşılaştı. Bu birçok Bölge ülkesinin ya da daha büyük Batılı ülkelerin de sıklıkla başına gelen bir durum. Ama geldiğimiz nokta bir “kontrollü bunalım” noktası; çünkü geçmişte öngörmediğimiz birçok şeyle karşılaştık. Örneğin; Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumunun olabileceği, iki üç yıl önce sıklıkla söylendiği zaman bunun demografik ve coğrafi olarak mümkün olmadığı ifade ediliyordu. Fakat bugün gelinen noktada Kürt koridorunun tamamlanması için Hatay’a kadar olan yerde 100 -150 kilometrelik bir kısım kaldı. “öngörülemezlik” teyit edilmiş oldu.
Demografiyi değiştirecek bir takım olaylar ve hareketler, çatışmalar, göçler yaşandı. Gelinen durum Bölge ülkeleri ve Türkiye açısından asla bir kazanç durumu değil. Burada merkezi sağlam tutarak, mümkünse nefsi müdafaa dışında bir bölgedeki unsurlarla ya da Suriye Şam yönetimiyle bir sıcak savaşa girmeden ya da herhangi başka bir güçle bir sıcak çatışmaya girmeden merkezi kuvvetlendirerek bu sürecin dışarısında kalmaya çalışmak ve oradaki riskleri de minimize etmeye çalışmak temel referans olarak gözüküyor. Çünkü şu anda DAİŞ’i tasfiye ettiğinizde yerine kimin geleceği konusu belirsiz, Türkiye açısından. Kürt unsurlar gelirse, Kürt koridoru tamamlanmış olacak, Türkiye’nin asla istemediği bir şey. Kürt unsurların dışında başka unsurlar gelirse bunu da uluslararası koalisyon güçleri isteyecek mi? İstemeyecekleri yönünde çok güçlü işaretler ve tecrübeler var. Dolayısıyla Türkiye’nin bu süreci bir “kontrollü kriz yönetimi” olarak götürmesi gerektiği kanaatindeyim. Gelinen noktada İncirlik dâhil Türkiye’deki üslerin - ki çoğul ifade Dışişleri Bakanlığı’mızın açıklaması - koalisyon kuvvetlerinin kullanımına açılmış olması da önemli bir zihinsel eşik. Bu anlamda IŞİD’in Türkiye içindeki olası harekete geçirebileceği unsurlar açısından da büyük riskler barındırıyor. Önümüzdeki ayları, belki bir iki yılı çok dikkatli bir güvenlik çerçevesi içerisinde geçirmemiz gerektiği gözüküyor.
Süleyman Hocam, teşekkür ediyoruz bu değerlendirme için. Peki sınırda güvenlik sıkıntısı hep dile getiriliyordu. Ama bu sınırdaki güvenlik sıkıntısı, acaba gerçekten bir sıkıntı mı yoksa atılan adımlar, önemli olarak değerlendirilmesi gereken bir durum mu? Yani; nasıl biz bunun tam anlamıyla önlemini alabiliriz ki! 910 kilometrelik bir alandan bahsediliyor; yani el ele tutuşmuş insanlar ancak bir baraj kurarak buradan geçişi engelleyebilir. Orda nasıl bir güvenlikten bahsedebiliriz? Bununla ilgili nasıl bir çalışma yapılması gerekir?
910 kilometrelik sınırı yüzde yüz garantiyle korumak diye bir şey söz konusu değil. Ama tabi Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok büyük imkân kabiliyeti ve idealizmi var. Siyasi talimat aldıkları sürece başarılı olacaklarına inanıyorum; ama bunun yüzde yüz bir kontrol ve yüzde yüz sızmaları önleyecek bir garanti olduğu kanaatinde değilim. Çünkü oraya bir milyon kişilik bir ordu da indirseniz o coğrafi şartlar içerisinde onu sağlayamazlar. Özellikle geçmişteki sınır sorunlarının, sınırdan kaynaklanan sızıntıların çok fazla olmasının biriktirdiği riskler var. Mülteciler başta olmak üzere… Onlar üzerinde de tekrar durmak gerekiyor; olası bir güvenlik riski içeriyorlar mı içermiyorlar mı diye.
Şu ana kadar verilen tepkinin de biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Belki bu sembolik olarak gerekliydi; dünyaya bir mesaj vermek için; Türk Devleti’ne, toplumuna, halkımıza bir mesaj vermek için. Ama DAİŞ gibi örgütler birer kaldıraç, ölmüyorlar da dirilmiyorlar da. Bunun uzun soluklu bir süreç olduğunu, DAİŞ gibi örgütlerin Bölge’nin şekillenmesi için kullanıldığını da görerek, yakın vadede bir çözüm olmadığını bilerek, bir miktar adrenalini düşürerek devam edeceğini değerlendiriyorum. Çünkü ekonomimiz ve turizmimiz bundan olumsuz etkilenecek, adrenalin yani heyecan, tansiyon uzun süre yüksek devam ederse, bu volümü düşürmek gerektiği kanaatindeyim. Bunun uzun soluklu bir bunalım yönetimi olacağı gözüküyor. Bu açıdan belki bu ilk birkaç günün tepkilerinin böyle büyük olması gerekmiş olabilir. Ama bundan sonrası için buradaki süreci rutin hala getirmek gerektiği kanaatindeyim; çünkü hep keskin ve hemen çok hızlı bir şekilde netice alacağız şeklindeki agresif çıkışlar hep tam tersi sonuçlarla karşılaşmamızı getirdi. Dolayısıyla zaman yönetimi açısından da bu sürecin ve artan tansiyonun biraz düşürülmesi gerektiği kanaatindeyim.
Şunu da sorayım: Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen kınama mesajları, gerek Suruç’taki saldırıyla ilgili olsun 20 Temmuz’da, gerekse dün yaşanan bu olayla ilgili olsun. Sonrasında, Avrupa Birliği’nden gelen, NATO üyelerinin yapmış olduğu açıklamalar, pek çok açıklama var ve Türkiye’nin yanındayız diyorlar. Barack Obama’nın özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak yaptığı telefon konuşmasıyla ilgili detaylar gündeme geldi ve bu detaylarda şu dikkat çekici: “Biz sizin yanınızda her zaman varız; ama sanki birazcık sizi yalnız bıraktık bu dönemde.” Bu itirafı da yaptılar. Şimdi, böylesine itiraflar da varken acaba bu saatten sonra daha da önemli bir mesafe kat edilebilir mi hızlı bir şekilde; yani oradaki güvenlik açısından olsun ya da bu tip münferit saldırılar diyelim, yani bir iki kişinin çıkıp oradan biz DAİŞ adına bu saldırıyı yapıyoruz deyip, bunu da kaydedip bir şekilde ekranlara koyması DAİŞ’in aslında herhangi bir yerden çıkabileceği bir ifadeyi de bizimle karşı karşıya bırakıyor.
DAİŞ diye tanımlanmış bir şey hem var hem yok. Yani yerine göre bir obje, yerine göre bir gerçeklik. Dolayısıyla Bölge’nin şekillenmesi için her şekilde kullanılabiliyor. Bir de oradaki enformasyon akışı, olayların kontrolü, bir devlet otoritesi olmadığı için çok ölçümlenebilir değil. Belki arazideki istihbaratçılar daha detaylı şeyler bilebilirler; ama o da karışık. Analiz edilmesi noktasında karışık konular. NATO ülkelerinin, yani müttefiklerimizin, Amerika Birleşik Devletleri’nin son birkaç günlük yakınlaşmasının da neticesi, üslerin kullanıma açılması olarak çıktı. Orada da “duygusal” bir bağ var, bu yakınlaşmada. Türkiye’de bu koalisyona aktif olarak katılmış oldu; daha önce fiili olarak yani bombardımanlara, saldırılara katılmıyordu. Bu anlamda Türkiye’de ikna edilmiş oldu. Hem iç güvenliği hem dış güvenliği açısından. Bunun kazandıracağı zamanla, Batılı müttefiklerimizle iyi ilişkilerinin getireceği zamanla iç ve dış güvenlik tehditlerini minimize etme noktasında o zamanı iyi kullanmak gerektiği kanaatindeyim. Bu koalisyon beraberliğinin Türkiye’ye doğuracağı çok ciddi sonuçlar da olacak. Tahmin ediyorum ki Devletimiz de bunun senaryolarını yapıp gerekli hazırlıkları yapıyordur.
Terör örgütü DAİŞ’i hedef alan hava operasyonuyla ilgili gün boyu açıklamalar geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, DAİŞ’e karşı ilk adımın kararlı bir şekilde atıldığını vurguladı. Başbakan Ahmet Davutoğlu da operasyona dair bilgi vererek; “Hedefler yüzde yüz isabetle vuruldu” dedi. Biraz fazla mı Suriye ve Türkiye arasında sıkışıp kalmış durumdayız? Irak’a baktığımızda keza yine Türkiye’nin önemli bir sınır komşusu, eski dostlarından diyebileceğimiz bir Irak vardı ve dengeler orda nasıl değişiyor? Sonuçta Irak’ı da unutmamak gerekiyor, sıkıntılı bir bölge.
Yavuz Sultan Selim’in kurguladığına inandığım bir “Türkmen Hattı” var orada. Çok eski, yaklaşık 500 yıllık bir süreç, Doğu seferiyle birlikte. Bu zaman içerisinde de değişik dönemlerde tahkim edilmiş bir hat. Zaman zaman gerilemiş, zaman zaman ilerlemiş; ama Cumhuriyet’le birlikte de o hat korunmaya çalışılmış, desteklenmeye çalışılmış. Ama bu herhangi bir toprak talebi anlamında değil, orada soydaşlarımızın, kardeşlerimizin güçlü olarak durması anlamında, barışçıl bir perspektifte. Fakat; özellikle son 10 - 15 yılda Kuzey Irak’tan başlayarak yaşanan gelişmeler bu Türkmen Hattı’nın büyük ölçüde tasfiye olduğunu gösteriyor. Bunda zaman zaman dönemsel olarak bizim yaptığımız büyük hataların da payı var.
Ne Kuzey Irak’ta ne de Suriye’nin kuzeyinde şu anda oradaki dengeleri etkileyebilecek bir Türk varlığı kalmadı. Gerçekçi olmakta ve bunu söylemekte bir sakınca olduğu kanaatinde değilim. Ancak, var olanları da korumak açısından belki yeni bir perspektife ve yaklaşıma ihtiyaç var. Onları böyle cepheye sürecek, “efendim bu işi kurtarın temizleyin biz arkanızdayız” filan diyecek bir kapasite de kalmadı; yani onları intihara sürüklemek gibi bir şey olur bu şekilde onları cesaretlendirmek. Fakat oradaki mevcut yapıyı koruyabilmemizin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
İkincisi; İran’ın uluslararası sisteme dönüşü; yani Nükleer Anlaşma’nın yapılmış olması… Bunu yaklaşık iki yıldır biz ısrarla bulabildiğimiz her türlü mecrada özelde, genelde söylüyoruz. Bu belliydi; bunun birçok ön işaretleri vardı. İran’ın uluslararası sisteme dönüşü, Bölge’deki Kürtler, ve Kürt koridorunu da ve farklı konuları da çok önemli bir şekilde etkileyecek. Zaten bu krizden en karlı çıkan ülkelerden birisi, biliyorsunuz İran oldu. Irak’ın işgalinden sonra fiilen orda çok büyük bir mevzi kazandı. İran’ın geri dönüşünün çok iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum, güvenlik boyutunda.
Ekonomi boyutunda da, Türkiye ve İran ilişkilerinin ekonomilerinin barındırdığı kapasite açısından mutlaka çok derin bir karşılıklı bağımlılık inşa edilmesi gerekiyor. Bu konuda yeterli gayreti, yeterli seferberliği gösterdiğimiz kanaatinde değilim. Bu ekonomik derinleşme hem karşılıklı olarak iki ülkenin menfaatlerinin örtüşmesi, Türkiye’nin cari açık sorununa katkı yapılması gibi, yüzlerce olumlu sebep doğuracağı gibi en önemlisi Bölge’deki güvenlik politikaları anlamında ve Türkiye’nin istemediği bir takım koridorlar anlamında da İran’la yapılacak olan işbirliğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat önümüzde çok az bir zaman var; yani özellikle bu yapılan anlaşmalar, işte parlamentolarda onaylandıktan sonra ki birçoğu onaylandı, İran’la ilgili uluslararası aktörlerin hızları artacak. Son bir yıldır Tahran’da sayısız Batılı heyet var; ilişki alt yapısını tekrar kuruyorlar; harekete geçmek, yatırım yapmak, bir takım pozisyonlar almak için. “Yedi Kız Kardeşler” diye tabir edilen büyük petrol şirketleri bile Tahran’a döndüler, ön alarak döndüler, hazırlık yapmak için. Dolayısıyla İran’ın nasıl evrileceğinin de Bölge’de bizi ilgilendiren temel güvenlik politikalarında, temel güvenlik politikalarının ve geleceğinin ne olacağı konusunda çok belirleyici olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin - bu anlamda Suriye ve Irak’ta artık çok geç kalınmış olsa da - İran’la hala güçlü bir işbirliği perspektifi olduğu ve bu konuda bir seferberliğe ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.
Peki şunu da hemen ekleyeyim peşine: İran’ın büyük oyuncu olarak dünyaya geri dönmesi, sistemin içine tekrar dahil olması aslında anlaşmanın hemen akabinde; DAİŞ terörünün artık bir şekilde yavaş yavaş tüketilmesi adına İran’ın da ciddi bir oyuncu olacağı yönünde açıklamalar yapıldı, değerlendirmeler yapıldı. Bu yorumları doğru olarak niteleyebilir miyiz? DAİŞ’in bir şekilde ortadan kaldırılması adına İran’ının aktif rol alabileceğine inanıyor muyuz?
DAİŞ’le mücadelede Musul’un düşmesinden sonra zaten İran aktif olarak yer aldı. Özel kuvvetleri cephede hem Kürtlerle hem de Amerika Birleşik Devletleri güçleriyle birlikte savaştılar DAİŞ’e karşı. Çünkü DAİŞ’in ideolojisi temel olarak Şia’yı Hristiyan’dan Yahudi’den ya da herhangi bir din mensubundan daha kötü görüyor. Görüldüğü yerde öldürülmesi gereken insanlar olarak yorumluyor.
İran’ın buna tarafsız, kayıtsız kalması mümkün değil. Ama dediğim gibi DAİŞ bir maşa, bölgesel mimarinin yeniden şekillendirilmesi açısından. DAİŞ’le ilgili mücadele konusunda İran zaten var. Daha etkin de olabilir. Ama Bölge’deki toprak bütünlüklerinin korunması ve ülkelerin istikrarlarının korunması noktasında İran ve Türkiye’nin çok daha fazla işbirliği yapmasına ihtiyaç var. Bildiğiniz gibi 79’dan önce, Şah döneminde İran her zaman Batı’yla ilişkileri çok iyi olduğu için Türkiye’ye karşı bir dengeydi. Yeniden bu rolü, hızlıca edinebilir. Bu da hem Kürt koridorunun Akdeniz’e doğru açılması hem İran’ın Batılı uluslararası sisteme entegre olmasıyla; 2. ligden de olsa nükleer kulübe, %5’lik zenginleştirmeye girmiş olmasıyla, Türkiye’nin stratejik önemini çok riske eden, bütünlüğünü riske eden sonuçlar ortaya çıkarabilir. Bu anlamda - henüz tazeyken ki özellikle son iki yıldır bunu ısrarla ifade ediyoruz - İran’la yapılacak çok iş olduğunu, bunun için de karşılıklı siyasi iradeler ve alt yapı olduğunu; ama biraz özveriyle bütün oyuncuların; yani sivil, resmî, özel sektör anlamında daha etkin olması gerektiği kanaatindeyim.
Fransa ve Hollanda’da Türkiye’ye dair önemli şeyler yazıldı, çizildi dünkü gelişmenin sonrasında. Flaş gelişme olarak duyurulan bir takım haberler oldu. Türkiye’yle sınırlı kalmadı, sınırlarımız dışından gelen tepkiler de elbetteki önemliydi. Türkiye’nin bir şekilde burada aktif olarak rol üstlenmesine dair, ifadeler yavaş yavaş Avrupa medyasında gündeme geliyor.
Kuzey’deki Kürt koridoru eğer tamamlanırsa DAİŞ güneye yönelecektir. Güney’de de Suudi Arabistan başta olmak üzere bu anlamda risk altında olan, bu tür değişik manipülasyonlara açık, alt yapısı tetiklenebilir çok ciddi ülkeler var. Olayın bir boyutu bu. İkinci boyutu daha farklı bir perspektiften baktığımızda - bizim kendi geleneksel literatürümüzden yola çıkarak ifade edecek olursak - bu büyük bir bölgesel fitnedir. Sonuçta ölen de öldüren de bir şekilde Müslümanlardan oluşuyor, Bölge insanlarından oluşuyor. Mümkün olduğunca bu fitnenin dışında kalmakta yarar olduğu kanaatindeyim. Bir takım hassasiyetlerimizin korunması açısından da, nefsi müdafaa dışında gerekmedikçe bu sürecin dışında kalmanın ve merkezi kuvvetlendirmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı
24.07.2015 | TRT Türk Küresel Bakış Programı )
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/19557/kurt_koridoru_iran_ve_turkiye
***