İMAM HATİP LİSELERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İMAM HATİP LİSELERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 45

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 45


28 Şubat 1997’de gerçekleşen Askeri müdahalenin üstünden 17 yıl geçmiş 
olmasına karşın, 28 Şubat sürecinin etkileri hala devam etmekle beraber o dönemin sorunları günümüze ışık tutmaktadır. Bu kalıcı etki ve sorunlar hala gündemde tutulmakla beraber, o kalıcı etki ve sorunlarla da mücadele edilmektedir. Türkiye’nin Askeri müdahaleler tarihinde 28 Şubat’ın nereye ve nasıl yerleştirilmesi gerektiği ise bir başka önemli sorun teşkil etmektedir. Sosyolojik, siyasal ve askeri boyutlarıyla 28 Şubat sürecini değerlendirmek Türkiye’nin dününü değil aslında bugünün ve geleceğini tartışmak ve öngörmek anlamına gelmektedir (Bayramoğlu, 2007, s.11). 

28 Şubat sürecinin bu çok kısa açıklanmasından da anlaşılacağı üzere TSK, 28 
Şubat sürecinde ne doğrudan siyasete karışmış ne de doğrudan bir Askeri darbe 
hareketinde bulunmuştur. Yapılanlar sadece Anayasal ve yasal bir görevin yerine getirilmesi şeklinde ifade edilebilir. 28 Şubat sürecinde yaşanan olayların temelinde özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin korunması amacı ile Türk halkının çoğunluğu, demokratik kurum ve kuruluşlar, medya ve TSK arasında ortaklaşa bir dayanışma sonucunda laik, demokratik rejime sahip çıkmayı hedefleyen demokratik bir girişim şeklinde ifade edilmiştir. Yaşanan bu olay Refah Partisi’nin siyaset alanına girmiş olması, partinin dine dayalı irticayı destekleyen tutum ve söylemlerinin etkisi ile siyasal İslam’ın iktidara taşınmış olmasının yarattığı tehlikenin yakın gelecekte önlenemez boyutlara ulaşması ve ülkeyi karanlık dönemlere sürükleme endişesi ile başlatılmış bir olay ve olgular zincirini ifade eden bir süreçtir. 

7.1.2. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin Türk Eğitim Sistemine Etkileri ile İlgili Bulgular ve Yorumlar 

Bir ülkenin kalkınmasında eğitimin ne denli önemli olduğu tartışılmaz bir 
gerçekliktir. Halkın eğitim seviyesi, o ülkenin gelişmişlik düzeyiyle paralellik gösterir. Bu nedenle ülkede kalkınma hamlesinin istenilen hızda gerçekleşebilmesi için öncelikle eğitilmiş ve eğitimin önemine inanmış yurttaş sayısını artırmak gerekir. Çünkü eğitim seviyesi yüksek olan toplumlarda daha istikrarlı ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir gelişme görülür. Sadece gücü elinde bulunduranların değil, tüm vatandaşların daha iyi bir yaşam sürdüğü, eşitlikçi, özgürlükçü bir çoğulcu demokrasi anlayışının daha iyi yerleştiği, insanlara daha fazla hak ve özgürlüklerin tanındığı, barış ve huzur ortamının 
sağlandığı, refah düzeyi daha yüksek bir toplum söz konusudur (Tok, 2012, s.280). 

Eğitim, devletin varlığını, gücünü ve temel ilkelerini topluma kabul ettirebilmek 
için kullandığı en önemli ideolojik araçlardan birisidir. Devlet, toplumsal düzenlemeyi belirlediği ideolojik amaçlar ve ilkeler çerçevesinde yeniden kurmak için eğitimi kullanmaktadır (Çetin, 2001, s.206). 

Eğitim ile siyasal sistem arasında sıkı bir etkileşim vardır. Eğitim; devletin 
varlığını, gücünü ve temel ilkelerini topluma kabul ettirebilmek için kullandığı önemli ideolojik araçlardan biridir. Devlet, toplumsal düzenlemeyi, belirlediği ideolojik amaçlar ve ilkeler çerçevesinde yeniden kurmak için eğitim sistemini ve eğitim kurumlarını kullanır. Bir yandan toplumun ve bireylerin eğitim alanındaki 
gereksinimlerini karşılarken, diğer taraftan devletin ve ideolojik sistemin geleceğini güvence altına alacak uygun biçimde eğitilmiş bireyleri, grupları yetiştirir (Tok, 2012, s.280). 

Türkiye’de iktidarda bulunan siyasal partiler, parti programlarında belirttikleri 
eğitim siyasalarını MEB aracılığı ile ülke genelinde hayata geçirirler. Eğitim sistemi üzerinde bütün bunları gerçekleştirebilmek için öncelikle gerekli yasal düzenlemeler yapılır, sonrasında gerekli alt yapılar istenilen amaca uygun hale getirilir (Tok, 2012, s.281). 

Eğitim ve iktidar ilişkisi, herhangi bir devletin benimsediği eğitim felsefesinin 
etkisinden uygulamaya koyduğu eğitim politikalarına; bireylerin aileleri ile 
ilişkilerinden okullarda öğretmenleri ile kurdukları ilişkilere kadar geniş bir yelpazenin içinde değerlendirilebilir. Bu bağlamda günümüzde eğitim alanında devletlerin ve iktidarlarda bulunulan hükümetlerin ağırlıklarının olması, eğitim konusunda ürettikleri politikaları önemli hale getirmektedir. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak ise devletin eğitime doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesini ortaya çıkarmıştır. Bu müdahale eğitim politikalarının değişme sinden ders kitaplarının içeriğine kadar olan geniş bir yelpazeyi ifade etmektedir (Şimşek, 2012, s.25-26). 

Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasında ki tek partili yönetimin sona ermesi ve 1950’li 
yıllarda çok partili yaşama geçilmesi ile beraber her alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeni politikalar ortaya çıkmıştır. Özellikle 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi ve sonrasında şekillenen askeri zihniyetle dolu olan eğitim politikaları ve sonrasında kurulan sivil hükümetler ile yeniden şekillenen eğitim sistemi, sonrasında 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile eğitim politikalarına tekrardan müdahale edilmesi oldukça ilginç ve anlamlıdır. Bu klasik darbe ve müdahaleler sonrasında 1990’lı yıllara gelindiğinde ise, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasal atmosfer ve siyasal karmaşa sonrasında ki süreçte 28 Şubat 1997 Tarihi MGK Toplantısında alınan karalar doğrultusunda eğitim alanında yeniden değişiklikler olmuş ve iktidar ile eğitim politikaları arasında ki ilişkiyi bir kez daha gözler önüne serilmiştir. 28 Şubat süreci sonrasında da eğitime tekrardan müdahale edilmiş ve bununla beraber 3 Kasım 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi ve hükümetleri döneminde de eğitime 
müdahaleler olmuş ve eğitim alanında önemli değişiklikler ve yenilikler 
gerçekleşmiştir. 

Genel olarak devletlerin ya da iktidarların zaman zaman eğitime müdahale 
ettikleri görülmektedir. Günümüzde de dünyanın hemen her yerinde devletler eğitime yoğun olarak müdahale etmektedir. Ancak, gerek eğitim sistemindeki başarısızlıkların gerekse çalışmaların devletin eğitime müdahale etmesi gerektiği iddiasını desteklemiyor olması, dünyada devletin eğitimdeki rolünün giderek artan bir biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. 

28 Şubat sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik 
negatif koşulların oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak 
doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır. 

28 Şubat sürecinde meydana gelen gelişmeler neticesinde 18 Haziran 1997’de 
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343). 

28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin Türk Eğitim Sistemine Etkilerine baktığımızda 
ise 28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir. 

“28 Şubat sürecinde” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar 
yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166). 

Türkiye’de çeşitli dönemlerde eğitim seferberliği yaşanmıştır. Cumhuriyetin ilk 
yıllarından itibaren görülen bu eğitim seferberlikleri içinde hem eğitim müfredatının hem de okul binalarının yeniden yapılanmasını sağlayan 1997’den itibaren başlayan son eğitim seferberliği ile olmuştur. Temel eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkarılmasını kapsayan bu eğitim seferberliği müfredatta oluşturduğu temel değişikliklerden dolayı eğitim mekânlarında da köklü değişimleri mecbur hale getirmiştir. 

Özellikle 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ve öncesinde alınan MGK kararlarının 
en önemlileri belki de eğitim alanında gerçekleşmişti. Bu dönemde “8 Yıllık Kesintisiz Eğitim” tartışmaları gündeme gelmiş olmakla beraber meslek liselerinin, özellikle İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararları büyük tartışmalar yaratmıştır. MGK’nın 28 Şubat kararlarının ardından özellikle 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar süren zaman diliminde 14 Ağustos 1997'de 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri dâhil Meslek Liselerinin ortaokul bölümleri kapatıldı. “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim”,16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim modelinin adı olarak anılmaya başlamakla beraber, 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini kapsamaktadır. Zorunlu Eğitim “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kavramında, her öğrencinin sekiz yıl eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade edilmiştir. 4306 sayılı kanun 1997-1998 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlamıştır. Böylece 28 Şubat kararları, 5 yıllık ilkokul ve 3 yıllık ortaokul eğitimi birleştirilerek sekiz yıllık kesintisiz bir ilköğretim sürecinin yasallaşmasını sağlamıştır. Sekiz yıllık eğitimin yasallaşmasında “kesintisiz” ifadesinin kullanılması bazı kesimlerce ortaokul ve lise düzeyinde din ağırlıklı eğitim veren İmam Hatip Okulları’nı etkisiz hale getirmek olarak nitelendirilmiştir. Çünkü bu yıllarda İmam Hatip Okulları’nın sayısı hızla artmakla birlikte bu okulların din adamı yetiştiren okullar olmaktan çıktıkları ifade edilmektedir. Diğer taraftan tüm dünyada temel eğitimin süresinin arttırılması doğrultusunda yapılan tartışmalar ışığında Türkiye’de de toplumsal gelişmelerin gereksinim duyduğu temel eğitimin sekiz yılda verilebileceği savunulmuştur (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.189-190). 

 KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1



***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 44

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 44



TEZİN  ALTINCI BÖLÜMÜ 

6. YÖNTEM 

Bu bölümde, araştırma modeli, evren ve örneklem, veri toplama aracı, verilerin toplanması ve verilerin analizine ilişkin açıklamalara yer verilmiştir. 

6.1. Araştırma Yöntemi ve / veya Deseni / Modeli 

Bu araştırmada nitel araştırma yöntemi kullanılmış ve nitel bir yaklaşım 
benimsenmiştir. “Nitel araştırma; gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama yöntemlerinin kullanıldığı, algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma olarak tanımlanabilir” (Şimşek ve Yıldırım, 2011, s.39). Araştırmada nitel araştırma yöntemlerinden doküman analizi kullanılacaktır. Doküman analizi, araştırılacak olan konu ile ilgili basılı materyallerin incelenmesini gerektirir (Şimşek ve Yıldırım, 2011, s.187). 

Bilimsel araştırmalarda gerçeğin doğasına uygun sistematik ve tutarlı bir sürecin takip edilmesi önemlidir. Nitel araştırmacının bu amaca yönelik olarak araştırmasını planlaması gerekmektedir. Bazen kuramsal bir çerçeve oluşturmak başta mümkün olmasa da, araştırmacı hâlihazırda yapılmış araştırmalardan yola çıkarak kendi araştırma konusunun çatısını yapabilmektedir. Özellikle nitel araştırmada araştırmaya temel oluşturacak kuramsal bir çerçevenin açık bir biçimde oluşturulması gerekmektedir (Yıldırım, 2006, s. 82). 

Araştırma yönteminde araştırmacı sahip olduğu kaynaklar çerçevesinde 
araştırma sorularına cevap vermeyi ve araştırmasını hâlihazırda yapılmış 
araştırmalardan yola çıkarak kendi araştırma konusu çerçevesinde ele alması 
gerekmektedir. 

Araştırma problemin en açık ve ayrıntılı bir biçimde araştırılması ve açıklanması 
için “28 Şubat 1997 Askeri darbesi ve Türk eğitim sistemine etkileri” başlıklı çalışmada 

YÖK tez merkezi, TBMM Kütüphanesi, TBMM Araştırma Komisyon Raporları, 28 
Şubat İddianameleri I-II, Ankara Millî Kütüphane ve ulusal veri tabanları taraması yapılıp; 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ve darbenin eğitim üzerindeki etkileri ile ilgili yapılan çalışmalar başta olmak üzere araştırma konusu ile ilgili kitaplar, gazete haberleri, makaleler, dergiler, köşe yazıları, anılar ve konumuz ile ilgili çalışılmış olan yüksek lisans ve doktora tezleri vb. doküman analizi yoluyla incelenecek ve karşılaştırmalı analizi yapılacaktır. Araştırmada, doküman analizi yoluyla konuların nasıl bir üslupla aktarıldıkları tespit edilecektir. Bu dokümanların analizi ise yoruma dayanmaktadır. 

6.2. Evren ve Örneklem / Araştırma Grubu 

Bu bölümde araştırmaya ait evren ve örneklem tanımlaması yapılacaktır. Evren, 
araştırma sonuçlarının genellemek istendiği elemanlar bütünüdür. Örneklem ise, belli bir evrenden belli kurallara göre seçilmiş, evreni temsil yeterliliği olan kümedir (Yıldırım, 2006, s. 89). 

Evrenin özellikleri, araştırmanın sınırlarını belirtecek şekilde tanımlanmalıdır. 
Örneklem, evreni güvenilir derecede temsil eden ve araştırma için gerekli bilgilerin toplandığı küme olarak tanımlanabilir. 

Araştırmanın evrenini 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ve Türk eğitim sistemi 
üzerindeki etkileri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini ise, 1990-2000’li yıllar arasında gerçekleşen siyasi ve sosyal olaylar başta olmak üzere 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ve darbenin Türk eğitim sistemine olan etkisi oluşturmak tadır. Örneklem de yaklaşık olarak 10 yıllık bir süreç ele alınmış ve bu süreçteki siyasal, sosyal ve ekonomik sorunlar incelenmiştir. Ayrıca çalışmamız ile ilgili olarak konumuz ile ilgili yayınlamış kitaplar başta olmak üzere süreli yayınlar (gazete, dergi ve makale), konumuz ile ilgili araştırma raporları ve iddianameler, çalışılmış yüksek lisans ve doktora tezleri vb. araştırmanın örneklemini oluşturması açısından önemlidir. 

6.3. Verilerin Toplanması 

Nitel araştırma yöntemlerinde en yaygın olarak kullanılan veri toplama yöntemlerinin başında görüşme, odak grup görüşmesi ve gözlem gelmektedir. Bunların yanında çeşitli türdeki dokümanlar da (kitaplar, belgeler, yazışmalar, fotoğraflar, gazeteler, dergiler) nitel araştırmada kullanılan verilere temel oluşturabilir (Yıldırım, 2006, s. 88). 

Veri toplama araçlarında yine görüşmeler, belgelerin toplanması, konu ile ilgili hazırlanan eserlerin incelenmesi ve değerlendirilmesi, kişilerin anlatımlarının 
derlenmesi ve değerlendirilmesi gibi veri kaynakları ve veri toplama yöntemleri de kullanılabilir. 

“28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” başlıklı çalışmada veri toplama aracı olarak, konumuz ile ilgili yayınlamış kitaplar başta olmak üzere süreli yayınlar (gazete, dergi ve makale vb.), konumuz ile ilgili araştırma raporları ve iddianameler, çalışılmış yüksek lisans ve doktora tezleri, konumuz ile ilgili olan belgeler, yazışmalar, söylev ve demeçler, köşe yazıları, fotoğraflar vb. çeşitli türdeki dokümanlar kullanılmıştır. Veriler doküman analizi tekniğine uygun olarak toplanmıştır. Öncelikle konumuz açısından önemli olan ve yukarıda ifade edilen kaynaklar temin edilmiş, bu kaynaklar bilimsel bakış açısı ile incelenmiş, değerlendirilmiş ve derlenmiş daha sonrasında ise verilerin analizi kısmına geçilmiştir. 

6.4. Verilerin Analizi 

 “28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” adlı çalışmada veri analizi olarak betimsel analiz kullanılmıştır. Betimsel analizde elde 
edilen veriler daha önceden belirlenen temalara göre özetlenir ve yorumlanır. Betimsel analiz, derinlemesine analiz gerektirmeyen verilerin işlenmesinde kullanılır (Yıldırım, 2006, s.89). Yapılan bu çalışmamız sonucunda elde edilen veriler betimsel analiz tekniğiyle analiz edilmiştir. Betimsel analiz tekniğinde verilerin, araştırma problemine ilişkin olarak neleri söylediği ortaya çıkmaktadır. Buna göre yararlandığımız kaynaklar, konumuz ile ilgili yayınlamış kitaplar başta olmak üzere süreli yayınlar (gazete, dergi ve makale vb.), konumuz ile ilgili araştırma raporları ve iddianameler, çalışılmış yüksek lisans ve doktora tezleri, konumuz ile ilgili olan belgeler, yazışmalar, söylev ve demeçler, köşe yazıları, fotoğraflar vb. çeşitli türdeki dokümanlar kullanılmıştır. Buna göre “28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” adlı çalışmamızda 28 Şubat 1997 Askeri darbesi araştırılmış ve darbenin eğitim kurum ve kuruluşları üzerindeki etkileri incelenip ilk, orta, lise ve yükseköğrenim kurumları ve 
onların eğitim programlarının yanı sıra Milli Eğitim teşkilatında meydana gelen değişimlerin öncesi ve sonrası karşılaştırmalı olarak ele alınıp incelenmiştir. Bununla beraber sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim ve meslek liselerinin, özellikle İmam Hatip’lerin orta kısımlarının kapatılması kararları büyük tartışma lar yaratması ve eğitim sistemine yeni boyutlar kazandırılması ve bununla beraber hem askeri vesayetin sivil hükümetler üzerindeki etkisi hem de eğitim sistemi üzerindeki etkileri araştırılmaya çalışılmıştır.

TEZİN YEDİNCİ BÖLÜMÜ

7. BULGULAR ve YORUMLAR 

Bu bölümde “28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri” 
adlı çalışmamızın analizi sonucunda elde edilen bulgulara yer verilmiş ve yorumları yapılmıştır. Buna göre “ezber bozan bir darbe” olarak tanımlanan 28 Şubat dönemi, 28 Şubat 1997 tarihi MGK toplantısı ve alınan kararların yanı sıra 28 Şubat sürecinin sebep, sonuç ve yansımalarıyla bütün boyutları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bununla beraber incelenen kaynaklar içerisinde, araştırma konumuz ile ilgili yayınlamış kitaplar başta olmak üzere süreli yayınlar (gazete, dergi ve makale vb.), çalışmamız ile ilgili araştırma raporları ve iddianameler, çalışılmış yüksek lisans ve doktora tezleri, konumuz ile ilgili olan belgeler, yazışmalar, söylev ve demeçler, köşe yazıları, fotoğraflar vb. çeşitli kaynaklardan araştırmamızın amacına hizmet edenler seçilmiştir. 

Hazırlanan çalışmamızda ayrıca Türkiye’de ordunun özellikleri, asker-sivil ve siyaset ilişkileri, askeri eğitim ve MGK’nın yeri ve önemi başta olmak üzere siyaset atmosferinin en yüksek olduğu ve siyasal haberlerin en fazla yayımlandığı 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesi ve sonrasında ki gelişmeler, 28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997 MGK Kararlarının nedenleri ve sonuçları, 28 Şubat süreci içerisinde ki aktif olan çevreler ve ortaya çıkan belgeler, dış politikanın süreç üzerindeki etkisi, 28 Şubat sürecinde ki basın ve medyanın rolü ve 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısı sonrasında yeniden şekillenen Türk Eğitim sistemi ve askeri darbenin eğitim sistemi üzerinde ki etkileri vb. konular bulgulara dâhil edilmiştir. Ayrıca araştırma konumuz dâhilinde 28 Şubat dönemi içerisinde Hürriyet, Sabah, Milliyet, Cumhuriyet vb. gazetelerin sürmanşetler, manşetler, köşe yazıları, siyasal ve dış haberler, güncel olaylar da bulgulara dâhil edilmiş ve araştırma konusu dâhilinde farklı konularla ilgili bilgilere 
ulaşılmıştır. Seçilen konular hiçbir müdahalede bulunulmadan olduğu gibi verilmiştir. 

Daha sonra kitaplardan alınan alıntıların yorumları yapılmıştır. 

7.1. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemine Etkileri ile İlgili Bulgular ve Yorumlar 

7.1.1. 28 Şubat Süreci Nedir, Siyaset mi, Darbe mi? ile İlgili Bulgular ve Yorumlar 

28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleştirilen MGK’da alınan 
kararların uygulama sürecine konulmasıyla başlayan dönemi ifade etmekle beraber, söz konusu sürecin öncesine DYP ve RP arasında 8 Temmuz 1996 yılında kurulan koalisyon hükümetiyle beraber adım adım yaklaşılan bir süreç olarak düşünülebilir (Dilaveroğlu, 2011, s.78). Adını 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısından alan ve Cumhuriyet tarihine “post-modern darbe” diye geçen bu süreç (Erdoğan, 1999, s.5) Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli dönemlerden biri olarak değerlendirilmektedir. Bu dönem içerisinde; siyasi partiler, Cumhurbaşkanı, TSK ve MGK, Anayasa Mahkemesi, üniversiteler, meslek teşekkülleri, sivil toplum kuruluşları ve medyanın hem sistem içindeki gerçek rollerini hem de daha özel olarak ülkeyi olağandışı bir rejime sürüklemedeki katkılarının anlaşılması açısından bir tür laboratuvar olarak da yorumlanmaktadır. Bu dönemin yaşanmasında özellikle medyanın oynadığı ve üstlendiği “rol” özel olarak değerlendirilmektedir (Erdoğan, 1999, s.5). 

Her şeyden önce “28 Şubat süreci nedir?” sorusunun tek bir cevabı yoktur; 
aksine pek çok cevabı vardır. 28 Şubat sürecine ve yaşanan olaylara nereden 
baktığımıza, aktörleri arasında yer alıp almadığımıza, sürecin maliyetlerinden ne kadar etkilendiğimize, daha genelde de demokratik sürece dışarıdan müdahaleye ilke olarak sıcak bakıp bakmadığımıza bağlı olarak vereceğimiz cevabın değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu süreç aktörlerinden bazılarına göre “Demokrasiye balans ayarı yapmaktır” (Öcal, 2009, s.15). Böylece ülkede şeriat ve irticanın etkisi altına girmiş olan demokrasi, 28 Şubat süreci ile tekrar olması gereken yere çekilmiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi aynı zamanda bir askeri darbeler tarihi olarak 
da bilinmektedir. Siyasi tarihimiz içerisinde yaşanan darbe ve muhtıraların altında yatan sebepler arasında irtica ve şeriat tehlikelerin olduğu bilinmektedir. Yaklaşık olarak 50 yıldır genişleyen irtica ve şeriat tehlikeleri karşısında gerekli önlemlerin alınması önerileri bir yana, tam tersine devlet desteğini de alan irticanın giderek laik, demokratik rejimi tehdit eden bir güç oluşturmaya başlaması ve Refah Partisi döneminde de bu tehdidin doruğa ulaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin korunmasını gündeme getirmiştir (Bölügiray, 1999, s.225). Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerine kim sahip çıkacak, demokrasinin önündeki en büyük engel teşkil eden irtica ve şeriat akımlarına kim dur diyecekti? Sorun aslında tam anlamı ile buydu. 

Sorunun yanıtı TBMM ve Hükümet ikileminde aranmışsa da ne yazık ki istenilen cevap alınamamış, çünkü şeriat ve irtica akımları bir nevi TBMM ve Hükümet’in ortaklaşa sonucu büyüttükleri, bu sorun üzerine ödün üstün ödün vererek bugün ki boyutlara gelmesine neden olan partilerin şimdi kalkıp da irtica ve şeriat tehlikesini önlemek için harekete geçmeleri beklenemezdi. Bu durumdan doğan boşluğu TSK’nın doldurması ve yasalara dayanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini koruyup kollaması gerekiyordu (Bölügiray, 1999, s.225). 

TSK’yı harekete geçiren irtica ve şeriat tehlikesinin önlemesi için askerin 
önünde iki seçenek bulunuyordu. Bu seçeneklerin ilki ya bir askeri darbe ve müdahale ile iktidarı ele geçirerek gerekli köklü önlemlerin alınması ya da Anayasal ve yasal zeminde gerekli önlemlerin alınması idi. Bu ikilem içerisinde TSK ikinci seçeneği tercih ederek demokratik bir yönetimi benimseyerek anayasal bir kurum olan MGK’da askeri komutanlar tarafından duyulan kaygılar, halkın ve ordunun duyarlılığı ve alınması gereken önlemleri açıklamış, kurulun asker üyelerinin önerileri hükümetçe de benimsenip onaylanarak yürürlüğe konulmuştur. 

28 Şubat süreci uzun yıllar devam etmiş ve hala devam etmekle beraber bu süreç kimilerine göre “post-modern” darbe olarak nitelendirilmiştir. Kimilerine göre ise herhangi bir güç unsuru olmadan silahlar konuşmadan askerler siyasete müdahale etmiş ve iktidarı değiştirmiş olmakla beraber geleneksel ve klasik darbe araçlarını kullanılmadan aynı sonuçları elde edilmiştir. Yine 28 Şubat’ın mimarlarına göre 28 Şubat 1997 MGK Kararları bir “askeri darbeyi önleme hareketi” olarak ifade edilmiş ve Hükümet politikaları, dış ilişkiler, sosyal ve siyasal olaylar, irtica ve şeriat söylemleri vb. gibi olaylarla gelmekte olan askeri darbe alınan önlemler sayesinde engellenmiştir. 
Bazılarına göre ise 28 Şubat süreci “sivil bir darbe” olarak nitelendirilmiştir. Askeri-sivil bürokrasi, medya ve iş dünyası irtica tehdidi ve laikliğin elden gitmesine karşı el ele vermiş, mevcut iktidara karşı direnişe geçmiş ve yönetimi değiştirmeyi başarmıştır. 
Yine bir başka görüşe göre ise 28 Şubat bir darbe değildir; zira Meclis kapatılmamış, partiler (bir-ikisi dışında) yerinde kalmış, anayasa lağvedilmemiş ve dolayısıyla darbenin tipik şartları gerçekleşmemişti (Kongar, 2000, s. 89-112). 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


45 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 43

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 43



28 Şubat 1997, ASAYİŞ, BÖLÜCÜ,KURAN KURSLARI, EMNİYET, GÜVEN, HUZUR, İRTİCA, harp okulları, kuran kursları,
medya, REFAH YOL, REJİM, SİYASİ YAPI, TEHLİKE, 8 YILLIK ZORUNLU EĞİTİM, İMAM HATİP LİSELERİ,

5.1.6.9. Katsayı uygulaması (1997-2011 Arası) 

28 Şubat 1997 öncesinde, Türkiye’de üniversiteye giriş sisteminde genel liseler 
ile meslek liseleri arasında herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildi. Öğrencilerin hangi liseden geldiklerine bakılmaksızın aynı sınava tabi tutulurlar ve bu sınavda gösterdikleri başarı oranında üniversitelere yerleştirilirlerdi. 
28 Şubat süreci ile bu durum kökten bir değişikliğe uğradı. MGK’nın, 28 Şubat 
1997’de “irticai faaliyetlere karşı mücadele çağrısını” içeren bir bildiri yayınlaması ile birlikte tüm dengeler alt-üst oldu. YÖK, meslek liselerinin ağırlıklı ortaöğretim puanlarının, ÖSS’de alanlarında bir okulu seçerlerse 0,5, alanlarının dışında bir okulu seçerlerse 0,2 ile çarpılmasını kararlaştırdı ve böylece katsayı sorunu doğdu. 

Aslında yaşanan bu sorunun temeli, hesaplama yönteminin değiştirilmesinden 
ötürü meslek liselerinden mezun öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarında daha fazla soru yapsalar bile genel lise mezunlarından daha az puan almaları ve dolayısıyla üniversitelere girememeleriydi. Meslek lisesi öğrencileri üniversite sınavında doğru cevapları çok düşük bir katsayı ile çarpıldığı için genel lise öğrencilerinden çok daha fazla soruyu doğru çözseler bile daha az puan aldıklarından başarısız sayılıyorlar ve hak ettikleri üniversiteleri okuma imkânları ellerinden alınıyordu. Bu ayrımcı uygulamanın öncelikli hedefi, İmam-Hatip liseleri idi (Komisyon, 2012, s.385-386). 

28 Şubat süreci olarak bilinen dönem ülkemizde bazı alanlarda ciddi 
değişikliklere yol açmış, siyasi iktidarlar el değiştirmiş, başta eğitim olmak üzere pek çok alanda yeni düzenlemelere gidilmiştir. 28 Şubat süreci ile birlikte uygulanmaya başlayan sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasının din eğitimi ve özelde ise İmam Hatip Okulları üzerindeki etkilerini bilinmektedir. Özellikle 1973’te yürürlüğe konulan Milli Eğitim Temel Kanunu ile bütün mesleki ve teknik liselerle imam hatip okullarının da liseye çevrilip İmam Hatip Lisesi adını alması ve mezunlarının üniversiteye girme hakkı elde etmesinden sonra bu okullar sık sık tartışma konusu olmuştur. Mezunların büyük bir azimle ve gayretle çalışıp dini yükseköğrenim kurumları dışında başka yükseköğrenim kurumlarında da öğrenim görmeye başlamaları bazı kişi veya kesimleri rahatsız etmiştir (Soylu, 2013, s.75). Çünkü onlara göre; İmam Hatip Lisesi mezunlarının kendi alanlarındaki mesleki (dini) yüksek öğretim kurumları dışındaki fakülte ve yüksek okullara gitmeleri mevcut Cumhuriyet rejimi ve Laiklik açısından sakıncalı idi. Bu konuda siyasi parti mensupları arasında sık sık tartışmalar yapılmıştır.  Bir kısım gazete ve köşe yazarları ve bazı üniversite öğretim elemanları bu konuda yazılar yazmış, TV programlarında konuşmalar yapmışlar dır. Hatta bazı öğretim üyeleri her yıl kendi fakültelerinin hangi bölümüne kaç İmam Hatip Lisesi mezunu girdiğini tespit ederek kamuoyuna deşifre etmişlerdir. İmam Hatip Liseliye karşı soğuk bakan ve birtakım kuşkular duyan kesimlerden bazıları açıkça, bazıları ise zımnen İmam Hatip Lisesi mezunlarının başka alanlarda tahsil yapmaya yönelmelerini devleti ele geçirme planı olarak nitelendirmişlerdir. Onlar bu tür maksatlı iddialarıyla rejim ve laiklik konusunda hassas olan kişi veya kesimleri İmam Hatip Lisesi ve mensupları aleyhine şartlandırmışladır (Öcal, 2011, s.305). 

Yaşanan bu olumsuz gelişmelerin ve bu tür tartışmaların yoğun olarak devam 
ettiği bir dönemde 28 Haziran 1996 günü Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında ve DYP lideri Tansu Çiller’in Başbakan Yardımcılığında 54. Koalisyon Hükümeti olarak bilinen Refah-Yol Hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasıyla Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. 

Yukarıda konu ile bağlantılı olarak anlatılan İmam-Hatip Liselerinin orta 
kısımlarının kapanmaması için yapılan miting ve gösterilerin yanı sıra sağ kesimdeki pek çok siyasetçinin çabalarına rağmen 16 Ağustos 1997 tarih ve 4306 sayılı zorunlu 8 yıllık ilköğretim kanunu mecliste kabul edilerek yürürlüğe girmesi sonucunda bu konudaki çabalarda bir anlamda sonuçsuz kalmıştır (Gökaçtı, 2005, s. 245). “Kesintisiz” kavramına ortaöğretim kurumlarının bünyelerindeki ortaokulların, bu arada özellikle de İmam- Hatip Liseleri orta kısımlarının kapatılmaları sonucunu doğuracak bir mana yüklenmek istenmekte dir. Bu anlayışa göre “kesintisiz” kavramı tek çatı ve tek idare altında, yönlendirmeye yer vermeyen tek tip bir programa göre sekiz yıllık eğitimin bölünmeden sürdürülmesi şeklinde anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. 
Bu anlayış bilimsellikten uzak, ülke imkân ve ihtiyaçlarını dikkate almayan, ideolojik olmanın ötesinde savunulabilir bir gerekçesi bulunmayan ve uygulamaya konulduğu takdirde, diğer meslek okullarıyla birlikte özellikle İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları ve Kur’an Kursları’nı kapatmakla sonuçlanacak bir yaklaşıma dayanmaktadır (Soylu, 2013, s.78). 

8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, hem 
imam hatip okullarının orta kısımları kapatılmış hem de kesintisiz eğitim uygulaması nedeniyle çocukların ilköğretim I. kademe sonrası (ilkokul) Kur’an kurslarına gitme imkânları ellerinden alınmıştır. Bu durum zaman içerisinde Kur’an kursu öğrencilerinin cinsiyet ve yaş grubu dağılımlarının da farklı şekilde değişmesine yol açmıştır. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması öncesinde daha çok 11-12 yaş arası çocuklar Kur’an kurslarına kayıt yaptırırken, zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkmasından sonra 14- 15 yaş sonrası gençlerin bu kurslara kayıt yaptırdıkları görülmüştür (Bahçekapılı, 2012, s.85). 15 Eylül 1997 sabahı okullar 8 yıllık zorunlu eğitim yaptırmak üzere öğretime açılmış ve İmam Hatip Liseleri ile orta kısımları olan diğer meslek liseleri orta kısımlarına artık yeni kayıt yapmadan öğretime başladılar. Mili Eğitim Bakanlığı’nca İmam Hatip Liseleri’nin 2. ve 3. sınıflarına geçmiş bulunan öğrencilere öğrenimlerine bu okulda tamamlama zorunluluğu getirildi. İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması yanında, İmam Hatip Liseleri üzerine yapılan yanlış politikalar ve yayınlar sebebiyle bu okullar ve okullarda okuyan öğrenciler üzerinde ciddi bir psikolojik savaş yürütülmeye başlanıldı. Bunlara ilaveten YÖK’ün ve ÖSYM’nin (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) Anayasa ve yasaların açık hükümlerine rağmen, uygulamaya koyduğu katsayı farkı da, öğrencilerin bu okullara olan ilgisini olumsuz yönde etkilemiştir (Bahçekapılı, 2012, s.132). 

1999 yılında alınıp aynı yıl uygulamaya konulan katsayı kararıyla; lise 
mezunlarının orta öğretim başarı puanları 0,5 ile çarpılarak belirlenirken, mesleki ve teknik liseler ve İmam Hatip Lisesi mezunlarının orta öğretim başarı puanları 0,2 ile çarpılarak belirlenmiştir. Bu uygulama ile lise mezunları ile meslek lisesi mezunlarının başarı puanları arasında- meslek lisesi mezunları aleyhine- 25-30 puanlık bir fark oluşturulmuştur (Öcal, 2007, s. 543). Bu uygulanan katsayı sadece İmam Hatip Liselilerini değil bütün meslek liselilerini etkilemiştir. 

Bu adaletsiz ve haksız rekabet normal lise mezunlarına göre meslek lisesi 
mezunlarının ÖSS puanlarının daha küçük katsayı ile çarpılmasını, her iki öğrenci sınavda aynı puanı almış olsa bile istediği bölüme yerleştirilme aşamasında aralarında büyük farklar doğmasına neden olmuştur. Bu kat sayı düzenlemesiyle; İmam Hatip lisesi mezunlarının siyasal, tıp, hukuk gibi branşlara geçiş yapması engellenmiştir. Bu tarihten sonra imam hatiplerdeki öğrenci sayısı iyice düşmüştür (Taslaman, 2011, s. 222). 

2003-2004 eğitim-öğretim yılına gelindiğinde ise; lise mezunlarının ortaöğretim 
başarı puanları hesaplanırken 0,8 ile mesleki ve teknik lise mezunlarının ortaöğretim başarı puanları hesaplanırken;0,3 ile çarpılarak hesaplanması kararlaştırılmıştır. Son karar ve uygulama meslek lisesi mezunlarının aleyhine 40 ila 50 puanlık fark ortaya koymuş ve bu sebeple artık meslek lisesi mezunlarının kendi ilgi alanlarındaki yükseköğretim kurumlarının dışında herhangi bir fakülte veya bölüme girmeleri imkânsız hale gelmiştir (Öcal, 2007, s. 543). 

28 Şubat sürecinin eğitim boyutu içerisinde önemli bir yer teşkil eden katsayı 
sorunu 1999 yılından beri uygulanmaya konulmuş ve 2002 yılından itibaren iktidara gelen AKP Hükümetlerinin önemli uğraş alanlarından biri haline gelmiştir. YÖK başkanının değişmesiyle birlikte ilk defa ciddi anlamda adımlar atılmaya başlanmış, 21 Temmuz 2009 günü YÖK toplantısında yükseköğretim kurumlarına geçiş sınavlarında uygulanmakta olan (alan içi, 0,8; alan dışı 0,3) katsayı farkı uygulamasına son verilmesi kararlaştırılmıştır (Öcal, 2011, s.348, Bahçekapılı, 2012, s.124). YÖK’ün katsayı farkının kaldırdığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra İstanbul Barosu Başkanı, katsayı farkının iptali için dava açmış ve Danıştay 8. Dairesi 20.11.2009 günü oy birliği ile aldığı kararla (Danıştay, Esas No:2009/6890) YÖK’ün aldığı katsayı kararını iptal etmiştir. YÖK’ün 21 Temmuz 2009 günü yüksek öğretim kurumlarına geçiş sınavlarında uygulanan katsayı farkını kaldırmasını ifade eden 1266 sayılı Karar’ının 
ardından Danıştay’ın iptal kararı sonrasında ortaya çıkan hukuki boşluğun doldurulması zorunluluğu karşısında, herhangi bir karışıklılığa meydan vermemek için, yürütmesi durdurulan 1266 sayılı Karar’ın 3.,4., ve 5.maddelerinin (katsayı farkının kaldırılmasını ifade eden maddeler) yerine YÖK üniversiteye girişte yeni bir sistem geliştirmeye çalışmıştır (Bahçekapılı,2012, s.127). 

Yapılan bütün bu çalışmalar neticesinde YÖK, 17 Aralık 2009 Perşembe günü 
aldığı yeni kararla lise ve meslek liseleri arasındaki puan farkını iyice azaltan bir çözüm önerisinde bulunmuş; buna göre, üniversite adaylarının “alan” larıyla ilgili program tercihlerinde AOBP (Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları) 0,15 alan dışı tercihte 0,13 ile çarpılarak belirlenmesini kararlaştırdı. Bu kararla YÖK, üniversiteye girişte adaylar arasında uygulanan katsayı farkını 0.02’ye indirmiş ve alınan bu kararla ÖSYM’nin düzenlediği üniversiteye giriş sınavlarında, genel lise mezunu ile meslek lisesi mezunlarının eşit sayıda doğru cevap vermeleri halinde, meslek lisesi çıkışlıların aleyhine 8-10 puanlık bir fark ortaya çıkmakta dır (Öcal, 2011, s.348-349, Aydın, 2010, s. 27). 

Ancak Yükseköğretim konusuna dikkat kesilen İstanbul Barosu, YÖK’ün almış 
olduğu bu katsayı uygulamasını da yargı kararlarının uygulamama olarak yorumlayarak yürürlüğünün durdurulması için yeniden Danıştay 8.Daireye yeniden dava açmıştır. Danıştay 8. Dairesi de 27.01.2010 günü “1998 yılından itibaren uygulanan hukuka uygunluğu yargısal kararlarla istikrar kazanmış farklı katsayı uygulaması ile dava konusu karar alınıncaya kadar uygulanmakta olan alan içi tercihlerde 0,8, alan dışı tercihlerde 0,3 katsayısının esas alınacağına ilişkin düzenlemenin değiştirilerek alan içi 0,15, alan dışı 0,13 katsayı farkına dönüştürülmesine ilişkin dava konusu kararın hukuken geçerli bir sebebe dayanmadığı gibi Yargı kararlarının gereklerine aykırı olduğu ve yargı kararlarının geçersiz kıldığı sonucuna ulaşılmıştır.” Şeklinde ki açıklaması ile YÖK’ün 17.12.2009 tarihli 6 maddeden oluşan kararlarının 2.,3.ve 4.maddelerine yönelik olarak yürütmenin durdurulması isteminin oy birliği ile kabulüne, koşullar oluşmadığından 6.maddesine yönelik yürütmenin durdurulması isteminin oy çokluğu ile reddine karar vermiştir (Soylu, 2013, s.81). 

YÖK genel kurulu önce “eşit” katsayı sistemini belirlemiş, daha sonrasında ise 
0,15-0,13 oranlarının Danıştay’dan dönmesinin ardından, YÖK Genel Kurulu yeni katsayılar belirleme çalışmalarına başlamıştır. Bu çalışmalara göre; alan içi 0,15 ve alan dışı 0,12 olacak şekilde belirlenmiş ve böylece aradaki fark 0,01 oranında açılmıştır. Bu karala meslek liseleri farklı alanlarda üniversiteye girmek isterlerse genel liselerle aralarında en fazla 15, en az 3 puanlık bir fark oluşacaktı. Danıştay’ın yürütmeyi durdurduğu 0,15-0,13’lük karar ise en fazla 10 puanlık bir fark oluşturuyordu (Bahçekapılı, 2012, s.128). Tüm bunlar yaşanırken aslında olan üniversite sınavlarına hazırlanan gençlere oluyor ve yargı ile YÖK arasında yaşanan katsayı farkın konusunda ki çekişme öğrenci lerin, belirsizlik, dışlanmışlık, panik, hayal kırıklığı gibi psikolojik süreçleri yaşamalarına sebep oluyordu (Aydın, 2010, s.26). 

Bütün bu yaşananlara genel olarak baktığımızda; 1998 yılında YÖK’ün aldığı 
kararla meslek lisesi öğrencilerinin kendi alanları dışında yükseköğretim programı seçmeleri ve farklı alanlardan tercihte bulunmak isteyen genel lise öğrencilerinin orta öğretim başarı puanlarının diğer öğrencilerinkinden farklı bir katsayı ile çarpılması uygulaması başlamıştır. Bu düzenleme ile 50-60 puanlık farkların meydana gelmesi İmam-Hatip Liseleri’nde okuyan öğrencilerin yükseköğretime yerleşmelerinin zorlaştırılması amacıyla çıkarıldığına dair eleştiriler almıştır. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK Başkanı olmasından sonra katsayı uygulamasına tümden son verilmek istenilmiştir. Bu yönde alınan kararın Danıştay tarafından iptal edilmesinden sonra katsayı uygulaması 2009’da YÖK tarafından alan içi tercihlerde 0,15; alan dışı tercihlerde 0,13 olarak düzen lenmiştir. Bu kararın da Danıştay tarafından iptal edilmesiyle uygulama alan içi 
tercihlerde 0,15; alan dışı tercihlerde 0,12 şeklinde tekrar düzenlenmiş ve bu uygulama son iki yılda uygulanan sınavlarda uygulanmıştır. 01.12.2011 tarihinde ise 1998 yılından itibaren uygulanmakta olan genel ve meslek liselerde okuyan öğrencilerin yüksek öğretime yerleşmelerinde önemli bir yere sahip olan orta öğretim başarı puanının çarpılacağı farklı katsayı uygulamasına YÖK Kurul Üyeleri’nin oybirliği ile aldıkları kararla son verilmiştir. Buna göre tüm öğrencilerin orta öğretim başarı puanlarının 0,12 katsayısı ile çarpılarak elde edilecek puanın YGS/LYS’den alınacak ham puana eklenerek yerleştirmeye esas puanın hesaplanacağı bir uygulamaya geçilmiştir (Şimşek, 2012, s.215). 

Katsayı farkının kaldırılmasıyla birlikte yaklaşık 10 yıldır sürdürülmekte olan bir 
dayatmaya son verilmiş, 28 Şubat sürecinin ürünü olan ve toplumda ayrımcılığa, dışlanmışlığa sebebiyet veren bir uygulamadan vazgeçilmiştir. Bu uygulama, on yıldır sadece imam hatip lisesi mezunlarını mağdur etmemiş aynı zamanda mesleki ve teknik eğitimi de mağdur etmiştir (Soylu, 2013, s.85). 

Post-modern darbe sürecinde uygulamaya konulan planlardan birisi de, İmam 
Hatip lisesi mezunlarının yargı kurumları ve kamu yönetimlerinden uzaklaş tırılmasıdır. Darbeci zihniyetler, İmam Hatip Liselerini sürekli bir engel olarak görmüşler, bu öğrencilerin önünü kesmek için fırsat kollamışlardır. 

Yargının, darbe süreçlerinde emir komuta zinciri içerisinde hareket etmesi için, 
İmam Hatip okulları gündeme alınmış önce bu okullarda öğrenim gören kız öğrenciler için, "imam olamayacaklarına göre, İmam Hatiplerde kız öğrenciye gerek bulunmadığı" türünden iddialarla, kız öğrencilerin İmam Hatip liselerine girişleri engellenmeye çalışılırken, "İmam Hatiplerde öğrenim gören öğrenci sayısının, Türkiye'nin imam ihtiyacının çok üzerinde olduğu" gerekçesiyle de öğrenci sayısı azaltılmaya çalışılmıştır (Komisyon, 2012, s.387). 

 KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


44 İNCİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 38

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 38




5.1.6. “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” Kararının Tarihi MGK’da ki Serüveni 

 XV. Milli Eğitim Şurası’nın toplanma amacı genel olarak “2000’li yıllarda ki Türk Eğitim Sistemi” idi (Çetinkaya, 2005, s.82). Toplanan şurada özellikle istenen 
amaç, 2000’li yıllarda Türk Milli Eğitim sisteminin hedef, ilke ve politikalarını belirlemek, özellikle yönlendirme ve yeniden yapılanmayı tartışmak, yeni yüzyılın gereklerine uygun, çağdaş eğitim sistemi kurabilmek için bütün toplumu sürekli olarak öğrenen, kendini yenileyen, değişen koşullara uygun bilgi ve beceri kazanabilen bir yapıya kavuşturmak ve bu amaçla ilköğretimde 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçmek vb. önemli konular şuranın toplanma amaçları arasında yerini almıştır (MEB, XV. Milli Eğitim Şûrası, 1996). 

XV. Milli Eğitim Şûrası ile oluşturulmak istenen Türk Eğitim sistemi çağdaşlarından belki ileriydi ama geri değildi. Bu şurada, Türkiye’nin eğitim yapısı için çağdaş çözümler üretmişti. Şûrada alınan en önemli karar olan “8 yıllık temel eğitime geçilmesi” kararı 4306 sayılı yasa ile 1997’de uygulamaya konulmuş olması, XV. Milli Eğitim Şurası’nda hem alınan kararlar olarak hem de alınan kararların yaşama geçirilmesi bakımından şuranın en önemli başarısıydı (Deniz, 2001, s. 92). Bu şuranın toplanma amacı ileri ki yıllarda daha iyi anlaşılacaktı. Çünkü 28 Şubat 1997’de toplanan tarihi MGK sonrasında açıklanan 18 maddelik kararlar arasında yerini alan ve yıllarca tartışmalara sebep olacak 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesinin temelleri XV. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.82). 

“8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kararının nasıl çıktığını anlamak için 28 Şubat 1997 MGK Toplantısından yaklaşık olarak 9 ay öncesinde toplanan XV. Milli 
Eğitim Şurası kararlarına, belki de daha öncesine 1994 yılında yapılan yerel seçimlere bakmakta fayda vardır. Özellikle 27 Mart 1994 tarihinde yapılan yerel seçimlerde RP büyük bir başarı elde etmiş, seçimlerden adeta zafer kazanarak çıkmıştı. Bu zafer başta İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını almış olması sonucunda toplum mühendislerini harekete geçirmiş ve “Siyasal İslam’ın” belediyeleri alması ve dini hassasiyeti olan insanların kamu kurum ve kuruluşlarında etkinlik kazanması bazılarını endişelendirmişti (Çetinkaya, 2005, s.83). Bu endişe ortamı içerisinde, RP’nin 24 Aralık 1995 Genel seçimlerinde % 21 oy oranı alması ve birinci parti konumuna gelmesi bazı kesimlerin endişelerinin daha da artmasına sebebiyet vermiştir. 

RP’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerindeki bu başarısının ardından toplumda ve kamuoyunda “İslami kesimin neden bu kadar teveccüh gördüğü” tartışılıyordu. Bu bağlamda 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra İslami kesime tavizler verildiği gibi görüşler dile getiriliyor ve bunun yanında RP’nin, İmam-Hatip Liselerinin ve Kuran Kurslarının faaliyetleri desteklemesi ve bu kurumların arkasında olduğu imajını yansıtması bu büyümenin ve teveccühün en önemli perde arkasıydı. Bu büyüme bazı kesimlerin daha da endişelenmesine neden olmuş ve “Buna önlem alınmalı ve siyasal İslam’ın önüne geçilmeliydi” şeklinde kamuoyunda bir algı oluşturulmak istenmiştir. 

RP artık birinci parti olmuştu; ama kesinlikle hükümet olmamalıydı (Çetinkaya, 2005, s.83). Basın ve medya organları başta olmak üzere kamuoyunda İslami kesim ve RP adına büyük bir psikolojik hareket başlatılmış, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan “Hükümet Kurmamalı” söylemleri günlerce TV kanallarında ve gazetelerde yer edinmişti. Böylece ülkede ki siyasi tansiyon iyice yükselmiş ve sonunda ANAP ve DYP koalisyon hükümeti kurulmuş ve siyasetin yüksek olan tansiyonu düşürülmeye çalışılmıştır. Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümeti döneminde MEB Turan Tayan’a verilmiş olması bazı kesimler tarafından “Askerin Sevdiği Bakan” şeklinde yorumların yapılmasına sebebiyet vermiştir (Akpınar, 2001, s.146). 

Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan bu dönem içerisinde hemen “restorasyon” faaliyetleri ile örtüşen çalışmalara başlamış ve 13 Mayıs 1996’da XV. Milli Eğitim 
Şurası toplanmıştı. Şuranın en önemli konusu 2000’li yıllarda ki Türk Eğitim Sisteminin nasıl olması gerektiği konusu idi. Ancak toplantının günler öncesinde 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi gündeme gelmiş ve tartışmalar şura öncesinde başlamıştı. Şura hakkında kamuoyunda hâkim olan ortak kanı İmam-Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatmak olduğu yönündeydi. Aslında kimse 8 yıllık zorunlu eğitime karşı değildi. Çünkü 8 yıllık zorunlu eğitim 1946’dan beri uygulanmak istenen projeydi. 1946 yılında ki III. Milli Eğitim Şurası’nda ele alınan bu konu I. Nihat Erim Hükümeti programında da yer almıştır. Sonraki dönemlerde de toplanan eğitim şuralarında da bu konu ele alınmış ve hükümet programlarında yer almıştır. Toplanan şuralarda eğitim konuları görüşülmüş ve 8 yıllık eğitimin “Kesintili mi ya da kesintisiz mi” uygulanacağı tartışma konusu olmuştur. Çünkü XV. Milli Eğitim Şurasına kadar işleyen süreçte 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” olacağı söylenmiyordu. Aksine ilköğretimin ikinci kademesi olan 
6. , 7. ve 8. sınıflarda öğrencilere yönlendirilme yapılması arzu ediliyor, yani 5+3 modeli uygulanmak isteniyordu. Bakanlığın Şura öncesinde de yapmış olduğu çalışmalar bu yöndeydi (Çetinkaya, 2005, s.84). Bu bağlamda geniş katılımlı ve oldukça geniş alanı kapsayacak çalışmalar neticesinde, 13 ayrı bölgeden gelen raporlar neticesinde 8 yıl mecburi eğitimin kesintisiz olmasına karşı çıkıyor, 5+3 modelinin pedagojik olarak daha uygun olacağı yönünde görüşler bildiriliyordu. 

Şura, “Parasız Eğitim” talebiyle MEB önünde toplanan sol görüşlü bir grubun gösterisi ile başlamış olmakla beraber şura da; İlköğretim ve Yönlendirme, Ortaöğretim Yeniden Yapılanma, Yükseköğretime Geçişin Yeniden Yapılandırılması, Eğitimin Finansmanı ve Toplumun Eğitim İhtiyacının Yeniden Karşılanması adı altında beş ayrı komisyon kurulmuştur (Çetinkaya, 2005, s.84). 

Özellikle yapılan bu çalışmalar ve kurulan komisyonlar sonrasında 8 yıllık eğitim konusunda çalışmalara başlanmış ve özellikle dikkat çeken noktalardan biri, 
Bakanlık tarafından üyeleri belirlenen 117 kişilik komisyonda çoğunlukla “Kesintisiz eğitimi” savunan isimler dikkat çekmekteydi. Yani komisyon genelde “Kesintisiz eğitimi” savunanlardan meydana geliyordu. 

Türk Eğitim Sendikası, zorunlu eğitimin kesintisiz olmasına karşı iken Eğitim Sendikası ise; zorunlu eğitimin kesintisiz olmasını savunuyordu. Bununla beraber eğitim konusunda yine siyasilerin, askerlerin ve bürokratların görüşlerinin yanı sıra eğitime pedagojik olarak yaklaşanlar “kesintisiz” kararının çıkması çabası içerisindeydiler. ÖNDER (İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği) gazetelere ilanlar vermekle beraber bu ilanlarda “8 yıllık zorunlu eğitimin ülkemiz için faydalı olacağı, eğitim seviyesinin yükselmesi ile beraber daha ileri seviyelere yükseleceği inancını taşıyorlardı. Bunun yanında 8 yıllık eğitime karşı olmak bir tarafa ülkemiz şartları elverir ise eğitimin 11 yıl olması ülkemiz için daha faydalı olacağı kanısındayız” şeklinde açıklamalar yapıyorlardı. Ancak zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasının İmam Hatip Liselerinin kapanmasına vesile kılınmak istenmesi kabul edilmez bir durumdur. 8 Yıllık zorunlu eğitimde Başbakan Tansu Çiller’in de ifade ettiği gibi “5+3 yıl uygulanmalı, 5. yıldan sonra öğrenciye diploma verilerek, öğrenci zorunlu eğitimini istediği yerde (klasik lise, kolej, meslek lisesi, çıraklık okulu, Kur’an 
Kursları mesleki kurslar, imam hatip liseleri vb.) eğitimini tamamlayabilmelidir. 5. Yıldan sonra diploma verilmeyerek 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına gidilmesi tamamen İmam Hatip Liselerinin kapanmasına yönelik bir harekettir ve ülkemiz düşmanlarının bir oyunudur” (Çetinkaya, 2005, s.86-87) şeklindeki görüş bildirmeleri oldukça anlamlıdır. 

Eğitim konusu artık sadece toplanan şuranın en önemli gündemi olmakla kalmamış ülkenin gündemi haline gelmişti. Özellikle toplanan Milli Eğitim Şurasına 8 yıllık kesintisiz eğitim damgasını vurmuştu. Eğitim konusunda ülkede 14 Şura toplantısı yapılmış ancak hiçbiri bu kadar ülke gündemine oturmamıştı. Ülke ve gündem adeta 8 yıllık kesintisiz eğitim konusuna kilitlenmişti. TV Kanalları ve gazeteler yorumlar yapıyor, bazı gazeteler eğitime önem veriyor, eğitim hakkında görüşler açıklanıyor ve şura üyeleri üzerinde adeta baskı kurmaya çalışılıyordu. 

Eğitim konusu ülke gündemi meşgul ederken, Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM Başkanı Mustafa Kalemli ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel toplanan şuraya 
katılmış ve hiçbir şuraya katılmayan ve şura gündemlerinden adeta habersiz olan devlet erkânının şuraya bu kadar ilgi göstermesi oldukça dikkat çekiciydi. 

İlköğretim ve Yönlendirme Komisyonu’nda beklenen gerçekleşmiş ve İmam Hatip Lisesi, Anadolu lisesi ve bazı meslek liselerinin 3 yıllık orta kısımlarının 
kapatılarak ilköğretimin kesintisiz yapılması kararı 28’e karşı 58 oy ile karara bağlanmıştı. Bütün bu yaşanan gelişmeler ile beraber gerçeği aslında kimse görmemişti. 
Önceden planlanmış olan sistem işletilmeye konulmuş ve Şura’dan “Kesintisiz Eğitim” kararı çıkmıştı. XV. Milli Eğitim Şurası’nda konu ile ilgili olarak resmi karara baktığımızda: “Yakın bir gelecekte 5-6 yaş okul öncesi eğitim ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, 8 yılın sonunda tek tip diploma verilmeli, 9. sınıf liseye ya da mesleki teknik eğitime yönlendirme yılı olmalı; böylece ilköğretim zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır. Çocukluğun tam yaşandığı, çocukların kendilerini, ailelerinde çocuklarını tanıdığı bu dönemde bulunanlar çırak yapılmamalıdır. Uzun vadede zorunlu eğitim 18 yaşını kapsayacak şekilde düzenlenmelidir” (Çetinkaya, 2005, s.88-89). 

İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarını kapatacak bu karar nihayetinde tavsiye kararı mahiyeti taşımaktaydı. Çünkü Milli Eğitim Şuraları Bakanlığın danışma organı niteliğinde olup verdiği kararların herhangi bir bağlayıcılığı yoktu. Bunun en önemli göstergesi ise şuralarda alınan yüzlerce kararın gerçekleşmemiş olmasıydı. 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı bir anlamda hükümet krizine dönüşmüştü. Bu karar sonrasında ANAP ve DYP Koalisyonu ortaklığında kurulan hükümet içerisinde gerilimler yaşanmıştır. Şuranın toplanmasından 15 gün önce basın ve medya organlarına, ANAP yönetiminin yaklaşmakta olan kongre öncesinde muhafazakâr kanada daha şirin gözükmek amacıyla 53. Hükümet programında 8 yıllık eğitim ile ilgili ilkelerin saptırıldığı haberi yansımış ve buna göre ANAP grubuna korsan bir programın dağıtılmış olması temel eğitimin 3 yıllık ikinci kademesinde “din, teknik ve sanat gibi alanlarda” yönlendirilmeye işlerlik kazandırılacağı ifade edilmiştir. Bu atılan adımlar DYP kanadından tepki ile karşılanmış ve hükümete destek veren CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tarafından da tepki ile karşılanmış olmakla beraber eğitimin 8 yıla çıkarılmasının sulandırıldığını ifade etmiştir (1 Nisan 1996), Sabah, s.1. 



Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan çok geçmeden çalışmalara başlamış ve 8 yıllık kesintisiz eğitim kapsamında İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılacağını ifade etmiştir. Ancak yapılması gereken hala önemli işler bulunuyordu. Bu işler içerisinde önemli bir nokta dikkat çekiyor ve bazı kesimler imam hatip lisesi mezunlarının devlet bürokrasisi içerisinde yer almasını istemiyorlardı. Çünkü üniversite sınavlarında beklenenin üzerinde başarılı olan bu öğrenciler kendilerine biçilen “imamlık” rolünün dışına çıkıyor ve çeşitli meslek dallarına yöneliyorlardı. Öncelik olarak bu konuda çalışmaların yapılması gerekiyordu. Talim ve Terbiye Kurulu toplanan XV. Milli Eğitim Şurası sonrasında Mayıs ayı içerisinde bir toplantı daha yapmış, toplantıda lise öğrencilerine çeşitli alanlar verilmesi ve bu alanlara göre üniversitelere girilmesi istenmiştir. Toplanan bu kurul ortaöğretimde alan belirleme işlemini gerçekleştirerek İmam Hatip Liselilerinin üniversiteye giriş sürecinde alansız bırakmıştı. Yani bu karar bağlamında imam hatip liseli öğrencilerin alanı olmayacak hukuk, siyasal, uluslararası gibi bölümlere girmeleri engellenecekti. Netice itibariyle de 
beklenen oldu ve imam hatip liseleri, başlayan yeni süreçle beraber sadece İlahiyat Fakültelerine öğrenci gönderecek düzeye getirildi. Bu yeni uygulama ile beraber 1999 yılında YÖK tarafından üniversiteye giriş sisteminin değiştirilmesi ve meslek lisesi öğrencilerine düşük kat sayı uygulaması ile imam hatip liselerinin sınavda bu tür alanlara girmesinin tamamen engelleneceği süreçte böylece başlamış oldu (Çetinkaya, 2005, s.90-91). 

Eğitim sisteminde yapılan bu köklü değişim ülke gündemini adeta etkisi altına almış olmakla beraber siyasi yaşam literatüründe “Zoraki Nikâh” diye ifade edilen Ana-Yol Hükümeti’nde de işler pekiyi gitmiyordu. Hükümet kendi içerisinde ki hesaplaşmaların içine düşmüş ve DSP’nin desteği ile yoluna devam ederken büyük bir darbe de Anayasa Mahkemesinden gelmiştir. RP’nin eylemleri sonrasında hükümetin güvenoyu iptal edilmiş ve bununla beraber RP 27 Mayıs 1996’da Başbakan Mesut Yılmaz hakkında gensoru önergesi vermiştir. Bu eylem karşısında Başbakan Mesut Yılmaz, gensorunun görüşülmesini beklemeden 6 Haziran 1996’da istifa ederek hükümetten çekişmiştir. Bu bağlamda doğal olarak dönemin MEB Turan Tayan’ın da görevi sona ermiştir. 

Mesut Yılmaz Hükümetin düşmesinden sonra dönemin MEB Turan Tayan ile başlamış olan 8 Yıllık kesintisiz eğitimin ne olacağı da tartışma konusu olmuştur. 

Bilindiği üzere siyaset boşluk kaldırmazdı. Mesut Yılmaz Hükümetinin istifası üzerine RP lideri Necmettin Erbakan Başbakanlığında ve DYP lideri Tansu Çiller ortaklığında kurulacak olan Refah-Yol Hükümeti’nin temelleri atılmaya başlanmıştı. RP kanadı 8 yıllık eğitim konusunda Ana-Yol Hükümeti’nin MEB olan Turan Tayan’a karşı tavır almıştı. Turan Tayan kurulacak kabinede yer almış olsa bile kesinlikle Milli Eğitim Bakanı olmayacağı görüşü parti kanadında hâkim olmuştur. Beklenen olmuş, Turan Tayan kabinede yer almıştı. Ancak asker tarafından sevildiğini ifade eden Turan Tayan, Milli Eğitim Bakanlığına değil de Milli Savunma Bakanlığına getirilmiştir. 

Yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti protokolünde eğitimle ilgili 4 maddeye yer verilmiş ancak şu iki madde oldukça dikkat çekici olmuştur: 

1. Zorunlu eğitim, 8 yıla çıkarılacak, öğrencilerin ilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli meslek alanlarında eğitim görebilmeleri için ilköğretimin ikinci kademesinde yönlendirme sistemine işlerlik kazandırılacaktır. 
2. YÖK yeniden düzenlenecek ve sadece koordinasyonun sağlanmasında sorumlu bir yapıya kavuşturulacaktır. 

Yukarıda ki ifade edilen maddelerden 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” uygulanmayacağı sonucu ortaya çıkıyordu. Ancak askeri kanadın bu anlamda hassas olduğu hem 8 yıllık kesintisiz eğitim hem de üniversiteleri 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden bu yana elinde tutan YÖK ile ilgili kararı oldukça tepki çekeceği anlaşılıyordu. 

Refah-Yol Hükümeti’nin koalisyon ortağı olan DYP, 8 yıllık kesintisiz eğitim konusunda ortağı olan RP’nin tepkisini çekmek istemiyordu. Dönemin DYP’li Milli 
Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’da kesintisiz eğitim modelini zaten benimsemiyordu. Kesintisiz eğitim konusunda ki görüşünü, TBMM’de 1 yıl sonrasında vermiş olduğu ret oyu ile de ispat etmiştir. Ana-Yol Hükümeti döneminde Milli Eğitim Bakanı olan ve askeri kanat tarafından sevildiğini ifade eden Turan Tayan ise XV. Milli Eğitim Şurası’ndan itibaren kesintisiz eğitim modelinin mimarıydı (Çetinkaya, 2005, s.92). 

Türkiye’de eğitimin kesintili mi kesintisiz mi olacağı tartışmaları devam ederken RP’nin iktidara gelmesi ile ülkede ki gerilim ortamı daha da artmıştı. Bütün bu yaşanan olaylar laik kesim tarafından dikkatle izlenmekle beraber ülkede ki laiklik tartışmaları başlamış, toplumda adeta bir kutuplaşma ortamı yaratılmış ve askeri kanat basın ve medya organlarını kullanarak çeşitli açıklamalar yapmaya başlamıştı. Özellikle bu dönem içerisinde RP lideri Necmettin Erbakan’ın yurt dışı gezileri özellikle, olay yaratan ve ülke gündemini derinden etkileyen Libya gezisi ve sonrasında yaşananlar başta olmak üzere İran gezisi, Taksim’e cami projesi, Kudüs gecesi, başbakanlık resmi konutta verilen iftar yemeği, kurban derilerinin toplanması, karayolu ile hacca gitme, imam hatip liseleri, başörtüsü sorunu ve Susurluk olayı ile yaşananlar ülkede bulunan gerilim atmosferini daha da yükseltmekle beraber siyasetin tansiyonunu da etkilemiştir. 

Bütün bu yaşanan olaylar kamuoyunda dikkatle izlenmekle beraber basın ve medya organları tarafından da her geçen gün yaşanan olaylar manşetlerde yer alıyor ve toplumda bir kutuplaşma ortamı yaratılmak isteniyordu. Siyasetin bu yüksek tansiyonu 28 Şubat 1997 günü adeta tavan yapmış ve kamuoyunda “post-modern darbe” olarak bilinen ülkenin geleceğine yön verecek olan 18 maddelik tarihi MGK kararları alınmıştır. Alınan bu kararların 3 maddesi doğrudan MEB ilgilendiriyordu; Bu kararlara baktığımızda; 

. “8 yıllık kesintisiz eğitim uygulanmaya konulmalı, Kur’an kursları MEB’e devredilmelidir. 
. Tarikatlara bağlı özel yurt ve okullar Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devredilmelidir. 
. Atatürk inkılaplarına sadık din adamları yetiştirmek için, eğitim kurumları Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.” 

28 Şubat MGK Kararlarının açıklanması sonrasında RP dışında, ANAP, DYP, DSP ve CHP temsilcileri hükümeti beklemeden bir araya gelerek 5 yıllık temel eğitimin 8 yıla çıkarılması için 5 Mart 1997 hazırlamış oldukları ortak yasa teklifini TBMM Başkanlığına sunmuşlardır (Çetinkaya, 2005, s.93). 

Yaşanan bu gelişmelere başta askeri kesimler olmak üzere diğer birçok kurum ve kuruluşlar destek veriyor, 1994 yerel seçimleri ve 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkan RP’nin gücünün her geçen gün artığını, siyasal İslam’ın yaygın bir güç haline geldiğini sayıları her geçen gün artan İmam Hatip liseleri ve Kur’an kursları hakkında acilen bir önlem alınması gerektiğini düşünüyorlardı. Korku ve endişe içerisinde bulunan kamuoyunda artık bir restorasyon dönemi başlamalı, imam hatip liselerinin orta kısımları kapatılmalı, bütün bireyler 8 yıllık tek tip eğitim sürecinden geçtikten sonra isteyenler Kur’an kurslarına gidebilmeli, imam hatip liselileri sadece imamlık mesleğine yönelmek dışında başka mesleklere yönelimleri engellenmeli, tarikat okulları ve yurtları kapatılmalıydı. 

28 Şubat tarihi MGK sonrasında eğitim ilgili kararlar alınmış ve sıra bu kararların uygulanmasına gelmişti. Refah-Yol Hükümeti’nin bu kararları uygulamaya 
hiç niyeti olmamakla beraber alınan bu MGK kararlarının bir tavsiye niteliği hükmünde olduğunu ifade ediyordu. Yaklaşık 1 ay boyunca bu kararların uygulanmalı-uygulanmamalı tartışmaları yapılmış olmakla beraber uygulanma dığında ortaya çıkacak sorunlar üzerinde durulmuş ve netice itibariyle kararların uygulanacağı bir atmosfer oluşturulmuştu. 

28 Şubat sürecinin askeri kadrosu alınan kararlardan memnun olmakla beraber bu kararların uygulanması konusunda ısrarcıydı. Asker, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi sonrasında da 8 yıllık temel eğitimi istemiş ve bu yönde çalışmalar başlatılmıştı. Başlatılan bu çalışmaların ANAP dönemi içerisinde rafa kaldırıldığı bilinmekle beraber son 28 Şubat MGK toplantısında alınan bu kararların ülkede ki siyasal İslam’ın ve dinsel yükselişin önünü keseceği tahmin ediliyordu (10 Mart 1997), Yeni Yüzyıl, s.1. 

28 Şubat sürecinin askeri kadrosu alınan kararlardan memnun olmakla beraber bu kararların uygulanacağından yana tavır almıştır. 8 yıllık kesintisiz eğitim ile ilgili haberler askeri harekete geçirmiş ve MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç hükümetin uygulamaları ile ilgili ziyaretler düzenlemeye başlamıştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’ı ziyaret eden MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç; 8 yıllık eğitimin “kesintisiz” olması yönündeki düşüncelerini ifade etmiş ve sonrasında Diyanet işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Nevzat Ercan’a giderek “Atatürk’ün din düşmanı ve vatan haini olarak gösterildiği ve Kur’an Kursları’ndan duyulan rahatsızlığı” ifade etmiştir (8 Mart 1997), Hürriyet, s.1. 

Askeri kanat, Kur’an Kursları ile ilgili hazırlamış olduğu raporu daha öncesinde de MGK’nın sivil üyelerine sunmuş ve bu kurslarda eğitim gören öğrencilerin nasıl yemin ettiklerine ilişkin videokasetlerini göstermiştir. Bu yeminlerin içeriğine baktığımızda öğrencilerin “Şeriat Devleti” için savaş andı içtikleri ve Atatürk hakkında ağır ifadelerin kullanıldığı bilinmektedir (5 Mart 1997), Milliyet, s.1. 

Yaşanan bütün bu gelişmeler adeta hükümet üzerinde psikolojik bir baskıyı ifade etmekle beraber asker, 31 Mart 1997 MGK toplantısında hükümete süre tanımaya karar vermiş ve yapılan toplantıda 28 Şubat 1997 MGK karaları gündeme alınmamıştır. Askeri kanat 28 Şubat kararları ile ilgili değerlendirmeyi Nisan ayı sonunda ki yapılacak olan toplantıya bırakmış ve askeri komutanlar kararların uygulanması konusunda gelişmeleri izlemek üzere MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç’ı görevlendirmişlerdir. Org. İlhan Kılıç; MGK adına uygulamaları izleyecek ve komutanlara raporlar hazırlayacak ve bu hazırlanan raporlar MGK toplantılarında açıklanacaktı (Akpınar, 2001, s.230). 

28 Şubat karalarının uygulanmasındaki bu gecikmeler koalisyon ortağı DYP içerisinde de karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştur. Darbe söylentilerinin ortaya çıkması, kuvvet komutanlarının Başbakan Erbakan hakkındaki sözleri yüksek olan siyasetin tansiyonunu her geçen gün daha da yükseltiyordu. Askeri kanat, RP’nin hükümet olmasından dolayı hükümetin koalisyon ortağı olan DYP lideri Tansu Çiller’e adeta kızıyorlardı. Bütün bu yaşanan olumsuz gelişmeler Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez ve Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın istifası ile alevlenmiş ve DYP içerisinde ki çözülmeler böylece başlamıştı. 

Bu gelişmeler sonrasında 26 Nisan 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısında asker, hükümetin irtica ile olan mücadelesini samimi bulmadığını açıklamış ve yeni bir süreci başlatmıştır. Kamuoyunda askerin darbe yapmak niyetinde olmadığını; ancak bu kez görevin “Silahsız Kuvvetlere” düştüğünü ifade eden askeri kanat, işlerin sivil toplum örgütlerinin eli ile yapılacağını vurgulamış ve Genelkurmay karargâhında verilen brifinglerle bu süreç başlatılmıştır. Asker, işçi-işveren kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, medya ve yargı mensupları ile açıktan temas kuruluyor, MASK’ın değiştiğini, irticayla mücadele için gerekirse silah bile kullanılabileceğini ifade etmişlerdir (Çetinkaya, 2005, s.95-96). 

26 Nisan 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısından sonra asker, “Silahsız Kuvvetler Devrede” diyerek artık yeni bir sürecin başladığını ifade etmiştir. 28 Şubat kararları ve sonrasındaki eğitim ile ilgili olan konulara özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim tartışmaları damgasını vurmuş ve herkesin ortak paydası haline gelmiştir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Deneğinden, Türk Kadınlar Birliğine; TOBB’dan Ziraat Odaları Birliğine kadar herkes 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması ve Kur’an Kurslarını kapatılmasını istiyorlardı (Çetinkaya, 2005, s.96). Bu yaşanan gelişmeler ülkede ki İmam Hatip lsiselerinin ve Kur’an kurslarının varlığını artık tartışma konusu haline getirmiştir. 

11 Mayıs 1997’de İmam Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmaması için İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen miting gösterisi adeta bir provokasyona dönüşmüştür. Özellikle İmam Hatip liselerinin ve Kur’an kurslarının geleceği için toplanan göstericiler arasında Cumhuriyet ve laiklik ilkelerini savunan kişilerin çıkması ile olaylar daha da artmış ve koalisyon ortağı RP milletvekili Yasin Hatipoğlu’nun 8 yıllık eğitimle ilgili olarak MGK’ya göndermeler yapması ve 160 milletvekili adına sine-i millete döneriz çağrısı daha büyük tepkilerin artmasına neden olmuştur (Çetinkaya, 2005, s.97). Meydana gelen bu olaylar kamuoyunda büyük bir huzursuzluğun doğmasına neden olmuştur. İmam hatip ve Kur’an kurslarının geleceği hakkında yapılmak istenenler toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmüyordu. 

Bununla beraber “Silahsız Kuvvetler” olarak nitelendirilen sivil toplum kuruluşları artık her alanda varlığını hissettirmeye başlamış idi. 19 Mayıs 1997’de ki kutlama törenlerinde Başbakan Erbakan adeta yuhalanmış ve RP’li bazı kimselerin kasetleri elden ele dolaşır hale gelmiştir. Bütün bu yaşananlar hükümet üzerinde kurgulanmaya çalışılan psikolojik hareketlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmış ve darbe söylentileri arasında DYP’den yine istifa sesleri ve kopmalar başlamış ve Hüsamettin Cindoruk başkanlığında kurulan DTP çatısı altında birleşmişlerdir. 

Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmeler sonrasında, Türk siyasal hayatında ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası olan, tarihe “28 Şubat Süreci” olarak geçen bir dönemin RP ve DYP ortaklığında kurulan, yaklaşık 11 ay görevde kalan Refah- Yol Hükümeti’nin dağılması ile sonuçlanmış gibi gözükse de aslında bu süreç sonrasında askerlerin; Refah-Yol Hükümeti’nin dağılması sonrasında Genelkurmay Karargâhında ki subaylara verilen brifinglerde bazı üst düzey komutanların şu sözleri söylediği ve daha sonrasında ise kamuoyuna yansıtıldığı bilinmektedir; “Arkadaşlar! Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa silahlı kuvvetler öncülüğünde, sivil toplum örgütleri ve halkın desteğiyle Türkiye’yi laiklikten uzaklaştırmaya çalışan güçler engellenmiştir. Bu, silah kullanılmadan rejimin öz gücü ve sivil inisiyatif ile yapılan post-modern bir darbedir” (Akpınar, 2001, s.329) şeklinde ifade edilmiştir. 

Refah - Yol Hükümeti’nin düşürülmesi sonrasında, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. ANAP, DSP 
ve DTP’ den oluşan ve CHP’nin de dışarıdan destek verdiği Anasol-D Koalisyon Hükümeti kurulmuş olması ile beraber askeri kanat MEB’in ve Diyanet İşlerinden 
sorumlu bakanlıkların DSP’ye verilmesi arzulamış ve bu şekilde daha doğru olacağını ifade etmiştir. Çünkü ANAP içerisinde bulunan Korkut Özal, Cemil Çiçek gibi 
muhafazakârların 8 yıllık eğitim konusunda ki görüşleri herkesçe biliniyordu. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in bu iki önemli bakanlığı istemesinde ki temel amacı ise 
“laik-anti laik” tartışmaları sırasında CHP’ye gittiği sanılan oy potansiyelinin yeniden sağlanması ve bu kurumların ANAP’lı yöneticilerin elinden alınmasının daha doğru 
olacağı düşüncesi idi. Netice itibariyle DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit amacına ulaştı ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde sıkıyönetim komutanlığı yapan MGK eski sekreteri 
emekli korgeneral Ragıp Uluğbay’ın kardeşi Hikmet Uluğbay Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiştir. 

Anasol-D Hükümeti’nin koalisyon protokolüne baktığımızda; ülkeyi 54’üncü hükümet tarafından içine düşürüldüğü rejim ve devlet bunalımından kurtarmak, 
toplumda ki gerginliği ortadan kaldırarak uzlaşmayı sağlamak, ahlaki yozlaşmayı durdurmak, kamu yönetiminde ki yıpranmaya son vererek temiz toplum özlemini 
gerçekleştirmek, ülke ekonomisini tekrardan üretken hale getirmek ve devletin saygınlığını artırmak, laik, demokratik Cumhuriyet’i güçlendirmek amaçları ile 
kurulduklarını ifade etmişlerdir. 

Protokolde ki eğitimle ilgili maddeler ise şöyleydi; “8 yıllık zorunlu ve kesintisiz temel eğitim uygulamaya konulacaktır. Anayasanın 24’üncü maddesine uygun olarak, 
temel eğitim kurumlarında zorunlu din kültürü ve ahlak öğretimine devam edilecek; bunu dışında ki din öğretimi ve eğitimi ailelerin istemesine bağlı olarak, “devletin 
gözetim ve denetimi” altında verilecektir. Ülkenin geleceğinin ve çağdaşlaşmanın öncüsü olan gençlerimizin eğitim ve öğrenim sorunlarına özel bir önem verilecektir. 
Eğitimde sadece fırsat eşitliği değil olanak eşitliği de sağlanacaktır. Eğitimin tüm kademelerinde, Atatürk ilke ve inkılaplarını özümsemiş, milli, manevi ve ahlaki 
değerlerimizi benimsemiş, bilimsel düşünceye yatkın, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış insanlar yetiştirmek temel amaç olacaktır” 
(Çetinkaya, 2005, s.99-100) şeklinde ifade edilmiştir. 

Anasol-D Hükümeti’nin göreve başlaması üzerinden daha 1 ay bile geçmemiş iken 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi tekrardan gündeme gelmiş konu adeta kriz ve 
hükümet kavgasına dönüşmüştür. 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi, 22 Temmuz 1997’de yasa tasarısı olarak meclise sunulmuş ancak öncesinde ANAP’lı bazı 
bakanların Bakanlar Kurulunda yasayı imzalamaması tekrardan kavganın çıkmasına sebebiyet vermiştir. Sabah saat 5’e kadar süren Bakanlar Kurulu toplantısında “8 yıllık 
kesintisiz eğitim meselesi” ele alınmış DSP’li Bakanlar yasa tasarısını imzalanmış ve Bakanlar Kurulundan ayrılması sonrasında yasa tasarısı ANAP’lı Bakanlar arasında 
uzun bir süre tartışılmıştır. Yaşanan bu kavga sonrasında çıkan krizin temel sebebi ise; DSP’li Bakanların Kur’an Kurslarının MEB’e bağlanması isteği üzerine çıkmış ve daha 
sonra DSP’li Bakanlara “Kur’an kursları Diyanet’te kalacak ama denetimin MEB’in yapacağı” bir ara formül iletilmiş ve bu konu üzerinde DSP’li Bakanlar ikna olunca 
konu uzlaşı ile çözümlenmiştir (23 Temmuz 1997), Milliyet, s.1. 

Anasol-D Hükümeti’nin 8 yıllık kesintisiz eğitim ve Kur’an kursları konusundaki tutumu hükümet içerisinde kavga ve kısa süreli bir kriz ortamının 
yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç’ı harekete geçirmiş ve Başbakan Mesut Yılmaz’ı ziyaret eden Org. İlhan Kılıç 
görüşmeden ayrılırken gazetecilerin soruları karşısında; “8 yıllık kesintisiz eğitime bu yıl geçilecek” açıklamasını yapmıştır. 

MEB Hikmet Uluğbay, 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası daha meclis gündemine gelmeden jet hızıyla işe koyulmuş ve illere birer genelge gönderen Bakan Uluğbay; 
yasanın uygulama esaslarını belirleyerek il ve ilçelerde “8 yıllık kesintisiz ilköğretimin uygulamasını izleme ve icra kurullarının” oluşturulmasını istemiştir. 

8 yıllık kesintisiz eğitim yasası mecliste görüşülürken DYP lideri Tansu Çiller ve eski MEB Mehmet Sağlam’ın yasa hakkındaki düşünceleri yasaya muhalefet 
olmaları bazı kesimlerin tepkisini çekmiştir. MGK’nın 31 Mayıs’ta ki toplantısının zabıtları kamuoyuna açıklanıyor ve o dönem içerisinde “kesintisizi” savunanların nasıl 
bir U dönüşü yaptıkları anlatılıyordu. Eski Bakanın yasa hakkında ret oyu kullanması ve bu durumun medyaya sızdırılması skandal haber olarak ülke gündeminde yer etmiş ve 
sonrasında seçim bölgesi Kahramanmaraş’ın DYP’li ilçe ve belediyelerde ki hayali kadroları sahte evraklarla bakanlığa aldığı yönündeki haberlerle eski MEB Mehmet 
Sağlam hakkında adeta siyasi linç girişimleri başlatılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.101). 

28 Şubat sürecinde gerek basın ve medya organları, gerekse muhalefet partilerinin etkin bir konumda bulundukları bilinmekle beraber bunların üzerinde asıl önemli ve potansiyel gücün asker olduğu herkes tarafından bilinmekte idi. Bu süreç içerisinde özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi aylarca tartışılmış TBMM’de sabahlara kadar süren 37 saatlik çalışma sonrasında 277 milletvekilinin oyu ile 16 Ağustos 1997 tarihinde yasallaşmıştır. ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Süha Sevük üniversitenin açılış konuşmasında; “Hepimiz kabul etmeliyiz ki Türk silahlı kuvvetlerinin baskısı olmasaydı, parlamentomuz bu kanunu çıkaramazdı” (24 Eylül 1997), Hürriyet, s.1 şeklindeki açıklaması askeri baskı olmasaydı 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı çıkmazdı şeklinde yorumlanmıştır (Çetinkaya, 2005, s.101). 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kararının tarihi MGK’da ki serüveni genel olarak bu şekilde gerçekleşmiş olmakla beraber sonuç olarak 8 yıllık kesintisiz 
eğitim ve Kur’an kursları konusunda başarıya ulaşılmıştır. Bu bağlamda İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılacak, ilköğretimi bitirmeden hiç kimse Kur’an kurslarına gidemeyecekti. 

Uzun ve mücadeleli sürecin sonunda perde arkasında fırtınaların koptuğu eğitim meselesinde yukarıdaki kararlar alınmış (Çetinkaya, 2005, s.102) ve Türkiye’nin 
2000’li yıllarında ki eğitim sistemi ve uygulanacak olan eğitim politikalarına olan etkisi karar sonrasında da tartışılmış ve günümüzde de hala tartışılan konular 
arasında yerini almıştır. 



KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


39 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***