GÜNCEL GELİŞMELER IŞIĞINDA., TÜRK DIŞ POLİTİKASININ GELENEKSEL PARAMETRELERİNE BİR BAKIŞ.,
Güncel Gelişmeler, Türk Dış Politikası, Geleneksel Parametreler, Bir Bakış, Dr. O. Can Ünver, Ortadoğu, Balkanlar, Akdeniz, Kafkasya, Karadeniz,
Dr. O. Can Ünver*
*EKOAVRASYA YAYIN KURULU BAŞKANI
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2
www.ekoavrasya.net
TÜRKİYE’NİN İÇİNDE BULUNDUĞU BÖLGE, DEĞİŞEN KÜRESEL KOŞULLAR NEDENİYLE DE GİDEREK AĞIR VE ÇÖZÜMÜ GÜÇLEŞEN YENİ SORUNLARI ORTAYA ÇIKARMAKTA, BU SORUNLAR VASITASIYLA BÖLGESEL GÜÇ OLMA
İDDİASINDAKİ TÜRKİYE’NİN DAHA DA GÜÇLENMESİNİN ÖNÜNE GEÇİLMEK İSTENMEKTEDİR.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaşırken yakın coğrafyasında tarih boyunca siyaseti belirleyen ve bitip tükenmek
bilmeyen kronik meselelerin iç ve dış güvenliğini tehdit etmesi olgusuyla karşı karşıyadır. Ortadoğu, Balkanlar, Akdeniz, Kafkasya ve Karadeniz’in kuzeyi devam eden veya her an patlamaya hazır krizlere sahne olmakta, mevcut çatışmaların çözümü hususunda olumlu işaretler görülmemektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, değişen küresel koşullar nedeniyle de giderek ağır ve çözümü güçleşen yeni sorunları ortaya çıkarmakta,
bu sorunlar vasıtasıyla bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin daha da güçlenmesinin önüne geçilmek istenmektedir.
Bu durum hakkında yorum yaparken küresel koşulların dayatmasının dikkate alınması kadar farklı bölgesel ve küresel aktörlerin rekabeti ve çıkar çatışmalarının da göz önüne alınması gerekmektedir. Söz konusu aktörlerin güncel siyasal ve ekonomik nüfuz mücadelesi bölgedeki taşları yerinden oynatmış; etnik, ekonomik, siyasal ve askeri nitelikli çatışma odakları Türkiye’nin çevresini sarmıştır. Bu durum, bir imparatorluğun mirası üzerinde oturan, ancak günümüzde imparatorluk politikaları gütme imkân ve kabiliyetine sahip olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politika parametrelerini de etkilemiş
bulunmaktadır.
O halde geleneksel dış politika parametrelerini muhafaza gerekliliği de düşünülerek Türkiye’nin dış politikadaki pozisyonu gelecekte nasıl bir gelişme
gösterecektir?
Bu makalede Türk dış politikasının mevcut konumunun dışında hangi farklı ufuklara yönlenebileceği ve pozisyonunu koruması için nasıl bir tutum takınmasına ilişkin görüşlerimiz ele alınmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 250 yıl süren bir duraklama ve yıkılış dönemi yaşayan Osmanlı Devleti’nin mirasını devralan bir ulus-devlettir.
Devlet yeniden kurulmuş, fakat tabiatıyla bulunduğu coğrafya değişmemiş, bölgesinin müzmin sorunları zaman içerisinde değişkenlikler de gösterse,
hemen her dönemde Türkiye’nin dış politikasının belirleyicisi olmuştur. Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Akdeniz, Karadeniz ile Ege ve Akdeniz’deki gelişmeler Türk dış politikasını devamlı sınayan gelişmelerle doludur. Sorunlarla ve bazen de tehditlerle bezenmiş böyle bir coğrafyada öncelikli parametre
tabiatıyla güvenlik olmaktadır.
Cumhuriyetin kurulması zorlu bir kurtuluş mücadelesinin ardından yokluklarla yaşanan bir dönemde gerçekleşmiştir.
Millet, yüzyıllar süren ve kuşakları yok eden savaşların peşinden küllerinden doğmuş, barış ve huzur içinde kalkınmayı öngören bir yaklaşımla sonraki
kuşakların artık harpler tarafından öğütülmesine müsamaha göstermemiştir.
Fakat dünyanın konjonktürü daha ilk büyük savaşın yıkıntıları ortadan kalkmadan çok daha yıkıcı ikinci büyük savaşı getirip Türkiye’nin sınırlarına
dayatmıştır.
Ülkenin güvenliğine odaklı yüksek menfaati hiç kuşkusuz bu savaşın dışında kalmayı zorunlu kılmıştır.
Nitekim devletin tavrı bu doğrultuda olmuş ve Türkiye barışçılık ilkesini muhafaza etmeyi bilmiştir.
Böylece hem büyük bir yıkım, hem de büyük ihtimalle galip güçlerden Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında dağılan uydularından biri olma tehlikesi
bertaraf edilmiştir.
Fakat girilmeyen dünya savaşı sonrasında coğrafya dayatmalarını bitirmiş değildir.
Stalin’in Kars ve Ardahan’ın ilhakı ihtirası ve Boğazlar üzerindeki hukuk dışı talepleri Türkiye’nin karşılaştığı tehlikelerin pek kolaylıkla
geçmediğinin en güçlü kanıtlarıdır. 1946-1950 arası Sovyet diktatörünün iç ve dış güvenliğimizi tehdidinin yaşandığı zorlu yıllardır.
Sonuç olarak bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruma konusunda Cumhuriyetin kuruluşundan beri duyarlılık gösteren Türk dış politikası esasen belki de çok arzu edilmeyen bir kamplaşmanın tarafı olmaya itilmiştir.
Bu noktada güvenlik mülahazalarının bilhassa öne çıktığı konusunda tereddüt yoktur.
Kore Savaşı’na bir tugayın gönderilmesi ve bine yakın şehit verdikten sonra da Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) giriş, genellikle Türkiye’nin Cumhuriyet
dönemindeki tercihinin daima batıdan yana olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Bu kanaatimizce kısmen doğrudur.
Türkiye’nin, “muasır medeniyetin” ulaştığı seviye olarak Batı uygarlığını benimsemiş olduğu ve Tanzimat’tan itibaren devletin ve toplumun
gelişmesini “Batılaşmada” gördüğü sahihtir.
Fakat bu benimseyiş, körü körüne Batı’nın askeri ve siyasi kampında yer alma tercihini içermemiştir.
Sovyet tehlikesi ile karşı karşıya kalan Türkiye, güvenliğinin bu şekilde teminat altına alınacağı düşüncesinden hareketle ve biraz da çaresizlikten
bu yönde tercihini kullanmıştır.
Bunun için de bir bedelin ödenmiş olmasını yadırgamamak gerekir. Bu noktada Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada öncelikli kaygısının güvenlik olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Türkiye’nin dış politikasını belirleyen diğer önemli parametre ise ekonomik kalkınmadır.
İDDİASINDAKİ TÜRKİYE’NİN DAHA DA GÜÇLENMESİNİN ÖNÜNE GEÇİLMEK İSTENMEKTEDİR.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaşırken yakın coğrafyasında tarih boyunca siyaseti belirleyen ve bitip tükenmek
bilmeyen kronik meselelerin iç ve dış güvenliğini tehdit etmesi olgusuyla karşı karşıyadır. Ortadoğu, Balkanlar, Akdeniz, Kafkasya ve Karadeniz’in kuzeyi devam eden veya her an patlamaya hazır krizlere sahne olmakta, mevcut çatışmaların çözümü hususunda olumlu işaretler görülmemektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, değişen küresel koşullar nedeniyle de giderek ağır ve çözümü güçleşen yeni sorunları ortaya çıkarmakta,
bu sorunlar vasıtasıyla bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin daha da güçlenmesinin önüne geçilmek istenmektedir.
Bu durum hakkında yorum yaparken küresel koşulların dayatmasının dikkate alınması kadar farklı bölgesel ve küresel aktörlerin rekabeti ve çıkar çatışmalarının da göz önüne alınması gerekmektedir. Söz konusu aktörlerin güncel siyasal ve ekonomik nüfuz mücadelesi bölgedeki taşları yerinden oynatmış; etnik, ekonomik, siyasal ve askeri nitelikli çatışma odakları Türkiye’nin çevresini sarmıştır. Bu durum, bir imparatorluğun mirası üzerinde oturan, ancak günümüzde imparatorluk politikaları gütme imkân ve kabiliyetine sahip olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politika parametrelerini de etkilemiş
bulunmaktadır.
O halde geleneksel dış politika parametrelerini muhafaza gerekliliği de düşünülerek Türkiye’nin dış politikadaki pozisyonu gelecekte nasıl bir gelişme
gösterecektir?
Bu makalede Türk dış politikasının mevcut konumunun dışında hangi farklı ufuklara yönlenebileceği ve pozisyonunu koruması için nasıl bir tutum takınmasına ilişkin görüşlerimiz ele alınmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 250 yıl süren bir duraklama ve yıkılış dönemi yaşayan Osmanlı Devleti’nin mirasını devralan bir ulus-devlettir.
Devlet yeniden kurulmuş, fakat tabiatıyla bulunduğu coğrafya değişmemiş, bölgesinin müzmin sorunları zaman içerisinde değişkenlikler de gösterse,
hemen her dönemde Türkiye’nin dış politikasının belirleyicisi olmuştur. Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Akdeniz, Karadeniz ile Ege ve Akdeniz’deki gelişmeler Türk dış politikasını devamlı sınayan gelişmelerle doludur. Sorunlarla ve bazen de tehditlerle bezenmiş böyle bir coğrafyada öncelikli parametre
tabiatıyla güvenlik olmaktadır.
Cumhuriyetin kurulması zorlu bir kurtuluş mücadelesinin ardından yokluklarla yaşanan bir dönemde gerçekleşmiştir.
Millet, yüzyıllar süren ve kuşakları yok eden savaşların peşinden küllerinden doğmuş, barış ve huzur içinde kalkınmayı öngören bir yaklaşımla sonraki
kuşakların artık harpler tarafından öğütülmesine müsamaha göstermemiştir.
Fakat dünyanın konjonktürü daha ilk büyük savaşın yıkıntıları ortadan kalkmadan çok daha yıkıcı ikinci büyük savaşı getirip Türkiye’nin sınırlarına
dayatmıştır.
Ülkenin güvenliğine odaklı yüksek menfaati hiç kuşkusuz bu savaşın dışında kalmayı zorunlu kılmıştır.
Nitekim devletin tavrı bu doğrultuda olmuş ve Türkiye barışçılık ilkesini muhafaza etmeyi bilmiştir.
Böylece hem büyük bir yıkım, hem de büyük ihtimalle galip güçlerden Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında dağılan uydularından biri olma tehlikesi
bertaraf edilmiştir.
Fakat girilmeyen dünya savaşı sonrasında coğrafya dayatmalarını bitirmiş değildir.
Stalin’in Kars ve Ardahan’ın ilhakı ihtirası ve Boğazlar üzerindeki hukuk dışı talepleri Türkiye’nin karşılaştığı tehlikelerin pek kolaylıkla
geçmediğinin en güçlü kanıtlarıdır. 1946-1950 arası Sovyet diktatörünün iç ve dış güvenliğimizi tehdidinin yaşandığı zorlu yıllardır.
Sonuç olarak bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruma konusunda Cumhuriyetin kuruluşundan beri duyarlılık gösteren Türk dış politikası esasen belki de çok arzu edilmeyen bir kamplaşmanın tarafı olmaya itilmiştir.
Bu noktada güvenlik mülahazalarının bilhassa öne çıktığı konusunda tereddüt yoktur.
Kore Savaşı’na bir tugayın gönderilmesi ve bine yakın şehit verdikten sonra da Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) giriş, genellikle Türkiye’nin Cumhuriyet
dönemindeki tercihinin daima batıdan yana olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Bu kanaatimizce kısmen doğrudur.
Türkiye’nin, “muasır medeniyetin” ulaştığı seviye olarak Batı uygarlığını benimsemiş olduğu ve Tanzimat’tan itibaren devletin ve toplumun
gelişmesini “Batılaşmada” gördüğü sahihtir.
Fakat bu benimseyiş, körü körüne Batı’nın askeri ve siyasi kampında yer alma tercihini içermemiştir.
Sovyet tehlikesi ile karşı karşıya kalan Türkiye, güvenliğinin bu şekilde teminat altına alınacağı düşüncesinden hareketle ve biraz da çaresizlikten
bu yönde tercihini kullanmıştır.
Bunun için de bir bedelin ödenmiş olmasını yadırgamamak gerekir. Bu noktada Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada öncelikli kaygısının güvenlik olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Türkiye’nin dış politikasını belirleyen diğer önemli parametre ise ekonomik kalkınmadır.
Ülkenin ve halkının kalkınması daima Türk dış politikasının öncelikleri arasında yer almıştır.
TÜRKİYE’NIN DIŞ POLİTİKASINI BELİRLEYEN DİĞER ÖNEMLİ PARAMETRE İSE EKONOMİK KALKINMADIR.
BU MAKSATLA KÜRESEL DÜZENE UYUM VE EKONOMİK AÇILIMLAR TÜRKİYENİN DIŞ POLİTİKASININ DEĞİŞİK DÖNEMLERİNDE GÜVENLİK FAKTÖRÜNÜN YANINDA ULUSLARARASI İLİŞKİLERİNİN BELİRLEYİCİ UNSURU OLMUŞTUR.
Bu maksatla küresel düzene uyum ve ekonomik açılımlar Türkiye’nin dış politikasının değişik dönemlerinde güvenlik faktörünün yanında uluslararası ilişkilerinin belirleyici unsuru olmuştur. Dış ticaretin gelişmesi ve ülkenin yabancı turistler için bir cazibe merkezi haline getirilmesi özellikle seksenli yıllardan itibaren dış politikanın belirlenmesinde vazgeçilmez hedefler olmuştur. Küreselleşme olgusu bu unsurları zaman içinde daha da önemli kılmış, dünya ekonomisi ile bütünleşme maksadıyla ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır.
Bu yolla ülkenin ekonomik kalkınmasına hız verilmesi mümkün kılınmış, ancak bu kalkınmanın küreselleşmenin olumsuz etkileriyle de toplumsal dengelerde ciddi sorunlara da yol açması kaçınılmaz olmuştur.
Küresel ekonominin katı rekabetçiliği üretim, eğitim ve istihdamda bazı olumsuz doku değişikliklerini tetiklemiş, bu da bazı toplumsal, ekonomik ve siyasal çalkantılar yol açmıştır.
Genel olarak güncel koşullara hızla intibak edebilen Türkiye’nin tarihin ve koşulların da zorlamasıyla geçmişte, bugüne kıyasla dış politikasında daha pasif bir yol izlediği şeklindeki eleştirinin gelişmeler düşünüldüğünde çok da haklı olmadığı düşünülmektedir.
Küresel ekonominin katı rekabetçiliği üretim, eğitim ve istihdamda bazı olumsuz doku değişikliklerini tetiklemiş, bu da bazı toplumsal, ekonomik ve siyasal çalkantılar yol açmıştır.
Genel olarak güncel koşullara hızla intibak edebilen Türkiye’nin tarihin ve koşulların da zorlamasıyla geçmişte, bugüne kıyasla dış politikasında daha pasif bir yol izlediği şeklindeki eleştirinin gelişmeler düşünüldüğünde çok da haklı olmadığı düşünülmektedir.
Meseleye geniş bir perspektiften bakıldığında farklı dönemlerde pasif olduğu ileri sürülen dış politikada önemli kırılma noktaları göze çarpmaktadır.
Kurucu ilkelerin bağımsızlıkçı karakterinin 1938/39 Hatay meselesinde ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile belirgin olduğu, özellikle Kıbrıs meselesi sırasında Batı kampında yer almış olmakla birlikte Kıbrıs’a antlaşmalardan doğan hakkını kullanarak müdahale etmekten çekinmeyen bir Türkiye’nin diğer geçerli dış politika parametresinin de bağımsızlık olduğu görülmektedir.
Kurucu ilkelerin bağımsızlıkçı karakterinin 1938/39 Hatay meselesinde ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile belirgin olduğu, özellikle Kıbrıs meselesi sırasında Batı kampında yer almış olmakla birlikte Kıbrıs’a antlaşmalardan doğan hakkını kullanarak müdahale etmekten çekinmeyen bir Türkiye’nin diğer geçerli dış politika parametresinin de bağımsızlık olduğu görülmektedir.
Türkiye her defasında bu tavrı nedeniyle bedeller ödemek zorunda kalmış, müttefiklerinin ambargoları ile karşılaşmış, iç barışının dış müdahalelerle
bozulması ve nihayet demokrasisine ara vermek gibi ciddi sorunlarla baş etmek zorunda kalmıştır.
Güneydeki savaşlar ve kargaşalar, içeride dış kaynaklı ve yıpratıcı bir terör hareketi, küreselleşmenin getirdiği ekonomik kırılganlıklar ve siyasal krizler
ister istemez dış politikada bir takım zaaflara yol açmıştır.
Özellikle askeri yönetim sonrası yaşanan istikrar döneminin ardından zor kurulan çabuk yıkılan koalisyon hükümetleri ve farklılaşan siyasal aktör yelpazesinin
siyasal partiler dışına taşması gibi meseleler ile ekonomik krizler, Soğuk Savaş sonrasında bölgesel bir güç olmaya niyetlenen
bozulması ve nihayet demokrasisine ara vermek gibi ciddi sorunlarla baş etmek zorunda kalmıştır.
Güneydeki savaşlar ve kargaşalar, içeride dış kaynaklı ve yıpratıcı bir terör hareketi, küreselleşmenin getirdiği ekonomik kırılganlıklar ve siyasal krizler
ister istemez dış politikada bir takım zaaflara yol açmıştır.
Özellikle askeri yönetim sonrası yaşanan istikrar döneminin ardından zor kurulan çabuk yıkılan koalisyon hükümetleri ve farklılaşan siyasal aktör yelpazesinin
siyasal partiler dışına taşması gibi meseleler ile ekonomik krizler, Soğuk Savaş sonrasında bölgesel bir güç olmaya niyetlenen
GÜNEYDEKİ SAVAŞLAR VE KARGAŞALAR, İÇERİDE DIŞ KAYNAKLI VE YIPRATICI BİR TERÖR HAREKETİ, KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ EKONOMİK KIRILGANLIK LAR VE SİYASAL KRİZLER İSTER İSTEMEZ DIŞ POLİTİKADA BİR TAKIM ZAAFLARA YOL AÇMIŞTIR.
Türkiye’nin dış politikasında genellikle manevra yeteneğinin kısıtlanması sonucunu getirmiştir.
Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve eski Sovyet coğrafyasında kartlar yeniden dağılırken Türkiye’nin geleneksel dış politika parametrelerini de korumak suretiyle bölgesel bir güç olma çabasına girdiği veya başka bir deyişle eskiden de var olan bu çabasını hareketlendirme eğiliminin canlandığı görülmüştür.
Ancak bunun için bazı ekonomik siyasal nitelikli nesnel koşulların oluşması gerekmekte, dış politikanın giderek kayganlaşan zemininde bu koşulların her zaman istenen doğrultuda gelişmediği görülmektedir.
Türkiye’nin her şeye rağmen pasif bir dış politika izlemekten çok olanakları ölçüsünde proaktif olmaya çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu noktada dış politikadaki barışçı tutumun her zaman pasiflik olarak anlaşılmaması gerektiği de unutulmamalıdır.
Türkiye’nin her şeye rağmen pasif bir dış politika izlemekten çok olanakları ölçüsünde proaktif olmaya çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu noktada dış politikadaki barışçı tutumun her zaman pasiflik olarak anlaşılmaması gerektiği de unutulmamalıdır.
Özellikle bölgeye özgü ciddi sorunların olduğu dönemlerde bu sorunlardan etkilenmemeyi yeğleyen Türkiye’nin tümüyle bölgeye dışarıdan
bakan bir ülke olmadığı ve aslında olmasının da mümkün görülmediği unutulmamalıdır.
bakan bir ülke olmadığı ve aslında olmasının da mümkün görülmediği unutulmamalıdır.
Bölge ülkeleriyle geçmişte de tesis edilen güçlü işbirlikleri bunun kanıtıdır.
Ancak belirtilmesi gereken bir diğer husus da, geleneksel Türk dış politikasının zorunlu olmadıkça bölgesel krizlerde doğrudan müdahil olmama tutumunun günümüzde de geçerli olduğudur. Ne var ki, bu tutumun nerede başlayıp nerede bitebileceği, ulusal çıkarların hangi hareket tarzlarını meşru ve haklı kılacağı ve dış tesirlerin gücü gibi meseleler mevcut koşullarda bu sorulara peşinen yanıt verilmesini son derece güçleştirmektedir.
Ancak belirtilmesi gereken bir diğer husus da, geleneksel Türk dış politikasının zorunlu olmadıkça bölgesel krizlerde doğrudan müdahil olmama tutumunun günümüzde de geçerli olduğudur. Ne var ki, bu tutumun nerede başlayıp nerede bitebileceği, ulusal çıkarların hangi hareket tarzlarını meşru ve haklı kılacağı ve dış tesirlerin gücü gibi meseleler mevcut koşullarda bu sorulara peşinen yanıt verilmesini son derece güçleştirmektedir.
Bu da, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın tarihe ve geleceğe bir tür dayatması olarak anlaşılmalıdır.
EKOGÖRÜŞ
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2
www.ekoavrasya.net
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder