27 Şubat 2019 Çarşamba

Küresel Adaletsizlik Dünya Yoksulluk ve Eşitsizlik Raporu 2018 BÖLÜM 1

Küresel Adaletsizlik Dünya Yoksulluk ve Eşitsizlik Raporu 2018





Emin Emin  
12 Ekim 2018

Giriş

Dünyadaki En zengin 42 kişinin Mal varlığı, Dünya nüfusunun %50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir;en zengin 10 ülkenin geliri de en fakir 10 ülke gelirinin tam 77 katıdır. Küresel adaletsizliğin bu kadar rahatsız edici boyutlarda olması ve servetin bu kadar adaletsiz paylaşımı beraberinde yoksulluk, çatışmalar, açlık gibi başka sosyal problemlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu çalışmada söz konusu sorunun daha iyi anlaşılabilmesi adına gelir eşitsizliğinin hangi sebeplerden kaynaklandığı, ne gibi sonuçları olduğu ve gelecekte daha vahim sonuçlara yol açmaması için yapılması gerekenler ele alınacaktır.

Bu bağlamda, raporun ilk kısmında yoksulluk ve eşitsizlik kavramları ve bunların toplumlar için önemine değinilecektir. Akabinde yoksulluk ve eşitsizliğin ortaya çıkma nedenleri ele alınacaktır. Sonrasında da Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası resmî kurumların yayınladıkları verilere dayalı olarak sorunun boyutları ortaya konulup çözüm için önerilen uygulamalara yer verilecektir.



Yoksulluk ve Eşitsizlik Kavramları,

Yoksulluk, insanlık tarihi boyunca var olan ve her geçen gün daha da artan bir olgu olmasına rağmen dünyada kabul gören ortak tek bir tanımı bulunmamaktadır. Yoksullukla ilgili her dönemde, her toplumda, her birey için geçerli olabilecek ortak kriterler bulabilmek oldukça güçtür. Yoksulluk tanımının içeriği yaşanan mekâna ve zamana göre değişebildiği gibi, aynı zaman diliminde farklı ülkelerde farklı kriterlere göre de kişiler zengin veya yoksul olarak nitelendirilebilmektedir. Sayılan bu ve benzeri sebeplerden dolayı da farklı yoksulluk tanımlamaları bulunmaktadır.

Bu farklılıkları ortaya koyma adına “mutlak yoksulluk”, “göreli yoksulluk” ve “insani yoksulluk” gibi çeşitli yoksulluk tanımları yapılmıştır. Mutlak yoksulluk; bireyin sadece yaşamını sürdürebilmesi için gerekli en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi durumudur. Bu denli yoksul kişilere dışarıdan yardım edilmediği takdirde bu kişiler ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bundan dolayı bu kişiler birinci dereceden yardıma muhtaç insanlar olarak algılanmalıdır. Mutlak yoksulluk sınırı; ülkeler, bölgeler, toplumlar arasında farklı seviyelerde olabilmektedir. Ancak bütün bu farklılıklara rağmen uluslararası anlamda kabul edilmiş yoksulluk sınırları da yok değildir. Örneğin, Dünya Bankası’na göre Satın Alma Gücü Paritesi’ne (SAGP) göre hesaplanmış günlük 1,9 doların altında gelir elde eden insanlar açlık sınırı altında yaşarken; günlük 3,1 dolarınaltında gelire sahip olanlar da yoksulluk sınırı altında bir yaşam sürmektedir.

Göreli yoksulluk; bu gruptaki insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayabilmelerine rağmen kişisel kaynaklarının yetersizliğinden dolayı bulundukları toplumun genel refah düzeyinin altında yaşayan ve topluma sosyal açıdan katılmaları engellenmiş kimselerdir. Yoksulluğun tanımlanması için kullanılan bu kavram, sadece hane halkına düşen gelir düzeyinin veya yaşam seviyesinin minimal koşullarına işaret etmek yerine, farklı bir anlamsal boyutu ifade etmektedir. Yoksulluk olgusu, artık tüketim kültürünün aktörü olan bireyin, kendisi için erişilmez kabul ettiği mal ve hizmetleri hayatına dâhil etme arzusunun tahakkümü altında belirlenmeye başlamıştır. Böylesi arzularla kışkırtılan ve yönlendirilen modern birey, kendisi için mutlak yoksulluğun ötesinde bir yoksulluk algısı ile kuşatılmış bulunmaktadır. Tüketim toplumunda yaşanan bolluk ve çeşitlilik, bireylerde özgürce seçme ve tüketme yanılsamasına neden olduğu gibi aynı zamanda bireyin kendi yaşamındaki yoksunluğa ilişkin algısını da tahrif ederek yerini bambaşka anlamlara bırakmıştır. Bu ise,göreli yoksulluk kavramını ortaya çıkarmıştır.[1]

"Son 50 yıldır refah seviyesi göstergeleri sürekli artan dünyamızda yoksulluğun halen ciddi bir sorun teşkil etme sebebi, büyümeden elde edilen kârın toplumlar arasında adaletsiz bir şekilde paylaşılmasıdır."

İnsani yoksulluk kavramı ise ilk olarak BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) 1997 yılında yayımladığı İnsani Gelişme Raporu’nda ortaya atılmıştır. UNDP’ye göre insani yoksulluk, gelir yoksulluğu ile ilişkili olmasına rağmen ondan farklıdır. Gelir yoksulluğu için yapılan ölçümler sadece mutlak gelir üzerine odaklanırken insani yoksulluk kavramı; okur-yazarlık, yetersiz beslenme, ana-çocuk sağlığının yetersizliği gibi temel hizmetlerden yoksunluk olaraktanımlanmaktadır. Bu bağlamda adı geçen raporda insani yoksulluğu ölçme amaçlı “İnsani Yoksulluk Endeksi” geliştirilmiştir.[2]

Yoksulluk için üretilen kavramlar bunlarla sınırlı değildir. Literatürde yer alan diğer kavramlar ve içerikleri şu şekildedir:[3]



Birincil Yoksulluk: Bir ailenin toplam kazancının aile fertlerinin gıda, giysi ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz olması.

İkincil Yoksulluk: Ailenin toplam kazancının aile fertlerinin sadece gıda, giysi ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamada yeterli ancak eğitim, eğlence gibi diğer gereksinimlerini karşılamada yetersiz olması.

Subjektif Yoksulluk: Kişi ya da hane halkının kendisi için uygun gördüğü tatmin düzeyini sağlayacak bir gelire sahip olmaması.

Gelir Yoksulluğu: Asgari yaşam standardının gerektirdiği temel koşulların sağlanabilmesi için yeterli miktarda gelirin elde edilememesi.

Ultra Yoksulluk: Gelirin tamamı harcandığı halde mutlak yoksulluk kriterinde esas alınan kalori miktarının ancak %80’inin karşılanabilmesi.

Kronik Yoksulluk: Ultra yoksulluk durumunun beş yıldan daha fazla sürmesi ve içinde bulunulan olumsuz koşullarda bir iyileşmenin olmayacağı kanaatinin yerleşmesi.

Çalışan Yoksullar: Kamu ve özel sektörün alt kademelerinde ve marjinal sektörlerde çalışan, eğitim düzeyi düşük vasıfsız isçilerin durumunu tanımlayan yoksulluk.


Kent Yoksulları: Kentlerde yaşanan konut sorunlarını ve sosyal dışlanmayı ifade etmek üzere geliştirilmiş yoksulluk kavramı.

Barınma Yoksulluğu: Ülke genelinde yaşanan konut sorununa vurgu yapan ve temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını karşılayamayan kişileri tanımlamak için kullanılan yoksulluk kavramı.

Son 50 yıldır refah seviyesi göstergeleri sürekli artan dünyamızda yoksulluğun halen ciddi bir sorun teşkil etme sebebi, büyümeden elde edilen kârın toplumlar arasında adaletsiz bir şekilde paylaşılmasıdır. En basit ifadesiyle yoksulluğun temel nedenlerinin başında gelir eşitsizliği gelmektedir. Gelir eşitsizliği, -hane halkı veya bireysel olarak- gelirin ekonomiye katılanlar arasında adil olmayan bir şekilde paylaştırılmasıdır. Söz konusu eşitsizlik, genellikle bir ülke yurttaşları arasındaki farklılıklara işaret etmekle birlikte, küresel veya bölgesel boyutlardaki farklılıkları da ifade edebilmektedir. Ancak burada göz önünde bulundurulması gereken nokta, eşitsizlik ve yoksulluk arasında fark olduğu gerçeğidir. Eşitsizlik insanların yaşam standartları arasındaki farkları ortaya koyarken; yoksulluk, hayatlarını insanca koşulların altında bir seviyede yaşamak zorunda kalanları işaret etmektedir.[4]

Eşitsizlik sadece gelirin adaletsiz paylaştırılmasıyla ilgili değildir. Servetin adaletsiz paylaştırılması; sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim imkânlarındaki farklılıklar; bölgelere, dinlere ve ırklara göre yapılan ayrımcılıklar da eşitsizlik kavramının bileşenleri arasındadır.

Bireyler veya gruplar arasında meydana gelen eşitsizlik, ekonomik ve sosyal hayatta zincirleme etkilere yol açabilmektedir. Örneğin, gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu bir ekonomide, büyümeden elde edilen kâr, genellikle toplumun üst tabakaları arasında paylaşıldığı için toplumdaki yoksulluk azalmamaktadır. Eşitsizlik ayrıca suç oranlarının artmasına, sosyal çalkantıların ve şiddetin tırmanmasına da neden olabilmektedir. Bu tür olaylardaki artışın yanı sıra eşitsizliğin azalmaması, ekonomik büyüme oranlarını da negatif yönde etkilemektedir. Şöyle ki, sosyal çalkantılar yatırımcılar gözünde bir risk olarak algılandığından yatırımlarda azalmaya sebep olmakta, bu da beraberinde ekonomik daralmayı getirmektedir.

Sosyal ve ekonomik sorunlar dışında, zengin ve fakirler arasındaki gelir farkının son yıllarda katlanarak artması, insani ve ahlaki olarak da kabul edilemez boyutlara eriştiği için, eşitsizlik konusu dünyanın geleceği açısından büyük önem arz etmektedir. Zira eşitsizliğin daha az olduğu bir ortamda, hem politika uygulayıcılar daha rahat kararlar alabilmekte hem de uygulanan politikalar daha etkili olabilmektedir.


Küresel Yoksulluk ve Adaletsizliğin Nedenleri.,

Dünyada aç ve yoksul insanların bulunması gıda, ilaç ya da kaynak eksikliği sebebiyle değil mevcut zenginliğin ve fırsatların adil bir şekilde dağıtılmaması sebebiyledir. Küresel adaletsizliğin bugünkü boyutlarına ulaşması; uygulanan ekonomi politikalarından, sosyal ve ekonomik kalkınma konusundaki yanlış siyasetten, Batılı ülkelerin sömürü düzenlerinden, dünya nüfusu içindeki küçük bir grubun aç gözlülüğünden kaynaklanmaktadır.

Bunların yanı sıra bu çalışmada da incelenecek olan farklı alanlardaki adaletsizlikler, birbirinin hem sebebi hem de sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada yoksulluğun ve gelir eşitsizliğinin temelinde ülkelerin tarihleriyle bağlantılı sebepler olduğu da görülmektedir. Günümüzde dünyanın en fakir ülkelerinin genellikle insan ve doğal kaynakları sömürgeci ülkelerin yararına sistematik olarak ülke dışına çıkarılan eski koloniler olduğu görülmektedir. Her ne kadar Avustralya, Kanada ve ABD gibi istisnalar olsa da eski koloni ülkelerinin çoğunda sömürgecilik ve sonrasında bunların kalıntıları olan güçler, yerel halkın gelişimine katkı sağlayacak toprak, sermaye ve eğitim gibi kaynaklara erişimini 50 yıl öncesine kadar sistematik olarak engellemiştir. Özetle, bu güçlerin boyunduruğundaki ülkelerde yoksulluk, sömürgecilikle ilgili tarihî bir miras olarak karşımıza çıkmaktadır.[5]

Her ne kadar sömürgeciliğin tarihte kaldığı iddia edilse de 1960’lı yıllardan itibaren bu defa da borçlar üzerinden modern bir sömürgecilik düzeni kurulmuştur. Bu tarihten sonra bağımsızlığını kazanan onlarca ülke, halkın geçimini sağlayacak altyapı ve sermayeden mahrum olduğu için, zengin Batılı ülkelerden borç almak mecburiyetinde kalmıştır. Birçok fakir ülke, değişik ikili anlaşmalarla gelişmiş ülkelerden hiçbir zaman ödeyemeyecekleri yüksek oranlarda faizli borçlar alarak ağır bir boyunduruk altına girmiştir. Bu borçlanmaların yanında söz konusu ülkeler Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası kuruluşlardan aldıkları para karşılığında da zaten zayıf ve kırılgan olan ekonomilerini uluslararası rekabete açmak ve ekonomilerinde çeşitli deregülasyonlar yapmak zorunda bırakılmışlardır.    

Sömürge idaresi altında olmak kadar yoksulluğa ve eşitsizliğe neden olan bir diğer etken de savaşlar ve siyasi istikrarsızlıklardır. Yaşanan şiddetli çatışmalar çok sayıda can kaybına sebep olmaları yanı sıra ülkelerin altyapı tesis ve kurumlarına zarar verip üretimin durmasına, insanların zorla yerlerinden göç etmesine, işsizliğin ve enflasyon oranların artmasına, kredi ve sigorta piyasalarına erişimde sorunlar yaşanmasına ve sosyal hizmetlere harcanan paranın azalmasına yol açarak yoksulluğun artmasına katkıda bulunmaktadır.[6]

Buna karşın tam tersi olarak yoksulluğun artması da çatışmalara yol açan bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Zira yoksulluk, hayatı sürdürmek ve temel ihtiyaçları karşılamak için gerekli olan kaynakların elde edilmesi için şiddetli rekabeti motive eden bir faktördür. Bir süre sonra insanlar ailelerine bakabilmek ve çocuklarını besleyebilmek için her şeyi göze alacak bir çaresizliğe sürüklenebilmektedir. Bir de ülkede gelir adaletsizliğinden kaynaklı bir yoksulluk mevcutsa, bu durum “daha adil” bir kaynak paylaşımı ve hizmetlere erişim vaat eden silahlı hareketlere destek verebilecek kırılganlığı iyiden iyiye teşvik etmektedir.[7]

"Her ne kadar sömürgeciliğin tarihte kaldığı iddia edilse de 1960’lı yıllardan itibaren bu defa da borçlar üzerinden modern bir sömürgecilik düzeni kurulmuştur."

Görüldüğü üzere yoksulluğu ve adaletsizliği pekiştiren en önemli unsurlar olarak güvenlik ve istikrar konuları öne çıkmaktadır. Kaldı ki bir ülkede ekonomik büyümenin sağlanması ve refahın artması için öncelikli koşullardan biri, ticaretin rahatlıkla yapıldığı güvenli ve istikrarlı bir ortamın varlığıdır. Güvenliğin olmadığı bir ortamda, doğal kaynakların kullanılması dahi mümkün olamadığı için, zengin yer altı kaynaklarına sahip olunsa bile, istikrarsızlık yüzünden söz konusu ülke halkları kendi zenginliklerinden yararlanamamaktadır. Bunun yanı sıra bir ülkede hakların, mülkün ve yatırımların korunması için yasalara ihtiyaç vardır. Zira yasal koruma olmadan çiftçiler, girişimciler ve işletme sahipleri bir ülke ekonomisine güvenli şekilde yatırım yapmazlar. 20. yüzyıl boyunca iç savaşların ve ciddi siyasi kargaşaların yaşandığı ülkelerde -ki bunlar genel itibarıyla dünyanın en fakir ülkeleridir- insanları şiddete karşı koru(ya)mayan zayıf hükümetlerin olması, ekonomik yatırımlar ve kalkınma için sayılan koşulların ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.[8]

Altyapı eksikliği ülkenin genel ekonomik gelişmesi önünde büyük bir engel teşkil etmesi yanı sıra yoksulluğun artmasına da neden olmaktadır. Bu duruma en basit örnek, yolların olmaması ya da mevcut yolların yağmur veya benzeri sebeplerle kullanılamaz hale gelmesi durumunda yaşanmaktadır. Zira yolların kullanılamaması; ulaşımın sağlanamaması ve insanların hayatını felç etmesi bir yana büyük bir ekonomik kayba neden olacaktır. Altyapı eksikliği; yolların, köprülerin, aydınlatmanın, iletişim ağının eksikliği, kırsal alanlarda yaşayan devasa bir topluluğun sadece dış dünyadan izole olmasına neden olmamakta, ülkenin ekonomik potansiyelini de heba etmektedir. “Medeniyetten uzak yaşamak” demek; okula, işe ya da mal alıp satmak için pazara gidememek anlamına gelmektedir. Sayılan bu temel hizmetlere erişmek için uzun mesafeler kat etmek zorunda kalmak, insanlar açısından sadece zaman kaybı değil, aynı zamanda daha fazla maddi kaynağın heba edilmesi demektir. Altyapı yatırımlarını dahi gerçekleştiremeyen bir devletin toplumsal kalkınma için gerekli sosyal desteği ihtiyaç sahiplerine sağlayamaması da yoksulluğu tetikleyici bir unsura dönüşmektedir. Tersinden bakıldığında ABD gibi gelişmiş bir ülkede yaşayan pek çok insan, sağlık hizmetine ya da gıda yardımına ihtiyaç duyduğunda bu ihtiyacın devlet tarafından karşılanması, sosyal yardımların gelişmesinin yanı sıra ülkenin altyapı, güvenlik ve istikrarı ile de yakından ilgilidir.[9]

Devletlerin yoksulluğu azaltamamalarının bir diğer nedeni de yönetimdeki kadroların yolsuzluklarıdır. Araştırmalar yolsuzluk ve yoksulluk arasında önemli bir ilişki bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bugün yoksulluğun en yaygın olduğu gelişmemiş ülkelerle en zengin ülkelere bakıldığında, aradaki en bariz farklardan birinin yolsuzluk meselesi olduğu görülmektedir. Özellikle vatandaşın alacağı hizmet ve temel görevler konusunda gelişmiş ülkelerdeki yolsuzluğun minimum düzeyde olduğu; buna karşın fakirliğin yaygın olduğu ülkelerde yolsuzluğun en çok bu alanlarda görüldüğü bilinmektedir. Ancak burada dikkatlerden kaçmaması gereken birkaç önemli nokta vardır. Bunlardan birincisi, kendi ülkelerinde yolsuzluk yapmayan bu devletlerin uluslararası siyasette yolsuzluk düzenini kuranlar olduğu unutulmamalıdır. Yani en başta ifade edildiği gibi, aslında bugün dünyadaki fakir ülkelerin tamamına yakını eski sömürge ülkeleri olduğundan, bu ülkelerdeki yolsuzluk düzeninde Batılı sömürgecilerin rolü olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bununla birlikte, kendi ülke zenginliklerini suistimal eden yöneticilerin varlığı, bu konuda tüm sorumluluğu Batılılara atmanın doğru olmadığını da göstermektedir. Zira, bu yoksul ülkelerdeki mevcut yolsuzluklar, vergi toplamanın önüne geçmekte, bu da yoksulluğun azaltılması için gerekli olan maddi kaynağın israf olmasına neden olmaktadır. Mesela Afrika halklarının zenginliğinin %30’una denk gelen 500 milyar doların vergi cennetleri olan ülkelerde tutulduğu bilinmektedir. Bu paradan elde edilecek vergi geliri yaklaşık olarak 14 milyar dolardır. Bu miktar, Afrika’daki 4 milyon çocuğun hayatını kurtaracak gerekli sağlık altyapısının inşa edilmesine ve tüm Afrikalı çocukların eğitim alabilmesi için yeterince öğretmenin istihdamına imkân sağlayacak bir miktardır.[10] Yine Venezuela gibi petrol zengini bir ülkede bugün milyonlarca insanın fakirlik ve hatta açlık sınırında yaşamasının sorumluluğunu sadece Batılılara yüklemek, sorunun yalnızca bir bölümünü görmek demek olacaktır.

"Kendi ülkelerinde yolsuzluk yapmayan devletlerin uluslararası siyasette yolsuzluk düzenini kuranlar olduğu unutulmamalıdır. Yani bugün dünyadaki fakir ülkelerin tamamına yakını eski sömürge ülkeleri olduğundan, bu ülkelerdeki yolsuzluk düzeninde Batılı sömürgecilerin rolü olduğu inkâr edilemez bir gerçektir."

Bir ülkedeki yolsuzluğun yaygınlığı tüm hizmetlerin aksamasına neden olacağından insanların vergi verme bilinci geliştirmesine de imkân vermeyecektir. Vergi toplamada başarısız olan fakir ülkeler; güvenlik, eğitim, sağlık ve diğer altyapı yatırımlarını gerçekleştirememektedirler. Dolayısıyla bir ülkedeki yolsuzluğun yaygınlığı, o ülkenin zenginleşmesi önündeki en önemli engellerden biridir.

Buna karşın vergi kaçırmanın sadece fakir ülkelere özgü bir durum olmadığını da belirtmek gerekir. Dünyadaki en zengin hane halkının %0,01’lik yani dünya nüfusunun on binde birlik kısmının vergilerinin dörtte birini ödemediklerini ortaya koyan araştırmalar mevcuttur.[11] Ancak zengin ülkelerdeki mali yolsuzlukların oranı, düzenlenen yasalar sayesinde minimum seviyede tutulduğundan bu konuda tüm toplumun refahını tehdit edecek oranda bir kayba izin verilmemektedir.

Yolsuzluğun yoksulluğa neden olması gibi yoksulluk da yolsuzluğa neden olmaktadır. Şöyle ki, yoksulluğun yüksek olduğu ve devlet memurlarının maaşlarının geçimlerini karşılamaya yetmeyecek seviyede olduğu ülkelerde bu durum çalışanları rüşvet almaya sevk etmektedir. Elbette yoksulluk rüşvet almayı meşrulaştıracak bir durum değildir ancak rüşvetin artmasında ve yaygınlaşmasında etkili bir faktördür.

Yoksul ülkelerde işe alım süreçleri de uzun dönemde yoksulluğun kronik bir sorun hale gelmesine neden olan etkenlerden biridir. Şöyle ki gelişmiş ülkelerde işe başvuranlar arasında liyakat kriterine göre değerlendirilme yapılırken, gelişmemiş yoksul ülkelerde işe alım süreçlerinde liyakatten ziyade işverenle olan akrabalık vb. ilişkiler avantaj sağlamaktadır. Kişinin söz konusu iş için yeterli kabiliyette olmaması, uzun vadede ekonomideki iş gücü kalitesinin de düşmesine neden olmaktadır. Çünkü kendi ülkelerinde kabiliyetlerine uygun bir iş bulamayan kalifiye işçiler, kendilerini tatmin edecek bir iş sahibi olabilmek için ülkelerini terk edip gelişmiş ülkelere göç edeceklerdir.

Uygulanan politikalar nasıl ki göreceli olarak kalifiye elemanların göç etmesine neden oluyorsa aynı zamanda ülkenin kaynaklarının israf edilmesine de neden olmaktadır. Şöyle ki, kurumsallığın oturmadığı ülkelerde, mevcut doğal kaynaklar, tüm ülkenin kalkınmasından ziyade gücü elinde bulunduran belli başlı ailelerin zenginliklerine zenginlik katmaları için kullanılmaktadır.

İnsanların sebep olduğu sayılan bu faktörler dışında doğal felaketler de yoksulluğa neden olan önemli unsurlardır. Afrika’nın belli başlı yerlerinde yaşanan kuraklık ya da deprem, fırtına vb. doğal felaketler, bunlara örnek olarak verilebilir. Bu ve benzeri örneklerin her birinde, zaten yoksul olan insanlar, yaşanan doğal afetler sonrasında yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalarak kendi ülkeleri içinde mültecilere dönüşmekte, sahip oldukları her şeyi kaybetmekte ve hayatta kalmak için neredeyse tamamen başkalarına bağımlı hale gelmektedirler.

Yoksulluğa yol açan bir diğer doğa faktörü de temiz suya erişim imkânında yaşanan zorluklardır. Dünyada bugün 2,1 milyar civarında insan evlerinde temiz suya erişim sağlayamamaktadır.[12] Ayrıca 821 milyondan fazla insan da açlık çekmektedir.[13]Yoksulluğun açlığa sebep olması gibi temiz suya erişim imkânının olmaması da yoksulluğa sebep olmaktadır. Şöyle ki, yeterli beslenemeyen kişiler çalışmak için gereken güce ve enerjiye sahip olamamaktadır. Ayrıca yiyecek ve temiz suya erişimde yaşanan sorunlar, ishal vb. hastalıklara da yol açmaktadır. Ortaya çıkan bu hastalıkların tedavisi için ellerinde bulunan az miktardaki kaynağı da harcamak zorunda kalan insanlar, yoksulluğu daha ağır seviyelerde yaşamaktadır. Bazı durumlarda temiz suya erişim mümkün olsa bile su kaynakları genellikle yoksul bölgelerden uzakta bulunmaktadır. İnsanlar, kendilerini geliştirmeye ayıracakları zamanı ve enerjiyi temiz suya ulaşmak için harcamaktadır. Böylece bu olumsuzluklar bir sarmal halinde birbirini tetikleyen bir şekilde sürüp gitmektedir. Yani yoksulluktan kaynaklanan açlık ve temiz suya erişim sorunları, daha büyük ekonomik sorunlara ve sağlık sorunlarına yol açarak bu kez zincirleme bir şekilde yoksulluğun artışına neden olmaktadır.

Ülkelerin coğrafi konumlarıyla da yoksulluk arasında bağlantı olabilmektedir. Mesela, denize kıyısı olmayan ülkeler genellikle kıyısı olan ülkelere göre daha fakirdir. Örnek olarak Afrika’da en fakir ülkelerin yani kişi başı ortalama yıllık 600 dolar gelire sahip olan ülkelerin hiçbirinin denize kıyısı bulunmamaktadır. Aynı şekilde Asya kıtası nın en fakir ülkesi olan Afganistan’da da diğer sebeplerin yanında bu faktör öne çıkmaktadır.

Ülkelerin tarihî geçmişleri, konumları, hükümetlerin uyguladığı yanlış politikalar ve doğal afetler dışında son yarım asırda teknoloji alanında yaşanan gelişmeler de yoksulluğun artmasına neden olan faktörler arasında yer almaktadır. Şöyle ki, yaşanan teknolojik gelişmeler üretim verimliliğini ve otomasyonunu artırırken aynı zamanda üretim ve taşımacılık harcamalarını da azaltmaktadır. Bunun sonucunda yoksulluk göreceli olarak azalırken, yeni üretim tarzlarının gelişmesiyle elde edilen gelirin büyük kısmının sermaye sahiplerine gitmesi, gelir eşitsizliğini daha da derinleştirmektedir. Ayrıca teknolojik gelişmeler neticesinde önceden vasıfsız işçilerin yaptığı işleri robotların yapmaya başlaması, vasıfsız işçilere olan talebi azaltmış, bu da bu grubun gelirlerinde önemli bir düşüşe yol açmıştır. Diğer taraftan yüksek eğitime ve kişisel becerilere sahip işçilerin maaşlarının yükselmesi, bu iki grup arasındaki gelir aralığının artmasına sebep olmuştur.[14] Yapılan bir analize göre ABD’de kurum ve şirketlerde eğitimli yöneticilerin maaşları 1978 yılından itibaren hesaplandığında ortalama %997,2 oranında artarken tipik işçi maaşları %10,9 oranında artmıştır.[15] Aynı kurumun yayımlamış olduğu bir diğer çalışmada, ABD’de üst düzey bir yöneticinin bir günden biraz fazla zamanda elde ettiği geliri, sıradan bir işçinin ancak bir yıl çalıştığı takdirde elde edebildiği ortaya konulmuştur.[16]

İşçi gelirleri arasındaki eşitsizliğin artmasının nedenlerinden bir diğeri de üretimin artık uluslararası alanda yapılmasıdır. Yani eskiden üretim tek bir yerde yapılırken, teknolojik gelişmeler sayesinde azalan taşımacılık masrafları, üretimin farklı ülkelerde yapılabilmesinin yolunu açmıştır. Örneğin, küçük bir telefonun parçaları iş gücünün en ucuz olduğu ülkelerde üretilmektedir. Bunun sonucunda vasıfsız işçi gelirlerinin daha yüksek olduğu gelişmiş ekonomilerde bu işçilere olan talep azalmaktadır. Azalan talep neticesinde de işçilerin gelirlerinde azalma meydana gelmekte ve vasıflı işçilerle aralarındaki gelir farkı giderek artmaktadır.

Konuyla ilgili başka bir bilimsel çalışmada, gelir eşitsizliğinin artma nedenlerinden birinin de iş piyasasındaki deregülasyon lar veya yumuşatma lar olduğu iddia edilmiştir. Yapılan yumuşatmalar, vasıfsız işçilerin sözcüsü olarak bilinen sendikaların pazarlık gücünün azalmasına ve işverenlerin daha düşük maaşlar belirlemesine yol açmıştır.[17]

Aynı çalışmada, eğitimin gelir eşitsizliğinin azaltılması için önemli bir etken olduğu belirtilmiştir. Teknolojinin hayatımızın her alanına nüfuz ettiği günümüz dünyasında, eğitim görmüş olanlar için iş imkânlarının daha fazla olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu bağlamda eğitimde yaşanan eşitsizlikler, iş bulabilmeyi ve bu sayede elde edilecek gelir seviyesini de etkileyecek niteliktedir.

Bütün bu çalışmalar, gelir eşitsizliğindeki artışla küreselleşme arasında ciddi bir ilişki bulunduğunu göstermektedir. Ülkeler arası ticaret bariyerlerinin kalkıp ticaretin küreselleşmesiyle üreticilerin üretimlerini daha ucuz iş gücüne sahip ülkelere kaydırmaları sonucunda, bu ülkelerdeki vasıfsız iş gücüne olan talep artacağından bu işçilerin gelirlerinin artacağı ve gelir eşitsizliğinin azalacağı da öne sürülmektedir. Ancak üretimin genellikle ucuz iş gücüne sahip gelişmekte olan ülkelere kayması sonucunda, gelişmiş ülkelerde vasıfsız işçilere artık ihtiyaç kalmayacağı için bu defa da buralardaki işçilerin gelir kaybı yaşayacağı tahmin edilmektedir. Gelir kaybı yaşanmasına rağmen ticaretin küreselleşmesi, ithal edilecek ürünlerin daha ucuz olmasına yol açacağından gelişmiş ülkelerdeki vasıfsız işçilerin reel gelirlerinde dolaylı bir artış olacağı savunulmaktadır.[18]

Finansal piyasaların küreselleşmesi de gelir eşitsizliğini artırıcı bir diğer etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Küresel piyasalar genellikle en verimli varlıklara veya kaynaklara sahip ülkelerin ve bireylerin kazançlarını arttırdığından, bu durum ülkeler ve bireyler arasındaki eşitsizliği tırmandırmaktadır.[19] Bunun yanı sıra doğrudan yabancı yatırımların genellikle getirisi yüksek olan gelişmiş teknolojiye sahip alanlara kayması, yüksek eğitimli ve vasıflı işçiye olan talepte ve söz konusu işçilerin gelirlerinde artışa yol açacaktır. Bu da daha önceki etkenlerde olduğu gibi, iki işçi grubu arasındaki gelir farkını arttıracaktır.[20]

Küreselleşmenin bu denli yüksek olduğu dünya ekonomisinde hâli hazırda var olan kurallar daha çok ekonomik güce sahip ülkelerin ve bireylerin lehine çalışmaktadır. Buna verilebilecek en iyi örnek “vergi cennetleri” denilen ülkelerin varlığıdır. Dünya genelinde ülkelerin mali denetimlerinden uzak küçük ada ülkelerindeki bankalarda 7,6 trilyon dolar para bulunmaktadır. Yolsuzluk ekonomisi tarafından “vergi cennetleri” olarak adlandırılan bu ülkelerdeki para miktarı 2000 yılından itibaren neredeyse dört kat artış göstermiştir. Dünyadaki en büyük 100 şirketin de aralarında bulunduğu 200 şirket üzerine yapılan bir araştırmaya göre, her 10 şirketten 9’unun vergi cennetlerinde en az bir şubesi olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca, uluslararası şirketlerin vergi cennetlerine kaçırdıkları paraların gelişmekte olan ülkeleri yıllık 100 milyar dolar civarında zarara uğrattığı da belirtilmiştir.[21] Yayımlanan en son makro ekonomik göstergelere göre, ülkelerin vergi cennetlerine kaçırılan paralarının hesaplandığı bir diğer çalışmada, dünya gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYİH)%10’una denk gelen zenginliğin vergi cennetlerinde bulunduğu tahmini yapılmıştır. Ancak ülkeler tek tek incelendiğinde bu ortalamadan büyük sapmaların olduğu da görülmüştür. Şöyle ki, İskandinav ülkelerinde vergi cennetlerine kaçırılan para %2 ila %3 civarında iken, Kıta Avrupasında bu oran ortalama %15, Körfez ülkelerinde ise %60 civarından dır.[22]

Kuralların güçlüler lehine çalıştığını gösteren başka bir durum da Bretton Woods kuruluşları olarak bilinen Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların sosyoekonomik konulardaki duyarlılıklarının pek fazla olmamasıdır. Bunun en somut örneği de IMF’nin istikrar programlarından yararlanan 39 ülkenin verilerinden faydalanılarak yapılan bir araştırmanın sonuçlarında gözlemlenmektedir. Bu araştırma sonuçlarına göre, IMF’nin uyguladığı istikrar programları, söz konusu ülkelerde gelir eşitsizliğinin daha da artmasına neden olmuştur.[23]

Yoksulluğun Seyri.,

İnsanların bir kısmının yaşam standardı her geçen gün iyileşirken bir kısmı ise içecek su bulmakta bile zorlanmaktadır. İvedilikle çözüm bulunması gereken bu adaletsizlikte, tarihsel süreçte bazı göstergelere bakıldığında kısmi iyileşmeler yaşandığı görülse de halen dünyanın büyük bölümünde durum oldukça vahimdir. Dünya Bankası tarafından yayımlanan yoksulluk göstergelerinde 2011 yılı günlük SAGP’ye göre 1,9 doların altında gelir elde eden insanlar açlık sınırı altında kabul edilmektedir. Bu sabit veriye göre, 1990’lı yılların başından itibaren istisnasız bir şekilde tüm dünya genelinde yoksulluk azalmakta ve neredeyse %10 seviyesine gerilemiş görünmektedir.

Yayımlanan aynı verilerde, 1990’lı yılların başında dünya genelinde açlık sınırı altında yaşayan 1,9 milyar insanın %80’inin Doğu Asya&Pasifik ve Güney Asya’da yaşadığı görülmektedir. Bu iki bölgede yoksulluk oranlarının gerilemesinin en büyük nedeni, Çin ve Hindistan ’daki yoksulluk oranlarının yıllar itibarıyla düşmesidir. Çünkü hem Çin hem de Hindistan, içinde bulundukları ülke gruplarının nüfusunun sırasıyla %63 ve %73’nü oluşturmaktadır. Çin’de reformların uygulanmaya başlandığı 1978 yılında 1,9 dolardan daha az gelir elde eden nüfusun toplam nüfusa oranı %88 civarında idi. Reformların uygulandığı ilk yıllarda çok hızlı bir şekilde azalmaya başlayan yoksulluk oranları, takip eden yıllarda bazen yerinde saysa da sürekli düşüş göstererek günümüzde %2 seviyesine gerilemiştir.

Yoksulluk denilince akla gelen ilk bölge olan Afrika’da ise 1990 yılında 287,6 milyon insan açlık sınırı altında yaşarken 2013 yılında bu sayı 401 milyona yükselmiştir. Bu rakam 2013 yılında dünyada açlık sınırı altında yaşayan insanların %52’sinin Sahra-altı Afrika’da yaşadığını göstermektedir. Sahra-altı Afrika’da yoksulluğun gerileyeceği tahmin edilse de bölgenin bazı karakteristik özellikleri geçmişte olduğu gibi gelecekte de yoksulluğun azalmasına engel olabilir.

Özellikle son 20 yılda daha yüksek büyüme oranları yakalayan Sahra-altı Afrika’da yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısının artmasının ardında birkaç farklı neden bulunmakla birlikte en önemli neden bölgedeki yapısal gelir adaletsizliğidir.

Ekonomik büyümeye en fazla katkı sağlayan yer altı kaynaklarının ve inşaat, telekomünikasyon gibi sektörlerin kontrolü, bölge nüfusunun %1’ni aşmayan bir kesimin elinde bulunmaktadır. Bu durum da ekonomik büyümeden elde edilen gelirin tüm halk tarafından paylaşılması yerine söz konusu tabakanın her geçen gün daha da zenginleşmesine ve bölge ülkelerindeki yoksul insan sayısının dagün geçtikçe artmasına neden olmaktadır. Servet dağılımında, sınıfsal farkların yanı sıra etnik köken ve ırk da önemli rol oynamaya devam etmektedir. UNDP tarafından 2017 yılında yayımlanan Sahra-altı Afrika’da Gelir Adaletsizliği Trendleri raporunda, yer küredeki en yüksek gelir adaletsizliğinin Sahra-altı Afrika’da olduğu belirtilmiştir. Ayrıca dünyanın en adaletsiz gelir dağılımına sahip 19 ülkesinin 10’unun da yine Sahra-altı Afrika’da olduğu ortaya konmuştur.[24]

Ülke içerisindeki gelir adaletsizliği nasıl önemli ise Sahra-altı Afrika ülkeleri arasındaki ekonomik büyüme farklılıkları da yoksulluk oranları üzerinde aynı şekilde etkilidir. Her ne kadar Sahra-altı Afrika’nın son 20 yıldır küresel ekonomik büyüme oranlarından daha yüksek büyüme oranları elde ettiği verilerle ortaya konulsa da aslında bu, tüm bölge ülkelerinin büyüdüğü anlamına gelmemektedir. Mesela, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Madagaskar gibi ülkeler son 20 yılda ya çok az büyüme kaydetmiş ya da hiç büyümemiştir; dolayısıyla bu ülkelerdeki yoksul insanların sayısı daha da artmıştır.[25]

Afrika’da yoksulluğun artmasının bir diğer nedeni de ekonomik büyüme rakamları yanı sıra yıllık %2,6 seviyesindeki yüksek nüfus artışıdır. Genel refahın artması için Sahra-altı Afrika ekonomilerinin elde ettikleri gelirin giderek artan sayıda insan arasında paylaşılması gerekmektedir. Bir bölgenin geliri nüfusundan daha hızlı büyüdüğünde ortalama gelir artmakta ve aşırı yoksulluk içerisinde yaşayanların toplam nüfusa oranı düşmektedir. Ancak yoksulluk sınırı altında yaşayan insanların oranı nüfus artış oranından daha az geriliyorsa o zaman yoksulluk sınırı altında yaşayan insan sayısı artmaktadır.[26]

Dikkat çeken bir başka unsur da açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısındaki azalmanın 2000’li yıllarda daha yüksek seviyede meydana gelmiş olduğudur. Bunun ardındaki en büyük nedenlerden birinin 2000 yılında BM’nin organize ettiği Bin yıl Zirvesinde bir araya gelen dünya liderlerinin “Bin yılın Kalkınma Deklarasyonu” (Millenium Development Declaration) metnini imzalamaları olduğu belirtilmektedir. Söz konusu deklarasyonun en önemli bölümü, dünya genelinde 2015 yılına kadar yoksulluk ve açlığın dikkate değer bir oranda azaltılmasını öngören “Bin yılın Kalkınma Hedefleri” (Millenium Development Goals) bölümüdür.

Ülkeler açısından değerlendirildiğinde en yüksek yoksulluk oranları Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Malavi, Mozambik gibi Sahra-altı Afrika ülkelerinde gözlemlenmektedir. Yoksulluğun toplam nüfusa oranlarının verildiği haritada da görülebileceği üzere yoksulluk oranlarının en yüksek olduğu ülkeler genellikle denize kıyısı olmayan Afrika ülkeleridir. Bir diğer özellikse küresel iklim değişikliğine %10 civarında neden olan en fazla yoksulun yaşadığı Sahra-altı Afrika bölgesinin ters bir orantıyla iklim değişikliği sonuçlarından en fazla etkilenen bölge olmasıdır.[27]

Açlık sınırı olarak ortaya konan 1,9 doların altında gelir elde eden nüfus, her ne kadar %10 gibi düşük bir seviyede görünüyor olsa da yoksulluğun daha iyi anlaşılması adına diğer seviyelerdeki yoksulluk oranlarına da bakılması gerekmektedir. Az gelişmiş ülkelerin aksine gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde günde 1,9 dolar ile yaşamak mümkün değildir. Bunu göz önünde bulunduran Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkeler ve gelişmiş ülkeler için yoksulluk sınırı rakamlarını ayrı ayrı olarak günlük 3,2 dolar, 5,5 dolar ve 21,7 dolar altında olarak belirlemiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere göreceli olarak açlık ve yoksulluk tanımları ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir.
Birinci grafikte görüldüğü üzere alt orta gelirde 1,9 dolar altında yaşayan insanların toplam nüfusa oranı %15,5 seviyesinde iken 3,2 dolar altında yaşayanların oranı %46,7 seviyesindedir. Hakeza aynı durum üst orta ve yüksek gelirli ülkeler için de geçerlidir.[28]

Yoksulluk oranlarını ülkelerin gelişmişlik seviyelerine göre veren başka bir çalışmada, 2000 yılından itibaren gelişmekte olan ülkelerin yoksulluk oranlarında azalma meydana geldiği, buna karşın gelişmiş ülkelerde bu oranın arttığı sonucuna varılmıştır.[29] Dünya genelindeki yoksulların büyük çoğunluğu kırsal alanlarda yaşamaktadır ve bu insanların herhangi bir eğitimi yoktur. Çoğunlukla tarım sektöründe istihdam edilen yoksulların yarıdan fazlası 18 yaş altındadır.[30]
Yoksulluk oranlarının gelecek yıllarda nasıl bir seyir izleyeceğine dair Dünya Bankası’nın yaptığı araştırmanın sonuçları Grafik 2’de yansıtılmıştır. Araştırmada yoksulluk oranlarının gelirin farklı büyüme oranları ile büyüdüğü takdirde hangi seviyede gerçekleşeceği incelenmiştir. Elde edilen sonuçlara göre insanların geliri son 20 yılda büyüdüğü gibi büyümeye devam ederse yoksulluk oranları 2030 yılında dünya genelinde %5,7’ye, elde edilen gelir son 10 yılda büyüdüğü gibi büyümeye devam ederse yoksulluk oranları %4,2’ye ve hatta %3’e gerileyecektir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder