15 Haziran 2017 Perşembe

KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ




 KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ


Mustafa Nevruz SINACI,21 Haziran 2014 Cumartesi



De’ Facto Mütegallibe (gizli düşmanların şer ve şeytani etkisi) ve dâhili bedhahlar!....

















de’Facto Mütegallibe ve'l dâhili bedhahlar 
Mustafa Nevruz SINACI

Malûm, 

Böyle bir Ülkede İnsan hakları, Adalet, Hukuk, lâiklik ve demokrasi “var gibi” görünür. Çokça da lâfı edilir. Fakat gerçekte bu değerlerin hiç birisi yoktur. İşte bunlardan biri de biziz. Yani Türkiye. Bizimle yanı sıra, Atatürk zamanında tam özgür, bütün veçheleriyle hâkim ve hükümran olan Afganistan ve İran’da, şu anda “hürriyet ve hükümranlık” nimetinden mahrum ve yoksundur. Daha açık ve net bir ifade ile 2014 yılı itibarıyla, hiçbir Türk ve İslâm devleti hür ve hükümran değildir. Önce kendi açımızdan konuyu “mümkün olduğunca” irdeleyelim:

İşleyeceğimiz konu itibarıyla, örtülü-gizli, hileli ve özellikle Lozan’da, dâhili bedhah menşei ile malûm lânetli birinin yaptığı gibi, İngiliz Milletler Topluluğuna vatanı katmak ya da millet ile meşru temsilcilerinin rızası hilâfına satmakla başlar bizim mütegallibelerle ilgi ve alâka muvacehesinde maceramız. Venizelos’un (İstanbul ziyaretinde) Atatürk’e bildirmesiyle ortaya çıkar. (1930) Konunun tetkiki bir hayli zaman alır. Gerçek sarahaten ortaya çıktıktan sonra İsmet başbakanlıktan kovularak, Ankara’dan sürülür. (1937) Başbakanlığa Celâl Bayar atanır. Ancak bu nedenle Atatürk zehirlenerek öldürülmüş ve tam da öldüğü günün ertesinde; Daha mübarek bedeni soğumadan, Meclis tanklarla çevrilmek suretiyle malûm şahıs cebren, tehdit, tank ve tüfek zoruyla diktatörlüğe getirilmiştir. (11 Kasım 1938)

Türkiye’nin kendi tarihi ile “Hesaplaşması ve Yüzleşmesi” gerekiyorsa ilki budur.
Önce 11 Kasım 1938 karşı devrimi, sonra da bunun bekraundu (altın vuruşu) olan 27 Mayıs 1960 muhakeme edilmek, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır. Eğer, hakkaniyet, adalet, ahlâk ve hukuka uygun bir “açılım” süreci oluşturma azmi, irade ve kararlılığı içinde ise AKP; 27 Mayıs dâhil olmak üzere bunu yapmak zorundadır. Geçmişle erkekçe ve mertçe hesaplaşmayan bir zihniyet değişim, dönüşüm, atılım ve açılım yapamaz. Aksi halde o da, bu menfur sürecin uzantısı, parçası ve mütemmim cüz’ü olmaktan kendini kurtaramaz.   
Çünkü: 11 Kasım 1938 karşıdevriminde: Cumhuriyet, adalet, hürriyet ve insan hakları gibi ‘Milli/manevi, insani, demokratik ilmî’ değerler tarihin çöplüğüne atıldı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin birinci kalkışması, ilk isyanı, kanlı ihtilâli ve en kalleşçe darbesi budur. Mustafa Kemal Atatürk’ün canı pahasına uygulanan vahşetin Literatürdeki adı: ‘karşı devrim’ kime karşı? Elbette Atatürk, Türk İnkılâbı, Türk halkı, Türk Milli Devleti, halkın özgürlük ve bağımsızlığına karşı! Dolayısıyla 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve mütemmimleri bu güruhun marifeti olup; Maksat, hürriyet, adalet ve bağımsızlığa vurulan prangayı pekiştirmektir.
Mütegallibe tarafından sanal savlar üzerine kurulu, ama gerçekte asla var olmayan, “sözde Kürt sorunu, esasta Türkiye’yi bölme, parçalama, soya ve paylaşma oyunu” 27 Mayıs 1960’dan itibaren Sivas toplama kamplarında Halk Partisi zihniyeti ile tamamı kripto, mason ve misyoner cunta tarafından icat edilmiş “sonradan icat” bir sorundur. Tıpkı 1974’ten sonra, Vahşi Batı ile entegre ihanet şebekelerince ortaya atılan ‘Kıbrıs Sorunu’ gibi. Bunlar hakikatte sorun falan değil, itler önüne atılan somun kabilinden, düzmece senaryolardır.    
    
KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ

Zekâ düzeyi düşük primitifler bilmezler. Ama dönme, devşirme ve kriptolar çok iyi bilir.Türkiye’deki karşıdevrim: Sömürgeciliğin zaferi, legalize olması ve dünyada uç veren “yenidünya düzeni” domuzluğunun hayat bulup harekete geçmesidir. Nitekim 1908 veya bir başka telâkkiye göre 1914 yılına değin beş buçuk asır boyunca, tartışmasız dünyanın başkenti olan İstanbul, bu vasfını 1914’de yitirdi ve Kraliçe’ye kaptır. 1944’e kadar dünya başkentinin Londra olduğu bilinir. Fakat yenidünya açılımı ile başkent Amerika kıtasına kadı.
Netice olarak: 1960’a kadar dünyanın patronu da başkenti de Washington D.C.’dir.
1960’larda yeni bir yapım, değiştirme, dönüştürme ve yerleştirme depremi yaşanır…

DÖNEMLER, DEVRİMLER VE DENGELER


Dönemin en önemli sorunu olan ve gelişmişlik sıralamasında; Demokrat Parti, Bayar ve Menderes sayesinde Amerika, İngiltere ve Japonya’dan sonra dördüncüye gelen Türkiye, 27 Mayıs darbesi ile önü/yolu kesilir, durdurulur. Hatta durdurulmak bir yana, sadece üç yılda bütün birikimi berhava edilmek suretiyle 1963’de sevgili halkını vahşi, adî ve alçak, iyi yüzlü batı’nın domuz ahırlarında bakıcı, kirli/hastalıklı sokaklarında süpürgeci ve en tehlikeli maden havzalarında amele olarak çalışmaya göndermek zorunda kalır. Zira cunta, halkı sadakaya ve memleketi dövize muhtaç hale getirmiştir. Oysa daha üç yıl önce Türkiye, Avrupa’nın en iyi ve en seçkin, kalifiye elemanlarını, bilim doktorları, profesörleri, her derece ve düzey işçileri Türkiye’de “yabancı işçi sıfatıyla” çalışırlardı.  
14 Mayıs 1950’de açlık, işsizlik, hastalık, yokluk ve kıtlıktan kırılan Türkiye’nin 1960 da işsizlik sorunu yoktur. İstihdam fazlası vardır ve bu fazla yabancı işçi ile karşılanmaktadır.     

YALAN-TALAN, İŞGAL, SOYGUN VE VURGUN DÜZENİ





11 Kasım 1938 ilâ 14 Mayıs 1950 arasında yaşanan nefret/fetret, fakirlik, açlık, yokluk ve hastalık dönemi 28 Mayıs 1960’da sökün etmiş; Kalitesiz, değersiz, niteliksiz ve niceliksiz, gayri milli unsurlarca bilerek, isteyerek, plânlı, programlı olarak dejenerasyon, deformasyon, psikolojik savaş, beyin yıkama, milli, ilmi ve manevi değerleri çürütme ve devleti yozlaştırma politikaları ülkeyi günümüze; Yani felâketin eşiğine kadar getirmiştir.       
Öyle ki; Bu gün, her ne kadar iman etmeseler, farkında olmasalar da, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti adına; Devleti dâhili ve harici bedhahlardan (gizli düşmanlardan), vatan haini, bölücü, hırsız ve yolsuzlardan koruma; Devleti yüceltme ve hükümeti denetleme görevi ile sorumlu ana ve yavru muhalefet, bilumum şerikleri ile birlikte “çatı kuralım” derken, milli devlet düşmanlarına “çanak tutma” bedbahtlığı, cehalet, felâket ve gafletine düşmüşlerdir!..
Oysa biz, Türkiye’nin “Cumhurbaşkanı, mutlaka Türk olmalıdır” diye haykırıyorduk.

BÜTÜN DÜNYA İŞGAL VE TASALLUT ALTINDA

Kaldı ki, memleketin ısrarla bölünmek istendiği, ayrışmanın teşvik edildiği, himaye gördüğü bir ortamda; Mutlak Milliyetçi olması gereken hareket partisi ve CHP tarafından, en azından Kraliçenin eğitim tezgâhında (exeter) dokunmamış hakiki ve halis bir Türk’ün aday gösterilmesi beklenirdi. Öneri, geniş halk kitleleri ile namuslu-dürüst, onur ve erdem sahibi yurttaşlar arasında büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Kalıplarına, makam ve mürüvvetlerine yazık, kahrı gazap olsunlar…     
Böylece CHP, MHP, AKP ve diğerlerinin tek vücut ve yekvücut oldukları sübut etti...
En kör pencereden bakıldığında bile; Öteden beri sürüp gelen Doğu Türkistan jenosidi, SSCB hinterlandında 20 yıldır vaki bağımsızlık komedisi ile sırasıyla Çeçenistan, Afganistan, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Azerbaycan/Karabağ, Irak, Libya, Sudan, Suriye ve nihayet Ukrayna!.. İslâm’ın yasaklandığı bazı Afrika ülkelerinden tutun, en alçakça, haince ve kalleşçe katliam ve soykırımların sürdüğü Musul Vilâyeti; Kahir ekseriyeti Türk ve Müslüman coğrafya da bu insanlık dışı işgal, tasallut, soygun, vurgun, vahşi saldırılar hüküm sürüyor. Kötüler, pislikler, hırsız, yolsuz, din tüccarları ve siyaset simsarları her yerde…
İnsanlık; Adalet, huzur, hukuk ve barış iklimi Türkiye’den medet bekliyor!..
Oysa Türkiye hükümeti’nin aynı dönemde, insanlık, evrensel barış ve ticaret adına iş gören diplomatları Musul’da esir alınabiliyor, TIR Şoförleri gasp edilip tutuklanıyor. Ama ne büyük bir utanç, hicap ve yüzkarası bu!.. Mes’ul, mütehakkim ve mütegallipler, her ağızlarını açtıklarında ‘Yeni Osmanlı’ nam bir söylem ortaya koyarlar. Fakat Osmanlı’nın evvel ve ahiri dâhil 2250 yıllık (TSK tarihi baz alınmıştır) tarihinde böyle bir korkaklık, miskinlik ve utanç yoktur. Bunlar Osmanlı’nın: “İstersen ülkende ve dünyada Sulh-ü Salâh; Hazır ol her daim cenge ve asla cengâver olmaktan beri durma sakın!” kuralının farkında ve idrakinde değiller. Üstelik giderek bütün dünyayı saran fitne, tefrika, Türk ve İslâm düşmanlığını da göremezler.
Bizde gaflet, dalâlet ve hıyanet; Başta muhalefet olmak üzere her yanı sarmış, tarihi düstur olan ‘Hak yolunda, Millet hizmetinde, rıza-i İlâhi uğruna halk için çalışacak’ Namuslu, dürüst, imanlı, ilimli, şuurlu, lâik ve demokrat insan kalmamıştır.
Bu sebeple olsa gerektir: Memlekette ve ekseri dünyada Hakkaniyet, Adalet, Ahlâk, Özgürlük, Eşitlik, Demokrasi, Cumhuriyet ve Bağımsızlık tebahur etmiş (buharlaşmış) ve içi boş sözler ile anlamsız söylemlerde ‘damı tenvir’ olunmaya başlanmıştır…
Hani yukarda bahsetmiştik, 1960’a kadar dünyanın başkenti Washington diye…
İşte 1960’dan itibaren bütün veçheleri ile yerleşen ve ahtapotun kolları gibi bütün dünya ülke ve rejimleri içinde kök salan “haram, çalıntı, gasp ve irtikaptan ibaret sermaye” son başkentini de terk ederek seyyalleşti. Şimdi sermayenin, dünya soyguncuları, evrensel gladyo, yerel mafya ve profesyonel soyguncu-vurguncuların; Daha doğru bir deyişle şimdi adına “küreselleşme” denilen kalleş sülük- adi kene, kan emici vampir ve ahtapotların nerede toplaştıklarını, konuşlandıklarını kimse bilmiyor.

KÖTÜLÜK HER YERDE…

İliklerine kadar soyulan, aldatılan, kandırılan, bütün değerleri yozlaştırılan, din, ilke, ülke ve imandan uzaklaştırılan, haymatlos karakterli, sanal sınırlı çete devletlerin en yaygın söylemi:, “Yeni Demokrasi, İleri Demokrasi, İnsan Hakları, Adalet ve Evrensel Hukuk” olup; Ancak Deccal tarafından ifa edilebilecek güçte, devasa kötülük projelerinin adına da “açılım” denilmektedir. Çok iyi görülüp, iyice bilinmiş ve anlaşılmıştı ki, bunların tamamı (merkezi bir güç paterni tarafından sevk ve idare edilen) yalan-talan, nitelikli sahtekârlık, organize soygun, vurgun düzeninin; Ekserisi din tüccarı, insanlık düşmanı idarelerin marifetidir.
Yani günümüzde “yenidünya düzeni, yeni/ileri demokrasi, özelleştirme, halka açma, küreselleştirme denilen kan emici kene ya da vampir (vahşi kapitalizm, irinsel emperyalizm, salt çıkara dayalı yalan/talan) düzeni’nin hâkim unsur haline gelmesi ile başta Musevi, İsevi ve İslâmi toplumlar tekrar ortaçağın ilkel.; Adaletsiz, hukuksuz, muzlim, karanlık kâbusları, iğrenç kaprisleri ve kalleş dehlizlerin lâğımına sürüklenmiş bulunmaktadırlar...   
Bu rejimde insanlığın % 99.9’u iliklerine kadar sömürülmekte; Geriye kalan binde bir, tam bir refah patlaması içinde deli domuzlar gibi çılgınca yaşamakta, dünya rantının pastasını tek başına yemekte ve geri kalanların ıstırap, hastalık, sefalet, mutsuzluk, onursuzluk, esaret, açlık ve susuzluktan ölümleri de dâhil olmak üzere; Binlerce yılda gelişen tüm iyilik, erdem ve insani değerlerinin sistematik olarak ve kasıtla imhasına çalışmaktadırlar. 
Şüphesiz bu bir illet, pis bir hastalık, insanlığın üstüne çökmüş felâket ve rezilliktir.
Dünya çapında genel bir analiz yapıldığında; Malum ve menfur fetret devrinin bütün melânetleri uygulamada açıkça görülür. Dönemin yalancı-talancı, bağnaz, katı ve fanatik Ebu Lehep’leri, Ebu Cehil’leri, Mugire ve Abdullah Bin Sebe’leri milletlerin idaresini sinsice ele geçirerek, “olağan ve doğal mecraında seyreden sühûl, sakin ve barışçı devletleri” adeta birer çete devleti haline getirmişlerdir.
Meselâ şu vahim hallere ve korkunç örneklere bir bakın:       
Suriye’de 2011 Nisan’ında başlayan (Türkiye benzeri) gösterilerin 2012’de iç savaşa dönüşmesi ile başlayan süreçte gündemde yer alan iddialara göre: “Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın besleyip, semirttiği ve Suriye iç savaşına sürdüğü, Irak Şam İslam Devleti terör örgütü (IŞİD)”, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir şeriat devleti kurmak istiyor. Bir tiyatro oyunu sergiler gibi Irak'ta Musul'u ele geçirmiş, Bağdat'a doğru ilerlemekte! Bölge halkı üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir şiddet, vahşet ve adeta soykırım uyguluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Konsolosluğunu işgal etti ve onlarca TIR şoförümüzü esir aldı…  
Bu anlamsız esaret, terör örgütü ile pazarlık pahasına günlerdir sürmekte.
Hakikatte, devlet geleneğinde eşkıya ile pazarlık cinnet, zavallılık ve tarafgirliktir..
            Diğer taraftan; (Batı) Ukrayna da pervasız, haksız ve hukuksuz Rus işgali, Kırım’ın gaspına rağmen bütün şiddetiyle sürüyor. (Doğu) Çin tarafından işgal edili Doğu Türkistan’da 40 yılda, hain saldırılar, alçakça ve kalleşçe katledilenlerin sayısı 35 Milyon’a ulaştı. Başta Türkiye idare unsurları olmak üzere bütün dünya bu insanlık düşmanlığı, vahşet ve soykırıma seyirci.. Orta yerde Afganistan, Filistin, Suriye, Irak, Musul, Kerkük acımasızca kanatılıyor.
Afrika Müslümanları üzerinde, “İslâm’ı yasaklamak dâhil” müthiş bir zulüm hüküm sürmekte, bizzat vahşi batı ve ABD yoluyla “soysuz bir sömürgecilik” inşa edilmektedir.  

           HIRS VE İHTİRAS UĞRUNA İZMİHLÂL!..










            Cereyan eden manzaranın ortak bir paydası var. Süreci idare, tahrik, tazyik ve/veya tahkim eden (destekleyen) idarecilerin tamamı akıl tutulmasına uğramış; Gurura kapılmış; Riya’ya düşmüş; Fitne ve tefrikanın kurbanı olmuş kifayetsiz muhterislerden ibaret. Burada ve bu anlamda kifayet nedir. Elbette ve sadece Adalet’tir. Karşıtı kifayetsizlik ise: Haksızlık, adaletsizlik, zulüm, zorbalık, dikta ve derebeyliğin, yani mütegallibeniz müşterek vasfıdır.  
            Bunların idare ettiği ülkelerde Hakkaniyet, Adalet, Demokrasi ve Lâiklik de yoktur.
            Üstelik müthiş bir pahalılık, gizli enflâsyon, alabildiğine rüşvet, iltimas, başıbozukluk, haksızlık, nitelikli dolandırıcılık, ayırma ve kayırma görülür. Dikkat edilirse bu; İnsanlık, ilmî ahlâk, şeref ve soy dışı cürümler olup; Sadece Müslüman olmayanlarda rastlanan lânetli bir hastalıktır. Yegâne tedavi unsuru olan adalet cihazı, kanun ve ceza bu güruhun hâkimiyetinde adeta yoktur. En iğrenç insanlık suçu olan zina, tecavüz, livata, fuhuş, gasp, irtikap, anarşi, terör, tedhiş ve hırsızlık dahi, neredeyse mazur görülen fiiliyattandır.   

            EYLEM VE SÖYLEMDE BİR OLMAK GEREK




















    
Merhum, müteveffa ve müstesna, Cennet mekân Milli Şair Mehmet Akif Ersoy İstiklâl Marşı’nda: “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.,” diyor. Yani; “Ey kadim Türk Milleti ve maziden gelip atiye yürüyen Türkiye Cumhuriyeti, sen ve senin bağrında hayat bulan Türk milleti asla yıkılmayacak, yok olmayacak, çökmeyecek, bölünmeyecek ve şu dünya durdukça (ebediyen) payidar olacak (sonsuza kadar yaşayacak)’tır; Mesajı ve müjdesini veriyor!..
Bu mısra, 90 yıl önce yaşanan İstiklâl Harbi destanına ait!
O, evvelâ ve öncelikle Türk milleti’nin istiklâl/hürriyet, adalet, hâkimiyet, güzel ahlâk, hukuk, özgürlük, bağımsızlık ve hükümranlık marşı.. Şairi, mimar ve muhtasarı Gazi Mehmet Akif Ersoy; Eseriyle; Muzaffer millet, dirilen devlet ve genç cumhuriyetle müsemma... Keza, 2002 yılından beri Hükümet eden AKP hükümet ve zihniyeti tarafından çok övülen, ululanan, saygıyla yüceltilip sahiplenen büyük şahsiyet!..
Buna rağmen malum zihniyet, bu şahsiyeti sadece kullanır, istismar ve suiistimal eder.
Şimdi sorulur: Peki neden ve niçin Mehmet Akif Ersoy’un yolundan gidilmiyor?..
Top yekûn millet, ittihat-tevhit ve ebed-müddet devlet akaidine neden uyulmuyor?
Bu iki yüzlülük, çifte standart, yalancılık ve sahtecilik değil de nedir?
Kaldık ki bu, izafet ve sahiplik, aynı zamanda İstiklâl Marşına sadakati ve Atatürk’ün işaret buyurduğu: “
Bunun yanı sıra, binlerce yıllık Türk ve 1500 yıla varan Müslüman geleneği ile Türk İslâm sentezinin, kamu idare biliminde “medeni siyaset” olarak adlandırılan bileşkenin şiarı da İnsan’a hizmettir. Bir başka deyimle: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”. Bu doktrinin esası: “Her insan bir devlettir; Halk’a (insana) hizmet Hak’a (Yüce Yaratıcıya) hizmettir, gibi ileri medeniyetin özgün anlam ve kavramlarını havidir.  
Şimdi bu zaviyeden memleketin haline bir bakalım:

           AB 19 ÜLKEYE VİZEYİ KALDIRDI

            AB tarafından alınan karar gereği, Birleşik Arap Emirlikleri, Kolombiya, Dominik, Grenada, Kiribati, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Palau, Peru, Saint Lucia, Saint Vincent ve Grenadinler, Samoa, Solomon Adaları, Doğu Timor, Tonga, Trinidad ve Tobago, Tuvalu ve Vanuatu vatandaşları da vizeden muaf olacak. (7.05.2014-Sözcü) Ülkemiz yarım asırdır vizesiz giriş için bekletilirken, Avrupa kıtasına yaklaşık 15.000 km uzaklıkta olan Kribati’ye de vize muafiyeti getirmesi oldukça ilginç. Schengen vizesinin aşamalı olarak kaldırılacağı vaadi ile yıllardır oyalanıyoruz. Özellikle iş adamlarımıza ve acil ihtiyaç duyan vatandaşlarımıza vizenin kaldırılması beklentisi içindeyiz. Ama sonuç ortada… Elli yıldır bu lânetli kapıda ısrarla pinekleyen aciz ve zavallı yöneticilerimiz; Asıl maksatları nedir acaba?
            Bu şerefli ve soylu millet, cumhuriyeti fazilet olarak bildi ve “Hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir” taahhüdüne daima inandı ve kandı. Lâkin 50 seneden bu yana sistematik olarak yozlaştırılan siyaset, siyaset kurumları ve seçim yasaları sâyesinde vatandaş; Avukatını bizzat seçmesine, doğrudan vekâlet vermesine ve dilediği an “vekâlette azil” hakkını özgürce kullanmasına rağmen..; Siyasi vekilini bizzat seçmeye, doğrudan vekil tayin etmeye, icabında vekil tayin ettiğin azletmeye neden mezun ve yetkili değil…
            Adalettin, hakkaniyetin, Cumhuriyetin ve demokrasinin emri, gereği bu değil mi?
            Niçin siyaset simsarları, hırs ve ihtiraslarının zebunu olmakta?
Hakkaniyet, adalet, hukuk, eşitlik ve demokrasiye güvensizliğin sebebi nedir?
Bakın şu ibretlik örneğe ve (vatandaş ve PolitikACI olarak) aklınızı başınıza toplayın:   

            AĞRI BELEDİYE SEÇİMLERİ

            “Ağrı Merkez Camii İmamı, Diyanet İşleri Başkanlığında Daire Başkanlığından emekli bir Müftü Ağrı'lı olup, Çevre Bakanlığında Genel Müdürlük yapmış yakın akrabaları Muhammet Nazik Bey anlatıyor: " (…) Hal ve keyfiyet nasıldır Ağrı'da?, diye sorunca, İmam Efendi: "Ohoo herkesin hali vakti ve keyfi yerindedir. Devlet millete her şeyi veriyor. Elektrik parası yok, su parası yok, kömür geliyor, para veriliyor. Kimsenin muhtaç bir durumu yok. Evinde bir inek besleyenin hali burada 'benim' diyenden iyidir." deyince; "Peki Hocam neden o zaman PKK'ya o kadar oy veriliyor, AK Partiye karşı ayıp olmuyor mu?" diye sordum. Cevap : "Haaa Hocam, orada bir incelik var. PeKeKe diyor ki; 'Tüm bunları benin sayemde Hükümet sana vermeye mecbur oluyor, eğer bana verdiğin desteği kesersen Hükümet de bu yardımları keser, ona göre!' diyor ve hanede iki kişi varsa birisi PeKeKe'ye diğeri AKP'ye ov veriyor, anlıyor musun?'" (İsmi mahfuz bir gazeteci) devamla: Hal ve keyfiyet budur Üstad. Bunun sebebi, AK Parti dönemine kadar bu ülkeyi, "müstemleke mültezimi" olarak yönetenlerdir. Elbette CHP ve MHP de bu işin içindedir. Ancak, iddia ediyorum ki: Şu son yol kesme olayları kasten uygulamaya konularak, "Doğuda Hükümet de biziz, Güvenlik gücü de biziz!" algısı oluşturularak halk psikolojik baskı altına alınmasaydı, Ağrı seçimleri kaybedilmezdi. Daha geriden gelirsek; Paralel yapının 17 Aralık uygulaması olmasaydı, Diyarbakır bile AK Parti eliyle, PKK pençesinden kurtarılabilirdi…” 
            Başka bir hakikat!.. Derin ayıp ve hicap.. Haber tekzip edilmemiş.
            19 milyon kişiye yardım dağıtan AKP 20 milyon oy aldı.
            Bu haber 08 Nisan 2014 tarihli Sözcü gazetesi’nde, diğer bazı gazetelerde ve ağırlıklı olarak sosyal medya’da yer alıyor. Ayrıntılara bakarsak olay şu: Bahse konu yardım bir aile içinde sadece “geçindirmekle yükümlü” aile reisi veya belirlenen sorumluya veriliyor. Şu hale nazaran yardımın genel nüfus içindeki muhatapları asgari: 38 milyon dolayında seçmen ve 57 milyon civarında vatandaş.
Dolayısıyla gidişat: Hırs ve ihtiras uğruna izmihlal değil de nedir?
İnsanlık tarihi ve İslâm’da: Hüküm hikmet iledir. Hikmet, halkı ve devleti hak, adalet, hukuk ve mümasili bir düsturla yönetmek; İmkân ve fırsat eşitliğini sağlamak; İnsanları ilim, ahlâk, meslek v marifet sahibi yaparak (eğiterek ve öğreterek) fakirlik, yoksulluk, cehaletten kurtarıp.; Onları vicdanı hür, irfanı hür, düşünce ve ifadelerinde özgür; Şahsiyetli, haysiyetli ve yüksek karakterli fertler olarak cemiyete kazandırmak… Memlekette anarşi, terör, tedhiş, haksızlık, hırsızlık, her nevi kanunsuzluk ve yolsuzluğa asla ve kesinlikle meydan vermemek!
Sıra siyasete geldiği zaman ise; Bu çalışma ve başarılardan dolayı tevekkül etmek, ille aday olup hırs ve ihtiras göstermemek; Bunun yerine, Yüce Peygamberimiz tarafından emir ve tavsiye buyurulduğu gibi: “millet tarafından aday gösterilmeyi” beklemek…
İnsanlığın, ilmin, irfanın, yaratılanı sevmenin, memleket âşkıyla hizmete talip olmanın şekli, usulü, adabı ve erkânı budur. Unutmayın İslâm’ın şiarı: “El İman Min’el Vatan”dır.. 

13 Haziran 2017 Salı

KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 3 -



 KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 3 - 


14 AĞUSTOS 1974 İKİNCİ KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI VE SONUÇLARI 

Atilla ÇİLİNGİR 
www.atillacilingir.com 
21 Temmuz 2016, 08:01


BU YAZI DİZİSİ; 20 TEMMUZ 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 42’NCİ YIL DÖNÜMÜ NEDENİYLE KALEME ALINMIŞ OLUP, ŞEHİTLERİMİZİN AZİZ HATIRALARINA İTHAF EDİLMİŞTİR… 

PAROLASI:  ‘’AYŞE TATİLE ÇIKABİLİR..

’’ İkinci Cenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları dahi dikkate almadılar. İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri İkinci Barış Harekâtına başladı.   14 Ağustos günü Saat 06.30’dan itibaren 28 ve 39 ncü Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz üssünü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar.   Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile Lefkoşa Sancağı ve Komando Tugayı kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla görevlendirilmişlerdi.   39 Tümen bölgesindeki İngiliz Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği durumunda idiler. 39 Tümen’in birlikleri saat 11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler.  28 Tümen’in 230’uncu Motorize Alay, 2’nci Taburu; saat 12.00’ye doğru Mia Milya isimli Rum Köyü ve Sanayi Bölgesini (adını sonradan Haspolat Köyü olarak ben koydum…) işgal etti. Saat 15.00 civarında 39.Tümen Değirmenlik’i, 28. Tümen de Timbu hava alanını ele geçirdi.   Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta bulan Rumlar, mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14 Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştür.   Adanın diğer kesimindeki Türklere de insanlık dışı, vahşice saldırılar yapılmıştır. Birliklerimiz 14 Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek soydaşlarımızla kucaklaştılar…   15 ve 16 Ağustos’ta doğu ve batı istikametlerinde ileri harekâtına devam eden birliklerimiz Magosa, Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına almışlardır… Sonuç olarak: Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta; 415’i Kara, 65’i Deniz, 5’i Hava ve 13’ü Jandarma olmak üzere 498 Türk askeri şehit olmuş, 1200’de yaralanmıştır.  70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuş, 1000 Kıbrıslı Türk de yaralanmıştır. 

  BM. Barış Gücü askerleri de kayıp vermiş: 3 Avusturyalı asker ölmüş, 24 Avusturyalı, 17 Finlandiyalı, 4 İngiliz ve 3 Kanadalı asker de yaralanmıştır. 

Türkiye bu harekât ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu. 13 Şubat 1975 de Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983 de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi… Kıbrıs’ta Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar bir sonuç alınamamıştır. Kıbrıs’la ilgili yürütülen görüşmeleri bu uğurda canlarını ortaya koyan gaziler olarak dikkatle izliyoruz. Toprağa düşen şehitlerimizin ve akıtılan kanların dikkate alınacağını umuyor; uğrunda şehit verdiğimiz, kan döktüğümüz toprakları da kutsal bir emanet olarak kabul ediyoruz. Savaşta kazanılan toprağın iadesi kabullenemez. Türk silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a yaptığı müdahale; sorunun sebebi değil, Rum-Yunan ikilisinin bugüne kadar adada uyguladıkları yanlış ve tahrikkar politikaların bir sonucudur. Yunanistan’ın Kıbrıs’ı topraklarına katmayı istemesinin asıl amacı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hareket serbestîsini kısıtlamak ve Anadolu Yarımadası’nın güneyindeki milli güvenlik kuşağını daraltıp, Türkiye’nin etrafında bir stratejik kuşatma çemberi oluşturarak, onu Anadolu’ya hapsetmektir. Türkiye’nin, Yunanistan’ın ahdi hukukuna dayalı haklarını ve milli menfaatlerini koruyamayacak kadar zayıf bir duruma düşürülmesi, O’nun Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Orta Asya ile Kafkaslarda itibarını büyük ölçüde zedeleyecek; bölgesinde bir denge unsuru olma ve caydırma niteliğini ortadan kaldıracaktır. Kıbrıs’ta “Kendi kaderini tayin etme” (Self-determinasyon) hakkı söz konusu olduğunda, Ada’da yaşayan Türk halkı, BM Anayasa’sının 73’ncü maddesi esasları çerçevesinde en az Rumlar kadar kendi kaderini tayin etmede söz ve hak sahibidir. Asırlardır Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin Ada üzerinde hükümranlık hakları vardır. Bu haklarını Rumlara devretmeleri söz konusu olamaz.  Batı, dün olduğu gibi bugünde Yunan-Rum yanlısı tutumunu devam ettirmekte, Yunanistan ve Kıbrıs sorunlarının çözümünde Türk tarafından sürekli ödün istemektedir. Aşağıdaki örnekler, geçmişte Batı’nın, Yunan-Rum yanlısı tutumunu açıkça ortaya koymaktadır. 

“Sabır ver Allahım, güç ver bizlere” ’Adaya indiğimizden beri geçen saatler her birimizi sanki on yaş birden ihtiyarlatmış, eski bir savaşçı gibi olmuştuk. Tüm heye­canlar, olumsuz düşünceler geride kalmıştı. Artık düşündüğümüz yegâne şey; görevimizi başarıyla yerine getirerek, Kıbrıs Türk Hal­kını Rum’un zulmünden, topluca katletmelerinden kurtarmak ve askerlerimizin bir tanesinin dahi burnu kanamadan yurda geri dö­nebilmekti tek isteğimiz.  Ama daha yapacak çok işimiz vardı…  Bir taraftan temmuz sıcağı; diğer yandan alev, alev yanan saman balyaları, yaşarken cehennem ateşini görmek böyle bir şey olmalıydı diye düşündüm bir an!  Düşmanın bütün kini; topçu, havan ve uçaksavar mermileri halinde üstümüze çökmüştü.  “Sabır ver Allahım, güç ver bizlere,”diye mırıldanırken;  100 m kadar ilerimize yine bir grup havan mermisi düştü. Ölümün görüntüsü ve sesi yanı başımızdaydı sanki! Derhal içinde bulunduğumuz tarlanın zeminine tam siper yaptık…  (Bu bölümde anlatacağım aşağıdaki kahramanlık öyküsü: Milletimizin gözbebeği Mehmetçiğin vatanına, bayrağına, görevine olan sadakatinin ve iman gücünün savaş meydanına yansımasıdır…) Bu gerçeğe tanıklık yapan aynı zaman dilimi ve mekânında olan ben; böylesine yiğit ve temiz yürekli bir askere komutanlık yaptığım için bahtiyarım.  Aşağıda bizzat tanıklık ettiğim bu gerçek savaş öyküsü, Kıbrıs Harekâtından sonra ülkemizde mevut Liselerimizde 2012 yılına ka­dar okutulan Milli Güvenlik ders kitaplarında, bir savaş anısı olarak yer almış, gençlerimizin bilgisine sunulmuştur. 

 Ancak 2012 yılında AKP iktidarının Milli Eğitim Bakanlığı uygulamaları çerçevesinde, Milli Güvenlik Dersinin Liselerimizden kaldırılmasıyla birlikte! Ne yazık ki, yakın siyasi tarihimizde yaşanan Kıbrıs Savaşlarında bu ve buna benzer nice kahramanlık destanı, bilgi hazinemizin dışına itilmiştir…  Ama zafer meydanlarına kazınan bu gerçekler, tarihimize al­tın harflerle yazılmış olup, hiçbir güç bu gerçekleri değiştiremeye­cektir… Harekât bölgesine, Piyade Kıdemli Yüzbaşı Süha Bayka­ra ile birlikte aynı helikopterle gelmiştik. Bulunduğumuz tar­laya düşmanın havan ve topçu mermileri düşmeye başladığın­da, yine aynı helikopterden inen, Siirt’in Şırnak ilçesinden (o tarihte Şırnak henüz il olmamıştı.) Er Salih Kabul, mermilerin savurduğu toz yığınları arasından toprağa gömülmüş gibiydi…  Yüzbaşım, ben ve tabur doktorumuz Üsteğmen Taner Göde, o istikamete doğru fırladık.  Mehmetçiğin kızgın güneşten kavrulan sakallı yüzü, ye­şilimsi bir renk almış, tebessüm eder gibiydi.  Gözlerinin canlı­lığı kaybolmamıştı. Sağ bacağı hemen dizinin altından kopmuş, bir karış kemik parçası, kopuk dizinin ucunda duruyordu.  Sağ eliyle potininin içinde kanlı et yığını gibi duran kopuk bacağını sımsıkı tutuyordu. Kopuk bacaktan fışkıran kutsal temiz kanı, toprakta köpürüp fokurduyordu.  Doktor ilk müdahaleyi yaptığı sırada ben ve Yüzbaşım, telaşla emirler veriyor, bir araç bulunmasını istiyorduk…  Bu sırada Salih bir ara kendine geldi, başını kaldırdı ve yaşaran gözlerimize bakarak:  “Niçin telaş ediyon gomutanım? Gözlerinizdeki yaşlar niye ki? Anamız bizi bugünler için doğurmadı mı? Hele bir cigara verin,” diye mırıldandı, tekrar bayıldı.  Hiçbir şey söyleyemedim, dudaklarımı öylesine ısırmışım ki, az sonra yanımdaki er:”Komutanım, ağzınızdan kan geliyor, bir şey mi oldu?”dedi. “Hayır” diyebildim. Çünkü o kan, ağzım­dan değil, paramparça olan yüreğimden geliyordu…  Kahraman Salih’i, mücahitlerimizin civardan temin et­tikleri Land-Rover marka bir ambulansa, bulunduğumuz böl­geye bir kâbus gibi çöken Rum topçu ve havan ateşine rağmen süratle yükledik. Artık onun yaşayabilmesi, zamanın ve kaderin insafına kalmıştı! Araç, boğaz bölgesinde kurulan sahra hasta­nesine giderken, üzerindeki Kızılay bayrağına rağmen, Rumlar tarafından aracın vurulması için açılan uçaksavar ve makineli tüfek ateşini büyük bir üzüntü ile izledik…  İşte savaş meydanlarının yiğit askeri, Mehmetçik böyle bir in­sanlık abidesiydi. Böylesine bir askeri tanımak için onun gerçekleş­tirdiği böylesi kahramanlıkları okumak değil; demek ki, kaderde bir­likte paylaşmak da varmış diye düşündüm bir an. Yüce Atatürk’ün şu veciz ifadesi onu ne kadar iyi tanımlıyordu:  “Dünyanın hiçbir ordusunda, yüreği seninkinden daha temiz ve daha mükemmel bir askere rast gelinmemiştir.”   Gerçekten de savaş meydanında cesaretiyle temayüz eden, vatanına, bayrağına, milletine ve komutanına içtenlikle bağlı. İman gücünü, çelik gibi iradesiyle bütünleştirebilen insanoğlu; ancak Türk Milletinin sinesinden çıkabilirdi. İşte tüm bu özellikler de, “Mehmetçik” kavramında birleşmişti. Savaş meydanları bu tarihi gerçeği hep böyle yazmıştı, Kıbrıs savaşlarında da böyle yazmaya devam edecekti.    Yukarıda anlatmış olduğum ve bizzat tanıklığını yaptığım bu kahramanlık öyküsü; bu gerçeklerin tarih sayfalarına yansıdıkların­dan sadece bir tanesiydi. Artık savaşın sıcak yüzü, bizim taburumuz personelini de yakmaya başlamıştı…’’

Önce Vatan Gazetesi

http://www.oncevatan.com.tr/14-agustos-1974-ikinci-kibris-baris-harekti-ve-sonuclari-makale,36295.html


***

KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 2 -



 KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 2 - 


“KIBRIS’TA” 42 YIL ÖNCE O GÜN!  

http://www.oncevatan.com.tr/kibrista-42-yil-once-o-gun-makale,36286.html

Önce Vatan Gazetesi
Atilla ÇİLİNGİR ,-
www.atillacilingir.com 
20 Temmuz 2016, 00:01
Önce Vatan Gazetesi

20 Temmuz 1974  (BİRİNCİ HAREKAT) “... 


Bundan sonrası yalnızca kadere bağlıydı! Ölüm ne kadar yakınsa, yaşamak da o kadar uzaktı...” Kıbrıs Rum Kuvvetleri;  Rum Milli Muhafız(RMM) ordusu, Rum Polis teşkilatı ve Yunan Alayından ibarettir. Ayrıca, seferde teşkil edilen Home Guard (HG) taburları ile RMM ordusu takviye edilmektedir. Rum ordusu Yunanlı subaylar tarafından eğitilmekte ve yönetilmektedir. Seferde Rum ordusunun mevcudu 40.000’ne çıkabilmektedir. Bu birliklerin yanı sıra, Makarios’a bağlı 4000 kişilik “Epikourik” (Taktik Yardım İhtiyat) kuvveti vardı… Türk Silahlı Kuvvetleri; Kıbrıs Barış Harekâtı’na 6 nci Kolordu Komutanlığı emrinde; 28 nci Motorlu Piyade Tümeni, 39 ncu Piyade Tümeni, Hava İndirme ve Komando Tugayları, Gösteri Tatbikat Alayı, Amfibi Deniz Piyade Alayı, Jandarma Komando Taburları, Deniz ve Hava Kuvvetleri birlikleri, Bayraktarlık emrindeki Mücahit Birlikleri, 650 kişilik Kıbrıs Türk Alayı ile idari ve lojistik destek birlikleri katılmıştır.  Harekât üç safha olarak planlanmıştı: . Birinci safhada hava ve kıyı başının tesisi ve elde bulundurulması,  . İkinci safhada çıkan ve indirilen birliklerin birleşmesi,  . Üçüncü safhada da harekât alanının genişletilmesi 

20 TEMMUZ 1974 BİRİNCİ KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI 

20/21 Temmuz gecesi Türk ve Rum kuvvetleri arasında çok çetin çatışmalar ya şanmıştır. Rumların Ortaköy, Gönyeli ve Boğaz Bölgelerini ele geçirerek; Girne- Lefkoşa irtibatını kesmek ve bu suretle; çıkarma yapan birliklerimizle, inen birliklerimizin birleşmesini önlemek amacıyla gece boyunca St.Hilarion, Bozdağ, Dikmen Tepe, Ortaköy ve Gönyeli ile Göçeri bölgelerinde yaptığı saldırılar; kahraman Mehmetçikler tarafından her defasında püskürtülmüştür.  20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a çıkan ve inen Türk birlikleri ele geçirdikleri yerleri, her ne pahasına olursa olsun elde tutmayı başarmışlardır.  Harekâtın ilk günlerinde, birliklerimiz hava desteğinin haricinde topçu ve tank desteğinden mahrum idi…  Buna rağmen Türk askeri Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, Kore’de destan yaratan atalarını aratmadılar. İlk gece özellikle Beşparmak Dağlarında, Rumların gece saldırılarına karşı tüm birliklerimizin ölüm-kalım mücadelesi takdire şayandır… Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi sonrasında;   Yunanistan’da cunta, Kıbrıs’ta da Sampson istifa ettiler. BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karara uyarak, üç garantör devlet olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere; Kıbrıs’ta barışı ve anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla 25 Temmuz’da Cenevre’de görüşmelere başladılar. 30 Temmuz’a kadar devam eden bu görüşmelerde; tarafların 8 Ağustos’ta, Cenevre’de tekrar toplanmaları kararı alındı. Bu görüşmeler sonucu yayınlanan “Cenevre Deklarasyon”u ile taraflar; Kıbrıs’ta ayrı iki otonom yönetiminin mevcut olduğunu kabul etmişler, Otonom Türk ve Rum toplumlarının federal bir devlet çatısı altında bir ortak yönetim kurmalarını beyan etmişlerdir. 

İKİNCİ KIBRIS BARIŞ  HAREKÂTINI HAZIRLAYAN NEDENLER . 

İlan edilen ateş-kes’ten sonra, mevcudu 40.000’ni bulan Türk birlikleri oldukça dar bir alana sıkışmış durumdaydılar,  . Birliklerin uzun süre bu dar bölgede bekletilmeleri emniyetleri açısından uygun değildi,  . Ateş-kes ile birlikte Türk birliklerinin ilerleyişlerini durdurmaları üzerine adanın her yanındaki binlerce Türk, Rumlar tarafından kuşatılmış, Rumlar Türk köylerindeki savunmasız çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştü! ( 14 Ağustos 1974’te yaşanan Atlılar, Muratağa, Sandallar Köyleri katliamları, toplu mezarlar… )  
….  Diri, diri toprağa gömülen 16 günlük Selen Bebek...   
( Bk. Tarihten Gelen Çığlık, Kıbrıs’ta Soykırım 1955-1974-Atilla Çilingir) 


‘’Yarım saat sonra Kıbrıs gözüktü!  İnme bölgesi yoğun bir ateş altındaydı. Her yönden ama özellikle Beşparmak Dağları istikametinden gelen havan ve dağ top­çusu atışları, iniş yaptığımız bölgeyi hallaç pamuğu gibi atıyordu. Rumların hâkim arazide olmaları, onlara her yönden atış üs­tünlüğü sağlamıştı. Bir de, araziden toplanan ekinlerin ardından ya­pılan saman balyaları bu atışlardan etkilenerek tutuşmuş, bölgenin rüzgârlı havasının da etkisiyle sanki bir alev topu gibi sağdan, sola savruluyorlardı.  Gerçekten de cehennemin tam ortasındaydık!  Ben ve arkadaşlarımı taşıyan helikopter, yere 1,5 – 2 metre kalıncaya kadar alçaldı, kapılarını açtık ve fırlattık kendimizi toprak ananın koynuna; işte inmiştik ata yadigârı Kıbrıs topraklarına…  Bundan sonrası yalnızca kadere bağlıydı; ölüm ne kadar yakınsa, yaşamakta o kadar uzaktı…  Isı, güneşte 50 derecenin üzerindeydi. Bir taraftan da yanan tarlaların sıcaklığı… Eğer bir gün cehennem nasıl diye soracak olur­larsa bana, işte yaşadığımız bu saatler, cehennemin ta kendisiydi, diye yanıtlardım…  Taburumuzu Kıbrıs’a getiren helikopterlerin her biri askerle­rimizin her grubunu ayrı bir yere indirmiş, emir komuta beraberli­ğinin sağlanması bir hayli güçleşmişti!  Saat tam 10.00’du. Bizi indiren helikopterdeki erbaş ve erle­rim ve Üsteğmen Kamil’le birlikte kuzeye doğru ilerlemeye başla­dık. Bir an önce Tabur Komutanımızı bulmalı ve taburu oluşturan bölük komutanlarıyla bir araya gelerek, bizden bir gün önce adaya inen Bolu Komando Tugay Komutanı General Sabri Demirbağ’a (rahmet ve minnet duygularıyla anıyorum. O ve onun gibi askerinin gönlünde taht kuran komutanlar, asla unutulmayacaktır.) adaya in­tikal ettiğimiz haberini vermeliydik…  Artık sağımıza solumuza düşen mermilere alışmış; inme böl­gesinde alev, alev yanan saman balyalarının sıcaklığını dahi hisset­mez olmuştuk. Ne garip! İnsan, ölüme en yakın olduğu bu yaşam kesitinde, bazen cehennemin dahi farkında olamıyordu meğerse! Aslında biz cehennemin tam ortasındaydık. İşte tam bu esnada, bu­lunduğumuz tarladaki saman balyaları üzerine düşen bir grup havan mermisi sonucunda, tarlanın kuru otları ve saman balyaları cayır, ca­yır yanmaya başladı. Aksilik bu ya, rüzgâr da bizim bulunduğumuz yöne doğru esiyor; Kırnı ovasının kuru otlarını ve saman balyalarını bir alev topuna çeviren yangın, süratle bulunduğumuz yere doğru ilerliyordu…  Az önce yanımıza gelen Teğmen Erkan Sucu bağırarak: “İle­rideki çukurun içinde helikopterden indirdiğimiz 57 mm’lik geri tepmesiz top mermisi sandıkları var!”  Hepimiz donup kalmıştık!  Bulunduğumuz yere süratle yaklaşan alevler, bu çukura ula­şırsa; sandıklardaki top mermileri infilak ettiğinde, olacakları düşün­mek dahi istemedim! Bir şeyler yapmalıydık! Ama ne?  İşte tam o anda, nereden geldiğini dahi anlayamadığımız arkasında hendek açma bıçağı olan bir traktör, yanan tarlanın et­rafında dönmeye ve yangının bize ulaşmasını engellemek amacıyla hendek açmaya başladı.  Şaşırmış ama bir o kadar da sevinmiştik.  Traktörü kullanan, Kıbrıs Türk Mücahidi kıyafeti giymiş kü­çücük bir çocuktu. Etrafı alev topu ile çevrili, Rum havanlarının üzerimize devamlı mermi yağdırdığı o bölgeye nasıl gelmiş, bizi bekleyen tehlikeyi nasıl sezmişti?  O birkaç dakikalık kritik zamana, yüzlerce soru sığmıştı ama bir o kadar da rahatlamıştık. Çünkü o küçücük ama yüreği kosko­caman mücahit çocuk; yangının önünü keserek geri tepmesiz top mermilerimizin infilak etmesini engellediği gibi, bu patlamada bi­zim de verebileceğimiz ağır bir zayiatı da önlemişti…  Böylece Kıbrıs’ta yalnız olmadığımızı anlamıştık. Kıbrıs Türk Halkı yıllardan beri bu anı beklemişti. Şimdi ise çoluk, çocuk; ka­dın, yaşlı demeden Mehmetçiğin yardımına koşuyor; canıyla, malıy­la ama bir tas ayran, bir yudum su, tadını ilk kez tattığımız hellim peyniri, yani elinde ne varsa onunla; askerlerimizin yanında olmak için canları pahasına çaba gösteriyorlardı…  Tıpkı bu küçük mücahit gibi…  Traktörü kullanan bu yiğit çocuk, yangının önünü kesmişti ama tam o esnada bulunduğu yere Rum mevzilerinden atılan bir grup havan mermisinin traktöre isabet etmesi sonucunda oracık­ta şehit olmuştu. Hepimiz üzüntüden sanki şok geçirmiştik.  Savaş meydanında ilk kez böylesi acı bir durumla karşılaşıyor; bu cehenne­mi ortamda ülkemize, sevdiklerimize sağ salim dönebilmemiz için dualar mırıldanıyordum.  Her geçen saat, Rumların inme bölgesine atmış oldukları ha­van mermisini o nispette arttırıyor, adeta mermi yağmuruna tutulu­yorduk. Bir an önce bu ateş baskısından kurtulmalı bir an önce ta­burumuzla bir araya gelmeliydik. Aradan çok kısa bir süre geçmişti ki, Beşparmak Dağlarının tam ortasından çelik kanatlı, aslan yürekli pilotlarımızın ay yıldızlı uçaklarımızla, inme bölgesini ateş yağmu­runa tutan Rum havanları ve topçusunun üzerine dalışa geçmeleri, bir kartal misali çelik pençeleri ile onları lime, lime etmeleriyle biraz olsun rahat bir nefes almıştık.   “Bir tek düşüncemiz vardı! Toparlanmak ve bir an önce Kıbrıs Türk Halkını, Rum’un mezaliminden kurtarmak…” 

http://www.oncevatan.com.tr/kibrista-42-yil-once-o-gun-makale,36286.html


***********


KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 1 -



KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 1 - 

Atilla ÇİLİNGİR 
www.atillacilingir.com 
19 Temmuz 2016, 10:30

     Ada’nın Jeopolitik ve Jeostratejik yönden değerlendirilmesi;  Kıbrıs adası; Türkiye’ye yakınlığı, 65 km olup: İskenderun ve Mersin körfezlerinin, Akdeniz’in doğusundaki deniz ulaşımı,  İsrail ve Suriye’nin liman ve sahil güvenliğini kontrol ettiği, Türk boğazları ve Süveyş Kanalının emniyeti, Ortadoğu petrolleri ve petrol nakliyatının kontrolü, Doğu Akdeniz’de bir uçak gemisi, füzeler için rampa görevi yapabileceği, Ada çevresinde bulunan zengin doğalgaz ve petrol yatakları; Nedenleriyle jeopolitik,stratejik ve ekonomik yönden Türkiye için hayati öneme haiz bir bölge olup; Türkiye’nin güvenliği açısından yüksek bir değer ifade eder… Kıbrıs, jeopolitik önemi nedeniyle; tarih boyunca çeşitli kavimlerin istilasına uğramıştır. Mısırlıların, Hititlerin, Finikelilerin, Asurluların, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların, Arapların, Haçlıların (Aslan Yürekli Richard’ın) , Venediklilerin ve nihayetinde de 307 yıl boyunca Osmanlının hâkimiyetinde kalmıştır. 1877-1878 Osmanlı Rus Harbinde İngiltere’nin Osmanlıyı desteklemesi karşılığında geçici olarak Britanya İmparatorluğuna bırakılmış; Ancak 1’nci dünya savaşının başında, İngiltere; Kıbrıs’ı bir oldubittiye getirerek, ilhak ettiğini açıklamıştır… 

İNGİLTERE’NİN ADAYI İLHAKIYLA BİRLİKTE BAŞLAYAN SÜREÇ VE ENOSİSE GİDEN YOLDA YAŞANANLAR: 

* 1955 yılında Kıbrıs Ortodoks Kilisesinin adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan (Enosis) çabaları..! 

* 1 Nisan 1955 Tarihinde E.O.K.A kanlı terör örgütünün kuruluşu ve faaliyetleri çerçevesinde İngilizlere ve Türklere karşı silahlı şiddet eylemlerine başlaması… (Acritas Planı) 

* Bu örgüte karşılık 1 Ağustos 1958 tarihinde Türk tarafında TMT’NİN ( Türk Mukavemet Teşkilatı) kurularak, EOKA ile mücadeleye başlaması… 

* 1959-1960 Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla 1 Ağustos 1960 tarihinde Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşu… (Kurulan bu cumhuriyetin yönetimi:  %70’i Rum, %30’u Türklerden oluşacak. Bakanlar kurulunda 7’si Rum, 3’ü Türk bakan olacak, Cumhurbaşkanlığı görevini Başpiskopos Makarios (asıl adı Mihail Hristodulu), yardımcılığını ise Dr. Fazıl Küçük yürütecekti…) 

* 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinde Garantör ülke olma sıfatını kullanan Türkiye adaya 650, aynı sıfatı kullanan Yunanistan ise 950 kişilik askeri gücünü adaya çıktı. 1878 yılından 82 yıl sonra ilk kez Türk askeri ata yadigârı Kıbrıs adasına ayak basıyordu… 

* Bu arada Yunanistan da boş durmuyor; 1960’dan 1963 yılına kadar geçen süreçte adaya illegal yollardan asker ve silah yığınağı yapıyordu! Amaç: Enosisi gerçekleştirerek, ‘’Akritas Planını’’ yürürlüğe koymak...! 

* 24 Aralık 1963 tarihinde tarihe Kanlı Noel olarak geçen saldırıyla da bu amaca ulaşmak istedi! Türkleri kadın, çocuk, yaşlı demeden katletmeye başladılar. 
Sadece o gece 103 Türk köyü yakılıp, yıkılmış, yüzlerce Kıbrıs Türk’ü hunharca katledilmiş; tarih sayfalarına o gecenin simgesi ve bir insanlık ayıbı olarak; KTKA’da görevli Dr. Bnb. Nihat İlhan’ın eşi ve çocuklarının bir banyo küvetinde katledildiğini gösteren fotoğraflar kazınmıştır. 

* Kıbrıs adasında Türkleri katletmek/topyekûn imha etmek adına girişilen bu jenosit hareketine adada ki barış gücü de dâhil olmak üzere Batılı Devletler her zaman olduğu gibi sessiz ve seyirci kalmışlardır. 

* Rum Yunan ikilisi; bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklara ve ortaklığına dayalı olarak kurulan ‘’Kıbrıs Cumhuriyetini’’ yıkmışlar, bu cumhuriyetin temelini teşkil eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak fesih etmişlerdir. 

* 1967 yılına kadar geçen süreçte Kıbrıs Türk halkına karşı her türlü tedhiş, siyasi ve ekonomik ambargo uygulayan Rumlar bununla da yetinmeyerek, 

* 1967 yılında Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde görev alan eli kanlı E.O.K.A’cı e. General Grivas ve Yunanlı subayların idaresinde; Geçitkale ve Boğaziçine saldırdılar… 

* Dönemin Türkiye Hükümetinin haklı tepkisi ve müdahale edeceğinden çekinen Yunanistan, askerlerini ve o katil ruhlu Grivas’ı adadan çekmek zorunda kaldı… * Tam bu süreçte 1967 yılında Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir cunta hükümeti kurulmuştur! 

* Makarios’un Cumhurbaşkanı seçildiği dönemeden bu tarihe kadar, izlediği siyaseti, Sovyetler Birliği ile siyasi ve ekonomik işbirliğini, ‘’Dünya Bağlantısızlar Hareketinin’’ önderi haline gelmesini hazmedemeyen ve adanın bir an önce Yunanistan’a bağlanarak, Enosisi gerçekleştirmek isteyen Yunan Cuntası; bu süreçten Makarios’u sorumlu tutmuş, Makarios ile Yunan Cuntasının arası giderek açılmaya başlamıştı…  

Aslında bu süreç Makarios’un istediği gibi olabilseydi! Adada yaşayan Türkler; Rum tarafının uyguladığı insanlık dışı ambargolarla uzun vadede ekonomik yönden çökecek ve Kıbrıs adasını terk edeceklerdi… Ancak Yunan Cuntasının bu süreci beklemeye tahammülü yoktu! Ve en nihayetinde 15 Temmuz 1974’te Yunan Cuntası tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki RMMO(Rum Milli Muhafız Ordusu) ile E.O.K.A Kıbrıs’ta Makarios’a karşı bir askeri darbe gerçekleştirdi. Sözde Cumhurbaşkanı Makarios önce Baf’a oradan da Agratur İngiliz üslerine sığınarak, Londra’ya kaçtı. Bunun üzerine, eli kanlı EOKA terör örgütü mensuplarının önde gelenlerinden ‘’Türk Kasabı’’ lakaplı Nikos Sampson, geçici cumhurbaşkanlığı görevine getirildi. Ve adada Kıbrıs Helen Cumhuriyetinin kurulduğu ilan edildi… 

* Adadaki gelişmeleri yakinen takip eden Türkiye; 1959-1960 Zürih ve Londra Atlaşmalarından kaynaklanan garantör ülke olma sıfatını kullanarak; İngiltere ile birlikte adaya müdahale edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Bunun üzerine Türkiye, bu oldubittiye son vermek amacıyla tek başına Kıbrıs’a müdahale etmeye karar vermiştir. 

BU TARİHİ SÜRECE BAKILDIĞINDA, KIBRIS ADASI HİÇBİR ZAMAN YUNAN ADASI OLMAMIŞTIR… 

Yunanistan Megalo İdea (büyük ülkü-Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılmştır) fikri çerçevesinde, ‘’Büyük Yunanistan’ı’’ kurma hayali içinde Kıbrıs Adasını topraklarına katma gayreti içinde olmuştur. 

Yunanistan’ın MEGALO İDEA fikri ile başlangıçtan beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır: 

* Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması, 

* Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı, 

* Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı, 

* Oniki adaların Yunanistan’a ilhakı, 

* Girit adasının Yunanistan’a ilhakı, 

* Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı, 

* Rum Pontus Devletinin kurulması, 

* Kıbrıs Adasının Yunanistan’a ilhakı, 

* İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı, 

* İstanbul’un Türklerden geri alınarak, Bizans İmparatorluğunun yeniden kurulması…   

‘’Zafer Süngünün Ucunda’ ise; bu gerçeği tarih sayfaları­mıza kazıyan da bizlerdik...” 

19 Temmuz’un güneşi batıyordu, hava kararmaya başla­mıştı artık…  Binlerce askerin bulunduğu bu bölgeye inanılmaz bir sessiz­lik çökmüştü! Sanki büyük bir patlamaya gebe gibiydi gündüzün sonu!  Araçlarla birlikte yanımızda getirmiş olduğumuz kıta yükü­nün çiğ olarak yenebilecek kısmından Mehmetçiklerimize dağıttık, bu yiyecekler, belki de savaş öncesinde kendi ülkemizde yiyebilece­ğimiz son yemekti. Ancak su ve susuzluk büyük bir problemdi…  Taburumuz artık tamamen istirahata geçmişti. Çevre nöbet­çilerinin dışında herkes, hepimiz yarın sabah neler yaşayacağımızın derinliklerine dalmıştık, kimimiz en sevdiklerinin hayaliyle, kimimiz ise; vicdanımızla baş başa… Bir an kendimle, kendi iç sesimle baş başa kaldım!  Bedenimi sarmalayan, üniformam, başımı koruyan çelik baş­lığım, savaşta kullanacağım silah ve teçhizatım, beni hayata bağla­yacağına inandığım bir matara suyum, ayağımda botlarım (ki, bu botlarımı, savaş meydanına indikten tam 22 gün sonra ayaklarımın altındaki deriyle birlikte çıkaracaktım! Çünkü savaşın gerçekleri in­sanoğlunun tüm bedenini ele geçirdiği gibi o bedeni taşıyan ayakla­rını da ele geçiriyordu…)  Ve beynimde dolaşan yüzlerce soru!  O anda tüm bedenimi sarmalayan, ruhumun derinliklerine kadar işleyen duygu karmaşam, beynimi üç şeye kilitlemişti!  Savaş, yaşamak ve ölmek…  Şakaklarımdan süzülen ter damlacıkları, bu duygu karmaşa­sından uzaklaşmama; dudaklarımda eriyen bu ter damlacıklarının tuzlu tadı ve mataramdan içtiğim bir yudum su, kendime gelme­me neden olmuştu. Kana, kana içtim mataramdaki ılık sudan. Sanki yurdumun bu güzel suyunu bir daha içemeyecekmişim gibi kana, kana… Oh ne güzeldi hayat! Henüz 26 yaşındaydım, genç bir üsteğ­men. Benim gibi on binlerce genç cesur yürek. Hepsi göreve hazır; gözler hep aynı yöne bakıyor, aynı hedefe kilitli: Kıbrıs…  Zaman sanki kum saati şekline bürünmüş; kalan ömrümüzün hesabını yapar gibiydi! Tabur komutanım Bnb. Turgut Aksoy’dan, Yüzbaşı Süha Baykara, Üsteğmen Kamil Aslan ve ben; taburumuzun bulunduğu yerden, sahile doğru yürümeye başladık. Ovacık’ın bu küçük sahil şeridinde, vatan topraklarında oturup, bir şeyler yiyip, en azından bir çay içebileceğimiz bir yer vardır diye düşünmüştük!  Ama savaşın gölgesi bu sahillere de düşmüş ve her yer bo­şaltılmıştı! Savaşın o soğuk yüzünü bir an unutmuşken; bu tablo, o acı gerçeği tüm çıplaklığı ile bize hatırlatıvermişti! Terk edilmiş lokantalar, kimsesiz çay bahçeleri, neşeli kahkahaların olmadığı ıpıs­sız bir sahil…  Güneş kıpkızıl bir tepsi şeklini almış; yavaş, yavaş Akdeniz’in o koyu lacivert sularına doğru gömülürken, adeta etrafa kıvılcımlar sıçratıyordu… Yarın şafak doğarken, cehennemi bir yaşamın içinde olacağımızın bilinciyle bir niyet tuttum, dua ettim…  “Allah’ım, bu cehennemi yaşamı bizim için kolaylaştır. 

Kolaylaştır ki, sevdiklerimize, sevenlerimize kavuşabilelim…”  Denizin enginliklerini bir çizgi gibi ayıran ufuk hattı, en sonunda o güzelim güneşi yutuvermişti! 

Bir an, bu hattın hemen ardında, ağzından alevler fışkıran bir canavarın bizi beklediği gibi bir his kapladı içimi! Savaş denen canavar; işte orada, ufuk hattının he­men gerisinde kalan Kıbrıs adasında bizleri bekliyordu. Hayır, hayır en ufak bir korkumuz yoktu, tam tersine çok gururluyduk, çünkü yakın tarihimizde 
ülkemizin milli menfaatlerini savunma görevi bize kısmet olacaktı. Bizlerin asıl korkusu, adaya inerken görevimizi yerine getiremeden bir kör kurşunla yenilmekti o canavara!  “Hepimizi koru Allahım. Bizlere emanet edilen Mehmetçiklerimize güç ver. Onları, bizleri tüm sevdiklerimize bağışla…” Bu söylemler; kalplerimizdeki duyguları, beyinlerimizin kilitlendiği düşünceleri en iyi anlatan sözlerdi…  Ovacıkta açık olan bir tek yer vardı; o da, tek gözlü postanesi! 

Vatanperver, kahraman, gözü pek bir P.T.T görevlisi, orada göre­vinin başındaydı. 

Aslında o bölgede savaşın tüm kurallarına göre uygulamalar başlamış, bölge halkı buralardan uzaklaştırılmıştı ama o posta görevlisi orada görevinin 
başındaydı. Posta odasının içi son bir kez daha sevdiklerine mektup göndermek, telgraf çekmek isteyenlerce doluydu…  Turgut Binbaşım ve ben; bu tek gözlü, 
tek masalı, tek başına hizmet veren posta memuruna yaklaşarak, bir telgraf çekmek istedi­ğimizi söyledik. Bu telgrafla da olsa, sevdiklerimize son bir kez 
fısıl­dayacağımız cümleler vardı, son kez sesimizi duyurmak istiyorduk: “Yarın sabah Kıbrıs’a hareket ediyoruz. Allaha emanet olun, bizim için dua edin… 
(Atilla)  Yukarıdaki cümlelerim vatan topraklarıma ve sevdiklerime son veda idi…  20 Temmuz’a saatler kala Kıbrıs adası…  Zaman gittikçe kısalıyor, 
Kıbrıs Türkünün adada ki, yaşam hakkı da; an be an yok oluyordu…   Zaman mı kötüydü, yoksa insan mı?  Ama gerçek olan bir şey var ise!  O da, gerçekten Kıbrıs Türklerinin adada ki durumu gittikçe kötüleşiyordu… 

Kıbrıs Türk Mücahidine ait Bayrak Radyosu yaptığı yayınlarda Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yardımcısı, Kıbrıs Türk’ünün lideri Rauf Denktaş’ın:  
“Türkler evlerinden dışarı çıkmasınlar, “mesajını yayınlıyordu…’’

http://www.oncevatan.com.tr/kibris-adasinin-turkiye-icin-onemi-1-makale,36279.html



****

Bir Tek Yunan Bankası Eksikti, O Da Geldi,

Bir Tek Yunan Bankası Eksikti, O Da Geldi,



HASAN ÜNAL 
05 Nisan 2006 Çarşamba 

Gazeteler evvelki gün Yunanistan Milli Bankası (Ethniki Trapezi tis Elladas - National Bank of Greece)'nın, Finansbank'ın hisselerinin yüzde kırk altılık kısmını satın aldığını yazıyorlardı. Müzakere/mütareke basın ve televizyonlarına göre, bu satış gayet sıradan. Oysa normal devletler açısından, bir ülkenin finans ve bankacılık sisteminin yabancıların kontrolüne geçmesi üzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektiren bir gelişme. Finans ve bankacılık insan vücudundaki kalp ve damarlar gibidir. Ülkedeki bütün para hareketlerini kontrol eder ve herkesin mali sırlarına sahiptir. Bütün finans ve bankacılık sistemi yabancıların eline geçtiği takdirde, herkesin finansal sırlarını bildikleri için, istedikleri kişilerin veya şirketlerin üzerine gidebilirler, istediklerini batırıp, istediklerini de zengin edebilirler. 

Çünkü paranın kontrolü ellerindedir. Üstelik bu yabancı bankalar global anlaşmalar ve düzenlemeler gereği Türkiye açısından hayati öneme sahip sektörlere destek vermeyebilirler. Türkiye'de pamuk ve tekstil önemli olabilir; ama bankalar bu sektörlerin Mısır ve/veya Sri Lanka'da ilerletilmesi, buna karşılık Türkiye gibi ülkelerde bu sektörlerin desteklenmemesi kararlarını almış olabilirler. O zaman akreditif açmadan başlayın da her alanda bu sektörlerdeki üreticiler için sorunlar çıkar. Kriz zamanlarında bu bankalar kendilerini garantiye almak için dövize çevrilmiş olan ülke kaynaklarını tıpkı Arjantin'de yaptıkları gibi ülke dışına çıkarabilirler ve kriz derinleşir. Bu saydıklarım ortalama riskler. Türkiye gibi bir ülkede bankaların Yunanistan'a satılması başladı. Bir Yunan bankası daha önceden gelmişti. Şimdi Finansbank'ın hakim hisselerini Yunanistan'ın en büyük bankası aldı. Önce tamamen devlet bankası olarak kurulmuş. Sonra hisseler Yunan vatandaşlarına ve Yunan kuruluşlarına satılmış. Şu anda Yunan vatandaşlarının elindeki hisse miktarı % 28.10.Bu hissedarların hiçbirinin elinde yüzde üçten fazlasının olmamasına itina gösteriliyormuş. Yunan mahalli kuruluşlarının hissesi (galiba belediyeler ve başka Yunan kuruluşları) hisselerin %16.80'lik kısmına sahip. 

Yunan Emekli sandığı % 22.70'lik bir kısmını kontrol ediyor. 
Yabancı kişi ve kuruluşlar toplam hisselerin sadece %29.50'sine sahip. 

Bankanın iştirakleri ise %2.90 oranında hissedarlar. Yani bankadaki yabancıların oranı sadece % 29.50 oranında. Gerisi Yunan resmi kuruluşları ve Yunan 
vatandaşları. Bankanın özerk görünen profesyonel bir yapısı var. Tıpkı devlet kontrolündeki Yunan Telekom şirketinin Balkan ülkelerindeki telekom şirketlerinin çoğunluk hisselerini alması gibi, bu banka da atakta. Makedonya'nın en büyük bankasını, Bulgaristan'ın en büyüklerinden birini ve Romanya'daki ikinci büyük bankayı almış. Finansbank'ı alarak Türkiye'ye de giriyor. Türk Telekom'un ve cep telefonu şirketlerinin yabancılara satılmasıyla ilgili olarak Yunanistan'da ortaya çıkan ve bu köşede ayrıntılarıyla ele aldığımız telekulak skandalını hatırlayalım. Halen mahkeme safhası devam eden bu skandal bizde neler olabileceğiyle ilgili bilgiler veriyordu. Bizim Telsim'i almaya çalışan İngiliz Vodaphone cep telefonu şirketinin Yunan başbakanı, bakanları, Genelkurmay 
ve askeri kuruşları ve muhtemelen Yunan istihbaratının telefonlarını dinlediği ortaya çıkmıştı. Üstelik bu dinlemelerin Amerikan büyükelçiliği için yapıldığı 
tesbit edilmişti. Türkiye'de bütün telekomünikasyon şirketleri yabancıların kontrolünde. Bankaları peş peşe yabancılar satın alıyor. Sanki bütün renkler 
tamam ve sadece fıstiki yeşil eksikmiş gibi Yunan Milli Bankası geliyor. Ve bütün bunlar gayet normal, öyle mi? O zaman sormak lazım: 

Fransızlar kendi enerji şirketleri olan Gaz de France'ın bir İtalyan şirketine satılmasına milli güvenlik gerekçesiyle neden karşı çıktılar? Amerikalılar liman 
işletmelerinin Dubaililere verilmesi işlemini neden durdurdular? Ve yine Amerika Los Angeles'deki bir petrol şirketinin herkesten fazla para veren Çin 
firmasına satılmasına neden mani oldu? Dünyanın en akıllısı biz miyiz? Yoksa bu dalaletin ötesine giden bir durum mu? 

H E D D A M ..

***